“Günde beş kez ölümü düşünmek mutluluk getirir.” Butan
Atasözü
“Tibetçe bardo kelimesi, genel olarak ölümümüzden sonra
ve bir sonraki hayatımızdan önceki geçiş hâlini ifade eder.” (s.11)
“Yaşantımızı yakından incelersek, zaten her zaman bir
geçişte olduğumuzu görürüz. Hayatımızın her ânında bir şey biter ve başka bir
şey başlar. Bu, ezoterik bir kavram değildir. Dikkatimizi verdiğimizde bu
geçişler, bizim için mutlak bir deneyim haline gelir.
Tibet’in Ölüler Kitabı, altı tane bardo sıralar: mevcut
hayat bardosu, meditasyon bardosu, ölüm bardosu, dharmata bardosu ve oluş
bardosu.
Şu an mevcut hayat bardosundayız. Bu kitapta meşgul
olacağımız nokta mevcut hayat bardosu olacak. Bu hayatın nasıl bir bardo
(sürekli bir değişim evresi) olduğunu anlamaya başlayınca, ne kadar bilinmez
olsalar da diğer bardolardan herhangi biriyle yüzleşmeye başlayacağız.” (s.13)
“Mevcut hayatımızda süregiden dönüşüm akışlarını nasıl
yönlendireceğimizi öğrenebilirsek, dünya görüşümüz ne olursa olsun, kendimizi
ölüme ve ardından geleceklere hazırlayabiliriz. Fakat daha da önemlisi, bu
eğitim kendimi daha canlı, daha açık hissetmemi ve gündelik yaşam
deneyimlerimde daha cesur olmamı sağladı.” (s.14)
“İşler bazen istediğimiz şekilde gelişir, bazen de
gelişmez. Gerçekliğe güvenmek, çok daha açık ve rahat bir düşünce yapısıdır.
Gerçeklik öyle ya da böyle vuku bulacaktır. Ona güvenebiliriz. Aslında son
derece derin ve aynı zamanda tamamen açıktır. Gerçeklik her şeyin olduğu gibi,
umutlarımızdan ve korkularımızdan azade olması demektir.” (s.23)
“Hem istenene hem de istenmeyene açık olabiliriz. Tıpkı
havanın değişeceği gibi onların da değişeceğini biliriz. Tıpkı iyi hava ve kötü
hava gibi, başarı ve başarısızlık da hayatın aynı derecede parçalarıdır.”
(s.23)
“Thich Nhat Hanh’ın söylediği gibi: Acı çekmemize neden
olan geçicilik değildir. Acı çekmemizin
sebebi, öyle olmadıkları hâlde şeylerin kalıcı olmasını istememizdir.”
(s.24)
“Bizler hep bir bardo’dayız çünkü geçicilik asla ara vermez.
Geçiş halinde olmadığımız tek bir an bile yoktur ve ister inanın ister
inanmayın ama bu iyi bir haber. Hayatınızın, içinde bulunduğunuz benzersiz ânını
oluşturan elementlerin hepsi bir noktada var oldu; yakında bu elementler
dağılacak ve bu deneyim sona erecek. Şu an koltuğunuzda oturmuş bu kitabı
okuyor ya da araba sürerken sesli kitap olarak dinliyor olabilirsiniz. Her neredeyseniz,
ışığın kendine özgü bir niteliği vardır.” (s.26)
“Bizler geçmiş ile gelecek, daha önce yaşananların anısı
ile yakında gerçekleşecek ve aynı şekilde anıya dönüşecek şeyler arasında, hep
bir ara evredeyiz.” (s.27)
“Bir defasında biri bana laf arasında şöyle dedi: “Hayatın
kendi doğal koreografisi var.” Bu cümleyi uzun bir süre düşündükten sonra bu
doğal koreografiye ayak uydurmaya ve onun kendi işini yapmasına izin vermeyi
deneyimlemeye başladım. Çoğu zaman, her şeyi oluruna bıraktığımda, bu doğal
koreografinin karşıma çıkardığı şeylerin, aklıma gelebilecek her şeyden çok
daha ilham verici, yaratıcı ve ilginç olduğunu gördüm.
Hayatın doğal koreografisine güvenmek, gerçekliğe
güvenmekten bahsetmenin başka bir yoludur. Ufak şeyleri oluruna bırakmak için
kendimize izin vererek bu güveni geliştirmeye başlayabiliriz.” (s.34)
“Bu hayatın görüntüleri yok olduğunda,
Büyük bir rahatlık ve mutlulukla,
Bu hayatın bütün bağlarını bırakabilir miyim
Evine dönen bir çocuk gibi…” Dzigar Rinpoche (s.36)
“Tibet dünya görüşüne göre bedenlerimiz beş elementten
yapılmıştır: toprak, su, ateş, hava ve boşluk. Toprak elementi, bedendeki katı
olan her şeydir: kemikler, kaslar, dişler gibi. Su elementi kan, lenf ve salya
gibi çeşitli sıvılardır. Hava elementi nefesimizdir. Boşluk elementi ise
bedenimizdeki delikler, tüm açık alanlardır. Ayrıca fiziksel olmayan, altıncı
bir element de devreye girer: bilinç.
Tibet’in ölüler kitabına göre, ölüm süreci boyunca en
yoğun olanından en hafifine, bu elementler birbirine karışır. Bu tanım bize
yabancı veya demode gelebilir fakat düşkülerevi çalışanları, hastalarında bu
aşamaları gördüklerini bana söylediler. Hem hayatlarının sonundaki insanlara
bakım verenlerin hem de Tibetli öğretmenlerin anlattığı, tıpkı diğer hayat
aşamaları gibi dağılma sırasının da kişilere göre farklılıklar gösterdiği
bilgisini kabul ederek, geleneksel ilerlemeyi tarif edeceğim. Bu da öngörülemez
bir durumdur.
