28 Kas 2020

Carl Gustav Jung - Feminen

“Dinin ruha atfettiği kişisel ölümsüzlüğün özelliği, bilim için bağımsızlık fikrinin içinde zaten bulunan psikolojik bir damgadan başka bir şey değildir.” (s.14)

“Esasen tarihsel faktör sadece kadınsı arketipe değil, her çeşit arketipe, örneğin zihinsel veya fiziksel her tür kalıtımsal birime eklemlenir. Aslında yaşamımız her zamanki gibidir. Sözcüğün tam anlamıyla, hiçbir şekilde geçici değildir; çünkü yüz binlerce yıldır insanı etkileyen aynı fizyolojik ve psikolojik süreçler hâlâ devam etmekte ve yaşamın ebediliğine dair bu şiddetli önseziyi yüreklerimizin derinlerine işlemektedir. Fakat bütün canlı organizmamızı kuşatan, kapsayıcı bir terim olarak kendilik, yalnızca bütün geçmiş yaşamın deposunu ve tamamını içermekle kalmayıp, aynı zamanda bir başlangıç noktası ve gelecekteki bütün yaşamın fışkırdığı verimli bir topraktır. Tıpkı tarihsel boyut gibi gelecek önsezisi de en derin duygularımıza işlemiştir. Ölümsüzlük fikri işte bu psikolojik öncüllerden kaynaklanmaktadır.” (s.15)

“Persona, bireysel bilinçle toplum arasında mevcut olan karmaşık bir ilişkiler sistemi; bir yandan da başkaları üzerinde belli bir izlenim yaratmak, diğer yandan da bireyin gerçek doğasını gizlemek için tasarlanmış bir tür maskedir. Personasıyla artık kendini tanımayacak kadar fazla özdeşleşen kişilerde ikinci işlev gereksiz hale gelir; birinci işlev ise ancak çevresindekilerin gerçek doğasını hiç tanımayan kişiler için gereksizdir.” (s.16)

“Kolektif olarak uyumlu bir persona oluşturmak demek; dış dünyaya müthiş bir taviz vermek, beni doğrudan persona ile özdeşleştirecek bir özveride bulunmak demektir. Öyle ki, bazı insanlar gerçekten de kılığına girdikleri şey olduklarına inanırlar. Ancak böyle bir tutumun “ruhsuzca olduğu” aşikardır, çünkü bilinçdışı çekim merkezinin bu şekilde kaymasını hiçbir şekilde hoş görmez.” (s.17)

“Toplumsal rolle özdeşleşme durumları oldukça verimli bir nevroz kaynağıdır. Hiç kimse bedelini ödemeden, kendinden kurtulup yapay bir kişiliğe bürünemez. Böyle bir şeye kalkmak bile, bütün olağan vakalarda, kötü ruh hali, duygu boşalması, fobiler, takıntılı fikirler, kötü yola sapmalar, ahlaki bozukluklar, vb. gibi bilinçdışı tepkiler doğurur.” (s.18)

“Kişi dünya tarafından ne kadar maskesiyle özdeşleşmeye davet edilirse, içindeki etkilere de o kadar açık hale gelir. Lao-tzu, yüksek ve alçak birbirine ihtiyaç duyar der. Karşıt olan, içeriden dışarı çıkmaya çalışır; bilinçdışı “ben”i, “ben”i personanın içine çeken tam da aynı güçle bastırmış gibidir.” (s.18)

“Korkan kişi, bağımlı olur; zayıf şey desteğe ihtiyaç duyar. İlkel aklın, derin psikolojik gereklilikten dolayı dini eğitime ihtiyaç duymasının ve bunu büyücü veya rahipte somutlaştırmasının nedeni budur.” (s.28)

“En derin ruhsal yaşamımızda dahi, dünyaya açılan kapıları ve pencereleri bulunan bir tür ev içinde yaşadığımız, ancak bu dünyanın nesne veya içeriklerinin bize göre hareket etmesine karşın bize ait olmadıkları düşüncesine kendimizi alıştırmamız gerekmektedir.” (s.30)

“Yaşanmamış yaşam, sakin fakat merhametsizce çalışan, yıkıcı ve karşı konulmaz bir güçtür.” (s.46)

“Kadınlar, erkeklerden çok daha psikolojiktir. Erkek şeylerin kendisiyle ilgilenir, onların etrafını saran duygular ve fantezilerle değil. Kadın için ise bir şeyin kendisini öğrenmektense, erkeğin bir şeyle ilgili nasıl hissettiğini öğrenmek daha önemlidir. Doğal olarak psikolojinin en doğrudan örneği kadındır ve en zengin içeriği yine o sağlar.” (s.50)

“Biz, gücümüz dahilinde bağımsızız, istisnayız ve kendi kaderimizin efendisiyiz. Zayıflığımız dahilinde bağımlıyız ve kısıtlıyız, bu zayıflığımızla kaderin araçları oluruz, çünkü burada önemli olan bireyin iradesi değil, türlerin iradesidir.” (s.53)

“Sevgi daima bir problemdir, yaşımız ne olursa olsun. Çocuklukta ebeveynlerin sevgisi bir problemdir, ihtiyar bir adam içinse problem, sevgiden çıkardığı anlamdır. Sevgi, bir kader gücüdür, öyle ki bu gücün enerjisi cennetten cehenneme uzanır. İçerdiği problemlerin bir şekilde hakkını vererek, sevgiyi anlayabileceğimizi düşünüyorum.” (s.81)

“Sevgi, her genel kıstas ve kuralın geçerliliğini kaybetmesi anlamına gelir, aynı dinsel inançlardaki gibi, tarih içerisinde sürekli olarak sistemleştirilse de özü itibarıyla hiçbir geleneksel kurala boyun eğmeyen bireysel bir deneyimdir.” (s.81)

“Bildiğimiz gibi karmaşa sadece sonuna kadar yaşanmışsa gerçekten üstesinden gelinebilir. Diğer bir deyişle daha öteye ulaşabilmek için karmaşalarımızdan dolayı mesafe koyduğumuz şeyleri kendimize çekip onları posası çıkana kadar içmek zorundayız.” (s.140)

“Rahatsız edici yanılsamalar, hayal kırıklıkları, kızgınlıklar, bunların hepsi bir kereliğine bile doğrudan bakmayı kabul edemediğinden dolayıdır. Gerçeklik karşısında sadece bilinçdışı ve tepkisel davranışından ötürü aslında en sert karşı koyduğu şey tarafından yaşamına hükmedilmiştir. Fakat yüzünü başka yöne çevirse dünyayı tabiri caizse ilk kez olgunluk ışığında ve gençlik hatta bazen çocukluğun büyüleyici harikaları ve tüm renkleriyle dolu görecektir. Bu, hakikatin keşfini ve bilgiyi sağlayan ufuktur, bilinç için zaruri önkoşuldur.” (s.140)

“Bu dünya herhangi bir kaideye sıkıştırılamayan tam bir deneyim dünyasıdır, ancak bunu sadece bilenlere hissettirir.” (s.148)

“Her annenin kendisinde kız çocuğunu, her kız çocuğunun da annesini içerdiğini ve her kadının geçmişinin annesine, geleceğinin de kız çocuğuna uzandığını söyleyebiliriz. Bu pay alma ve karışım, zaman konusunda özgün bir belirsizliğe yol açar: Bir kadın anne olarak daha öncesini, kız çocuk olarak da sonrasını yaşar.” (s.161)

“Aşkın dili şaşırtıcı derecede tek düzedir, bağlanma ve sadakatle yıpranmış izahlar kullanır, böylece partnerler bir kez daha kendilerini sıradan kolektif durumda bulurlar. Yine de birbirleriyle en bireysel biçimde ilgili oldukları yanılsamanın içerisinde yaşarlar.” (s.187)

21 Kas 2020

Jeff Burger - Bir Leonard Cohen Kitabı

“Melankolinin rolünü büyütürsek hayatta çok şeyi kaçırırız.” (s.17)

“Aslında beni sinirlendiren çok şey var. Ama kendimizi düşmanlıkla yok etmemeli, bir paranoyak haline gelmemeli, eğer bir şeye karşı savaşacaksak bunu sağlıklı ve akıllı bir şekilde yapmalıyız. Deli bir şair olmak istemiyorum, etrafımda olup bitenlerle yüzleşebilecek, sağlıklı bir adam olmak istiyorum.” (s.17)

“AC: Hiçbir şeye bağlı olmamak, sizin açınızdan da toplumdan uzaklaşmak anlamına mı geliyor?  Bu oldukça kötü bir ifade, ancak sizden bahsederken söyleyebileceğim tek şey bu.
 LC: Eğer becerebilirseniz güzel numara, ancak bunu başarabilen kimseyi tanımıyorum. Hepimiz bu yıldızın kabuğunda bulunuyoruz. İki astronot dışında buradan uzaklaşan kimseyi bilmiyorum, zaten astronotlar da her zaman geri gelir ve yanlarında füme etli sandviçlerini getirirler. Kimse buradan gerçekten ayrılmak istemez.” (s.23)

“Her şey ya devam eder ya da durur. Mutlu olduğunuzdaysa bunu bilirsiniz. Mutluluğun mekaniği üzerine psikiyatri, haplar, pozitif bilimler vasıtasıyla çok konuşuldu, ama gerek yoktu, bence mutluluğun mekanizması ortada. Tek yapmanız gereken, bir anlığına sessiz kalıp bulunduğunuz yeri farketmeniz.” (s.24)

