“Melankolinin rolünü büyütürsek hayatta çok şeyi
kaçırırız.” (s.17)
“Aslında beni sinirlendiren çok şey var. Ama kendimizi
düşmanlıkla yok etmemeli, bir paranoyak haline gelmemeli, eğer bir şeye karşı
savaşacaksak bunu sağlıklı ve akıllı bir şekilde yapmalıyız. Deli bir şair olmak istemiyorum, etrafımda olup bitenlerle yüzleşebilecek, sağlıklı bir adam
olmak istiyorum.” (s.17)
“AC: Hiçbir şeye bağlı olmamak, sizin açınızdan da
toplumdan uzaklaşmak anlamına mı geliyor?
Bu oldukça kötü bir ifade, ancak sizden bahsederken söyleyebileceğim tek
şey bu.
LC: Eğer
becerebilirseniz güzel numara, ancak bunu başarabilen kimseyi tanımıyorum.
Hepimiz bu yıldızın kabuğunda bulunuyoruz. İki astronot dışında buradan
uzaklaşan kimseyi bilmiyorum, zaten astronotlar da her zaman geri gelir ve
yanlarında füme etli sandviçlerini getirirler. Kimse buradan gerçekten ayrılmak
istemez.” (s.23)
“Her şey ya devam eder ya da durur. Mutlu olduğunuzdaysa
bunu bilirsiniz. Mutluluğun mekaniği üzerine psikiyatri, haplar, pozitif
bilimler vasıtasıyla çok konuşuldu, ama gerek yoktu, bence mutluluğun
mekanizması ortada. Tek yapmanız gereken, bir anlığına sessiz kalıp
bulunduğunuz yeri farketmeniz.” (s.24)
“Ortada güzel bir denge var. Kendi yörüngenizin merkezindesiniz
veya kendi gösterinizde.” (s.24)
“LC: Görkemli Kaybedenler kurtarıcı bir romandır; ruhu
kurtarmak için bir egzersiz.
SD: Ben ayrıca
kıyamete dair olduğunu düşünmüştüm.
LC: Evet, doğru.
SD: Ancak nasıl
hem kıyametle hem de kurtarıcı olabiliyor? Bunu anlamıyorum.
LC: Ortada yok
oluş varsa yenilenme de vardır. Bu kitapta, günümüzde hâlâ var olan tüm
tanrılarla güreşmeye çalıştım: azizlik, saflık, pop, McLuhanizm, kötülük,
mantıksızlık fikri gibi kendimiz için yarattığımız tüm tanrılarla.” (s.27)
“Her zaman hiç fikrim olmadığı için güçlü olduğumu
söylemişimdir. Kendimi boş hissediyorum. Kendimi hiçbir zaman düşüncelerle,
özellikle de kendi düşüncelerimle büyülemedim; beni heyecanlandırmayan bir
süreçtir bu.” (s.27)
“Size dürüstçe söyleyebilirim ki, zihnimi kontrol
edebilme çabasıyla ilgili yoga ve Yahudilik öğretileri gibi birçok disiplini
denedim ve sonunda zihnim üzerinde hiçbir kontrolüm olmadığını öğrendim. İbadet
edeceği tanrıları kişi seçmez, kişiyi seçen tanrılardır. Ve bu da ancak yaratılışta
bir arada olduğumuz tanrılara en yakın olduğumuz anda olur. Ancak bu yanlarımın
ulaşılmaz yanlar olduğunu hissediyorum. Başka hiçbir şey yapmayacağımı
hissettiğim zamanlar var. Bir eser yaratmak çok sancılı bir süreç ve tüm
yaptığım bunun üstesinden gelmeye çalışmak bu sancılı süreçten ötürü bütünü
görme fırsatına sahip değilim.” (s.28)
“SD: Sartre korkakların -ki hepimiz korkağız- korku
nedeniyle hissedilen bulantı deneyimini reddedenler olduklarını söyler. Ya risk
alırsınız ya da almazsınız. D. H. Lawrence de bundan bahseder.
LC: Sartre hiçbir
zaman aklını kaçırmamıştır. Varlık olarak insanın mükemmel bir Talmudik açısını
temsil eder. Sartre, Bertrand Russell gibi kafayı sıyırmamıştır. Kafayı sıyıran
ve hayata dönen, saf delilikle tanışmış herkes, sarhoşluğu, halüsinasyonu,
gezegenlerin ve kürelerin müziğini, sonsuz güç, hayat ve tanrı fikrini bilir;
bunlar da kafanızı uçurmaya yeter de artar. Sartre hiçbir zaman kafasını
uçurmamıştır. İnsanların günümüzde ilgilendiği, kafalarını nasıl uçuracaklarıdır
ve bu nedenle benim gibi şizofrenlerin yazıları önemli olacaktır.” (s.29)
“Görkemli Kaybedenler’i İdra’da, kendimi bir kaybeden
olarak gördüğüm zamanlarda yazdım. Yok olmuştum, hayatımı sevmiyordum. Ya
sayfaları karanlıkla dolduracaktım ya da kendimi öldürecektim. Kitap bittikten
sonra, on gün boyunca oruç tuttum ve kafayı sıyırdım. En vahşi yolculuğumdu.
Bir hafta boyunca halüsinasyon gördüm. Beni İdra’da bir hastaneye yatırdılar.
