tag:blogger.com,1999:blog-48921782036823109222024-03-26T23:36:16.266-07:00Elif'in KütüphanesindenElif'in Kütüphanesindenhttp://www.blogger.com/profile/14743964696642420466noreply@blogger.comBlogger678125tag:blogger.com,1999:blog-4892178203682310922.post-52856565728217119012023-09-03T03:19:00.001-07:002023-09-03T03:19:20.181-07:00Irvin D. Yalom - Bugünü Yaşama Arzusu<p></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEitHW2mHsrelOI9NA4L3FKQJtgZvpma0yNvi_J2SpzMV46r1nzEGUk_S6sGetfrUhcOO-qFjyyEBOm0ruFPim8D1o9UHa1DW1TUyEUgEmvIpzolhKpEe5XPTToekJc1z_q-V_jRxa6Dgw9ftS3_61nlaiVNSbt0Y6LDAxm4nTs82D9f70NEJRjqXTW3NBU/s235/indir.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="235" data-original-width="214" height="235" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEitHW2mHsrelOI9NA4L3FKQJtgZvpma0yNvi_J2SpzMV46r1nzEGUk_S6sGetfrUhcOO-qFjyyEBOm0ruFPim8D1o9UHa1DW1TUyEUgEmvIpzolhKpEe5XPTToekJc1z_q-V_jRxa6Dgw9ftS3_61nlaiVNSbt0Y6LDAxm4nTs82D9f70NEJRjqXTW3NBU/s1600/indir.jpg" width="214" /></a></div>“Aldığımız her nefes bizi sürekli etkisi altında
olduğumuz ölüme doğru çeker… Nihai olarak zafer, ölümün olacaktır çünkü doğumla
birlikte ölüm zaten bizim kaderimiz olmuştur ve avını yutmadan önce onunla
yalnızca kısa bir süre için oynar. Bununla birlikte, hayatımıza olabildiğince
uzun bir süre için büyük bir ilgi ve özenle devam ederiz, tıpkı sonunda
patlayacağından emin olsak da olabildiğince uzun ve büyük bir sabun köpüğü
üflememiz gibi.” <a name="_Hlk144543032">Schopenhauer
</a>(s.9)<p></p><p class="MsoNoSpacing"><o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Hiçbir parçamız yaşlanmanın kaderinden kaçamıyor.”
(s.10)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Dünyaya bakış açımızın sağlam temelleri, derinliği veya
sığlığı çocukluk yıllarında oluşur. Bu görüş daha sonra özenle düzeltilir ve
mükemmel hale getirilir ama öz değişmeden kalır.” Schopenhauer (s.55)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“En büyük bilgelik şu andan zevk almayı hayatın en büyük
amacı kılmaktır çünkü tek gerçek budur, başka her şey düşünce oyunudur. Ama
bunun en büyük budalalığımız olduğunu da söyleyebiliriz çünkü yalnızca kısa bir
süre için var olan ve bir rüya gibi kaybolan içinde bulunduğumuz bu an asla
ciddi bir çabaya değmez.” Schopenhauer (s.92)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Krallar taçlarını ve asalarını geride bıraktılar,
kahramanlar da silahlarını. Ama aralarındaki, görkemlilikleri dışlarına taşan,
bunu da dışarıdaki şeylerden almayan büyük insanlar, büyüklüklerini yanlarında
götürürler.” Schopenhauer (s.108)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“İnsanların çoğu hayatlarının sonunda geriye dönüp
baktıklarında geçici, muvakkaten yaşadıklarını görürler. Takdir etmeden ve zevk
almadan yanlarından geçip giden şeyin aslında hayatları olduğunu gördüklerinde
şaşırırlar. Ve böylece umutlarla kandırılan insan, ölümün kollarına koşar.” Schopenhauer
(s.113)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“İnsanın somut olarak yaşadığı hayatın yanı sıra her
zaman soyut olarak ikinci bir hayat yaşaması dikkate değer ve önemlidir.