“Ortada güzel bir denge var. Kendi yörüngenizin merkezindesiniz veya kendi gösterinizde.” (s.24)

“LC: Görkemli Kaybedenler kurtarıcı bir romandır; ruhu kurtarmak için bir egzersiz.
  SD: Ben ayrıca kıyamete dair olduğunu düşünmüştüm.
  LC: Evet, doğru.
  SD: Ancak nasıl hem kıyametle hem de kurtarıcı olabiliyor? Bunu anlamıyorum.
  LC: Ortada yok oluş varsa yenilenme de vardır. Bu kitapta, günümüzde hâlâ var olan tüm tanrılarla güreşmeye çalıştım: azizlik, saflık, pop, McLuhanizm, kötülük, mantıksızlık fikri gibi kendimiz için yarattığımız tüm tanrılarla.” (s.27)

“Her zaman hiç fikrim olmadığı için güçlü olduğumu söylemişimdir. Kendimi boş hissediyorum. Kendimi hiçbir zaman düşüncelerle, özellikle de kendi düşüncelerimle büyülemedim; beni heyecanlandırmayan bir süreçtir bu.” (s.27)

“Size dürüstçe söyleyebilirim ki, zihnimi kontrol edebilme çabasıyla ilgili yoga ve Yahudilik öğretileri gibi birçok disiplini denedim ve sonunda zihnim üzerinde hiçbir kontrolüm olmadığını öğrendim. İbadet edeceği tanrıları kişi seçmez, kişiyi seçen tanrılardır. Ve bu da ancak yaratılışta bir arada olduğumuz tanrılara en yakın olduğumuz anda olur. Ancak bu yanlarımın ulaşılmaz yanlar olduğunu hissediyorum. Başka hiçbir şey yapmayacağımı hissettiğim zamanlar var. Bir eser yaratmak çok sancılı bir süreç ve tüm yaptığım bunun üstesinden gelmeye çalışmak bu sancılı süreçten ötürü bütünü görme fırsatına sahip değilim.” (s.28)

“SD: Sartre korkakların -ki hepimiz korkağız- korku nedeniyle hissedilen bulantı deneyimini reddedenler olduklarını söyler. Ya risk alırsınız ya da almazsınız. D. H. Lawrence de bundan bahseder.
  LC: Sartre hiçbir zaman aklını kaçırmamıştır. Varlık olarak insanın mükemmel bir Talmudik açısını temsil eder. Sartre, Bertrand Russell gibi kafayı sıyırmamıştır. Kafayı sıyıran ve hayata dönen, saf delilikle tanışmış herkes, sarhoşluğu, halüsinasyonu, gezegenlerin ve kürelerin müziğini, sonsuz güç, hayat ve tanrı fikrini bilir; bunlar da kafanızı uçurmaya yeter de artar. Sartre hiçbir zaman kafasını uçurmamıştır. İnsanların günümüzde ilgilendiği, kafalarını nasıl uçuracaklarıdır ve bu nedenle benim gibi şizofrenlerin yazıları önemli olacaktır.” (s.29)

“Görkemli Kaybedenler’i İdra’da, kendimi bir kaybeden olarak gördüğüm zamanlarda yazdım. Yok olmuştum, hayatımı sevmiyordum. Ya sayfaları karanlıkla dolduracaktım ya da kendimi öldürecektim. Kitap bittikten sonra, on gün boyunca oruç tuttum ve kafayı sıyırdım. En vahşi yolculuğumdu. Bir hafta boyunca halüsinasyon gördüm. Beni İdra’da bir hastaneye yatırdılar. Bir öğleden sonra, gökyüzü leyleklerle simsiyah oldu. Leylekler, kiliselerin üzerine konmuşlar ve ertesi sabah doğru gitmişlerdi... Ve ben kendimi daha iyi hissediyordum. Daha sonra Nashville’e gitmeye ve şarkı sözü yazarı olmaya karar verdim.” (s.30)

“Sesim monoton ve biraz mızmız; dolayısıyla şarkılarım da kederli tonda. Ancak şarkılarımı neşeli bir şekilde söyleyebilirsiniz. Şarkılarımı seslendirdiğimde size melankolik gelmesinin sebebi tamamen biyolojik bir kaza.” (s.38)

“Freddy ve ben, Leonard’ı tanımaya ve onunla yakınlaşmaya başladık. Bu ikimize de doğal geliyordu. Bize dönüp söylediklerini asla unutmayacağım: Bakın, sizi seviyorum gençler, ama burada oturmuş konuşuyor olduğumuz için yakın arkadaş olduğumuz fikrine kapılmayın. Eski japonlar, bir araya geldiklerinde birbirlerinin önünde yarım saat eğilir, selamlama sözleri söyler ve yavaş yavaş yakınlaşırlarmış. Çünkü bir başkasının bilincine girerken dikkatlice davranmaları gerektiğini biliyorlarmış.” (s.41)

“Leonard her sabah saat 04:00’te kalkıyor; günü meditasyon yaparak ve çalışarak geçiriyordu. Bu deneyimin ona güç kattığını, bu gücün agresif ve fiziksel bir güç değil, doğrudan özüyle bağlantısından gelen bir güç olduğunu söyledi.” (s.42)

“Az param varken çok daha iyi yaşardım. Yaşantım daha lükstü ve tahmin edeceğin gibi bu durum biraz kafa karıştırıcı. Gelirim arttıkça yaşam standardım düştü. İnan bana paranın doğası bu. Para, bazı insanların yaşam standardını düşürür. Param yokken ben bir Yunan adasında, güzel ve büyük bir evde yaşıyordum. Her gün yüzüyor, yazıyor, çalışıyor, dünyanın farklı yerlerinden gelen insanlarla tanışıyor ve geziyordum. Yılda bin dolar harcıyordum. Simdi bunun çok daha fazlasını harcıyorum, ama kendimi otel odalarında, kötü bir havayı solurken ve hareket edemez halde buluyorum.” (s.43)

“Göründüğü kadar sağlıklı hissedip hissetmediğini merak ettim. Sorumu cevapladı: Sadece dönüyorum dostum. Sadece dönüyorum. Bazen yapmayı bilmediğim şeylerin ortasında... Sanki bu tur, günlük hayatımı düzene sokmaya çalışıyor. Ancak çoğu zaman darbelerin altında sendeliyorum. Bu darbelere kendim sebep oluyorum hiç şüphesiz. Herkesin kendi durumundan sorumlu olduğuna inanıyorum. Ancak burada kalmaya niyetim yok, buradan çıkmak için birçok program denedim; bunlar sonlandırdığım programlar, çünkü işe yaramıyorlar. Kendimi küçümsemekle ilgisi yok bunun. Olabildiğince doğru olmakla ilgisi var.” (s.44)

“Leonard’ın ihtiyaçlarının neler olduğuna dair ne düşündüğünü merak ettim ve bana şöyle yanıt verdi: Ölenin ardından yapılan İbranice ayindeki bir cümleyi çok severim: İhtiyaçlarımız o kadar çok ki, istemeye cesaret edemiyoruz. Peki neden istememeye cesaret ediyoruz? Hepimiz, rahatsızlığımıza dair tanımlamalarla meşgulüz ve bunun bir sonu yok. Sonu yok. Sizi ayağa da kaldırmıyor. Yanlış burada, tek yanlış bu. Sizi gitmek istediğiniz yere götürmüyor. Nokta.” (s.45)

“Kendim hakkında konuşmayı sevmeme nedenlerimden biri de budur, çünkü gerçekten ne düşündüğünü unutuyorsun. Duygularını tanımlarken hata yapmaya başlıyorsun.” (s.45)

“The Energy of Slaves adında bir kitap yazdım. Bu kitapta çektiğim acıları anlatıyorum. Bunu o kelimelerle söylemiyorum, çünkü o kelimeleri sevmiyorum. Kelimeler gerçek durumu temsil etmiyorlar. Şu anda bulunduğum durumu anlatabilmek için seksen şiir yazmam gerekti. Bu, beni kayıt tutma sorumluluğundan kurtardı.” (s.46)

“Leonard’ın kendisini oluşturan özü aradığını fark ediyorum. Bunu bir bilimkurgu öğesi olarak söylemiyorum. Demek istediğim; Leonard Cohen’de Leonard’ın sevmediği, hatta nefret ettiği kısımların olması. Bir keresinde ona kendisini sevip sevmediğini sormuştum. Bir an düşünmüş ve şöyle yanıt vermişti: Gerçek kendimi seviyorum.” (s.48)

“İçteki çatışmaları susturmak, ruhu özgür bırakır.” (s.48)

“PH: Ama hırsınız var, öyle değil mi?
  LC: Sahip olduğum tek hırs, canlı kalmak ve ruhumun ölmesine izin vermemek üzerine.” (s.57)

“Ona hayattan keyif alıp almadığını soruyorum. Gülerek, bilmiyorum diyor. Hayata böyle bakmıyorum. Etrafta keyif aramıyorum. Melankoli de aramıyorum. Bir planım yok. Arkeolojik bir kazı değilim.” (s.62)

“Konser bitiminde hoşça kalın demedi. Seyirciye söylediği son sözler şunlardı: Yıl boyunca bir odada yazdığım şarkıların sözlerini hatırladığınız ve bana eşlik ettiğiniz için teşekkür ederim.”  (s.74)

“Erdemlerden konuşamayız, sadece insanların bağ kurabileceği bazı ilişkileri yaratmak hakkında konuşabiliriz.” (s.77)