Bir öğleden sonra, gökyüzü leyleklerle simsiyah oldu. Leylekler, kiliselerin
üzerine konmuşlar ve ertesi sabah doğru gitmişlerdi... Ve ben kendimi daha iyi
hissediyordum. Daha sonra Nashville’e gitmeye ve şarkı sözü yazarı olmaya karar
verdim.” (s.30)
“Sesim monoton ve biraz mızmız; dolayısıyla şarkılarım da
kederli tonda. Ancak şarkılarımı neşeli bir şekilde söyleyebilirsiniz.
Şarkılarımı seslendirdiğimde size melankolik gelmesinin sebebi tamamen
biyolojik bir kaza.” (s.38)
“Freddy ve ben, Leonard’ı tanımaya ve onunla yakınlaşmaya
başladık. Bu ikimize de doğal geliyordu. Bize dönüp söylediklerini asla
unutmayacağım: Bakın, sizi seviyorum gençler, ama burada oturmuş konuşuyor
olduğumuz için yakın arkadaş olduğumuz fikrine kapılmayın. Eski japonlar, bir
araya geldiklerinde birbirlerinin önünde yarım saat eğilir, selamlama sözleri
söyler ve yavaş yavaş yakınlaşırlarmış. Çünkü bir başkasının bilincine girerken
dikkatlice davranmaları gerektiğini biliyorlarmış.” (s.41)
“Leonard her sabah saat 04:00’te kalkıyor; günü
meditasyon yaparak ve çalışarak geçiriyordu. Bu deneyimin ona güç kattığını, bu
gücün agresif ve fiziksel bir güç değil, doğrudan özüyle bağlantısından gelen
bir güç olduğunu söyledi.” (s.42)
“Az param varken çok daha iyi yaşardım. Yaşantım daha
lükstü ve tahmin edeceğin gibi bu durum biraz kafa karıştırıcı. Gelirim arttıkça
yaşam standardım düştü. İnan bana paranın doğası bu. Para, bazı insanların
yaşam standardını düşürür. Param yokken ben bir Yunan adasında, güzel ve büyük
bir evde yaşıyordum. Her gün yüzüyor, yazıyor, çalışıyor, dünyanın farklı
yerlerinden gelen insanlarla tanışıyor ve geziyordum. Yılda bin dolar
harcıyordum. Simdi bunun çok daha fazlasını harcıyorum, ama kendimi otel
odalarında, kötü bir havayı solurken ve hareket edemez halde buluyorum.” (s.43)
“Göründüğü kadar sağlıklı hissedip hissetmediğini merak
ettim. Sorumu cevapladı: Sadece dönüyorum dostum. Sadece dönüyorum. Bazen
yapmayı bilmediğim şeylerin ortasında... Sanki bu tur, günlük hayatımı düzene
sokmaya çalışıyor. Ancak çoğu zaman darbelerin altında sendeliyorum. Bu
darbelere kendim sebep oluyorum hiç şüphesiz. Herkesin kendi durumundan sorumlu
olduğuna inanıyorum. Ancak burada kalmaya niyetim yok, buradan çıkmak için
birçok program denedim; bunlar sonlandırdığım programlar, çünkü işe
yaramıyorlar. Kendimi küçümsemekle ilgisi yok bunun. Olabildiğince doğru
olmakla ilgisi var.” (s.44)
“Leonard’ın ihtiyaçlarının neler olduğuna dair ne
düşündüğünü merak ettim ve bana şöyle yanıt verdi: Ölenin ardından yapılan
İbranice ayindeki bir cümleyi çok severim: İhtiyaçlarımız o kadar çok ki,
istemeye cesaret edemiyoruz. Peki neden istememeye cesaret ediyoruz? Hepimiz,
rahatsızlığımıza dair tanımlamalarla meşgulüz ve bunun bir sonu yok. Sonu yok.
Sizi ayağa da kaldırmıyor. Yanlış burada, tek yanlış bu. Sizi gitmek
istediğiniz yere götürmüyor. Nokta.” (s.45)
“Kendim hakkında konuşmayı sevmeme nedenlerimden biri de
budur, çünkü gerçekten ne düşündüğünü unutuyorsun. Duygularını tanımlarken hata
yapmaya başlıyorsun.” (s.45)
“The Energy of Slaves adında bir kitap yazdım. Bu kitapta
çektiğim acıları anlatıyorum. Bunu o kelimelerle söylemiyorum, çünkü o
kelimeleri sevmiyorum. Kelimeler gerçek durumu temsil etmiyorlar. Şu anda
bulunduğum durumu anlatabilmek için seksen şiir yazmam gerekti. Bu, beni kayıt
tutma sorumluluğundan kurtardı.” (s.46)
“Leonard’ın kendisini oluşturan özü aradığını fark
ediyorum. Bunu bir bilimkurgu öğesi olarak söylemiyorum. Demek istediğim;
Leonard Cohen’de Leonard’ın sevmediği, hatta nefret ettiği kısımların olması.
Bir keresinde ona kendisini sevip sevmediğini sormuştum. Bir an düşünmüş ve şöyle
yanıt vermişti: Gerçek kendimi seviyorum.” (s.48)
“İçteki çatışmaları susturmak, ruhu özgür bırakır.”
(s.48)
“PH: Ama hırsınız var, öyle değil mi?
