7 Nis 2024

Pema Chödrön - Sıçrayış

“Biz insanlar kendimizi eski alışkanlıklardan kurtarma, birbirimizi sevme ve birbirimizle ilgilenme yetisine sahibiz. Gerçeğe uyanma ve bilinçli bir yaşam sürme yetisine de sahibiz ama tahmin edeceğiniz üzere uykuda kalmaya, hissizleşmeye dair güçlü bir eğilimimiz de var. Hep bir dönüm noktasındaymışız gibi, sürekli hangi yöne gideceğimizi belirlemeye çalışıyoruz. Daha büyük bir berraklığa ve mutluluğa giden yolu seçmek de kafa karışıklığına ve acıya giden yolu seçmek de bizim elimizde.” (s.7)

“Hayatlarımızı bir deney olarak ele alabiliriz. Bir sonraki anda, bir sonraki saatte, durmayı, yavaşlamayı, birkaç saniyeliğine sakin kalmayı seçmek bizim elimizde. Alışıldık zincirleme tepkiye müdahale edebilir ve her zamanki gibi öfkelenmemeyi deneyebiliriz. Başka birisini ve kendimizi suçlamamız gerekmez. Kendimizi zor bir anda bulduğumuzda, saldırganlık alışkanlığını bir kenara bırakıp neler olacağına bakabiliriz.” (s.13)

“Farkındalığa sahip olduğunu düşündüğüm kişilerle ilgili şunu farkettim: Olan biten her şeyin tam olarak bilincindeler. Zihinleri dağınık değil. Karmaşa, sessizlik ya da eğlence ortamlarında, ister karnaval olsun, ister acil servis, orada kalmaya devam ediyorlar. Olanları kabul etmiş durumdalar. Bunun aynı anda hem son derece basit hem de muazzam bir şey olduğunu söyleyebiliriz.” (s.20)

“Öyle görünüyor ki hepimiz şimdiki andan uzaklaşma eğilimine sahibiz. Bu alışkanlık adeta DNA’mıza işlenmiştir. En temel seviyede, sürekli olarak düşünürüz ve bu bizi uzaklaştırır.” (s.27)

“Asla şimdiki koşulların nereye evrileceğini ya da sonrasında neler olacağını kesin olarak bilemeyiz. Ama bir felaket tellalı olmamıza veya sürekli olarak diken üstünde yaşamamıza da gerek yoktur. Durumumuz kesinlikle üstünde çalışmaya uygundur. Şimdiki zamanda yemi yutmamayı öğrenerek ve sıradan bir günün ufak tefek sıkıntılarını göğüsleyerek, bizi her ne bekliyorsa onu şefkat ve bilgelikle göğüslemeye hazır hale gelebiliriz.” (s.51)

“Öğrendiklerim şunlardı: Acınızla ve korkunuzla ilgilenin. Ona yaklaşın, odaklanın, meraklanın; bir an için duyguları etiketlemeden iyi ya da kötünün ötesini görmeye çalışın. Gördüklerinizi kabullenin. Direnci yok edecek her şeyi yapın.” (s.61)

“Pişmanlık hissetme ya da bundan kurtulma fikrini yanlış yorumluyoruz. Trungpa Rinpoche, dünyanın güzelliğini ve hayatta olmanın verdiği iyi hissi asla unutmadan yaşam içerisindeki kederleri kalbinizde tutmaktan söz etmiştir. Kendi acımızla, başkalarının acılarıyla ve pişmanlıklarımızla bir çöküş yaşamadan kalbimizin parçalandığı bir an gelir.” (s.68)

“Bir kişi istenmeyen duyguları tetikleyecek bir şey yaptığında ne olur? Açılır mıyız, yoksa kapanır mıyız? Genellikle istemeden de olsa içimize kapanırız ama huzursuzluğumuzu artıracak bir öykü olmadan, kalbimizin kapıları hala açıktır. Bu noktada, içimize kapandığımızı fark edebilir, bir boşluk yaratabilir ve değişim için yer açabiliriz. Jill Bolte Taylor’ın İçgörü Darbem adlı kitabında, yazar herhangi bir duygunun ömrünün sadece bir buçuk dakika olduğuna dair bilimsel kanıtlar sunar. Bu süreden sonra, o duyguyu yeniden bulmamız ve hissetmemiz gerekir.” (s.84)

3 Eyl 2023

Irvin D. Yalom - Bugünü Yaşama Arzusu

“Aldığımız her nefes bizi sürekli etkisi altında olduğumuz ölüme doğru çeker… Nihai olarak zafer, ölümün olacaktır çünkü doğumla birlikte ölüm zaten bizim kaderimiz olmuştur ve avını yutmadan önce onunla yalnızca kısa bir süre için oynar. Bununla birlikte, hayatımıza olabildiğince uzun bir süre için büyük bir ilgi ve özenle devam ederiz, tıpkı sonunda patlayacağından emin olsak da olabildiğince uzun ve büyük bir sabun köpüğü üflememiz gibi.”  Schopenhauer (s.9)

“Hiçbir parçamız yaşlanmanın kaderinden kaçamıyor.” (s.10)

“Dünyaya bakış açımızın sağlam temelleri, derinliği veya sığlığı çocukluk yıllarında oluşur. Bu görüş daha sonra özenle düzeltilir ve mükemmel hale getirilir ama öz değişmeden kalır.” Schopenhauer (s.55)

“En büyük bilgelik şu andan zevk almayı hayatın en büyük amacı kılmaktır çünkü tek gerçek budur, başka her şey düşünce oyunudur. Ama bunun en büyük budalalığımız olduğunu da söyleyebiliriz çünkü yalnızca kısa bir süre için var olan ve bir rüya gibi kaybolan içinde bulunduğumuz bu an asla ciddi bir çabaya değmez.” Schopenhauer (s.92)

“Krallar taçlarını ve asalarını geride bıraktılar, kahramanlar da silahlarını. Ama aralarındaki, görkemlilikleri dışlarına taşan, bunu da dışarıdaki şeylerden almayan büyük insanlar, büyüklüklerini yanlarında götürürler.” Schopenhauer (s.108)

“İnsanların çoğu hayatlarının sonunda geriye dönüp baktıklarında geçici, muvakkaten yaşadıklarını görürler. Takdir etmeden ve zevk almadan yanlarından geçip giden şeyin aslında hayatları olduğunu gördüklerinde şaşırırlar. Ve böylece umutlarla kandırılan insan, ölümün kollarına koşar.” Schopenhauer (s.113)