“İnsanlık, bir gündelik kahramanlar toplamıdır, en azından benim hissettiğim bu. Milyonlarca yüz ve kişilik var ve hepsi birlikte bir insanı oluşturuyor. Sonra her bir grup içerisinde, bazılarını lider, diğerlerini destekçi, bazılarını ünlü ve diğerlerini tanınmayan kişiler haline getiren bir değerler sistemi ortaya çıkıyor. Hepsi birer kahraman, ama kaderleri farklı.” (s.77)

“Günümüzde evlilik ruhun en sıcak sığınağı ama yalnızlıktan daha zor, kendileri üzerinde çalışmak isteyen insanlar için daha zorlayıcı. Çoğu zaman bir mazeretin olmadığı dayanılmaz bir durum.” (s.80)

“Hiçbir zaman yaptığım işe belli bir şekilde yaklaşmamı zorunlu kılan bir estetik anlayışım olmadı. Bu benim tarzım, çünkü bildiğim tek konuşma şekli. Samimiyet, planladığım ya da daha genel olarak çekingen veya objektif bir yaklaşımdan daha iyi olduğunu düşündüğüm bir şey değil. Her zaman objektif, net ve gerçekçi olduğumu düşündüm. Samimi olmak göreceli bir konu. İç dünyam yeterince samimi değil, içsel gerçeklikten hâlâ çok uzağım. Bunun da üzerinde çalışıyorum.” (s.84)

“Ufak bir köşem var benim. Şair, yazar veya söz yazarı olarak tanımlanmaktansa o köşenin sakini olarak tanımlanmak isterim.” (s.90)

“Sorunları konusunda biraz da olsa aydınlanma yaşamak için beni dinlemeye gelen insanlar var. Sanırım onların yaşadığı şeyi yazdığımı hissediyorlar. Ancak genelde onlara fazla yardım edemiyorum; kendi krizinin ortasında olan bir kişiye söyleyebileceğiniz fazla bir şey yoktur.” (s.94)

“Acı çekmekten kurtulmanın tek yolunun o bakış açısını bir şekilde eritmek ya da o düşünceye saldırmak olduğunu düşünüyorum.” (s.119)

“Ben’in heveslerinin yolundan çekildiği, dünyadan bir şeyin köklendiği veya şekillendiği ve ondan sonra geri verildiği zamanlar da olur. Süreci yenen ben ve kibirdir. Bir şair kendini önemli hissedemez, eğer hissederse hiçbir şey kazanamaz.” (s.120)

“Evet, dünyanın sözle yaratılması beni her zaman etkilemiştir. Benim dünyam bu şekilde yaratıldı. Sadece bir şeyin isimlenince gerçek olması... Birçok kişi bu fikri tartışır, çünkü bu, doğrudan algıyı kısıtlar. Her şey konuşmalardan ve fikirden geçer. Birçok kişi, nesnelerin ve doğanın sözlerle tanımlanmadan önce de bir gerçekliğe sahip olduğuna inanır. Biliyorum, bu çok eski kafalı bir fikir ve günümüzde popüler değil, ama sonsuzluk bilgisini içermesi için tasarlanmış bir konuşmanın beni her zaman büyülediğini söylemeliyim.” (s.141)

“Melekler hakkında çok şey okudum. Melek sözünü bir sevgi ifadesi olarak çok seviyorum: Sevgilim, sen bir meleksin. Birisinin size ışığı getirebilmesi ve sizin onu hissetmeniz, iyileşmiş ya da düzelmiş olduğunuzu gösterir. Ve bu, geçici bir hediyedir. Başkaları için hepimiz buyuz. Bazen öyleyiz, bazen değiliz.” (s.141)

“Zaman zaman olaylar küçük iradenin yok olacağı şekilde, kendi kendine düzenlenir ve bir başka gerçek tepkiyle iletişime geçinceye kadar bir tür sessizliğin içine atılırız. Bu durumu doğrulayabildiğimiz zaman dua ederiz. Çok nadir olur; bu nedenle bir tarafa daha yakın, çünkü dini bir hayat sürme veye azizler gibi yaşamaya dair bir iddiam yok. Bu, benim doğamda olan bir şey değil. Ben sokaklarda başka iradelerle uğraşıyorum. Ancak zaman zaman kendi küçük irademi  bulamadığım, hiçbir faaliyetin olmadığı noktaya geri savruluyorum ve daha sonra başka bir enerji kaynağı bulmak için tekrar çağırılıyorum.” (s.142)

“Pratik düşünceden başka düşünce şekli yok. Ruhsal olanı pratikten ayırmayı hiçbir zaman başaramadım. Ruh ya da ruhsallık adını verdiğimiz şey, aslında pratiğin en yoğun şeklidir. Bu kaynakları kendi içinizde bulmanız gerekiyor, aksi taktirde yaşanacak bir hayat ve hareket olmaz. Birçok kişinin bu kaynağı bulmak yolunda farklı yöntemleri var. Bazıları din veya dini uygulama adını verdiğimiz geleneksel yolları kullanır. Bu yolları kullanmaya ihtiyacı olmayan birçok kişi var, ancak bu, onların hayatlarının daha az ruhani olduğu anlamına gelmez. Tam tersine, hayatlarının daha ruhsal olduğu anlamına gelir. Onlar yaşayan ruhlardır. Ve mesafeler yoktur.” (s.145)

“Kalp, herkesin göğsünde olan karışık bir şiş kebaptır ve kimse onu evcilleştirip kontrol altına alamaz. İçerilerde bi yerde şefkatli, duygusal hayatlar yaşıyoruz ve bu, bizim için gerçekten de önemli.” (s.148)

“Yazmanın doğası, sıfır noktasına geri döndürülmektir. Sabah boş bir sayfaya bakarsınız, peki sonra? İnsanlarla ilişkilerimizi korumada da sıfır noktasını hiçbir zaman unutmayız, çünkü insan ilişkileri kırılgandır ve üzerinde bulundukları geçmiş bir anda yok olabilir. Bir arkadaşınızla birkaç kötü anınız olur ve tüm geçmişiniz uçup gider. Bu yüzden ilişkilerimizde dikkatli olmalı ve sürekli değerlendirmede bulunmalıyız. Her şeyin kolayca yıkıldığını ben bizzat tecrübe ettim. Aynı erdem gibi. Erdem üzerinde çalışabilirsiniz ve bu, bir tepenin üst noktasına ağır bir kaya atmaya benzer. Kayayı bir anda aşağı yuvarlayabilirsiniz, ama onu yeniden yukarı çıkarabilmek için çok çaba harcamanız gerekir.” (s.149)

“Her şeyin başka bir şeye dönüştüğünü hissediyorum. Sakinlik, kendimi sıklıkla içerisinde bulduğum bir hal değil. Geldiğindeyse bitene kadar içinde debelenirim. Muhteşem bir şey. Daha fazla olması gerekli. Ona ihtiyacınızın olup olmaması önemli değil. O gelir.” (s.159)

“Tüm acıların kaynağı, siz ve diğer her şey arasındaki ayrımdır. Bu ayrım hep kurgusaldır, ancak bu kurgu da her zaman çok güçlüdür. Bazen önünde diz çökersiniz. Kurgu olmasına rağmen tüm kurgular gibi o da çözülmelidir. Birçok mesafe çeşidi var. Bakış açısı için gereken bir mesafe vardır, ama aynı zamanda kendinizi, etrafınızdaki her şeyden tamamen ayrı hissettiğiniz kötü bir mesafe çeşidi de bulunur.” (s.159)

“JW: Aşk bir çeşit aldanma mı? Julian Barnes, diğer insanların durumumuzu heyecan verici ve göz yaşartıcı bulmasını aldanma olarak görür. Çok anlamlı.
  LC: Her şeyi bir aldanma olarak görüyorum. Aşk, gerçekliktir.” (s.159)

“Her birimiz gizemli bir tabiatla  çevrelendik, aşılandık ve onu anlamaya çalışıyoruz.” (s.161)

“Ben her zaman savunmasızlığın kıyısındayım, her ne kadar sevdiğim bir yer olmasa da. Diğer kıyıyı tercih ederim; her şeyin kontrolünüz altında olduğunu hissettiğiniz kıyıyı.” (s.165)

“Bence iki kürekle de kürek çekmeliyiz: Akıl ve duygularla.” (s.165)

“Hafıza, bir filmin müziği gibi. Sürekli çalmasını istemezsiniz, ama bazen eylemlerle etkileşime geçebileceği ve güçlü etkiler yaratabileceği durumlar vardır. Film müziğimizi yaşadıklarımıza düzgün bir şekilde uydurabilmemiz önemlidir.” (s.167)

“KM: Yaratıcılık, acıyı yatıştırmak üzere gelen bir dürtüyle mi ortaya çıkıyor?
  LC: Bu yıldızın kabuğunda yaşadığımız, fiziksel ve zihinsel ıstıraplardır. Bir keresinde bir öğretmen bana, yaşlandıkça yalnızlaşırsın ve ihtiyacın olan sevgi de o kadar derin olur, demişti. Yalnızlık, derin sevgi için bir iştah yaratır ve tüm acıları derinleştirir. Acı çekmenin bir sonucu olarak da sevme kapasiteniz artar.” (s.169)

“KM: Önemli bir başarı sizin için ne anlam ifade ediyor?
  LC: Tek bir başarı vardır: O da yazgınızı kabullenmektir.” (s.169)