LC: Sahip olduğum
tek hırs, canlı kalmak ve ruhumun ölmesine izin vermemek üzerine.” (s.57)
“Ona hayattan keyif alıp almadığını soruyorum. Gülerek,
bilmiyorum diyor. Hayata böyle bakmıyorum. Etrafta keyif aramıyorum. Melankoli
de aramıyorum. Bir planım yok. Arkeolojik bir kazı değilim.” (s.62)
“Konser bitiminde hoşça kalın demedi. Seyirciye söylediği
son sözler şunlardı: Yıl boyunca bir odada yazdığım şarkıların sözlerini
hatırladığınız ve bana eşlik ettiğiniz için teşekkür ederim.” (s.74)
“Erdemlerden konuşamayız, sadece insanların bağ
kurabileceği bazı ilişkileri yaratmak hakkında konuşabiliriz.” (s.77)
“İnsanlık, bir gündelik kahramanlar toplamıdır, en
azından benim hissettiğim bu. Milyonlarca yüz ve kişilik var ve hepsi birlikte
bir insanı oluşturuyor. Sonra her bir grup içerisinde, bazılarını lider,
diğerlerini destekçi, bazılarını ünlü ve diğerlerini tanınmayan kişiler haline
getiren bir değerler sistemi ortaya çıkıyor. Hepsi birer kahraman, ama
kaderleri farklı.” (s.77)
“Günümüzde evlilik ruhun en sıcak sığınağı ama
yalnızlıktan daha zor, kendileri üzerinde çalışmak isteyen insanlar için daha
zorlayıcı. Çoğu zaman bir mazeretin olmadığı dayanılmaz bir durum.” (s.80)
“Hiçbir zaman yaptığım işe belli bir şekilde yaklaşmamı
zorunlu kılan bir estetik anlayışım olmadı. Bu benim tarzım, çünkü bildiğim tek
konuşma şekli. Samimiyet, planladığım ya da daha genel olarak çekingen veya
objektif bir yaklaşımdan daha iyi olduğunu düşündüğüm bir şey değil. Her zaman
objektif, net ve gerçekçi olduğumu düşündüm. Samimi olmak göreceli bir konu. İç
dünyam yeterince samimi değil, içsel gerçeklikten hâlâ çok uzağım. Bunun da
üzerinde çalışıyorum.” (s.84)
“Ufak bir köşem var benim. Şair, yazar veya söz yazarı
olarak tanımlanmaktansa o köşenin sakini olarak tanımlanmak isterim.” (s.90)
“Sorunları konusunda biraz da olsa aydınlanma yaşamak
için beni dinlemeye gelen insanlar var. Sanırım onların yaşadığı şeyi yazdığımı
hissediyorlar. Ancak genelde onlara fazla yardım edemiyorum; kendi krizinin
ortasında olan bir kişiye söyleyebileceğiniz fazla bir şey yoktur.” (s.94)
“Acı çekmekten kurtulmanın tek yolunun o bakış açısını
bir şekilde eritmek ya da o düşünceye saldırmak olduğunu düşünüyorum.” (s.119)
“Ben’in heveslerinin yolundan çekildiği, dünyadan bir
şeyin köklendiği veya şekillendiği ve ondan sonra geri verildiği zamanlar da
olur. Süreci yenen ben ve kibirdir. Bir şair kendini önemli hissedemez, eğer
hissederse hiçbir şey kazanamaz.” (s.120)
“Evet, dünyanın sözle yaratılması beni her zaman
etkilemiştir. Benim dünyam bu şekilde yaratıldı. Sadece bir şeyin isimlenince
gerçek olması... Birçok kişi bu fikri tartışır, çünkü bu, doğrudan algıyı
kısıtlar. Her şey konuşmalardan ve fikirden geçer. Birçok kişi, nesnelerin ve
doğanın sözlerle tanımlanmadan önce de bir gerçekliğe sahip olduğuna inanır.