“İnsanın somut olarak yaşadığı hayatın yanı sıra her zaman soyut olarak ikinci bir hayat yaşaması dikkate değer ve önemlidir. Sakince enine boyuna düşünme alanında, önceden onu tamamen ele geçiren ve yoğun bir şekilde etkileyen şeyler soğuk, renksiz ve uzak görünür: O yalnızca bir seyirci ve gözlemcidir.” Schopenhauer (s.138)

“Bir keresinde öğretmenim, insanın başkası tarafından rahatsız edilemeyeceğini söylemişti. Kişinin sükunetini ancak kendisi bozabilir.” (s.144)

“Can sıkıntısıyla ilgili en korkunç şey nedir? Neden aceleyle can sıkıntısını gidermeye çalışırız? Çünkü bu, varoluşla ilgili tatsız gerçeklerin (önemsizliğimiz, anlamsız varoluşumuz, yok olmaya veya ölüme doğru önlenemez şekilde ilerleyişimiz) kısa süre içinde ortaya çıktığı, dikkat çelicilerin olmadığı bir durumdur.

Bundan dolayı insan hayatı sonsuz bir isteme, tatmin olma, can sıkıntısı ve sonra yeniden isteme döngüsünden başka nedir ki? Bu bütün canlı türleri için geçerli midir? Durumun insanlar için en kötüsü olduğunu söylüyordu Schopenhauer çünkü zeka arttıkça acının yoğunluğu da artmaktadır.” (s.284)

“Gençliğimde bile, başkaları mal mülk edinmek için çabalarken benim bu tür şeylere başvurmak zorunda olmadığımı çünkü içimde bütün mallardan daha değerli olan bir hazine taşıdığımı fark ettim; en önemli şey, zihinsel gelişimin ve tam bağımsızlığın temel koşul olduğu bu hazineyi güçlendirmekti… İnsanın doğasının ve haklarının tersine, gücümü kendi saadetimin  artırılmasından almak zorundaydım, böylece bu gücü insanlığın hizmetine sunabilirdim. Zekâm bana değil, dünyaya aitti.” (s.354)

30 Tem 2023

Carl R. Rogers - Kişi Olmaya Dair

“Rogers insanların, kendilerini kabullenen bir ilişkiye ihtiyaç duyduklarına inanıyordu. Rogers yanlısı terapistler empatiyi ve “koşulsuz olumsuz bakış”ı kullanırlar. Rogers ana hipotezini tek bir cümleyle şöyle ifade ediyordu: Eğer ben belli bir ilişki türünü mümkün kılarsam, karşımdaki de kendi içinde o ilişkiyi gelişme amaçlı kullanma kapasitesini keşfederek değişecek ve kişisel gelişim gerçekleşecektir.

Gelişme ile Rogers’ın kast ettiği, kendine değer verme, esneklik, kendine ve başkalarına saygı duyma yönünde ilerlemekti. Rogers’a göre insan “arzularında iflah olmaz bir şekilde sosyalleşmiş” bir varlıktı. Ya da Rogers’ın tekrar tekrar söylediği gibi, insan her açıdan tam insan olduğu zaman güvenilecek insan olurdu.” (s.8)

“Yaşamın amacı nedir sorusuna Rogers, Kierkegaard’tan aldığı “ İnsanın gerçekten de olması gerektiği kişi olması” ifadesiyle cevap verir.” (s.10)

“İnsanlar kabul edilmek ister ve kabul edildiklerine “kendilerini gerçekleştirme” yönünde ilerleme kaydetmeye başlar.” (s.11)

“Kendimi, kendimi kabullenerek dinlediğimde ve kendim olabildiğimde daha başarılı oluyorum.” (44)

“Kendimi olduğum gibi kabul ettiğim zaman değişiyorum. Bunu hem hastalarımdan hem de kendi deneyimlerimden öğrendiğimi sanıyorum. Ne olduğumuzu adam akıllı kabul edilnceye dek değişemeyiz, olduğumuzdan öteye gidemeyiz. Değişim ise, kabul etmenin ardından hiç fark ettirmeden geliveriyor. Kendim olmam sonucu gelişen bir diğer sonuç ise ilişkilerin gerçek ilişkiler haline gelmesi. Gerçek ilişkiler hayat ve anlam dolu olmanın heyecan veren bir şeklidir.” (s.45)

“Her insan kendinden menkul bir adadır, hem de en gerçek anlamıyla ve ancak kendisi olmayı isterse ve kendisi olmaya izin verirse diğer adalarla kendisi arasında bir köprü kurabilir. Dolayısıyla, bir başka kişiyi kabul edebildiğim zaman, yani onun gerçek ve hayati bir parçası olan duygularını, tavırlarını ve inançlarını kabul edebildiğim zaman onun bir kişi olmasına yardımcı olabilirim: Ve işte bu, benim için çok değerli.” (s.50)

“Kendimdeki ve başka insanlardaki gerçekliklere kendimi ne kadar çok açabilirsem, bir şeyleri düzeltme telaşına o kadar az kapılıyorum. Kendimi dinlemeye ve içimde olan biteni yaşamaya ne kadar çok çalışırsam ve aynı dinleme tavrını bir başkası için de ne kadar uygulayabilirsem, yaşamın karmaşıklığına o kadar çok saygı duyuyorum. Böylece bir şeyleri düzeltme, hedef koyma, insanları kalıplara sokma, yönlendirme ve kendi istediğim yola sokma arzusunu o kadar az hissediyorum.” (s.50)

“Yaşam, en iyi durumunda bile, akıp giden ve içinde hiçbir şeyin sabit kalmadığı bir değişim sürecidir.” (s.58)

“Martin Buber’in “ötekini onaylamak” şeklinde bir ifadesi vardır; bu ifade benim için çok anlamlıdır. Der ki, “Onaylamak demek, ötekinin tüm potansiyelini kabul etmek demektir. Onun kendi içinde olduğu kişiyi tanıyabilir, içindeki kişiyi bilebilirim. Olma sürecine girmek üzere yaratılan kişiyi… Artık gelişebilecek, evrilebilecek bu potansiyel çerçevesinde, kendi içimde ve daha sonra da onun içinde onu onaylayabilirim.” (s.97)

“H: Yaşamın gayet iyi farkındayım. Ne kadar uzaklaştığımızı, ne kadar uzaklara fırlatılıp öylesine dolaşıp durmakta olduğumuzu düşündükçe korkunç bir kaygı ve hüzün duyuyorum. Bazen kendimi tüm benliğimle, korkunç bir kaos içindeki dünyada yaşayan bir insan gibi düşünüp hissettiğim bir şey bu.
T: Kaçıp gidiveren bir duygu ve pek sık da gelmiyor, ama tüm benliğinizle son derece kaotik bir dünyada iş gördüğünüzü ve hissettiğinizi düşündüğünüz zamanlar oluyor.
H: Evet, öyle. Yani tam anlamıyla sağlıklı insanlar olmaktan ne kadar uzaklaştığımızı, bunun ne denli uzağına düştüğümüzü gerçekten biliyorum.” (s.141)