“KM: Kendinizi en son ne zaman şaşırttınız?
  LC: Ruh halim önemli oranda değişti ve bu değişim için minnettarım. Mutlu olduğumu söyleyebildiğime şaşırıyorum.
  KM: Bunu nasıl başardınız?
  LC: Bakış açımı değiştirerek.” (s.171)

“Masum sevgi, henüz yenilgiye uğratılmamış sevgidir.” (s.184)

“EBH: Kaç kere âşık oldun? Hiç evlenmedin, ama iki çocuğun var.
  LC: Hep aşkla başladım ama insanlar beni vazgeçirdiler.
  EBH: Öyle söylemeye gerek var mıydı?
  LC: Ama başarısızdılar.
  EBH: Ama hiç evlenmedin.
  LC: Hayır. Hiçbir zaman âşık olmadım, dolayısıyla aşkı anlamadım. Eğer bana söylemeye çalıştıkları şeyi anlasaydım âşık olurdum, ama hepsi bunun yeterli olmadığını söyledi: Sonunda düşmem gerekti.
  EBH: Yani hiç olmadı mı?
  LC: Sonunda oldu... Âşık olmakla, hayatın yaşanılamayacak hale gelmesi, bir andan diğerine geçişin zorluğu, objenin onayı ve aşkı olmadan yaşama fikrine sahip olamayacağın kastediliyorsa, eğer âşık olmak buysa, bunun ne olduğunu biliyorum.
  EBH: Aşktan uzak kalmaya devam mı edeceksin?
  LC: O fena his gitti. Bir sürü antidepresan aldım, bir manastırda birkaç ay geçirdim ve sonunda gitti. 50 yaşına kadar hiç âşık olmamıştım.” (s.192)

“KM: Aşkın en büyük klişelerinden biri olan “Değerini anlamak için onu kaybetmeniz gerekir” fikrine inanıyor musunuz?
  LC: Bu, kesinlikle senaryolardan biri. Sürekli bunlarla uğraşırız. Aşkınızı kaybedersiniz, sonra kaybettiğiniz şeyin aslında istediğiniz şey olduğunu fark edersiniz, sonra kendinizi buna bağımlıymış gibi hissedersiniz, ki bu da onu geri alamamanıza neden olan şeydir. Ancak, kendimizi tamir edebilmemiz için bu mağlubiyet senaryolarıyla yaşamamamız gerekiyor. Sanırım deneyerek öğreniyoruz ve acı yeterince şiddetliyse oraya dönmekten kaçınıyoruz.” (s.199)

“KM: “Hayatta tek bir başarı vardır, bu da talihinizi kabullenmektir” demiştiniz. Bunu biraz açabilir misiniz?
  LC: Bu açıklamaları sevmiyorum, bana meseleyi aşırı basitleştirmek gibi geliyor. Tüm kutsal kitaplar kaderinizle mutlu olmanız gerektiğini söyler, ancak bunu başarmak gizemli ve zor bir görevdir. Acı çekmenin gizemini çözemem. Burada bahsettiğimiz çok özel bir acı çeşidi. Doğal afetlerin ya da savaşın getirdiği acılara benzemez. Bu şekilde acı çekiyor olduğumuz için çok şanslıyız bence, çünkü işkence görmüyoruz. Yine de kendimde ve arkadaşlarımda gözlemlediğim acı şekli, bir şaka değil. Kendilerini bu acıya sürükleyen dengesizlikleri ortadan kaldırmak amacıyla cesurca çabalayan kişiler gördüm. Şu anda bu konu hakkında, sıradan veya yüzeysel bir şekilde konuşmak istemiyorum.” (s.200)

“Ben Johnson’ın bir sözünü hatırlıyorum: “Tüm felsefi ve teolojik düşünceleri inceledim, ama neşelilik hali hep üstün geliyor.” Yaşlandıkça kaygıyı yaratan beyin hücrelerinin ölmeye başladığını okumuştum. Yani yaş geçtikçe her pazar kiliseye gitmeniz ve yoga yapmanız gerekmiyor, kendinizi zaten iyi hissetmeye başlıyorsunuz.” (s.207)

“Cohen’in evi sade ve temizdi, etrafta dağınıklık yoktu. Evi, amacına odaklanmış, kendini adamış bir zihnin yansımasıydı, diye anlatıyor Zollo. Cohen bana evin kendisine iyi şarkılar yazma olanağı sağlayacak şekilde düzenlendiğini anlattı. Her insan kadar bilge ama çoğu insandan daha komikti.” (s.214)

“LC: Hâlâ çalabileceğin zilleri çal, kusursuzluktan vazgeç. Her şeyde bir çatlak var, ışık böyle içeri girer.
  BG: Işık nedir?
  LC: Işık, her gün şafakla ortaya çıkan bir deneyim ve acılarımızla barışma kapasitemizdir. Hayatı yaşamanıza, ortak alanımız olan felaketler, acılar ve keşifleri sahiplenmemize olanak sağlayan anlayış, değer ve anlamın ötesindedir. Bu, ancak her şeyde bir çatlak olduğunun farkına varılmasıyla anlaşılır. Diğer bakış açıları telafi edilemez bir kasvete mahkûmdurlar.” (s.238)

“Çocuk sahibi olma fikrini sevmedim. Öncelikle, çocuklar sizi merkez sahneden kenara çeken tek varlıklardır. Sahnedeki bir şarkıcı olarak konuşmuyorum, hayatımızdan bahsediyorum. Kendinizi oyunun yıldızı olarak görmeyi bırakmanıza, kendinizi düşünmeyi bırakmanıza sebep olan tek şey onlardır. Çocukların temsil ettiği öncelik ve talepler kaçınılmazdır. Bu nedenle sevmedim. Hem de hiç sevmedim. Tabi ki çocukları, oyun oynamayı seviyorsunuz ama ben bunu sürdürme kısmına takıldım. Ancak onlar olduğu için mutluyum, çünkü en iyi arkadaşlarım onlar.” (s.255)

“İncil’e ilişkin bir tutkum yok ve yaşadığım hayat, kişiliğimin kontrolünün, niyetlerimin yönünün çok ötesinde. Yaşlandıkça kontrol ettiğinize inandığınız güçlerden daha büyük güçlere sahip olduğunuzu anlıyorsunuz. Canlandırdığınız rol her ne ise güçleniyor, kendi başına, kendi enerjisiyle çalışıyor. Dolayısıyla peygamberliğe de, peygamber olmayan birine de özenmiyorum. Enerji kendi alanımda neredeyse oraya gidiyorum.” (s.256)

“Hiç kimse, kültürümüzün merkezi mitinin cennet bahçesinden kovulmamız olduğuna inanmak istemiyor, ama bu dünya, bir düşüş alanı. Doğumdan ölüme düşeriz, hayalden başarısızlığa, sağlıktan hastalığa. Durum budur. Cennette değiliz. Kimse bunu kabul etmek istemiyor. Muhteşem bir black blues şarkısında şöyle der: Herkes gülmek ister, kimse ağlamak istemez. Herkes cennete gitmek ister, kimse ölmek istemez.

Ancak her şeyde bir çatlak var, çünkü çatlağın, başarısızlığın, ölümün dünyası bu. Başarısızlığı ve ölümü kabul etmediğimiz sürece mutsuz olacağız. Ölümü ne kadar kabul edersek o kadar mutlu oluruz. Başarısızlığı ne kadar kabul edersek o kadar başarılı oluruz.” (s.260)

“Rehberiniz, ruhani arkadaşınız, bazen anne, bazen abi, bazen çocuktur. Ruhani rehber, belli bir kişiliğe sahip değildir. Aslında, ruhani rehberin özü, size değişken bir benlik sunmaktır. İyi bir ruhani rehber hiçbir zaman hayatınızda kati bir yer tutmaz; başka ilişki olanaklarını da sunar.” (s.262)

“Mucize, onu beklediğiniz ve olup olmayacağının belli olmadığı gerçeğine yakalandığınız yerde, mucizenin diğer tarafına hareket etmektir. Mucizeyi beklediğiniz, bunun böyle olmayacağı, her şeyde bir çatlak olduğu, istediğimizi elde edemeyeceğimizi, beklememiz gerektiği fakat beklemekten özgür olduğunuz, beklemenin diğer tarafına geçmeniz gerektiği düşüncesini bir kez benimsediğinizde... o çılgınlığa ulaşmış olursunuz.” (s.283)

“Babam öldüğünde kütüphanesi bana kaldı. Babam bana The Romance of the King’s Army adında bir kitap verdi. Kitabın başındaki alıntı beni çarpmıştı: “Oğlum, dünyanın yönettiği bilgeliğin ne kadar az olduğunu görsen çok şaşırırsın.” Kendi dini bakışım, bu dünyanın, Tanrı olmadan yönetilen bu dünyanın, bir delilikler dünyası olduğuydu. Böyle bir kitabı sekiz yaşındaki bir çocuğa vermek, ona miras bırakılabilecek en güçlü mesaj. Babam bundan kısa süre sonra öldü. Ancak bu kitapla birlikte babam bana tüm dünyevi konumu hafife almış gibi göründü. Dünyada bilgeliğin olmadığı, dönecek yerinizin olmaması...” (s.301)

“Sağ kalmanın tek lokomotifi sevgidir. Hayatta kalmak için ne gerektiğini biliyorum. İnsanların hayatta kalmaları için neye ihtiyaçları olduğunu biliyorum. Yaşlandıkça bu pozisyonları almak konusunda kendimi daha az ılımlı hissediyorum. Çünkü İncil’i yazanların bizler olduğunu fark ettim. En iyi halimizde, İncil’e ait bir yerimiz var ve kendimizi, özürsüzce konumlandırmamız gereken yer de burası.” (s.301)