Biliyorum, bu çok eski kafalı bir fikir ve günümüzde popüler değil, ama
sonsuzluk bilgisini içermesi için tasarlanmış bir konuşmanın beni her zaman
büyülediğini söylemeliyim.” (s.141)
“Melekler hakkında çok şey okudum. Melek sözünü bir sevgi
ifadesi olarak çok seviyorum: Sevgilim, sen bir meleksin. Birisinin size ışığı
getirebilmesi ve sizin onu hissetmeniz, iyileşmiş ya da düzelmiş olduğunuzu
gösterir. Ve bu, geçici bir hediyedir. Başkaları için hepimiz buyuz. Bazen
öyleyiz, bazen değiliz.” (s.141)
“Zaman zaman olaylar küçük iradenin yok olacağı şekilde,
kendi kendine düzenlenir ve bir başka gerçek tepkiyle iletişime geçinceye kadar
bir tür sessizliğin içine atılırız. Bu durumu doğrulayabildiğimiz zaman dua
ederiz. Çok nadir olur; bu nedenle bir tarafa daha yakın, çünkü dini bir hayat
sürme veye azizler gibi yaşamaya dair bir iddiam yok. Bu, benim doğamda olan
bir şey değil. Ben sokaklarda başka iradelerle uğraşıyorum. Ancak zaman zaman
kendi küçük irademi bulamadığım, hiçbir
faaliyetin olmadığı noktaya geri savruluyorum ve daha sonra başka bir enerji
kaynağı bulmak için tekrar çağırılıyorum.” (s.142)
“Pratik düşünceden başka düşünce şekli yok. Ruhsal olanı
pratikten ayırmayı hiçbir zaman başaramadım. Ruh ya da ruhsallık adını
verdiğimiz şey, aslında pratiğin en yoğun şeklidir. Bu kaynakları kendi
içinizde bulmanız gerekiyor, aksi taktirde yaşanacak bir hayat ve hareket
olmaz. Birçok kişinin bu kaynağı bulmak yolunda farklı yöntemleri var. Bazıları
din veya dini uygulama adını verdiğimiz geleneksel yolları kullanır. Bu yolları
kullanmaya ihtiyacı olmayan birçok kişi var, ancak bu, onların hayatlarının
daha az ruhani olduğu anlamına gelmez. Tam tersine, hayatlarının daha ruhsal
olduğu anlamına gelir. Onlar yaşayan ruhlardır. Ve mesafeler yoktur.” (s.145)
“Kalp, herkesin göğsünde olan karışık bir şiş kebaptır ve
kimse onu evcilleştirip kontrol altına alamaz. İçerilerde bi yerde şefkatli,
duygusal hayatlar yaşıyoruz ve bu, bizim için gerçekten de önemli.” (s.148)
“Yazmanın doğası, sıfır noktasına geri döndürülmektir.
Sabah boş bir sayfaya bakarsınız, peki sonra? İnsanlarla ilişkilerimizi
korumada da sıfır noktasını hiçbir zaman unutmayız, çünkü insan ilişkileri
kırılgandır ve üzerinde bulundukları geçmiş bir anda yok olabilir. Bir
arkadaşınızla birkaç kötü anınız olur ve tüm geçmişiniz uçup gider. Bu yüzden
ilişkilerimizde dikkatli olmalı ve sürekli değerlendirmede bulunmalıyız. Her
şeyin kolayca yıkıldığını ben bizzat tecrübe ettim. Aynı erdem gibi. Erdem
üzerinde çalışabilirsiniz ve bu, bir tepenin üst noktasına ağır bir kaya atmaya
benzer. Kayayı bir anda aşağı yuvarlayabilirsiniz, ama onu yeniden yukarı
çıkarabilmek için çok çaba harcamanız gerekir.” (s.149)
“Her şeyin başka bir şeye dönüştüğünü hissediyorum.
Sakinlik, kendimi sıklıkla içerisinde bulduğum bir hal değil. Geldiğindeyse
bitene kadar içinde debelenirim. Muhteşem bir şey. Daha fazla olması gerekli.
Ona ihtiyacınızın olup olmaması önemli değil. O gelir.” (s.159)
“Tüm acıların kaynağı, siz ve diğer her şey arasındaki
ayrımdır. Bu ayrım hep kurgusaldır, ancak bu kurgu da her zaman çok güçlüdür.
Bazen önünde diz çökersiniz. Kurgu olmasına rağmen tüm kurgular gibi o da
çözülmelidir. Birçok mesafe çeşidi var. Bakış açısı için gereken bir mesafe
vardır, ama aynı zamanda kendinizi, etrafınızdaki her şeyden tamamen ayrı
hissettiğiniz kötü bir mesafe çeşidi de bulunur.” (s.159)
“JW: Aşk bir çeşit aldanma mı? Julian Barnes, diğer
insanların durumumuzu heyecan verici ve göz yaşartıcı bulmasını aldanma olarak
görür. Çok anlamlı.
LC: Her şeyi bir
aldanma olarak görüyorum. Aşk, gerçekliktir.” (s.159)
“Her birimiz gizemli bir tabiatla çevrelendik, aşılandık ve onu anlamaya
çalışıyoruz.” (s.161)
“Ben her zaman savunmasızlığın kıyısındayım, her ne kadar
sevdiğim bir yer olmasa da. Diğer kıyıyı tercih ederim; her şeyin kontrolünüz
altında olduğunu hissettiğiniz kıyıyı.” (s.165)
“Bence iki kürekle de kürek çekmeliyiz: Akıl ve
duygularla.” (s.165)
“Hafıza, bir filmin müziği gibi. Sürekli çalmasını
istemezsiniz, ama bazen eylemlerle etkileşime geçebileceği ve güçlü etkiler
yaratabileceği durumlar vardır. Film müziğimizi yaşadıklarımıza düzgün bir
şekilde uydurabilmemiz önemlidir.” (s.167)
“KM: Yaratıcılık, acıyı yatıştırmak üzere gelen bir
dürtüyle mi ortaya çıkıyor?
LC: Bu yıldızın
kabuğunda yaşadığımız, fiziksel ve zihinsel ıstıraplardır. Bir keresinde bir
öğretmen bana, yaşlandıkça yalnızlaşırsın ve ihtiyacın olan sevgi de o kadar
derin olur, demişti. Yalnızlık, derin sevgi için bir iştah yaratır ve tüm
acıları derinleştirir. Acı çekmenin bir sonucu olarak da sevme kapasiteniz
artar.” (s.169)
“KM: Önemli bir başarı sizin için ne anlam ifade ediyor?
LC: Tek bir
başarı vardır: O da yazgınızı kabullenmektir.” (s.169)
“KM: Kendinizi en son ne zaman şaşırttınız?