“Kierkegaard en yaygın umutsuzluğun, kişinin kendisi olmayı seçmemesinde ya da kendisi olmaya razı olmamasında yattığına dikkat çeker ve en ağır umutsuzluk biçimi “kendisinden başka biri olma”yı seçmekte yaşanan umutsuzluk olduğunu söyler. Oysa “gerçekten kendisi olan o benliği seçmek istemesi umutsuzluğun karşıtıdır” ve bu seçim insanın en anlamlı sorumluluğudur.” (s.170)

“Kişi haline gelme sürecinde açıkça görülen eğilimlerden bir diğeri de, seçimlerin ve kararların ya da değerlendirici yargıların kaynağı veya merkezine ilişkindir. Birey gitgide daha yoğun bir şekilde değerlendirme merkezinin, kendi içinde olduğunu görmeye başlar. Onaylanıp onaylanmadığı konusunda, yaşam standartlarında, karar ve seçimlerinde kendi dışındaki insanların görüşleri daha az önem taşır. Seçimin tamamen kendi içinde yapıldığını, asıl meselenin “Beni derinden tatmin edeni, beni gerçekten ifade eden bir şekilde mi yaşıyorum?” sorusu olduğunu anlamaya başlar. Bence yaratıcı bireyin en önemli sorusu da budur.” (s.183)

“Kendi benliğine sadık ol.” Shakespeare (s.251)

“Maslow, kendilerini gerçekleştiren insanlar olarak adlandırdığı çalışmasında da aynı özelliklere dikkat çekmiştir. Bu insanlardan söz ederken şöyle der: Gerçekliğe rahatça nüfuz etmeleri, hayvanlarda ya da çocuklarda olduğu gibi bir kabul edişe ve anında hissetmeye yakın durmaları, bu insanların kendi dürtülerine, kendi arzularına, görüşlerine ve öznel tepkilerine karşı genelde üstün bir farkındalığa sahip olduklarına işaret eder. Kendilerini gerçekleştiren insanlar, yaşamın temel özelliklerini bazen hayranlık, bazen zevk, bazen hayret hatta coşku içinde tekrar tekrar, taptaze ve safça yaşama gibi muhteşem bir kapasiteye sahiptirler; başkalarına göre bunlar bayat deneyimler olsa bile.” (s.257)

“İyi hayat, deneyimlerim sonucu geldiğim noktaya göre, içeriye doğru istediği yönde hareket etme özgürlüğü olan insan organizmasının seçtiği yöndeki hareket süreci ve seçilen bu yönün sahip olduğu bazı genelgeçer niteliklerdir.” (s.274)

22 Tem 2023

Pema Chödrön - Nasıl Yaşarsak Öyle Ölürüz

“Günde beş kez ölümü düşünmek mutluluk getirir.” Butan Atasözü

“Tibetçe bardo kelimesi, genel olarak ölümümüzden sonra ve bir sonraki hayatımızdan önceki geçiş hâlini ifade eder.” (s.11)

“Yaşantımızı yakından incelersek, zaten her zaman bir geçişte olduğumuzu görürüz. Hayatımızın her ânında bir şey biter ve başka bir şey başlar. Bu, ezoterik bir kavram değildir. Dikkatimizi verdiğimizde bu geçişler, bizim için mutlak bir deneyim haline gelir.

Tibet’in Ölüler Kitabı, altı tane bardo sıralar: mevcut hayat bardosu, meditasyon bardosu, ölüm bardosu, dharmata bardosu ve oluş bardosu.

Şu an mevcut hayat bardosundayız. Bu kitapta meşgul olacağımız nokta mevcut hayat bardosu olacak. Bu hayatın nasıl bir bardo (sürekli bir değişim evresi) olduğunu anlamaya başlayınca, ne kadar bilinmez olsalar da diğer bardolardan herhangi biriyle yüzleşmeye başlayacağız.” (s.13)

“Mevcut hayatımızda süregiden dönüşüm akışlarını nasıl yönlendireceğimizi öğrenebilirsek, dünya görüşümüz ne olursa olsun, kendimizi ölüme ve ardından geleceklere hazırlayabiliriz. Fakat daha da önemlisi, bu eğitim kendimi daha canlı, daha açık hissetmemi ve gündelik yaşam deneyimlerimde daha cesur olmamı sağladı.” (s.14)

“İşler bazen istediğimiz şekilde gelişir, bazen de gelişmez. Gerçekliğe güvenmek, çok daha açık ve rahat bir düşünce yapısıdır. Gerçeklik öyle ya da böyle vuku bulacaktır. Ona güvenebiliriz. Aslında son derece derin ve aynı zamanda tamamen açıktır. Gerçeklik her şeyin olduğu gibi, umutlarımızdan ve korkularımızdan azade olması demektir.” (s.23)

“Hem istenene hem de istenmeyene açık olabiliriz. Tıpkı havanın değişeceği gibi onların da değişeceğini biliriz. Tıpkı iyi hava ve kötü hava gibi, başarı ve başarısızlık da hayatın aynı derecede parçalarıdır.” (s.23)

“Thich Nhat Hanh’ın söylediği gibi: Acı çekmemize neden olan geçicilik değildir. Acı çekmemizin  sebebi, öyle olmadıkları hâlde şeylerin kalıcı olmasını istememizdir.” (s.24)

“Bizler hep bir bardo’dayız çünkü geçicilik asla ara vermez. Geçiş halinde olmadığımız tek bir an bile yoktur ve ister inanın ister inanmayın ama bu iyi bir haber. Hayatınızın, içinde bulunduğunuz benzersiz ânını oluşturan elementlerin hepsi bir noktada var oldu; yakında bu elementler dağılacak ve bu deneyim sona erecek. Şu an koltuğunuzda oturmuş bu kitabı okuyor ya da araba sürerken sesli kitap olarak dinliyor olabilirsiniz. Her neredeyseniz, ışığın kendine özgü bir niteliği vardır.” (s.26)

“Bizler geçmiş ile gelecek, daha önce yaşananların anısı ile yakında gerçekleşecek ve aynı şekilde anıya dönüşecek şeyler arasında, hep bir ara evredeyiz.” (s.27)

“Bir defasında biri bana laf arasında şöyle dedi: “Hayatın kendi doğal koreografisi var.” Bu cümleyi uzun bir süre düşündükten sonra bu doğal koreografiye ayak uydurmaya ve onun kendi işini yapmasına izin vermeyi deneyimlemeye başladım. Çoğu zaman, her şeyi oluruna bıraktığımda, bu doğal koreografinin karşıma çıkardığı şeylerin, aklıma gelebilecek her şeyden çok daha ilham verici, yaratıcı ve ilginç olduğunu gördüm.