“Kendinden emin bir insan özel değildir. Büyük bir din, diğer dinleri olumlar. Büyük bir ulus, diğer ulusları olumlar. Büyük bir insan, diğer insanları olumlar, diğerlerinin varlıklarını geçerli kılar. Hissettiklerim bunlar.” (s.302)

“SLD: Peki ama neden manastıra gitmek istediniz? Sizin çektiğiniz acıları halihazırda birçok kişi yaşıyor.
  LC: Uzun süre önce bu manastırla karşılaştığım ve bu yaşamın tadına bakabildiğim için kendimi çok şanslı sayıyorum. Burada başka hiçbir yerde yaşamadığım bir deneyim yaşadım. Tertemizdi. Hiçbir dogmatik bilgi yoktu. Kimse bir şey söylemiyor, yönlendirmiyordu. Bunu kendi başınıza çözmeniz gerekiyordu. Bir rehber vardı sadece; rehber, daha önemlisi çok insani biri, bu soruları bilincin temel seviyesinde deneyimleyip çözümleyen yaşlı bir adam.
  SLD: Ama hiçbir zaman terapiye inanmadınız.
  LC: Hiçbir zaman inanmadım demiyorum. İçine girmek istemedim sadece... Mantığında bazı hatalar varmış gibi geldi. Şimdi terapistler: İnkar evresinde, bize geleceği zamanı geciktirmeye çalışıyor, diyeceklerdir.” (s.322)

“SLD: Aşkı hayatınızda ne şekilde deneyimlediniz?
  LC: Ah, muhteşem aşk... Muhteşem aşklara sahip oldum ama karşılığında muhteşem aşklar veremedim. Beni çok çok derinden seven insanlar oldu ve ben onların sevgilerine karşılık veremedim.
  SLD: Neden?
  LC: Çünkü masanın öbür ucuna uzanmamı engelleyen kurgusal bir ayrılığa takılmıştım. Yatağın öbür ucuna ulaşamıyordum. Bana sunulan şeye uzanıp dokunamıyordum. Sevgi, her yerde ve herkes tarafından sunuluyordu. Her zaman, her an sunuluyordu ama kurgusal bir bariyer, kurgusal bir hastalık yaratıp en çok istediğim şeyden kurgusal şekilde ayrılıyordum. Bu da, evde bir başımıza kalmak anlamına geliyor.” (s.323)

“SLD: Sizin için aşk nedir?
 LC: Aşk, erkek ve kadının gücünü kalbinizle birleştiren, erkek ve kadını somutlaştıran, cennet ve cehennemi somutlaştıran bir düşünce. Erkek ve kadının, özünüz olduğu zamandır. Diğer bir deyişle, kadınınız sizin özünüz olunca ve siz de onun özü olunca, bu aşktır. Anladığım kadarıyla aşk ve aşkın mekaniği budur.
  LC: Kadın sizi dolduran şey oluyor, siz de onu dolduran şey oluyorsunuz. Bu değişimin tam eşitliğini fark ediyorsunuz, çünkü eğer o sizden küçükse sizi dolduramaz ve siz ondan büyükseniz siz de onu dolduramazsınız. Dolayısıyla aşk, tam bir güç eşitliği yanında farklı güç çeşitleri, farklı büyü şekilleri, farklı hareket şekilleri olduğu anlayışıdır. Gece ve gündüz, güneş ve ay, deniz ve kara, artı ve eksi, cennet ve cehennemdir. Tüm bu zıtlıklardır. Ancak hepsi temelde eşittir. Yani bir kadın özünüz olmazsa içinizdeki her alanı dolduramaz. Kadının sizinle aynı evrensel alanı kapladığını ve sizin de onunla aynı evrensel alanı kapladığınızı anlamanız gerekir. Ancak o zaman bir değiş tokuş ve aşk olur.” (s.323)
  SLD: Bu ne anlama geliyor, kadının sizin özünüz olması?

“Önemli olan tek şeyin sevgiyi ifade edebilmek, saygı duymak, sevginizin öznesinin önünde diz çökebilmek ve onun da sizin önünüzde diz çökebilmesi olduğunu biliyorum. Bunu artık biliyorum. O zamanlar bilmiyordum.” (s.324)

“Söylemesi zor. Bir şeylerin, özellikle de mahvolmuş ilişkilerin değişip değişmeyeceğini bilmiyorum. Onları düzeltmek çok zor, ama evet bir şeyler değişiyor. Ama neyin değiştiğini ifade edemiyorum.” (s.325)

“Baldy Dağı’nda başıma gelen muhteşem şeylerden birinin, dini yatkınlığım olmadığını keşfetmem olduğunu söyleyebilirim. Yani dindar bir adam olmak için gereken yetenek bende yok.” (s.339)

“Roshi’nin sevdiği; olduğunuzu sandığınız kişi değil, gerçekten olduğunuz kişidir. O, bunu sever ve bu sevgi aracılığıyla yerini belirlemenize izin verir. En özverili sevgi şekli bu: Birinin sizi gerçekten olduğunuz halinizle sevmesi.” (s.340)

“SLD: Artık daha iyi bir sevgili misiniz?
  LC: Gidip gelen bir sevgiliyim. Artık din arayışında olmadığımı fark ettiğimde beni saran rahatlamadan dolayı çok müteşekkirim. Aradığım şeyi bulduğumdan değil; sadece arayışın kendisi çözüldü ve bununla birlikte bir rahatlama hissi geldi. Bu, hayal kırıklığına uğramıyor veya sinirlenmiyorum anlamına gelmiyor ama arka plan bir şekilde rahat artık. Bu durumdayken diğer insanları hissedebiliyorsunuz. Bu, derin bir ilişkinin başlangıcı olmalı: Başka birisinin açmazını hissetmek.” (s.341)

“Hayat, sizi ya hayata küstürecek ya da şanslıysanız kalbinizi açmanızı sağlayacak bir yenilgi deneyimi.” (s.341)

“Bir Zen sözü vardır: Bahçede açan nilüfer çiçeği ilk ateşte yok olur. Ateşte açan nilüfer çiçeği ise sonsuza dek var olur.” (s.342)

“SLD: Çektiğinizi sandığınız hastalık neydi?
  LC: Sanırım herkesin muzdarip olduğu bir hastalık: İstediğinizi elde edememek ve eğer elde ederseniz istediğiniz şeyin o olmadığını anlamak. Arzuladığınız şeyler sürekli sizden kaçar. Eğer bu bilgiyi benimseyebilirseniz kendinizi stres ve acıdan kurtarırsınız. Bu istekleri hepimizi besliyoruz: Başka bir hayat daha iyi olurdu, başka bir yol daha iyi olurdu, başka bir sevgili, başka bir iş daha iyi olurdu...” (s.343)

“Daha fazla olanağınız olduğunda derdiniz de artıyor mu bilmiyorum. Kimin daha çok üzüntü çektiğini ölçecek bir standardımız olduğunu sanmıyorum. Ancak herkesin bir yarım kalmışlık, anlaşılmamak, deneyimlememişlik hissi yaşadığını ve bunun da çoğunlukla kıtlık gibi doğal felaketleri çok yaşamadığımız Batı’da olduğunu kabul etmeliyiz. Dert, genelde kalp seviyesindedir. Sevgiyi yeterince hissetmiyoruz veya yeterince sevgimiz yok.” (s.344)

“Depresyonun sebebi anılar değildi. Hayatımda çok muhteşem kadınlar oldu. Aşkı bulamadığımdan, kabul edemediğimden de değildi, çünkü aşkın nasıl olduğunu bilmiyordum. Belki de Marianne’den ayrılmamın bu depresyonda bir rolü vardı. Depresif halimin nereden geldiğini hiçbir zaman bilmedim ama galiba kendimi izole etmemle bir ilgisi bulunuyordu. Hayata karşı bu tavrı takınmamı sağlayan, belirleyici mekanizma ve güç olmuştur. Bundan kaçınmaya, kaçmaya, anlamaya, bununla başa çıkmaya çalıştım. Bu da beni içkiye, uyuşturuculara ve Zen’e itti.” (s.361)

“Marianne’ye ilgi duymayan erkek yoktu. Bu güzelliğe, bu cömertliğe yaklaşmak istemeyen tek bir kişi olamazdı... Marianne tartışmasız, geleneksel bir Nordik güzelliğine sahipti. Aynı zamanda çok kibardı ve kendisi gibi güzel insanlar içinde en alçakgönüllü olanlardan biriydi. Ona belli bir uzaklıktan kırk ya da kırk beş yıl boyunca bakınca bu özelliklerin ne kadar nadir olduğunu görüyorum. Bir gün İdra’ya giden bir tekneyi yakalamamız gerekiyordu. Kalktık ve taksi tuttuk. Bunu hiç unutmuyorum. Marianne ile taksinim arka tarafında oturuyorduk, sigara yaktım ve düşündüm: Ben bir yetişkinim. Bu güzel kadınla birlikteyim ve cebimizde çok az paramız var. O duygular... Sanırım o günden sonra yüzlerce kere o duyguları yeniden oluşturmaya çalıştım ama olmadı. Sadece bir yetişkin olma duygusu, yanında olmaktan mutlu olduğunuz güzel biriyle dünyanın önünüzde olduğu duygusu. Vücudunuz bronzlaşmış ve tekneye bineceksiniz...” (s.384)