LC: Ruh halim
önemli oranda değişti ve bu değişim için minnettarım. Mutlu olduğumu
söyleyebildiğime şaşırıyorum.
KM: Bunu nasıl
başardınız?
LC: Bakış açımı
değiştirerek.” (s.171)
“Masum sevgi, henüz yenilgiye uğratılmamış sevgidir.”
(s.184)
“EBH: Kaç kere âşık oldun? Hiç evlenmedin, ama iki
çocuğun var.
LC: Hep aşkla
başladım ama insanlar beni vazgeçirdiler.
EBH: Öyle
söylemeye gerek var mıydı?
LC: Ama
başarısızdılar.
EBH: Ama hiç
evlenmedin.
LC: Hayır. Hiçbir
zaman âşık olmadım, dolayısıyla aşkı anlamadım. Eğer bana söylemeye
çalıştıkları şeyi anlasaydım âşık olurdum, ama hepsi bunun yeterli olmadığını söyledi:
Sonunda düşmem gerekti.
EBH: Yani hiç
olmadı mı?
LC: Sonunda
oldu... Âşık olmakla, hayatın yaşanılamayacak hale gelmesi, bir andan diğerine
geçişin zorluğu, objenin onayı ve aşkı olmadan yaşama fikrine sahip
olamayacağın kastediliyorsa, eğer âşık olmak buysa, bunun ne olduğunu
biliyorum.
EBH: Aşktan uzak
kalmaya devam mı edeceksin?
LC: O fena his
gitti. Bir sürü antidepresan aldım, bir manastırda birkaç ay geçirdim ve
sonunda gitti. 50 yaşına kadar hiç âşık olmamıştım.” (s.192)
“KM: Aşkın en büyük klişelerinden biri olan “Değerini
anlamak için onu kaybetmeniz gerekir” fikrine inanıyor musunuz?
LC: Bu,
kesinlikle senaryolardan biri. Sürekli bunlarla uğraşırız. Aşkınızı kaybedersiniz,
sonra kaybettiğiniz şeyin aslında istediğiniz şey olduğunu fark edersiniz,
sonra kendinizi buna bağımlıymış gibi hissedersiniz, ki bu da onu geri
alamamanıza neden olan şeydir. Ancak, kendimizi tamir edebilmemiz için bu
mağlubiyet senaryolarıyla yaşamamamız gerekiyor. Sanırım deneyerek öğreniyoruz
ve acı yeterince şiddetliyse oraya dönmekten kaçınıyoruz.” (s.199)
“KM: “Hayatta tek bir başarı vardır, bu da talihinizi
kabullenmektir” demiştiniz. Bunu biraz açabilir misiniz?
LC: Bu
açıklamaları sevmiyorum, bana meseleyi aşırı basitleştirmek gibi geliyor. Tüm kutsal
kitaplar kaderinizle mutlu olmanız gerektiğini söyler, ancak bunu başarmak
gizemli ve zor bir görevdir. Acı çekmenin gizemini çözemem. Burada bahsettiğimiz
çok özel bir acı çeşidi. Doğal afetlerin ya da savaşın getirdiği acılara
benzemez. Bu şekilde acı çekiyor olduğumuz için çok şanslıyız bence, çünkü
işkence görmüyoruz. Yine de kendimde ve arkadaşlarımda gözlemlediğim acı şekli,
bir şaka değil. Kendilerini bu acıya sürükleyen dengesizlikleri ortadan
kaldırmak amacıyla cesurca çabalayan kişiler gördüm. Şu anda bu konu hakkında,
sıradan veya yüzeysel bir şekilde konuşmak istemiyorum.” (s.200)
“Ben Johnson’ın bir sözünü hatırlıyorum: “Tüm felsefi ve teolojik
düşünceleri inceledim, ama neşelilik hali hep üstün geliyor.” Yaşlandıkça
kaygıyı yaratan beyin hücrelerinin ölmeye başladığını okumuştum. Yani yaş
geçtikçe her pazar kiliseye gitmeniz ve yoga yapmanız gerekmiyor, kendinizi
zaten iyi hissetmeye başlıyorsunuz.” (s.207)
“Cohen’in evi sade ve temizdi, etrafta dağınıklık yoktu. Evi,
amacına odaklanmış, kendini adamış bir zihnin yansımasıydı, diye anlatıyor Zollo.
Cohen bana evin kendisine iyi şarkılar yazma olanağı sağlayacak şekilde düzenlendiğini
anlattı. Her insan kadar bilge ama çoğu insandan daha komikti.” (s.214)
“LC: Hâlâ çalabileceğin zilleri çal, kusursuzluktan
vazgeç. Her şeyde bir çatlak var, ışık böyle içeri girer.
BG: Işık nedir?