İlk önce toprak elementi, su elementine karışır. Ölüm ânında
insanlar ağırlaştıklarını hissederler. Bazen “Sanki suya batıyormuş gibiyim. Beni
kaldırabilir misin?” derler. Aynı zamanda görme duyuları zayıflamaya başlar. Sonra
su elementi ateş elementine karışır. Sıvılar kurumaya başlar. Ölen kişi çok susadığını
hisseder ve sık sık içecek bir şey ister. Sıvılarımızı koruyamayız. İşitme duyumuz
da gitmeye başlar. Sonra ateş elementi, hava elementine karışır ve üşüdüğümüzü
hissederiz. Sıcaklık ne kadar artırılırsa artırılsın, üstümüze ne kadar
battaniye örtülürse örtülsün ısınamayız. Sonraki aşama, hava elementinin
bilince karışmasıdır. Nefes almak giderek güçleşir. Nefes verme süremiz uzar,
nefes alışımız kısalır. Nefes alıp verişlerimizin arasında büyük aralıklar
vardır. Sonunda, birkaç uzun nefes verdikten sonra, nefesimiz kesilir. Trungpa
Rinpoche’nin söylediği gibi: Nefesiniz çıkar ve çıkmaya devam eder. Artık nefes
almazsınız.
Bu noktada tüm sıradan algılar sona erer. Tüm düşüncelerimiz,
duygularımız, alışkanlıklarımız ve nevrozlarımız da biter. Gerçek doğamızı
gizleyen her şey gider. Bu hayatın görüntüleri dağılır ve gerçek doğamızın doğal
sadeliğine döneriz. Batı tıbbına göre kişi ölmüştür, yaşam bitmiştir.” (s.38)
“Geleneksel olarak, bu evrensel uyanmış zihin, gökyüzüyle
kıyaslanır. Bizim yeryüzündeki bakış açımızdan, gökyüzü bazı günler açık, bazı
günler bulutlu görünür. Fakat ne kadar bulutlu ve karanlık olursa olsun, bir
uçağa binip yükseklere çıktığımızda gökyüzünün engin maviliğini görebiliriz. Her
zaman da bu şekildedir o, oradadır; her gün, gün boyu.
Bu gökyüzüne benzeyen zihin söz konusu olduğunda, çoğumuz
için hava genelde bulutlu görünür. Fenomenal dünyanın canlılığının, doğum ve ölümün sürekli
akışının farkına varmak yerine, kendimizi sık sık endişeli ve düşünceler içinde
tamamen kaybolmuş hissettiğimiz bir gerçeklik biçimi içinde yaşarız. Çevremizden
sevdiklerimize ve kendi bedenimize kadar her şeyin anbean değiştiği gerçeğiyle
mutabık değiliz. Duygularımızın ve olay örgülerinin gerçek bir özünün
olmadığını, sis gibi gelip geçici olduklarını görmeyiz.” (s.39)
“Genelde, duygularımıza güç kazandıran farkındalık
eksikliğidir. Sihirli anahtar, onlara dair farkındalığa sahip olmaktır. Neler olup
bittiğinin farkında olduğumuzda, malum duygular bizi üzme yeteneklerini
kaybederler. Duygularımızı yönetme konusundaki her türlü yöntemin ilk adımı,
neler olup bittiğini anlamaktır.” (s.74)
“Zihnimiz her zaman yansıtma halindedir. Trungpa
Rinpoche, “aslında kendi yansımaları olan dışsal fenomenlerden korkan”
varlıklara büyük merhamet duyduğunu yazar. Örneğin gündelik bir düzeyde, belli
bir kişi veya bir grup insan için düşündüklerimizin tamamen temelsiz
olabileceğini biliyoruz. Taraflı düşüncelerimizin çoğunun güvenilir olmadığını
ve bir kaya parçasını dehşet verici bir kaplan zannedebileceğimizi biliyoruz.”
(s.109)
“Koşma. Yavaşla. Hiçbir hızlı hareket yapma. Seni
korkutan şeyle yüzleş.” (s.127)
“Yaklaşık on yaşımızdayken, Suzy her gece rüyasında
canavarlar tarafından kovalandığını görürdü. Bir gün ona, canavarların neye benzediklerini
sordum ama bilmiyordu çünkü çok korkuyordu ve sürekli kaçıyordu. Belli ki sorum
merakını uyandırdı ve ertesi gece rüyasında bütün cesaretini toplayıp arkasına
döndü. Tir tir titreyerek inanılmaz olanı yaptı. Canavarlara baktı. İlk başta
canavarlar ona hücum etti ama sonra yok olup gittiler. Böylece kâbusları sona
erdi.” (s.127)
“Günler gecelere döner, taze açmış çiçekler solar,
çocuklar büyür, arkadaşlar ve akrabalar yaşlanır, biz ihtiyarlarız. Göreceli düzeyde,
her şey değişir ve herkes ölür. Tüm insanlar ve her şey bulutlar kadar
geçicidir ve bu bizi incitebilir. Fakat mutlak düzeyde hiçbir şey ölmez. Bedenimiz
bir hayattan diğerine gelir ve gider, fakat gerçek doğamız hep aynı kalır. Bu,
boşluğun kendisi gibidir: engin, yok edilemez ve yaşamın açığa çıkması için
potansiyellerle dolu.” (s.165)