Hayatın doğal koreografisine güvenmek, gerçekliğe güvenmekten bahsetmenin başka bir yoludur. Ufak şeyleri oluruna bırakmak için kendimize izin vererek bu güveni geliştirmeye başlayabiliriz.” (s.34)

“Bu hayatın görüntüleri yok olduğunda,
Büyük bir rahatlık ve mutlulukla,
Bu hayatın bütün bağlarını bırakabilir miyim
Evine dönen bir çocuk gibi…” Dzigar Rinpoche (s.36)

“Tibet dünya görüşüne göre bedenlerimiz beş elementten yapılmıştır: toprak, su, ateş, hava ve boşluk. Toprak elementi, bedendeki katı olan her şeydir: kemikler, kaslar, dişler gibi. Su elementi kan, lenf ve salya gibi çeşitli sıvılardır. Hava elementi nefesimizdir. Boşluk elementi ise bedenimizdeki delikler, tüm açık alanlardır. Ayrıca fiziksel olmayan, altıncı bir element de devreye girer: bilinç.

Tibet’in ölüler kitabına göre, ölüm süreci boyunca en yoğun olanından en hafifine, bu elementler birbirine karışır. Bu tanım bize yabancı veya demode gelebilir fakat düşkülerevi çalışanları, hastalarında bu aşamaları gördüklerini bana söylediler. Hem hayatlarının sonundaki insanlara bakım verenlerin hem de Tibetli öğretmenlerin anlattığı, tıpkı diğer hayat aşamaları gibi dağılma sırasının da kişilere göre farklılıklar gösterdiği bilgisini kabul ederek, geleneksel ilerlemeyi tarif edeceğim. Bu da öngörülemez bir durumdur.

İlk önce toprak elementi, su elementine karışır. Ölüm ânında insanlar ağırlaştıklarını hissederler. Bazen “Sanki suya batıyormuş gibiyim. Beni kaldırabilir misin?” derler. Aynı zamanda görme duyuları zayıflamaya başlar. Sonra su elementi ateş elementine karışır. Sıvılar kurumaya başlar. Ölen kişi çok susadığını hisseder ve sık sık içecek bir şey ister. Sıvılarımızı koruyamayız. İşitme duyumuz da gitmeye başlar. Sonra ateş elementi, hava elementine karışır ve üşüdüğümüzü hissederiz. Sıcaklık ne kadar artırılırsa artırılsın, üstümüze ne kadar battaniye örtülürse örtülsün ısınamayız. Sonraki aşama, hava elementinin bilince karışmasıdır. Nefes almak giderek güçleşir. Nefes verme süremiz uzar, nefes alışımız kısalır. Nefes alıp verişlerimizin arasında büyük aralıklar vardır. Sonunda, birkaç uzun nefes verdikten sonra, nefesimiz kesilir. Trungpa Rinpoche’nin söylediği gibi: Nefesiniz çıkar ve çıkmaya devam eder. Artık nefes almazsınız.

Bu noktada tüm sıradan algılar sona erer. Tüm düşüncelerimiz, duygularımız, alışkanlıklarımız ve nevrozlarımız da biter. Gerçek doğamızı gizleyen her şey gider. Bu hayatın görüntüleri dağılır ve gerçek doğamızın doğal sadeliğine döneriz. Batı tıbbına göre kişi ölmüştür, yaşam bitmiştir.” (s.38)

“Geleneksel olarak, bu evrensel uyanmış zihin, gökyüzüyle kıyaslanır. Bizim yeryüzündeki bakış açımızdan, gökyüzü bazı günler açık, bazı günler bulutlu görünür. Fakat ne kadar bulutlu ve karanlık olursa olsun, bir uçağa binip yükseklere çıktığımızda gökyüzünün engin maviliğini görebiliriz. Her zaman da bu şekildedir o, oradadır; her gün, gün boyu.
Bu gökyüzüne benzeyen zihin söz konusu olduğunda, çoğumuz için hava genelde bulutlu görünür. Fenomenal  dünyanın canlılığının, doğum ve ölümün sürekli akışının farkına varmak yerine, kendimizi sık sık endişeli ve düşünceler içinde tamamen kaybolmuş hissettiğimiz bir gerçeklik biçimi içinde yaşarız. Çevremizden sevdiklerimize ve kendi bedenimize kadar her şeyin anbean değiştiği gerçeğiyle mutabık değiliz. Duygularımızın ve olay örgülerinin gerçek bir özünün olmadığını, sis gibi gelip geçici olduklarını görmeyiz.” (s.39)

“Genelde, duygularımıza güç kazandıran farkındalık eksikliğidir. Sihirli anahtar, onlara dair farkındalığa sahip olmaktır. Neler olup bittiğinin farkında olduğumuzda, malum duygular bizi üzme yeteneklerini kaybederler. Duygularımızı yönetme konusundaki her türlü yöntemin ilk adımı, neler olup bittiğini anlamaktır.” (s.74)

“Zihnimiz her zaman yansıtma halindedir. Trungpa Rinpoche, “aslında kendi yansımaları olan dışsal fenomenlerden korkan” varlıklara büyük merhamet duyduğunu yazar. Örneğin gündelik bir düzeyde, belli bir kişi veya bir grup insan için düşündüklerimizin tamamen temelsiz olabileceğini biliyoruz. Taraflı düşüncelerimizin çoğunun güvenilir olmadığını ve bir kaya parçasını dehşet verici bir kaplan zannedebileceğimizi biliyoruz.” (s.109)

“Koşma. Yavaşla. Hiçbir hızlı hareket yapma. Seni korkutan şeyle yüzleş.” (s.127)

“Yaklaşık on yaşımızdayken, Suzy her gece rüyasında canavarlar tarafından kovalandığını görürdü. Bir gün ona, canavarların neye benzediklerini sordum ama bilmiyordu çünkü çok korkuyordu ve sürekli kaçıyordu. Belli ki sorum merakını uyandırdı ve ertesi gece rüyasında bütün cesaretini toplayıp arkasına döndü. Tir tir titreyerek inanılmaz olanı yaptı. Canavarlara baktı. İlk başta canavarlar ona hücum etti ama sonra yok olup gittiler. Böylece kâbusları sona erdi.” (s.127)