LC: Işık, her gün
şafakla ortaya çıkan bir deneyim ve acılarımızla barışma kapasitemizdir. Hayatı
yaşamanıza, ortak alanımız olan felaketler, acılar ve keşifleri sahiplenmemize
olanak sağlayan anlayış, değer ve anlamın ötesindedir. Bu, ancak her şeyde bir
çatlak olduğunun farkına varılmasıyla anlaşılır. Diğer bakış açıları telafi
edilemez bir kasvete mahkûmdurlar.” (s.238)
“Çocuk sahibi olma fikrini sevmedim. Öncelikle, çocuklar
sizi merkez sahneden kenara çeken tek varlıklardır. Sahnedeki bir şarkıcı olarak
konuşmuyorum, hayatımızdan bahsediyorum. Kendinizi oyunun yıldızı olarak
görmeyi bırakmanıza, kendinizi düşünmeyi bırakmanıza sebep olan tek şey
onlardır. Çocukların temsil ettiği öncelik ve talepler kaçınılmazdır. Bu nedenle
sevmedim. Hem de hiç sevmedim. Tabi ki çocukları, oyun oynamayı seviyorsunuz
ama ben bunu sürdürme kısmına takıldım. Ancak onlar olduğu için mutluyum, çünkü
en iyi arkadaşlarım onlar.” (s.255)
“İncil’e ilişkin bir tutkum yok ve yaşadığım hayat,
kişiliğimin kontrolünün, niyetlerimin yönünün çok ötesinde. Yaşlandıkça kontrol
ettiğinize inandığınız güçlerden daha büyük güçlere sahip olduğunuzu
anlıyorsunuz. Canlandırdığınız rol her ne ise güçleniyor, kendi başına, kendi
enerjisiyle çalışıyor. Dolayısıyla peygamberliğe de, peygamber olmayan birine
de özenmiyorum. Enerji kendi alanımda neredeyse oraya gidiyorum.” (s.256)
“Hiç kimse, kültürümüzün merkezi mitinin cennet
bahçesinden kovulmamız olduğuna inanmak istemiyor, ama bu dünya, bir düşüş
alanı. Doğumdan ölüme düşeriz, hayalden başarısızlığa, sağlıktan hastalığa. Durum
budur. Cennette değiliz. Kimse bunu kabul etmek istemiyor. Muhteşem bir black
blues şarkısında şöyle der: Herkes gülmek ister, kimse ağlamak istemez. Herkes cennete
gitmek ister, kimse ölmek istemez.
Ancak her şeyde bir çatlak var, çünkü çatlağın,
başarısızlığın, ölümün dünyası bu. Başarısızlığı ve ölümü kabul etmediğimiz
sürece mutsuz olacağız. Ölümü ne kadar kabul edersek o kadar mutlu oluruz. Başarısızlığı
ne kadar kabul edersek o kadar başarılı oluruz.” (s.260)
“Rehberiniz, ruhani arkadaşınız, bazen anne, bazen abi,
bazen çocuktur. Ruhani rehber, belli bir kişiliğe sahip değildir. Aslında,
ruhani rehberin özü, size değişken bir benlik sunmaktır. İyi bir ruhani rehber
hiçbir zaman hayatınızda kati bir yer tutmaz; başka ilişki olanaklarını da
sunar.” (s.262)
“Mucize, onu beklediğiniz ve olup olmayacağının belli
olmadığı gerçeğine yakalandığınız yerde, mucizenin diğer tarafına hareket etmektir.
Mucizeyi beklediğiniz, bunun böyle olmayacağı, her şeyde bir çatlak olduğu,
istediğimizi elde edemeyeceğimizi, beklememiz gerektiği fakat beklemekten özgür
olduğunuz, beklemenin diğer tarafına geçmeniz gerektiği düşüncesini bir kez
benimsediğinizde... o çılgınlığa ulaşmış olursunuz.” (s.283)
“Babam öldüğünde kütüphanesi bana kaldı. Babam bana The
Romance of the King’s Army adında bir kitap verdi. Kitabın başındaki alıntı
beni çarpmıştı: “Oğlum, dünyanın yönettiği bilgeliğin ne kadar az olduğunu görsen
çok şaşırırsın.” Kendi dini bakışım, bu dünyanın, Tanrı olmadan yönetilen bu dünyanın,
bir delilikler dünyası olduğuydu. Böyle bir kitabı sekiz yaşındaki bir çocuğa
vermek, ona miras bırakılabilecek en güçlü mesaj. Babam bundan kısa süre sonra
öldü. Ancak bu kitapla birlikte babam bana tüm dünyevi konumu hafife almış gibi
göründü. Dünyada bilgeliğin olmadığı, dönecek yerinizin olmaması...” (s.301)
“Sağ kalmanın tek lokomotifi sevgidir. Hayatta kalmak
için ne gerektiğini biliyorum. İnsanların hayatta kalmaları için neye
ihtiyaçları olduğunu biliyorum. Yaşlandıkça bu pozisyonları almak konusunda
kendimi daha az ılımlı hissediyorum. Çünkü İncil’i yazanların bizler olduğunu
fark ettim. En iyi halimizde, İncil’e ait bir yerimiz var ve kendimizi, özürsüzce
konumlandırmamız gereken yer de burası.” (s.301)
“Kendinden emin bir insan özel değildir. Büyük bir din,
diğer dinleri olumlar. Büyük bir ulus, diğer ulusları olumlar. Büyük bir insan,
diğer insanları olumlar, diğerlerinin varlıklarını geçerli kılar. Hissettiklerim
bunlar.” (s.302)
“SLD: Peki ama neden manastıra gitmek istediniz? Sizin çektiğiniz
acıları halihazırda birçok kişi yaşıyor.