“Hayat; adil olabilmek, doğru şeyi yapmak için kendine saygını ve değerini korumak konusunda sürekli mücadele etmek demek.” (s.399)

“Her zaman ekmem gereken küçük bir bahçem olduğunu düşündüm. Hiçbir zaman büyük adamlardan biri olduğum fikrine kapılmadım. Yani önümdeki iş, alanın sadece küçük bir köşesini ekmekti ve bu konuda bir şeyler bildiğimi sanıyordum. Tek yapmam gereken, keyfine düşkünlük yapmadan kendini araştırmaktı. Rahatına düşkünlüğü hiç sevmedim. Hiç hissetmediğim saf yetenek gerçekten ilgi çekicidir, ama çok çalışma geleneği ile şekillenen yetenek bana hep daha ilgi çekici gelir. Bu da benim küçük köşemdi ve bildiğimi sandığım ya da öğrenmek istediğim şeyler hakkında yazmaya başladım.” (s.416)

“JG: Aşkın güçlendirici, yetki verici olduğunu düşünüyor musunuz?
 LC: Aşk; yenilgi, kabullenme ve sevinci deneyimlediğiniz şiddetli bir duygu. Bu konuda sabit bir fikre sahip olmak, size kesinlike acı getirecektir. Kolay olacağına dair bir düşünceniz varsa hayal kırıklığına uğrayacaksınız. Cehennem gibi olacağını düşünüyorsanız şaşırabilirsiniz.” (s.418)

14 Kas 2020

Patanjali - Yoga Sutraları


 “Yoga, birlik demektir. Peki neyle neyin birliğidir bu? Ben ile senin, ben ile çevrenin, ben ile doğanın birliğidir. Bu bir çözülme, “ben”liğin erimesi ve her şeyle bütün olma halidir. Kişi bir süre sonra bu birliğin, kendi özüyle evrensel özün birliği olduğunu hisseder.” (s.21)

“Yogada, Atman diye bir kavram vardır. Atman kavramıyla kişinin tanrısal özü, bireysel ruhu kastedilmektedir.” (s.21)

“Yoga, zihindeki tüm dalgaların geri çekilmesi halidir.” (s.22)

“Chitta, zihnin katmanlarını ifade eder; duygular, düşünceler, bilinç, bilinçaltı, ego, gündelik zihin gibi tüm katmanlar, bu sözcükle anlatılır. Sutra, varoluşun görünmeyen ama tüm yaşamı yöneten bu muhteşem alanını yani zihni aşmaktan söz eder. Bir şeyi aşabilmek için, onu çok iyi bilmek ve tanımak gerekir. Kişi avucunun içini bilir gibi zihnin ne olduğunu ve onun tüm işleyişini öğrenmelidir.” (s.22)

“Zihin eğitilmezse, dış dünyanın karmaşa ve kaosundan dolayı acı çeker. Ama eğer eğitilirse, kaynaklandığı ruhun ışığını ve ihtişamını yansıtarak sonsuz huzur ve mutluluğu yakalayabilir.” (s.23)

“Patanjali, yoga yolunda ilerlemek için gündelik zihnin ötesini işaret eder ve Osho da bu konuda şöyle söyler: Gören gözlerimizden başka gözler de vardır. Ve ben, o gözlerle gördüm seni. Duyan kulaklarımızdan başka kulaklar da vardır. Ve ben, o kulaklarla duydum seni. Sana dokundum, bedenle değil, kalple… Varoluş duyuların ötesindedir. Sınırsız, başlangıçsız ve sonsuzdur. Başlamanı istediğim yolculuk, budur.” (s.23)

“Duygu ve düşüncelerin karmaşası, dalgalara ve fırtınaya benzetilebilir. Sular dalgalıyken ve fırtına varken görülen sadece yüzeydir. Denizin suları durup dinginleştiğinde dibi görünür. Zihnin hiç bitmeyen çırpınışları durduğu zaman da, kişi kendi özünü görür hale gelir.” (s.24)

“Kişi kendisini zihindeki dalgalarla kimliklendirdiği zaman “ben üzgünüm”, “ben mutluyum”, “ben zenginim”, “ben çirkinim” gibi duygu ve düşünceler ortaya çıkar. Oysa bunlar gelip geçici durumlardır.

Bazen de insan kendisini yaşamda üstlendiği rollerle kimliklendirir: “ben sanatçıyım”, “ben yöneticiyim”gibi. Bu roller de aslında hep geçicidir. Böyle olunca kişi gerçek olanın arayışına gireceğine, görüntüler dünyasının gelip geçiciliğinde savrulur gider.

17. yy’da Decartes, “Düşünüyorum, öyleyse varım.” Derken düşünmeyi yüceltiyor ve insanın düşünme gücü ve yeteneği nedeniyle hayvana göre üstünlüğünü vurguluyordu. Oysa binlerce yıl önce Patanjali, insanın düşünmenin de ötesine geçebileceğini ve böylece kendi özüyle yani tanrısal kimliğiyle buluşabileceğini vurgulamıştır.” (s.24)

“İnsana bazen zevk bazen acı veren beş türlü zihinsel durum vardır. Zihnin bu beş durumu şunlardır: Doğru bilgi, yanlış bilgi, kuruntu, uyku hali ve bellek…

Yukarıdaki beş çeşit durum, zihnin dalgalanmalarının, değişimlerinin sınıflandırılmış biçimleridir. Zihnin varlığı sadece bu durumlarla kendisini gösterir. Chitta vrtti nirodhah haline ulaşmak için, zihnin bu durumlarını fark etmek önemlidir. Çünkü farkındalık zihnin yapısını anlamanın ilk adımıdır.” (s.26)

“Gerçek, kişiden kişiye göre ve hatta aynı kişide zaman içinde bile değişiklik gösterebilir. Böylesine değişken ve farklılıklar gösteren bilgiye evrensel açıdan “yanlış bilgi” denir.

Bir sicimi ışık oyunu yüzünden yılan zannetmek, çölde serap görmek, mevki yüzünden kendini üstün zannetmek bunun örneklerindendir. Eksik, yanlış bilgi ve yanlış anlaşılma yüzünden gerçekler bambaşka görünebilir ve insan yaşamını yönlendirebilir.” (s.28)

“Deneyimlenen şeyler silinmez, bellekte depolanır ve bunların ortaya çıkması zihni dalgalandırır.” (s.32)

“Arzuların geri çekilmesi, onlardan vazgeçerek bağımsız olabilmek için, düzenli çalışmak gerekir.” (s.32)

“Kişinin bitmek bilmeyen istekleri ve “olmazsa olmaz” sandığı bağlardan kurtulması bu konuda devamlı çalışması ile mümkün olabilir. Yogaya göre bir insanın ne kadar çok arzusu, ne kadar çok bağlılığı ve bağımlılığı varsa, zihni de o kadar karmaşık ve huzursuzdur. Bitmek bilmeyen istekler kişilerin bütün huzurunu kaçırır. Kişi, isteklerinin peşinden koşarken aklı karışır, dengesi bozulur. Kıskançlık, hırs, öfke, gurur gibi duygular hep istekler nedeniyle ortaya çıkan zayıflıklardır.

Dünyasal yaşamda arzuların bitmesi ihtimali yoktur. Onlar gerçekleştikçe de yenileri ortaya çıkar. Derler ki arzuların doyurulması tuzlu su içerek susuzluğun giderilmesine benzer.” (s.32)

“Arzuları dizginlemek, onlardan özgürleşmek yani vairagya, yogada ilerlemekle kendiliğinden gerçekleşir. Çünkü aslında vazgeçmek, vazgeçilen şeyin yerine daha değerli başka bir şeyi tercih etmek demektir.

Yoga, kişiyi yüksek ideallere bağlar. Kişi yoga yoluyla huzuru arttıkça, mutluluğu çoğaldıkça, bu huzur ve mutluluğun dışarıdaki dünya nimetleriyle pek de ilişkisi olmadığını anlamaya başlar. Tüm yoga türlerinde vazgeçmek ve dış dünyanın sunduğu gelip geçici hallerin biraz ötesinde durmak, en önemli adımlardan biridir.

Arzuların tutsaklığından ve bağlılıkların zincirinden kurtulabilmek devamlı bir farkındalık, sürekli bunlar üzerinde çalışma yani abhyasa ve öz disiplin gerektirir.

Kişi, şeylerin değişken ve geçici doğasının farkına vararak gerçeği ve değişenin ötesindeki sonsuzluğu aramalıdır. Spiritüel büyümenin başka yolu yoktur.” (s.33)

“Maya (illüzyon dünyası) çok güçlüdür. Fırtınanın gemiyi alt üst etmesi gibi, arzular ve tutkular da kişiyi allak bullak eder. Bu nedenle huzurlu olmak, zihnin dalgalanmasını durdurup sakinliğe ulaşmak için, kişinin düzenli ve devamlı çalışması şarttır.” (s.34)

“Kişi, yoga yolunca ne kadar uzun zaman çalışırsa o kadar çok deneyim kazanır. Yoga, sadece teorik bilgilerden ibaret bir felsefe sistemi değildir. Teori, mutlaka uygulamayı gerektirir. Herkes, kendi çalışmalarıyla öz deneyim elde eder. Her bir uygulama kişiye farklı bilgiler katabilir. Bu bakımdan kişinin kendi yaşı değil, yoga yaşı önemlidir.” (s.35)

“Yoga, kişiyi düzene sokan, dengeleyen, güçlendiren bir çalışmadır. Bu sayede hayatta gerekli olan başarı, güç, denge, enerji, neşe gibi şeyler kolaylıkla elde edilir.” (s.35)

“Yoga çalışmaları, kişinin zihninde bir memnuniyet ve doyumluluk duygusu yaratır. Doyumlu olmak her şeyi çözer. Doyumlu olmak, ihtiyacı olmamaktır. Her şeye zaten sahip olduğunu bilmektir.