Sakince enine boyuna düşünme alanında, önceden onu tamamen ele geçiren ve yoğun
bir şekilde etkileyen şeyler soğuk, renksiz ve uzak görünür: O yalnızca bir
seyirci ve gözlemcidir.” Schopenhauer (s.138)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Bir keresinde öğretmenim, insanın başkası tarafından
rahatsız edilemeyeceğini söylemişti. Kişinin sükunetini ancak kendisi
bozabilir.” (s.144)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Can sıkıntısıyla ilgili en korkunç şey nedir? Neden aceleyle
can sıkıntısını gidermeye çalışırız? Çünkü bu, varoluşla ilgili tatsız
gerçeklerin (önemsizliğimiz, anlamsız varoluşumuz, yok olmaya veya ölüme doğru önlenemez
şekilde ilerleyişimiz) kısa süre içinde ortaya çıktığı, dikkat çelicilerin
olmadığı bir durumdur.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">Bundan dolayı insan hayatı sonsuz bir isteme, tatmin
olma, can sıkıntısı ve sonra yeniden isteme döngüsünden başka nedir ki? Bu bütün
canlı türleri için geçerli midir? Durumun insanlar için en kötüsü olduğunu
söylüyordu Schopenhauer çünkü zeka arttıkça acının yoğunluğu da artmaktadır.”
(s.284)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Gençliğimde bile, başkaları mal mülk edinmek için
çabalarken benim bu tür şeylere başvurmak zorunda olmadığımı çünkü içimde bütün
mallardan daha değerli olan bir hazine taşıdığımı fark ettim; en önemli şey,
zihinsel gelişimin ve tam bağımsızlığın temel koşul olduğu bu hazineyi
güçlendirmekti… İnsanın doğasının ve haklarının tersine, gücümü kendi
saadetimin<span style="mso-spacerun: yes;"> </span>artırılmasından almak zorundaydım,
böylece bu gücü insanlığın hizmetine sunabilirdim. Zekâm bana değil, dünyaya
aitti.” (s.354)<o:p></o:p></p>Elif'in Kütüphanesindenhttp://www.blogger.com/profile/14743964696642420466noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-4892178203682310922.post-24809045504682022292023-07-30T07:10:00.005-07:002023-07-30T07:12:40.285-07:00Carl R. Rogers - Kişi Olmaya Dair<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhCPWMtWkpJNYA9QDxDGenDhOV9WEfsyL5_5rLeeZPZF58E2vC2tYiOat8-jobf77wOQCYNmfLOglmqwdXI0IMNI0UHaoY6gptMWvNzl5Z7btNCFAHK14cN9ROEklwsV4a8kXOoxN0R2feCNdcwSv8HnSt-_AW9IpKmMvJWpTwzzcM8SdUkwjqQM4F5cCI/s600/0000000356481-1.jpg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="600" data-original-width="415" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhCPWMtWkpJNYA9QDxDGenDhOV9WEfsyL5_5rLeeZPZF58E2vC2tYiOat8-jobf77wOQCYNmfLOglmqwdXI0IMNI0UHaoY6gptMWvNzl5Z7btNCFAHK14cN9ROEklwsV4a8kXOoxN0R2feCNdcwSv8HnSt-_AW9IpKmMvJWpTwzzcM8SdUkwjqQM4F5cCI/s320/0000000356481-1.jpg" width="221" /></a></div><p class="MsoNoSpacing">“Rogers insanların, kendilerini kabullenen bir ilişkiye
ihtiyaç duyduklarına inanıyordu. Rogers yanlısı terapistler empatiyi ve
“koşulsuz olumsuz bakış”ı kullanırlar. Rogers ana hipotezini tek bir cümleyle
şöyle ifade ediyordu: Eğer ben belli bir ilişki türünü mümkün kılarsam,
karşımdaki de kendi içinde o ilişkiyi gelişme amaçlı kullanma kapasitesini
keşfederek değişecek ve kişisel gelişim gerçekleşecektir.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">Gelişme ile Rogers’ın kast ettiği, kendine değer verme,
esneklik, kendine ve başkalarına saygı duyma yönünde ilerlemekti. Rogers’a göre
insan “arzularında iflah olmaz bir şekilde sosyalleşmiş” bir varlıktı. Ya da
Rogers’ın tekrar tekrar söylediği gibi, insan her açıdan tam insan olduğu zaman
güvenilecek insan olurdu.” (s.8)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Yaşamın amacı nedir sorusuna Rogers, Kierkegaard’tan
aldığı “ İnsanın gerçekten de olması gerektiği kişi olması” ifadesiyle cevap
verir.” (s.10)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“İnsanlar kabul edilmek ister ve kabul edildiklerine
“kendilerini gerçekleştirme” yönünde ilerleme kaydetmeye başlar.” (s.11)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Kendimi, kendimi kabullenerek dinlediğimde ve kendim
olabildiğimde daha başarılı oluyorum.” (44)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Kendimi olduğum gibi kabul ettiğim zaman değişiyorum.