“Günler gecelere döner, taze açmış çiçekler solar, çocuklar büyür, arkadaşlar ve akrabalar yaşlanır, biz ihtiyarlarız. Göreceli düzeyde, her şey değişir ve herkes ölür. Tüm insanlar ve her şey bulutlar kadar geçicidir ve bu bizi incitebilir. Fakat mutlak düzeyde hiçbir şey ölmez. Bedenimiz bir hayattan diğerine gelir ve gider, fakat gerçek doğamız hep aynı kalır. Bu, boşluğun kendisi gibidir: engin, yok edilemez ve yaşamın açığa çıkması için potansiyellerle dolu.” (s.165)

29 Haz 2023

Engin Geçtan & Timuçin Oral - Dünya Hali

“Soren Kierkegaard’ın bir sözünü hatırlattı. Diyor ki, “Seçimler yoğun bir özgürlük anında yapılır” ve buna çok güzel bir ad vermiş, “kader sıçraması”. Seçim ile karar arasında fark olduğunu düşünüyorum; karar farklı bir olgu. Yani biz bir şeye karar verdiğimizi söylüyoruz. Özellikle hayatımızın önemli konularında. Ama aslında karar bilinç dışında verilmekte ve biz onun farkında olmuyoruz; bilince ulaştığı ânı karar ânı zannediyoruz.” (s.25)

“Goethe, “Yolculuğu bir yere varmak için değil, yolda olmak için severim” diyor.” (s.30)

“Engin Geçtan tek başına, yaşamın ısmarlanamazlığını anlatarak Milan Kundera’ya atıfla, “Hayat bir kere yaşandığı için yargılanamaz” diyor. Iching felsefesinin, “Ölüm, bir hayatın başına konulan taçtır” görüşünü “Ama, hakkını vererek yaşanmış olan hayatın” diye pekiştiriyor.” (s.45)

“Çoğumuz, özellikle geleceği ipotek altına alarak yaşamımızı denetleme eğilimindeyiz. Bilinmeyenden hepimiz biraz korkuyoruz fakat, bizim için iyi olmadığı halde, alıştığımız için sürdürdüğümüz bazı şeyler de bize hasar verebiliyor. Yaşam bir rastlantılar dizisi; bu sözü burada bırakırsam kadercilik olur ama aslolan, bu rastlantılarla bizim ne yapıp ne yapmadığımız. İnsan bir yaşa geldiği zaman, şöyle bir geriye dönüp bakma eğiliminde oluyor.” (s.45)

“Kimsen, o olmayı göze al.” Andre Gide’in Dar Kapı Kitabından (s.72)

“İncinince kızgınlık tepkisi veriliyor; kızgınlık tepkisi verilince de karşımızdaki insanın vicdanını ondan almış oluyoruz. Yani, biz de onu suçlayınca o kendi vicdanında kurtulmuş oluyor. Oysa, sadece susmak bile yeterli olabilir.” (s.87)

“Kişi “kendi zamanını yaşarken” başkalarıyla birlikteyse uyum sağlanabilir mi sorusuna Geçtan, Otto  Rank’tan alıntıyla yanıt veriyor: Sevmek, öteki insanın seçimini de sevebilmektir.” (s.103)

“-Hep biraz sonra ne yapacağımı düşünüyorum. Zamanla barışamıyorum Engin Bey, benim sorunum bu.
  -Yani hayat önde siz arkada koşuyorsunuz.” (s.104)

“E.G.: Bazen terapiye gelen kişileri dışarıda uzaktan görüyorum. Terapi ortamından daha az güzeller.
  O.T.: Neden?
  E.G.: O korku aşıldığı ve özgürce ifade aşamasına gelindiği zaman insanların yüzleri güzelleşiyor çünkü ifade kazanıyorlar.
  T.O.: Hepimiz maskesiz daha güzeliz değil mi?” (s.117)

“Gitmek, kalmak gibi bir eylem sanki. Kalmanın da bir eylem olduğunu düşünüyorum, yani statik ve kinetik enerji gibi görüyorum ikisini.” (s.145)

“Jules et Jim (Unutulmayan Sevgili) filminden bir cümleyi aktarmam gerekti, “Yaşam, bir ayrılıklar dizisidir.” Şimdi ayrılık ve birleşme, tekrar ayrılık, tekrar birleşme; yaşamın özü bu birçok insan ayrılıktan çok korkuyor ki bu aslında yaşama korkusu. Birçok insan da beraberlikten çok korkuyor; bu da ölüm korkusu. Hangisi bizi nereye götürüyor diye bakınca, ölüm korkusunun bazen ölçüsüz bireyleşmelere kadar gidebildiği görülüyor.” (s.147)

“E.G.: Günümüzde dış etkenlerden kaynaklanan nedenlerden ötürü, sana da öyle geliyor mu bilmiyorum ama insanlar da bundan yakınıyorlar zaten. Bir gönül fakirliği söz konusu.
  T.O.: Ne demek gönül fakirliği?
  E.G.: Karşı tarafı hissetmeye çalışmamak.” (s.176)

“İlişkide sevgi ihtiyaçtan daha önde gitmelidir.” (s.187)

“Aşk da hatta bütün dostluklar da dahil, hepsi birer süreç. Süreçleri bıçakla keser gibi kesemezsiniz. Bir doruğa erişirler, ondan sonra kimi sürer kimi inişe geçer ve sonunda tükenir. Şimdi benim daha genç kuşaklarda gözlemlediğim, o inişe geçmeye başladığı anda bitiriliyor ve bir sonrakine geçilmek isteniyor olması. Bu defa da hakikaten tükenmemiş ilişkiler halinde kalıyor, bunların bedeli ileri yaşlarda ödenecek diye düşünüyorum.” (s.189)

“Sartre, bir tren istasyonunda nereye gideceğine karar veremeyip günlerce bekleyen bir yolcudan bahseder. “Varolamıyor bu insan” diye bir sonuca varır hikâyede ama hangisindeydi şimdi hatırlamıyorum.” (s.208)