Bağımlılıktan kurtulmak demek onunla ilişkiyi her düzeyde kesmek demektir. Bir örnek verelim: Sigarayı bırakmış iki kişi düşünelim. Bu kişilerden biri çevrede sigara içilirken fena halde rahatsızken, diğeri ortamda sigara içildiğini bile fark etmiyor olsun. Bu durumda birinci kişi sigarayı bırakmıştır ama bağımlılığı devam etmektedir. Tıpkı Cemal Süreya’nın söylediği gibi: “Eskiden sigara içmekti ilk işim. Şimdi içmemek.” Diğeri ise sigarayı hayatından ve zihninden silip atmıştır.” (s.37)

“Tüm yoga türlerinde, özellikle Karma yoga ve Bhakti yogada egonun törpülenmesi, inceltilmesi ve sonunda kişinin benlik duygusundan kurtulması anlatılır. Amaç “bir, tek olmak”tır. Yani artık yaşamındaki tüm olaylar ve durumlar karşısında yorumsuzca bir kabulleniş vardır: Sorgulama, irdeleme, yorumlama ihtiyacı geride kalmıştır.

Bu tür bir kabulleniş neye yol açar? Karmaları yok etmeye, yani karma yaratmamaya yol açar. Bir eylemin karma yaratması için ardında çıkar içeren bir niyet olması gerekir. Bu da egodan kaynaklanır. Ve bir eylemin sonucunun geri dönmesi için, geri döneceği bir benliğe ihtiyaç vardır. Eylemi de karmayı da yaratan benlik duygusudur. Ben duygusu yok olunca, benlik kaybolunca, karma da yok olur.” (s.51)

“Gün boyunca duygu ve düşüncelerin takip edilmesi bir anlamda meditasyon sayılır. Duygu ve düşünceler, davranışları oluşturur. Bu nedenle onları düzenlemek ve olumluya çevirmek çok önemlidir. Ancak bu, her zaman çok kolay olmayabilir. Toplumsal değer yargılarının ve kalıplaşmış düşünce formlarının bilincine varıp, onları aşmak çaba gerektirir.” (s.63)

“Duyusal deneyimlere derinlemesine konsantre olmak, kişiyi daha yüksek idrak bölgelerine götürür. Bu da zihnin güçlü ve sağlam olmasını sağlar.” (s.65)

“Upanişadlara göre, zihnin ve idrakin kaynağı kalptir. Saf zekanın yerleştiği yer de kalbin lotusudur. Işık olarak parlayan kalbin lotusuna meditasyon yapmak zihni sakinleştirir.” (s.66)

“Dalai Lama’yı ziyaret etmiş bir yogi, sürgünde yaşamakta olan büyük ustaya işgali, Budizm’e karşı olan düşmanlığı ve savaşı sorduğunda, Dalai Lama’nın gülümseyerek “Bu da geçer” dediğini anlatır. Bu kadar zor koşullardayken bile böylesine ferah, endişesiz, huzurla dolu bir kalbe ve zihne odaklanmak, onu anlamaya çalışmak kişinin de zihnini sakinleştirecektir.” (s.67)

“Meditasyon yoluyla zihin öyle sağlamlaşır ki, en küçüğünden en büyüğüne her konuya kolaylıkla odaklanabilir hale gelir. Tek noktaya odaklanmış zihinle o objenin tüm bilgisi elde edilir. Bu durum, tam bir düşünce kontrolüne ve samadhiye yol açar.

Devamlı yapılan bu çalışmalarla bir yandan felsefenin derinliklerine inilirken bir yandan da sağlıklı ve neşeli bir zihinsel yapı kazanılır. Konsantrasyon duyguları serinletir ve sakinleştirirken, düşünceleri de saflaştırır ve temizler. Bu nedenle hem spiritüel hem de dünyasal başarı kendiliğinden gerçekleşir.” (s.70)

“Patanjali, insanın acı çekmesine sebep olan durumları beş bölümde sınıflandırmış.

Avidya – Cehalet: Kişinin yaşamla ve kendisiyle ilgili bilgisizliği.

Asmita – Ego: Bilgisizlik nedeniyle, kişinin kendisini yanlış kimliklendirmesi.

Ragah – Sevilen şeylere bağlılık: Kişinin onu mutlu eden şeylere bağlanması.

Dvesha – İstenmeyen şeylerden kaçınma: Kişi istemediği şeylerden kaçtıkça, acı çeker.

Abhinivesah – Ölüm korkusu ve hayata tutunma.” (s.88)

“Yoga, “Eğer acı varsa, orada cehalet vardır bilgisini kazandırır. Çünkü yogaya göre mutluluk, insanın doğasıdır. Buna engel olan durumlar cehaletten kaynaklanır. Cehalet de bilgi edinmek ve çalışarak o bilgileri hayata geçirmek yoluyla yok edilebilir.” (s.88)

“Mutluluk veren şeyler, o kişiyi kendisine bağlar. Kişi bir şeyden zevk aldığı, mutlu olduğu zaman tekrar tekrar bunu yaşamak ister. Her deneyimde daha önce aldığı tadı yeniden almak ister. Bu nedenle zamanla haz nesnesinin dozu artar.

Örneğin uyuşturucu bağımlıları giderek daha fazla doz alır. İş adamları işlerini büyütmek, diktatörler egemenlik alanlarını daha da genişletmek isterler. Ayrıca zevk alınan, mutlu olunan şey ya da kişiden ayrı kalmak düşüncesi bile insanları mutsuz eder. Kısacası bir bakarsınız dünyasal zevkler acıya ve mutsuzluğa dönüşüvermiş.

Kişi mutluluğu dışarıda aradıkça kendi özünden uzaklaşır. Bu “ragah”dır. Ragah, mutluluk verici şeylere bağlanmak, sonra bu yüzden acı çekmektir. Bu sutra, mutluluk veren şeylerden uzak durmaya çalışmayı değil, onlara bağımlı olmamak gerektiğini anlatmaktadır. Sorun mutluluğun kendisi değil, mutluluk veren şeylere bağlanmaktır.” (s.92)

“Kleshalar nedeniyle ortaya çıkan karmalar, tekrar dünyaya gelindiğinde nasıl bir formda gelineceğini, bu yaşamın süresini ve yaşanacak deneyimleri belirler. Burada, yeniden doğuş ve karma felsefeleri birleştiriliyor. Bir kişinin tekrar beden aldığında ille de insan formunda olması gerekmez. Yaratılan karmalara göre farklı formlarda dünyaya gelmek mümkündür.

Yaşam prensibi, beden aracılığıyla hayatı deneyimler. Bu nedenle gerekli olan deneyime en uygun araç ne ise, onu tercih etmek doğaldır. Tilki formu kurnazlığı, aslan formu gücü, köpek formu ise sadakati deneyimlemek için daha elverişli bir beden alma fırsatı sunabilir.

Yaşam süresi ve bu yaşamdaki sınavları da yine karma belirler. Karmadan kaçma ihtimali yoktur. Kişi mağarada, tek başına bile yaşasa iyi karma da kötü karma da yine gelip onu bulur.

Şans ya da şanssızlık dediğimiz her şey karmanın ta kendisidir. Spiritüel bilgi, bu yüzden çok önemlidir. Avidyanın yani cehaletin tüm acıların kaynağı olduğu belirtilmişti. Yaşamın sunduğu deneyimler karşısında bilgiyle, bilgelikle durmak gerekir. Hayatın devamlılığı bilgisi, kişiyi bu yaşamda iyi tohumlar ekmek konusunda yönlendirir.” (s.99)

“Huzur ve mutluluk eğer dış dünyanın sunduklarından kaynaklanıyorsa bunlara temkinle bakmak gerekir. Dünyada değişmeyen, bozulmayan, ölmeyen hiçbir şey yoktur. Bu, doğanın kendi öz yapısı gereğidir. Bu sutrada, yaşamın süreksizliği ve değişimi nedeniyle ortaya çıkan acı ve mutsuzluk anlatılıyor. Ev, aile, servet, dostluklar ve arkadaşlıklar, meslek, ünvan, sağlık, güzellik, gençlik, evlilik, çocuklarla olan ilişki... Her şey mutlaka ya biçim değiştirir ya da bir şeyler yok olur. Geçmişte yaşanan güzel anılar artık masal gibidir. Bu, insanda hüzün yaratır. Gelecek tamamen belirsizdir. Bu da kişide güvensizlik ve kaygıya yol açar. Dış dünya üzerimizde etkisini sürdürdüğü sürece bunlarda kurtulmak mümkün olabilir mi? Acıların ötesini, hiç bozulmayanı, değişmeyeni ve sonsuz olanı bulabilir miyiz?