Bunu hem hastalarımdan hem de kendi deneyimlerimden öğrendiğimi sanıyorum. Ne
olduğumuzu adam akıllı kabul edilnceye dek değişemeyiz, olduğumuzdan öteye
gidemeyiz. Değişim ise, kabul etmenin ardından hiç fark ettirmeden geliveriyor.
Kendim olmam sonucu gelişen bir diğer sonuç ise ilişkilerin gerçek ilişkiler
haline gelmesi. Gerçek ilişkiler hayat ve anlam dolu olmanın heyecan veren bir
şeklidir.” (s.45)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Her insan kendinden menkul bir adadır, hem de en gerçek
anlamıyla ve ancak kendisi olmayı isterse ve kendisi olmaya izin verirse diğer
adalarla kendisi arasında bir köprü kurabilir. Dolayısıyla, bir başka kişiyi kabul
edebildiğim zaman, yani onun gerçek ve hayati bir parçası olan duygularını,
tavırlarını ve inançlarını kabul edebildiğim zaman onun bir kişi olmasına
yardımcı olabilirim: Ve işte bu, benim için çok değerli.” (s.50)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Kendimdeki ve başka insanlardaki gerçekliklere kendimi
ne kadar çok açabilirsem, bir şeyleri düzeltme telaşına o kadar az kapılıyorum.
Kendimi dinlemeye ve içimde olan biteni yaşamaya ne kadar çok çalışırsam ve
aynı dinleme tavrını bir başkası için de ne kadar uygulayabilirsem, yaşamın
karmaşıklığına o kadar çok saygı duyuyorum. Böylece bir şeyleri düzeltme, hedef
koyma, insanları kalıplara sokma, yönlendirme ve kendi istediğim yola sokma
arzusunu o kadar az hissediyorum.” (s.50)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Yaşam, en iyi durumunda bile, akıp giden ve içinde
hiçbir şeyin sabit kalmadığı bir değişim sürecidir.” (s.58)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Martin Buber’in “ötekini onaylamak” şeklinde bir ifadesi
vardır; bu ifade benim için çok anlamlıdır. Der ki, “Onaylamak demek, ötekinin
tüm potansiyelini kabul etmek demektir. Onun kendi içinde olduğu kişiyi
tanıyabilir, içindeki kişiyi bilebilirim. Olma sürecine girmek üzere yaratılan
kişiyi… Artık gelişebilecek, evrilebilecek bu potansiyel çerçevesinde, kendi
içimde ve daha sonra da onun içinde onu onaylayabilirim.” (s.97)<o:p></o:p></p>
<div style="text-align: left;">“H: Yaşamın gayet iyi farkındayım. Ne kadar
uzaklaştığımızı, ne kadar uzaklara fırlatılıp öylesine dolaşıp durmakta
olduğumuzu düşündükçe korkunç bir kaygı ve hüzün duyuyorum. Bazen kendimi tüm
benliğimle, korkunç bir kaos içindeki dünyada yaşayan bir insan gibi düşünüp
hissettiğim bir şey bu.<br />T: Kaçıp gidiveren bir duygu ve pek sık da gelmiyor, ama
tüm benliğinizle son derece kaotik bir dünyada iş gördüğünüzü ve hissettiğinizi
düşündüğünüz zamanlar oluyor.<br />H: Evet, öyle. Yani tam anlamıyla sağlıklı insanlar
olmaktan ne kadar uzaklaştığımızı, bunun ne denli uzağına düştüğümüzü gerçekten
biliyorum.” (s.141)</div><p class="MsoNoSpacing"><o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing"><o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing"><o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Kierkegaard en yaygın umutsuzluğun, kişinin kendisi
olmayı seçmemesinde ya da kendisi olmaya razı olmamasında yattığına dikkat
çeker ve en ağır umutsuzluk biçimi “kendisinden başka biri olma”yı seçmekte
yaşanan umutsuzluk olduğunu söyler. Oysa “gerçekten kendisi olan o benliği
seçmek istemesi umutsuzluğun karşıtıdır” ve bu seçim insanın en anlamlı