“E.G.: Otto Rank, “Bir beraberlik bittiği anda bir başkası başlar” diyor. Burada kastedilen iki kişinin beraberliği değil genel olarak birliktelik. Ana rahmindeki bebek de, ana rahmiyle ilişki halindedir başlangıçta ve günü gelince onu terk eder; bu defa annenin kendisiyle buluşur ve bu yaşam boyu sürer gider.
T.O.: Ayrılmalar ve birleşmeler şeklinde.
E.G.: İnsanlar, temel güven duygusunda yetersizlikler yaşadıkları zaman, beraberliklerini bürokrasideki tanımla demirbaş eşyaya dönüştürme eğilimde oluyorlar. Böyle bir beraberliğin içinde de, ayrılıklar birliktelikler olmasına fırsat vermiyorlar. İki insanın beraberliğinde önemli olan, zaman zaman ayrı olup kendi yaşadıklarının getirdiği zenginlikleri ilişkiye katabilmektir. Sürekli yapışık düzen halinde yaşandığı zaman böyle bir zenginleşme söz konusu olamayacağı için, çoğu zaman bu aşırı bağımlılık şekline dönüşen ilişkiler de inişe geçmeye başlayabiliyor maalesef.
T.O.: Öfkeler çıkıyor.
E.G.: Öfkeler çıkıyor tabii… O zaman o ilişki bitiyor ve başka bir ilişki yeniden aynı örüntüyü izlemek üzere yaşanıyor. Halbuki kişi yeni bir seçim yaptığını zannediyor ama aynı örüntüyü izleyeceği için, aslında o yeni bir seçim olmamış oluyor.” (s.255)

“Ben de tabii insanın ilişki içinde varolabilen bir varlık olduğunu düşünüyorum ve topluluk içinde olmanın muhakkak ki kendine göre savaşları var. Ama biz başka neyle beslenebiliriz ki birbirimizden başka?” (s.295)

17 Haz 2023

Miguel Serrano - Carl Gustav Jung ve Hermann Hesse İki Dostun Hatıraları


“İnsanların olduğu gibi, kitapların da kendilerine özgü kaderleri vardır. Onları bekleyen kişilere yönelip doğru anda onlara ulaşırlar. Yaşayan malzemeden yapılırlar ve yazarlarının ölümünden sonra da uzun süre karanlığa ışık tutmaya devam ederler.” (s.20)

“Hayat, ışık ve gölgelerin bir ilişkisi olsa da bunun öyle olduğunu asla kabul etmeyiz. Daima ışığa ve yüksek zirvelere uzanırız.

Doğu’daki, özellikle de Hindistan’daki durum ise çok farklı. Doğa temeli üzerine kurulu antik bir medeniyet olarak orası çok-yüzlü tanrıların evreni kabul edilir; bu nedenle de Doğulu insan ışık ile gölgenin, iyi ile kötünün eşzamanlı varlığının farkına varabilir. Mutlak şeyler yoktur. Tanrı böyle zararsızsa şeytan da öyledir. Ama böyle bir kavrayışın karşılığı doğrudan Doğa’nın kendisine bir övgüdür. Sonuç olarak bir Hindu, kendini Batılıdan daha az bireyleşmiş bulur; azıcık daha fazla doğanın bir parçası, kolektif ruhun içinde bir unsurdur.” (s.22)

“Kendinizi akışa bırakmalısınız, tıpkı gökyüzündeki bulutlar gibi. Direnmemelisiniz. Tanrı bu dağlarda, bu gölde var olduğu kadar sizin talihinizde de vardır. Bunu anlamak çok zordur çünkü insan Doğa’dan uzaklaştıkça uzaklaşıyor, tabii kendinden de.” Hermann Hesse (s.28)

“Upanişadlar’ın ya da Vedanta’nın bilgeliğinden daha çok Çin’in bilgeliğinden ilham almışımdır. I Ching bir hayatı dönüştürebilir.” Hermann Hesse (s.29)

“-Hayatın ötesinde bir şey olup olmadığını bilmek önemli mi?

  -Hayır, değil… Ölme eylemi Jung’un Kolektif Bilinçdışı’na düşmek gibi bir şey, oradan da forma, saf forma dönüşürsün.” (s.35)

“Sözcükler gerçekten bir maske. Doğru anlamı nadiren ifade ederler; aslında onu saklamaya meyillidirler. Eğer hayal gücünüzde yaşayabilirseniz o zaman dine ihtiyacınız kalmaz, çünkü hayal gücüyle ölümden sonrasını anlayabilirsiniz, insan Evren’le yeniden birleşebilir. Bir kez daha söylüyorum, bu hayattan öte bir şey olup olmadığını bilmek önemli değildir. Değerli olan, doğru türde işi yapmış olmaktır; eğer doğruysa o zaman her şey iyi olacaktır. Tanrı başkaları için ne ise Evren de benim için odur. Doğanın insanın düşmanı olduğunu, fethedilen bir şey olduğunu düşünmek yanlıştır. Aksine doğaya bir anne gibi bakmalı ve kendimizi huzurla ona teslim etmeliyiz. Bu tavrı takınırsak tüm diğer canlılar gibi, tüm hayvanlar ve tüm bitkiler gibi, evrene döndüğümüzü  adamakıllı hissedeceğiz. Hepimiz bütünün ölçülemeyecek kadar küçük parçalarıyız. İsyan etmek saçma, kendimizi yüce akışa bırakmalıyız.” Hermann Hesse (s.47)

“Çakralar, bilincin merkezleridir.” Carl Jung (s.91)

“Uzun psikiyatrik tedavi deneyimimde hiç tamamen kendi kendine yeten bir evlilikle karşılaşmadım. Düşündüm de bir kez karşılaştım, çünkü bir Alman profesör, bana kendininkinin öyle olduğunu temin etti. Bir keresinde Berlin’de onu ziyaret ettiğimde eşinin gizli bir apartman dairesi tuttuğunu öğrenene kadar ona inanıyordum. Bu, bir rol olmaya benzer. Dahası tümüyle ortak anlayışa adanan bir evlilik bireysel kişiliğin gelişmesi için kötüdür; en düşük ortak paydaya doğru bir çöküştür ki kitlelerin kolektif aptallığı gibi bir şeydir.” Carl Jung (s.94)

“Dr. Jung’a birinin kendi rüyalarını çözümlemesinin ve onları dikkate almasının akıllıca olup olmadığı hakkındaki düşüncesini sordum. Ve sözlerime şöyle devam ettim: “Diğer yandan Hindistan’da Krishnamurti’yle konuştum ve bana rüyaların gerçek bir önemi olmadığını ve önemli olan tek şeyin bakmak, bilinçli olmak ve anın tamamen farkında olmak olduğunu söyledi. Bana hiç rüya görmediğini söyledi. Bunun nedeninin hem bilinciyle hem de bilinçdışı zihniyle bakması, rüyalara başka bir şey kalmaması ve uyuduğunda tam olarak dinlenmesi olduğunu söyledi.”