LC: Uzun süre
önce bu manastırla karşılaştığım ve bu yaşamın tadına bakabildiğim için kendimi
çok şanslı sayıyorum. Burada başka hiçbir yerde yaşamadığım bir deneyim
yaşadım. Tertemizdi. Hiçbir dogmatik bilgi yoktu. Kimse bir şey söylemiyor,
yönlendirmiyordu. Bunu kendi başınıza çözmeniz gerekiyordu. Bir rehber vardı
sadece; rehber, daha önemlisi çok insani biri, bu soruları bilincin temel
seviyesinde deneyimleyip çözümleyen yaşlı bir adam.
SLD: Ama hiçbir
zaman terapiye inanmadınız.
LC: Hiçbir zaman
inanmadım demiyorum. İçine girmek istemedim sadece... Mantığında bazı hatalar
varmış gibi geldi. Şimdi terapistler: İnkar evresinde, bize geleceği zamanı
geciktirmeye çalışıyor, diyeceklerdir.” (s.322)
“SLD: Aşkı hayatınızda ne şekilde deneyimlediniz?
LC: Ah, muhteşem
aşk... Muhteşem aşklara sahip oldum ama karşılığında muhteşem aşklar veremedim.
Beni çok çok derinden seven insanlar oldu ve ben onların sevgilerine karşılık
veremedim.
SLD: Neden?
LC: Çünkü masanın
öbür ucuna uzanmamı engelleyen kurgusal bir ayrılığa takılmıştım. Yatağın öbür
ucuna ulaşamıyordum. Bana sunulan şeye uzanıp dokunamıyordum. Sevgi, her yerde
ve herkes tarafından sunuluyordu. Her zaman, her an sunuluyordu ama kurgusal
bir bariyer, kurgusal bir hastalık yaratıp en çok istediğim şeyden kurgusal şekilde
ayrılıyordum. Bu da, evde bir başımıza kalmak anlamına geliyor.” (s.323)
“SLD: Sizin için aşk nedir?
LC: Aşk, erkek ve
kadının gücünü kalbinizle birleştiren, erkek ve kadını somutlaştıran, cennet ve
cehennemi somutlaştıran bir düşünce. Erkek ve kadının, özünüz olduğu zamandır. Diğer
bir deyişle, kadınınız sizin özünüz olunca ve siz de onun özü olunca, bu
aşktır. Anladığım kadarıyla aşk ve aşkın mekaniği budur.
LC: Kadın sizi
dolduran şey oluyor, siz de onu dolduran şey oluyorsunuz. Bu değişimin tam
eşitliğini fark ediyorsunuz, çünkü eğer o sizden küçükse sizi dolduramaz ve siz
ondan büyükseniz siz de onu dolduramazsınız. Dolayısıyla aşk, tam bir güç
eşitliği yanında farklı güç çeşitleri, farklı büyü şekilleri, farklı hareket
şekilleri olduğu anlayışıdır. Gece ve gündüz, güneş ve ay, deniz ve kara, artı
ve eksi, cennet ve cehennemdir. Tüm bu zıtlıklardır. Ancak hepsi temelde
eşittir. Yani bir kadın özünüz olmazsa içinizdeki her alanı dolduramaz. Kadının
sizinle aynı evrensel alanı kapladığını ve sizin de onunla aynı evrensel alanı
kapladığınızı anlamanız gerekir. Ancak o zaman bir değiş tokuş ve aşk olur.”
(s.323)
SLD: Bu ne anlama
geliyor, kadının sizin özünüz olması?
“Önemli olan tek şeyin sevgiyi ifade edebilmek, saygı
duymak, sevginizin öznesinin önünde diz çökebilmek ve onun da sizin önünüzde diz
çökebilmesi olduğunu biliyorum. Bunu artık biliyorum. O zamanlar bilmiyordum.”
(s.324)
“Söylemesi zor. Bir şeylerin, özellikle de mahvolmuş
ilişkilerin değişip değişmeyeceğini bilmiyorum. Onları düzeltmek çok zor, ama
evet bir şeyler değişiyor. Ama neyin değiştiğini ifade edemiyorum.” (s.325)
“Baldy Dağı’nda başıma gelen muhteşem şeylerden birinin,
dini yatkınlığım olmadığını keşfetmem olduğunu söyleyebilirim. Yani dindar bir
adam olmak için gereken yetenek bende yok.” (s.339)
“Roshi’nin sevdiği; olduğunuzu sandığınız kişi değil,
gerçekten olduğunuz kişidir. O, bunu sever ve bu sevgi aracılığıyla yerini
belirlemenize izin verir. En özverili sevgi şekli bu: Birinin sizi gerçekten
olduğunuz halinizle sevmesi.” (s.340)
“SLD: Artık daha iyi bir sevgili misiniz?
LC: Gidip gelen
bir sevgiliyim. Artık din arayışında olmadığımı fark ettiğimde beni saran
rahatlamadan dolayı çok müteşekkirim. Aradığım şeyi bulduğumdan değil; sadece
arayışın kendisi çözüldü ve bununla birlikte bir rahatlama hissi geldi. Bu,
hayal kırıklığına uğramıyor veya sinirlenmiyorum anlamına gelmiyor ama arka
plan bir şekilde rahat artık. Bu durumdayken diğer insanları hissedebiliyorsunuz.
Bu, derin bir ilişkinin başlangıcı olmalı: Başka birisinin açmazını hissetmek.”