sorumluluğudur.” (s.170)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Kişi haline gelme sürecinde açıkça görülen eğilimlerden
bir diğeri de, seçimlerin ve kararların ya da değerlendirici yargıların kaynağı
veya merkezine ilişkindir. Birey gitgide daha yoğun bir şekilde değerlendirme
merkezinin, kendi içinde olduğunu görmeye başlar. Onaylanıp onaylanmadığı
konusunda, yaşam standartlarında, karar ve seçimlerinde kendi dışındaki
insanların görüşleri daha az önem taşır. Seçimin tamamen kendi içinde
yapıldığını, asıl meselenin “Beni derinden tatmin edeni, beni gerçekten ifade
eden bir şekilde mi yaşıyorum?” sorusu olduğunu anlamaya başlar. Bence yaratıcı
bireyin en önemli sorusu da budur.” (s.183)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Kendi benliğine sadık ol.” Shakespeare (s.251)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Maslow, kendilerini gerçekleştiren insanlar olarak
adlandırdığı çalışmasında da aynı özelliklere dikkat çekmiştir. Bu insanlardan
söz ederken şöyle der: Gerçekliğe rahatça nüfuz etmeleri, hayvanlarda ya da
çocuklarda olduğu gibi bir kabul edişe ve anında hissetmeye yakın durmaları, bu
insanların kendi dürtülerine, kendi arzularına, görüşlerine ve öznel
tepkilerine karşı genelde üstün bir farkındalığa sahip olduklarına işaret eder.
Kendilerini gerçekleştiren insanlar, yaşamın temel özelliklerini bazen
hayranlık, bazen zevk, bazen hayret hatta coşku içinde tekrar tekrar, taptaze
ve safça yaşama gibi muhteşem bir kapasiteye sahiptirler; başkalarına göre
bunlar bayat deneyimler olsa bile.” (s.257)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“İyi hayat, deneyimlerim sonucu geldiğim noktaya göre,
içeriye doğru istediği yönde hareket etme özgürlüğü olan insan organizmasının
seçtiği yöndeki hareket süreci ve seçilen bu yönün sahip olduğu bazı genelgeçer
niteliklerdir.” (s.274)</p><p></p>Elif'in Kütüphanesindenhttp://www.blogger.com/profile/14743964696642420466noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-4892178203682310922.post-76310580016331312492023-07-22T09:07:00.006-07:002023-07-22T09:08:55.215-07:00Pema Chödrön - Nasıl Yaşarsak Öyle Ölürüz<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi-AqM0NYl7Q8oV3PbptK7UcVOdGGqUnJkj9CMc2LP-CHgwmPerrimpT_zxAM3qXVQFrEL_F9RJaSeoEqg-ANVKqiFeVTcE0AKzBfCwQCmfQSuQ9NZin71iamJSwQXe48RRLU1JIvoRdHxy44slcreufus5kqjPxNDIdIEV9pDylL3b_vOXS41lJtvk0Ko/s600/0002031616001-1.jpg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="600" data-original-width="385" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi-AqM0NYl7Q8oV3PbptK7UcVOdGGqUnJkj9CMc2LP-CHgwmPerrimpT_zxAM3qXVQFrEL_F9RJaSeoEqg-ANVKqiFeVTcE0AKzBfCwQCmfQSuQ9NZin71iamJSwQXe48RRLU1JIvoRdHxy44slcreufus5kqjPxNDIdIEV9pDylL3b_vOXS41lJtvk0Ko/s320/0002031616001-1.jpg" width="205" /></a></div><p class="MsoNoSpacing">“Günde beş kez ölümü düşünmek mutluluk getirir.” Butan
Atasözü<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Tibetçe bardo kelimesi, genel olarak ölümümüzden sonra
ve bir sonraki hayatımızdan önceki geçiş hâlini ifade eder.” (s.11)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Yaşantımızı yakından incelersek, zaten her zaman bir
geçişte olduğumuzu görürüz. Hayatımızın her ânında bir şey biter ve başka bir
şey başlar. Bu, ezoterik bir kavram değildir. Dikkatimizi verdiğimizde bu