Jung “Evet, bu bir süre için mümkündür” diyerek devam etti. “Bazı bilim insanları bana bütün dikkatleriyle belirli bir sorun üzerine yoğunlaştıklarında artık rüya görmediklerini söylediler. Sonra da açıklanamayan bir sebeple tekrar rüya görmeye başladılar. Bununla birlikte kendi rüyalarınızı çözümlemenin önemi hakkındaki sorunuza dönecek olursak, bana göre tek önemli şey doğayı takip etmektir. Bir kaplan iyi bir kaplan olmalıdır, bir ağaç da iyi bir ağaç. Dolayısıyla insan da insan olmalı. Fakat insanın ne olduğunu anlamak için kişi doğayı izlemeli ve beklenmedik olanın önemini kabul ederek tek başına kalmalıdır. Ancak aşksız hiçbir şey mümkün değildir, simya süreçleri bile; çünkü aşk, insanı her şeyi riske atan ve önemli unsurları saklamayan bir ruh haline sokar.” (s.95)

“Dünyamızda yeterince içgörü ve iyi niyet sahibi olan insanların, kitlelere tavsiye vermekten ya da onlar için en iyi yolu bulmaya çalışmaktan çok kendi ruhlarıyla ilgilenmeleri gerektiği konusunda sizinle tamamen hemfikirim. Fakat ne yazık ki kendileri hakkında hiçbir şey bilmeyen kişilerin çoğunlukla başkalarına öğretmeye kalkmaları üzücü bir gerçektir.” Carl Jung (s.115)

“Büyürüz, çiçek açarız ve solarız; ölüm, mutlak sükûnettir. Ya da öyleymiş gibi görünür.” (s.134)

“Dr. Jung’u görmeye tekrar gittim ve onunla kitapları ve sanat eserleriyle çevrili odasında sohbet ettim. Ona Hindistan’dan ayrılacağımı söyledim. I Ching’e danıştım ve bana öyle yapmamı tavsiye etti, diye de ekledim. Ne söylüyorsa onu yapmalısın deyip şöyle devam etti: çünkü o kitap hata yapmaz. Her durumda bireysel psişe ile dünya arasında  belirli bir bağlantı vardır. Bir hastayı sınıflandırmakta güçlük çektiğimde onu her zaman bir yıldız haritası çıkarttırmaya gönderirim. Bu harita onun karakteriyle örtüşür, o haritayı psikolojik olarak yorumlarım. Dünya ile psişe arasındaki örtüşme o kadar güçlüdür ki üçboyutlu zamanın icatları ve tasarılarının, zihinsel yapının düpedüz yansımaları olması bile mümkündür. Bu nedenle yaşanan son savaşı hastalarımın rüyalarını çözümleyerek tahmin edebildim çünkü Wotan her zaman rüyalarda görünürdü. Ama Birinci Dünya Savaşı’nı öngöremedim çünkü bana malum olmasına rağmen o günlerde rüyaları çözümlemiyordum. Yine de kasvetli hastalık ya da ölümü tahmin eden kırk bir rüya çözümledim.” Carl Jung (s.138)

“İnsan kendi doğasına göre yaşamalı, kendini tanımaya yoğunlaşmalı ve sonra kendi hakkındaki hakikate göre yaşamalı. Bir vejetaryen olan kaplan hakkında ne derdiniz? Elbette onun kötü bir kaplan olduğunu söylerdiniz. Dolayısıyla herkes hem bireysel hem de kolektif açıdan kendi doğasına uygun şekilde yaşamalı.” Carl Jung

27 May 2023

Simone Weil - Yerçekimi ve İnayet

“Garda bana, okumam ve sürgünü sırasında korumam ricasıyla yazılarıyla dolu çantasını verdi. Ondan ayrılırken heyecanımı göstermemek amacıyla şakayla karışık şunları söyledim: “Bu dünyada veya başka bir dünyada görüşmek üzere!” Birdenbire ciddileşti ve bana şu yanıtı verdi: Başka bir dünyada tekrar görüşülmüyor.” (s.15)

“Ayrılışın hafif şokundan sonra bu konuda hiçbir üzüntü duymayacağınıza ve olur da bazen beni düşünürseniz bunun çocuklukta okunan bir romanın düşünülmesi gibi olmasına inanmayı tercih ederim, insanların kalbinde onlara hiçbir sıkıntı yaratmayacak şekilde bir yer edinmeyi isterim.” (s.17)

“Kötülük kendini yok ettiği yerde eksiksizdir; artık kötülük yoktur: tanrısal masumiyetin aynası. Aşkın tam da mümkün olduğu bir noktadayız. Bu büyük bir ayrıcalıktır; çünkü birleştiren aşk mesafeyle orantılıdır. Tanrı mümkün olan en iyi dünyayı değil de, iyiliğin ve kötülüğün bütün derecelerini taşıyan bir dünya yaratmıştır. Dünyanın olabildiğince kötü olduğu noktada bulunuyoruz. Çünkü bunun ötesi kötülüğün masumiyet haline geldiği kademedir.” (s.21)

“Beni öldürmek için, insanın kendisini yaşamın bütün ısırmalarına karşı çıplak ve savunmasız olarak sunması, boşluğu, dengesizliği kabul etmesi, mutsuzluğu ödünlemeyi hiç araştırmaması ve özellikle “lütfun geçeceği çatlakları tıkamaya yönelen” hayalin çalışmasını askıya alması gerekir. Bütün günahlar boşluktan kaçma girişimleridir. Aynı zamanda geçmişten ve gelecekten vazgeçmek gerekir, çünkü ben her zaman tükenen bir geçmişin ve geleceğin bir yoğunlaşmasından başka bir şey değildir. Bellek ve umut hayali yükselişlere sınırsız bir alan açarak mutsuzluğun kurtarıcı etkisini silerler, ama şimdiki ana sadakat insanı gerçekten hiçliğe indirger ve buradan ona ebediyetin kapılarını açar.” (s.24)

“Tanrı’dan tamamen yoksun olan bu dünya Tanrı’nın kendisidir.” (s.28)

“Kötülüğü kendi dışına yayma eğilimi:bu kötülük hâlâ içimde! Varlıklar ve nesneler benim için yeteri kadar kutsal değiller. Tamamen balçığa dönüştüğüm zaman hiçbir şeyi kirletmemek. En kötü zamanlarımda bile bir Yunan heykelini veya bir Giotto freskini yok etmezdim. Neden başka bir şeyi yok edeyim? Örneğin neden bir insanın mutlu bir ânı olabilecek bir ânını yok edeyim?” (s.37)