Yoga ne diyor? Yoga, bize yaşamın sunduğu zevk ve mutluluğu yaşamayın demiyor. Aksine yaşayın, hem de en kaliteli şekilde yaşayın ki iyi karma yaratın diyor. Ustalık, bağlanmamakta. Unutmamak gerekir ki, bedenimiz de dahil her şey gelip geçici. Bu nedenle gelen acılara da zevklere de bağlanmamak gerekir.” (s.102)

“Henüz yaşanmamış olan acıdan kaçılabilir. Yaşanmakta olan karmalar için bir şey yapılamaz. Bunlar yaşanacaktır. Ok yaydan çıkmış ve karma, kişiye ulaşmıştır. Fakat bu karmalar yaşanırken sakin, akışa uyumlu, adil ve korkusuzca yaşanırsa, gelecek için bu karmayla gelen acılar yok edilebilir. Bu satranç oyuncusu gibi usta hamlelerle hem şimdi hem gelecek istendiği gibi yaratılabilir.” (s.103)

“Doğada tesadüf yoktur. Herkes, ihtiyacına uygun olan hayatı yaşar. Tabiat, bir ana gibi evlatlarının olgunlaşması için onlara deneyimler sunar. Sonra da çocuklarının kendisinden bağımsız, özgür bireyler olmalarını ister. Zamanla herkes kendi hayatından dersler çıkarır ve bu dersler aracılığıyla olgunlaşarak gelişir. Hayatı acısıyla tatlısıyla yeterince deneyimleyen kişi, sonunda doyum noktasına gelir ve gerçeğin peşine düşer.” (s.107)

“Yoga yoluna girmiş bir kişi yaşamını her şeyiyle yeniden inşa eder. Olumsuz her ne varsa bunları hemen fark edip, onların yerine olumlularını koyar. Olumsuzluklardan kurtulmanın yolu budur. Bir yogi kusur bulmaz, ayıplamaz, şikayet etmez, reddetmez, ısrar etmez, küçük görmez. O her zaman olumludur, kabulleniş içindedir, hem kendisi hem de başkaları için elinden gelenin en iyisini yapar.” (s.122)

“Zarar verme eylemi ister hırs, ister öfke, ister bilgisizlik nedeniyle olsun; kişi ister kendisi yapsın, ister başkasına yaptırsın veya yapılmasına göz yumsun; bu yapılan kötülük ister küçük, ister orta, ister büyük bir kötülük olsun; her durumda yapılan kötülük, kişiye acı ve ıstırap olarak geri döner. Bundan kaçınmanın yolu, kötülüğü tersine çevirip iyiliğe dönüştürmeyi alışkanlık haline getirmektir. Burada da önceki sutrada olduğu gibi yine pratipaksha bahavanam, yani tam tersine çevirmek konusu ele alınıyor. Yama ve niyama kurallarından kaçmanın imkanı yoktur. Yanlışa hiç bulaşmamak gerekir. Aksi halde yaratılan olumsuz karma gelir kişiyi bulur. Mağaraya, inzivaya bile çekilse yine karma gelir, kişiyi bulur. İyilik yapmak, iyi karma yaratmak yoga yolunu açar, temizler. Bu nedenle yanlış, mutlaka doğru olanla yer değiştirmelidir.” (s.123)

“Zarar vermemek ilkesine sıkıca bağlanan bir kişinin huzurunda düşmanlıklar yok olur. Bu sutrada ahimsanın gücü anlatılıyor. Ahimsa, yama-niyama kuralları içinde en önemlisidir. Birisine sözle, düşünceyle ya da eylem yoluyla bir zarar verildiğinde yaratılan enerjinin etkisi aynen geri döner. Bu, kimsenin değiştirmeye gücünün yetmediği bir yasadır.” (s.124)

“Kişi, ahimsa ilkesini sıkıca uyguladığı zaman onun önünde en vahşi hayvanlar bile uysallaşır, yaratılan barış ve güven ortamında bir kaplanla bir kuzu dostça birlikte olabilir diyor sutra. Çünkü ahimsa kuralına uyulduğu zaman, sevgi ve şefkat kendiliğinden oluşur.” (s.125)

“Bir yogi evrenin kendisine sunduklarıyla yetinir. Çünkü onlarla mutludur. Gözü dışarıda değildir. Dış dünyanın parıltısı, onun iştahını etkilemez. O, kendisini sahip olduklarıyla ifade etmez, sade, hafif, güvenli ve rahattır. İnsan böyle bir doygunluk düzeyine geldi mi, zaten doğadaki tüm zenginlikler kendiliğinden ona akar.” (s.127)

“Kişi temizlenip saflaştıkça, bu temizliği korumak ister ve başkalarıyla temas etmekten kaçınır hale gelir. Burada Patanjali, nyama kurallarını anlatmaya başlar. Nyama kurallarıyla kişi zaman içinde hem fiziksel olarak hem de zihinsel olarak değişir, temizlenir, arınır. Bu arınma ve saflaşma kişide duyarlılığın artmasına yol açar. Kişi kazandığı bu arınmadan memnundur. Çünkü hem zihni parlamış, yani algısı ve belleği güçlenmiş, hem de bedeni daha çevik, hafif ve rahat hale gelmiştir. Fakat bu arada dünyanın ve başka insanların kirinden, pasından da daha fazla etkilenir hale gelmiştir. Özdemir Asaf şöyle söyler: Bütün renkler aynı hızla kirleniyordu, birinciliği beyaza verdiler.

Yogi, bu saflaşmayı korumak ister ve zaten buna mecburdur. Bu nedenle de temas ettiği her şeyi dikkatli seçer ve zorunlu olarak kendi köşesine çekilir. Yoga yolculuğunun kaderi, bir anlamda zaten yalnızlıktır. İnsanın, kendisini araması ancak kendisiyle gerçekleşecek bir serüvendir çünkü.” (s.131)

“Öz disiplin yani tapas yoluyla bedende ve duyularda bulunan toksinlerden kurtulunur. Bu da kişiye sağlamlık ve mistik güçler kazandırır. Bedeni ve duyu organlarını temizlemek, saflaştırmak için tapas yani öz disiplin uygulanır. Kişi zaaflarını, zayıflıklarını, düşkünlüklerini yok etmek için disiplin uygulamak zorundadır. Disiplin olmadan kişinin temizlenmesi ve saflaşması mümkün değildir. Bu yolda yapılan çalışmalara tapas denir.

Tapas, yakmak demektir. Altın elde etmek için maden, ateşe konur. Özündeki altın cevherine böylelikle ulaşılır. Öz disiplin de kişinin içindeki bedensel ve zihinsel her türlü toksini yakarak, saflaştırır ve temizler. Temizlik olmadan, kişi saflaşmadan, yolunun açılması mümkün değildir.” (s.134)

“Budizm ve Vedanta felsefesine göre hiçbir şey gerçek değildir. Şeyleri, zihin var eder. Her şey hayal ya da rüyadır. Yoganın doğduğu Samkhya felsefesine göre ise dünya ve görünen her şey gerçektir. Yoga, her şeyin özünün her zaman var olduğunu açıklar.” (s.166)

“Dönüşüm, her türün kendi özelliğine bağlı olarak farklı bir akış içinde gerçekleşir. Doğada her düzeyde dönüşüm kuralı geçerlidir. Somut, soyut her türlü varoluşu kapsayan bu dönüşüm, türlerin yapılarına göre bir dizi değişimle gerçekleşir. Değişim tohumdan çiçeğe kadar bir sırayla oluşur ve bir gün çiçek de bozularak yeniden tohum olur ve toprağa karışır. Spiritüel olarak gelişmiş yogiler, bu dönüşüm ve değişim nedeniyle hiçbir şeyin kalıcı olmadığını ve bu yüzden tüm bağlılıkları terk etmek gerektiğini bilirler.” (s.167)

“Bazıları çok özel yetenekler ve güçlerle doğarlar. Bunun örneklerine çok kişi tanık olmuştur. Bu, bir filmin devamı gibi kişinin önceki yaşamlarındaki çaba ve çalışmalarının, şimdiki yaşamda devam etmesidir. Mozart’ın daha dört yaşındayken müzikte gösterdiği deha ancak böyle açıklanabilir.” (s.213)

“Dönüşümünü tamamlamış bir zihinle “bir olmanın” gerçekliği idrak edildiği zaman, dış dünyadaki her şeyin özünün aynı olduğu anlaşılır. Zihin düzeyinde yaşadıkça dünyayı çoklu görmek, kendisini ve dünyayı farklı şeyler sanmak kaçınılmazdır. Yaratılan dünyanın, insanın kendi zihninin eseri olduğu ve bunun da asıl gerçeği anlatmadığı fark edilmelidir. Dualite budur ve onun aşılması, zihnin aşılması demektir. Aslında farklı görüntülerle ortaya çıkan dış dünyanın gerçek özü, tek ve ayndıır.” (s.226)

“Kişinin zihni kendi dünyası ve bedeni kadardır. Bir örümceğin kendi yaptığı ağın içinde yaşaması gibi, kişiler de kendi zihin ağları içinde yaşarlar ve algıları da o kadardır. İnsan ne kadar kendi egosuna dönük yaşarsa, dünyası da o kadar dar kalır. Ancak algı açıldıkça ego daralır ve dünya genişler.” (s.230)

“Klesha sözcüğü, kişiye acı veren düşünce biçimlerinin genel adıdır. Kitabın ikinci bölümünde acı yaratan, yani kleshaları ortaya çıkaran durumlar tek tek incelenmişti. Bunlar; bağlılıklar, ego ve ölüm korkusu nedeniyle varlığını sürdüren ve tamamen bilgisizlikten kaynaklanan durumlardı. Acıların gelip geçici olduğu ve cehalet nedeniyle ortaya çıktıkları fark edildiğinde ise, kleshaların gücünün kaybolacağı belirtilmişti.” (s.240)

“Zaman, sonsuzca değişimi ve mekan, sonsuzca ayrılığı anlatır.” Sri Yukteswar (s.245)