geçişler, bizim için mutlak bir deneyim haline gelir.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">Tibet’in Ölüler Kitabı, altı tane bardo sıralar: mevcut
hayat bardosu, meditasyon bardosu, ölüm bardosu, dharmata bardosu ve oluş
bardosu.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">Şu an mevcut hayat bardosundayız. Bu kitapta meşgul
olacağımız nokta mevcut hayat bardosu olacak. Bu hayatın nasıl bir bardo
(sürekli bir değişim evresi) olduğunu anlamaya başlayınca, ne kadar bilinmez
olsalar da diğer bardolardan herhangi biriyle yüzleşmeye başlayacağız.” (s.13)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Mevcut hayatımızda süregiden dönüşüm akışlarını nasıl
yönlendireceğimizi öğrenebilirsek, dünya görüşümüz ne olursa olsun, kendimizi
ölüme ve ardından geleceklere hazırlayabiliriz. Fakat daha da önemlisi, bu
eğitim kendimi daha canlı, daha açık hissetmemi ve gündelik yaşam
deneyimlerimde daha cesur olmamı sağladı.” (s.14)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“İşler bazen istediğimiz şekilde gelişir, bazen de
gelişmez. Gerçekliğe güvenmek, çok daha açık ve rahat bir düşünce yapısıdır.
Gerçeklik öyle ya da böyle vuku bulacaktır. Ona güvenebiliriz. Aslında son
derece derin ve aynı zamanda tamamen açıktır. Gerçeklik her şeyin olduğu gibi,
umutlarımızdan ve korkularımızdan azade olması demektir.” (s.23)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Hem istenene hem de istenmeyene açık olabiliriz. Tıpkı
havanın değişeceği gibi onların da değişeceğini biliriz. Tıpkı iyi hava ve kötü
hava gibi, başarı ve başarısızlık da hayatın aynı derecede parçalarıdır.”
(s.23)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Thich Nhat Hanh’ın söylediği gibi: Acı çekmemize neden
olan geçicilik değildir. Acı çekmemizin<span style="mso-spacerun: yes;">
</span>sebebi, öyle olmadıkları hâlde şeylerin kalıcı olmasını istememizdir.”
(s.24)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Bizler hep bir bardo’dayız çünkü geçicilik asla ara vermez.
Geçiş halinde olmadığımız tek bir an bile yoktur ve ister inanın ister
inanmayın ama bu iyi bir haber. Hayatınızın, içinde bulunduğunuz benzersiz ânını
oluşturan elementlerin hepsi bir noktada var oldu; yakında bu elementler
dağılacak ve bu deneyim sona erecek. Şu an koltuğunuzda oturmuş bu kitabı
okuyor ya da araba sürerken sesli kitap olarak dinliyor olabilirsiniz. Her neredeyseniz,
ışığın kendine özgü bir niteliği vardır.” (s.26)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Bizler geçmiş ile gelecek, daha önce yaşananların anısı
ile yakında gerçekleşecek ve aynı şekilde anıya dönüşecek şeyler arasında, hep
bir ara evredeyiz.” (s.27)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Bir defasında biri bana laf arasında şöyle dedi: “Hayatın
kendi doğal koreografisi var.” Bu cümleyi uzun bir süre düşündükten sonra bu
doğal koreografiye ayak uydurmaya ve onun kendi işini yapmasına izin vermeyi
deneyimlemeye başladım. Çoğu zaman, her şeyi oluruna bıraktığımda, bu doğal
koreografinin karşıma çıkardığı şeylerin, aklıma gelebilecek her şeyden çok
daha ilham verici, yaratıcı ve ilginç olduğunu gördüm.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">Hayatın doğal koreografisine güvenmek, gerçekliğe
güvenmekten bahsetmenin başka bir yoludur. Ufak şeyleri oluruna bırakmak için
kendimize izin vererek bu güveni geliştirmeye başlayabiliriz.” (s.34)<o:p></o:p></p>