“Kendine yardım et, Tanrı sana yardım edecektir.” (s.38)

“İnsanlar bize vereceklerini hayal ettiğiöiz şeyi bize borçludurlar. Onları bu borçtan muaf tutmalıyız. Onların bu borcunu silmeliyiz. Hayal ettiğimiz yaratıklardan başka olduklarını kabul etmek, Tanrı’nın vazgeçmesini taklit etmektir. Ben de, olduğumu hayal ettiğim şeyden farklıyım. Bunu bilmek, bağışlamadır.” (s.41)

“İnsan bu dünyanın yasalarından ancak bir şimşek çakma süresince kurtulabilir. Durma, temaşa, saf sezgi, zihinsel boşluk, ahlaksal boşluğu kabul ediş anları. İşte insan bu anlar yoluyla doğaüstüne ulaşabilir. Bir an boşluğa dayanabilen kişi ya doğaüstü besini alır ya da düşer. Korkunç bir risk ama bu riske girmek ve hatta umutsuz bir ânı göze almak gerekir.” (s.43)

“Sevgi avuntu değil ışıktır. Dünyanın gerçekliği bizim bağlılığımızla oluşmuştur. Bu ben’in bizim tarafımızdan şeylere aktarılan gerçekliğidir. Bu kesinlikle dışsal gerçeklik değildir. Dışsal gerçeklik ancak tam bir kopuşla algılanabilir. Yalnızca bir iplik bile kalsa, hâlâ bağlantı var demektir. Bizi en sefil şeylere bağlanmaya zorlayan mutsuzluk bağlanmanın sefil niteliğini açığa çıkarır. Böylelikle, kopmanın zorunluluğu daha açık hale gelir. Bağlanma yanılsamalar üretir ve her kim gerçeği istiyorsa bunlardan kopmak zorundadır. Bir şeyin gerçek olduğu bilindiği andan itibaren artık ona bağlanılamaz. Bağlanma, gerçeklik duygusundaki yetersizlikten başka bir şey değildir. Bir şeye sahip olmaya bağlanılmıştır çünkü ona sahip olmak bırakılırsa o şeyin artık varolmayacağı zannedilmektedir.” (s.46)

“Bir arınma biçimi: yalnızca insanlardan gizli olarak değil de, Tanrı’nın var olmadığını düşünerek Tanrı’ya dua etmek.” (s.52)

“Kendi içine inerse insan, tam arzuladığı şeye sahip olduğunu bulur.” (s.53)

“Birini kaybetmek: ölünün, yok olanın hayali, gerçekdışı hale gelmesinden ıstırap duyuluyor. Ama ona duyulan arzu hayali değildir. Hayali olmayan arzunun yattığı kendi içine inmek: yiyecek hayal edilir ama açlığın kendisi gerçektir: açlığa yakalanmak. Ölünün mevcudiyeti hayalidir ama yokluğu gayet gerçektir: bu yokluk bundan sonra onun belirme tarzıdır.” (s.54)

“Dünyada hiçbir şeye sahip değiliz, çünkü rastlantı bunların hepsini bizden alabilir.” (s.57)

“Tüm tutkularda mucizeler vardır. Bir kumarbaz neredeyse bir aziz gibi geceyi uyanık geçirebilir ve oruç tutabilir.” (s.84)

“Bütün bağlılık nesnelerine bir iple bağlanılmıştır ve bir ip her zaman kopabilir.” (s.93)

“Yalnızlığını koru. Olur da bir gün sana gerçek bir sevgi sunulursa, içsel yalnızlık ile dostluk arasında bir karşıtlık olmayacaktır, bilakis. Onu tam da bu şaşmaz işaretten tanıyacaksın.” (s.96)

“Hayal gücünün kötü olan şeyle oyalanmasına izin vermek bir tür korkaklığa yol açar; gerçekdışılık yoluyla zevk almayı, bilmeyi ve büyümeyi umuyoruz.

Hayal gücünü mümkün diye bazı şeylerle oyalamak şimdiden onlara bağlanmaktır. Bunun sebebi meraktır. Bazı düşünceleri (tasavvur etmeyi değil ama onlarla oyalanmayı) kendine yasaklamalı; onları düşünmemeliyiz. Düşüncenin bizi bağlamadığını sanırız, oysa yalnız o bağlar bizi ve düşünme izni her izni kapsar. Bir şeyi düşünmemek en üst yeti.” (s.106)

“Istırabın içinde gerçekliği bulmak için, neşe yoluyla gerçekliğin ilhamına sahip olmuş olmak gerekir. Yoksa yaşam az çok kötü bir düşten başka bir şey değildir.” (113)

“Yalnızlık. Peki, dğeeri neden oluşur? Zira yalnızken, sadece maddenin, bir insan zihninden daha az değere sahip şeylerin huzurundayızdır. Yalnızlığın değeri dikkatin daha büyük imkânında yatar.” (s.149)

“Bütünü taklit etmek zorunda olan bir parçayız.” (s.167)

“Dünyanın yitirildiği bir ıstırap derecesi. Ama sonra, yatışma gelir. Ve gene nöbet geçirirsek, yatışma da hemen ardından gelir. Eğer bunu bilirsek, bu acı derecesinin kendisi yatışmanın beklentisi haline gelir ve dolayısıyla dünyayla olan temasımızı kesmez.” (s.168)

“Bu dünya kapalı kapıdır. Bir engeldir. Ve aynı zamanda geçittir. Yan yana zindanlarda duvara vurarak iletişim kuran iki tutsak. Duvar onları ayıran ve aynı zamanda onlara iletişim kurma imkânı veren şeydir. Biz ile Tanrı arasındaki durum da böyledir. Her ayırım bir bağlantıdır.” (s.172)


23 Nis 2023

Wilhelm Genazino - Elden Düşme Dünya

“İçimdeki keder, varmış olduğum belli bir bilgiden kaynaklanıyordu.” (s.32)

“Yaz mevsiminin zor katlanılır tarafı, şehri dönüştüren bir şeyin olmamasıydı. Kışın tek bir kar yağışı yetiyor, şehir başka bir şehir oluyordu.” (s.43)

“Aslına bakılırsa bir ayrılık için doğru zaman hiç gelmiyordu. Ayrılığın, zamanın mümkün olan ve olmayan bütün anlarına karşı gerçekleştirilmesi gerekiyordu.” (s.76)

“İçimin abartılı hali yağmura benziyordu.” (s.78)

“Dünyadan ölüm gibi uzaktım.” (s.139)