(s.341)
“Hayat, sizi ya hayata küstürecek ya da şanslıysanız
kalbinizi açmanızı sağlayacak bir yenilgi deneyimi.” (s.341)
“Bir Zen sözü vardır: Bahçede açan nilüfer çiçeği ilk
ateşte yok olur. Ateşte açan nilüfer çiçeği ise sonsuza dek var olur.” (s.342)
“SLD: Çektiğinizi sandığınız hastalık neydi?
LC: Sanırım
herkesin muzdarip olduğu bir hastalık: İstediğinizi elde edememek ve eğer elde
ederseniz istediğiniz şeyin o olmadığını anlamak. Arzuladığınız şeyler sürekli
sizden kaçar. Eğer bu bilgiyi benimseyebilirseniz kendinizi stres ve acıdan
kurtarırsınız. Bu istekleri hepimizi besliyoruz: Başka bir hayat daha iyi
olurdu, başka bir yol daha iyi olurdu, başka bir sevgili, başka bir iş daha iyi
olurdu...” (s.343)
“Daha fazla olanağınız olduğunda derdiniz de artıyor mu
bilmiyorum. Kimin daha çok üzüntü çektiğini ölçecek bir standardımız olduğunu
sanmıyorum. Ancak herkesin bir yarım kalmışlık, anlaşılmamak, deneyimlememişlik
hissi yaşadığını ve bunun da çoğunlukla kıtlık gibi doğal felaketleri çok
yaşamadığımız Batı’da olduğunu kabul etmeliyiz. Dert, genelde kalp
seviyesindedir. Sevgiyi yeterince hissetmiyoruz veya yeterince sevgimiz yok.”
(s.344)
“Depresyonun sebebi anılar değildi. Hayatımda çok
muhteşem kadınlar oldu. Aşkı bulamadığımdan, kabul edemediğimden de değildi,
çünkü aşkın nasıl olduğunu bilmiyordum. Belki de Marianne’den ayrılmamın bu
depresyonda bir rolü vardı. Depresif halimin nereden geldiğini hiçbir zaman
bilmedim ama galiba kendimi izole etmemle bir ilgisi bulunuyordu. Hayata karşı
bu tavrı takınmamı sağlayan, belirleyici mekanizma ve güç olmuştur. Bundan kaçınmaya,
kaçmaya, anlamaya, bununla başa çıkmaya çalıştım. Bu da beni içkiye, uyuşturuculara
ve Zen’e itti.” (s.361)
“Marianne’ye ilgi duymayan erkek yoktu. Bu güzelliğe, bu
cömertliğe yaklaşmak istemeyen tek bir kişi olamazdı... Marianne tartışmasız,
geleneksel bir Nordik güzelliğine sahipti. Aynı zamanda çok kibardı ve kendisi
gibi güzel insanlar içinde en alçakgönüllü olanlardan biriydi. Ona belli bir
uzaklıktan kırk ya da kırk beş yıl boyunca bakınca bu özelliklerin ne kadar
nadir olduğunu görüyorum. Bir gün İdra’ya giden bir tekneyi yakalamamız
gerekiyordu. Kalktık ve taksi tuttuk. Bunu hiç unutmuyorum. Marianne ile
taksinim arka tarafında oturuyorduk, sigara yaktım ve düşündüm: Ben bir yetişkinim.
Bu güzel kadınla birlikteyim ve cebimizde çok az paramız var. O duygular... Sanırım
o günden sonra yüzlerce kere o duyguları yeniden oluşturmaya çalıştım ama
olmadı. Sadece bir yetişkin olma duygusu, yanında olmaktan mutlu olduğunuz
güzel biriyle dünyanın önünüzde olduğu duygusu. Vücudunuz bronzlaşmış ve
tekneye bineceksiniz...” (s.384)
“Hayat; adil olabilmek, doğru şeyi yapmak için kendine
saygını ve değerini korumak konusunda sürekli mücadele etmek demek.” (s.399)
“Her zaman ekmem gereken küçük bir bahçem olduğunu düşündüm.
Hiçbir zaman büyük adamlardan biri olduğum fikrine kapılmadım. Yani önümdeki
iş, alanın sadece küçük bir köşesini ekmekti ve bu konuda bir şeyler bildiğimi
sanıyordum. Tek yapmam gereken, keyfine düşkünlük yapmadan kendini
araştırmaktı. Rahatına düşkünlüğü hiç sevmedim. Hiç hissetmediğim saf yetenek
gerçekten ilgi çekicidir, ama çok çalışma geleneği ile şekillenen yetenek bana
hep daha ilgi çekici gelir. Bu da benim küçük köşemdi ve bildiğimi sandığım ya
da öğrenmek istediğim şeyler hakkında yazmaya başladım.” (s.416)
“JG: Aşkın güçlendirici, yetki verici olduğunu düşünüyor
musunuz?
LC: Aşk; yenilgi,
kabullenme ve sevinci deneyimlediğiniz şiddetli bir duygu. Bu konuda sabit bir
fikre sahip olmak, size kesinlike acı getirecektir. Kolay olacağına dair bir
düşünceniz varsa hayal kırıklığına uğrayacaksınız. Cehennem gibi olacağını düşünüyorsanız
şaşırabilirsiniz.” (s.418)