<div style="text-align: left;">“Bu hayatın görüntüleri yok olduğunda,<br />Büyük bir rahatlık ve mutlulukla,<br />Bu hayatın bütün bağlarını bırakabilir miyim<br />Evine dönen bir çocuk gibi…” Dzigar Rinpoche (s.36) </div><p class="MsoNoSpacing"><o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing"><o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing"><o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing"><o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Tibet dünya görüşüne göre bedenlerimiz beş elementten
yapılmıştır: toprak, su, ateş, hava ve boşluk. Toprak elementi, bedendeki katı
olan her şeydir: kemikler, kaslar, dişler gibi. Su elementi kan, lenf ve salya
gibi çeşitli sıvılardır. Hava elementi nefesimizdir. Boşluk elementi ise
bedenimizdeki delikler, tüm açık alanlardır. Ayrıca fiziksel olmayan, altıncı
bir element de devreye girer: bilinç.</p><p class="MsoNoSpacing">Tibet’in ölüler kitabına göre, ölüm süreci boyunca en
yoğun olanından en hafifine, bu elementler birbirine karışır. Bu tanım bize
yabancı veya demode gelebilir fakat düşkülerevi çalışanları, hastalarında bu
aşamaları gördüklerini bana söylediler. Hem hayatlarının sonundaki insanlara
bakım verenlerin hem de Tibetli öğretmenlerin anlattığı, tıpkı diğer hayat
aşamaları gibi dağılma sırasının da kişilere göre farklılıklar gösterdiği
bilgisini kabul ederek, geleneksel ilerlemeyi tarif edeceğim. Bu da öngörülemez
bir durumdur.</p><p class="MsoNoSpacing"><o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">İlk önce toprak elementi, su elementine karışır. Ölüm ânında
insanlar ağırlaştıklarını hissederler. Bazen “Sanki suya batıyormuş gibiyim. Beni
kaldırabilir misin?” derler. Aynı zamanda görme duyuları zayıflamaya başlar. Sonra
su elementi ateş elementine karışır. Sıvılar kurumaya başlar. Ölen kişi çok susadığını
hisseder ve sık sık içecek bir şey ister. Sıvılarımızı koruyamayız. İşitme duyumuz
da gitmeye başlar. Sonra ateş elementi, hava elementine karışır ve üşüdüğümüzü
hissederiz. Sıcaklık ne kadar artırılırsa artırılsın, üstümüze ne kadar
battaniye örtülürse örtülsün ısınamayız. Sonraki aşama, hava elementinin
bilince karışmasıdır. Nefes almak giderek güçleşir. Nefes verme süremiz uzar,
nefes alışımız kısalır. Nefes alıp verişlerimizin arasında büyük aralıklar
vardır. Sonunda, birkaç uzun nefes verdikten sonra, nefesimiz kesilir. Trungpa
Rinpoche’nin söylediği gibi: Nefesiniz çıkar ve çıkmaya devam eder. Artık nefes
almazsınız.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">Bu noktada tüm sıradan algılar sona erer. Tüm düşüncelerimiz,
duygularımız, alışkanlıklarımız ve nevrozlarımız da biter. Gerçek doğamızı
gizleyen her şey gider. Bu hayatın görüntüleri dağılır ve gerçek doğamızın doğal
sadeliğine döneriz. Batı tıbbına göre kişi ölmüştür, yaşam bitmiştir.” (s.38)<o:p></o:p></p>
<div style="text-align: left;">“Geleneksel olarak, bu evrensel uyanmış zihin, gökyüzüyle
kıyaslanır. Bizim yeryüzündeki bakış açımızdan, gökyüzü bazı günler açık, bazı
günler bulutlu görünür. Fakat ne kadar bulutlu ve karanlık olursa olsun, bir
uçağa binip yükseklere çıktığımızda gökyüzünün engin maviliğini görebiliriz. Her
zaman da bu şekildedir o, oradadır; her gün, gün boyu.<br />Bu gökyüzüne benzeyen zihin söz konusu olduğunda, çoğumuz
için hava genelde bulutlu görünür. Fenomenal dünyanın canlılığının, doğum ve ölümün sürekli
akışının farkına varmak yerine, kendimizi sık sık endişeli ve düşünceler içinde
tamamen kaybolmuş hissettiğimiz bir gerçeklik biçimi içinde yaşarız. Çevremizden
sevdiklerimize ve kendi bedenimize kadar her şeyin anbean değiştiği gerçeğiyle
mutabık değiliz. Duygularımızın ve olay örgülerinin gerçek bir özünün
olmadığını, sis gibi gelip geçici olduklarını görmeyiz.” (s.39)</div><p class="MsoNoSpacing"><o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Genelde, duygularımıza güç kazandıran farkındalık
eksikliğidir. Sihirli anahtar, onlara dair farkındalığa sahip olmaktır. Neler olup
bittiğinin farkında olduğumuzda, malum duygular bizi üzme yeteneklerini
kaybederler. Duygularımızı yönetme konusundaki her türlü yöntemin ilk adımı,
neler olup bittiğini anlamaktır.” (s.74)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Zihnimiz her zaman yansıtma halindedir. Trungpa
Rinpoche, “aslında kendi yansımaları olan dışsal fenomenlerden korkan”
varlıklara büyük merhamet duyduğunu yazar. Örneğin gündelik bir düzeyde, belli
bir kişi veya bir grup insan için düşündüklerimizin tamamen temelsiz
olabileceğini biliyoruz. Taraflı düşüncelerimizin çoğunun güvenilir olmadığını
ve bir kaya parçasını dehşet verici bir kaplan zannedebileceğimizi biliyoruz.”
(s.109)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Koşma. Yavaşla. Hiçbir hızlı hareket yapma. Seni
korkutan şeyle yüzleş.” (s.127)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Yaklaşık on yaşımızdayken, Suzy her gece rüyasında
canavarlar tarafından kovalandığını görürdü. Bir gün ona, canavarların neye benzediklerini
sordum ama bilmiyordu çünkü çok korkuyordu ve sürekli kaçıyordu. Belli ki sorum
merakını uyandırdı ve ertesi gece rüyasında bütün cesaretini toplayıp arkasına
döndü. Tir tir titreyerek inanılmaz olanı yaptı. Canavarlara baktı. İlk başta
canavarlar ona hücum etti ama sonra yok olup gittiler. Böylece kâbusları sona
erdi.” (s.127)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Günler gecelere döner, taze açmış çiçekler solar,
çocuklar büyür, arkadaşlar ve akrabalar yaşlanır, biz ihtiyarlarız. Göreceli düzeyde,
her şey değişir ve herkes ölür. Tüm insanlar ve her şey bulutlar kadar
geçicidir ve bu bizi incitebilir. Fakat mutlak düzeyde hiçbir şey ölmez. Bedenimiz
bir hayattan diğerine gelir ve gider, fakat gerçek doğamız hep aynı kalır. Bu,
boşluğun kendisi gibidir: engin, yok edilemez ve yaşamın açığa çıkması için
potansiyellerle dolu.” (s.165)</p><p></p>Elif'in Kütüphanesindenhttp://www.blogger.com/profile/14743964696642420466noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-4892178203682310922.post-13977016131355534322023-06-29T10:04:00.009-07:002023-06-29T10:05:56.007-07:00Engin Geçtan & Timuçin Oral - Dünya Hali<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhnDQHtH2MePQr6s2bCOhOS0nx23bDvE4HINUcZxetzJ_z8ATw7mM2A5iCyIluSfxZf3TEdM6wEvhmHjrX7aUw5okpdAbJQ994qz10clSaeoq6kCKYK9vP8doLGJ2B-gfbA-iXA8m9hNDw79Cf24hKaDPuJd4WYfrHKoWsNIdCdeFAyQxRjzHntPZgpF8o/s600/0001911722001-1.jpg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="600" data-original-width="384" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhnDQHtH2MePQr6s2bCOhOS0nx23bDvE4HINUcZxetzJ_z8ATw7mM2A5iCyIluSfxZf3TEdM6wEvhmHjrX7aUw5okpdAbJQ994qz10clSaeoq6kCKYK9vP8doLGJ2B-gfbA-iXA8m9hNDw79Cf24hKaDPuJd4WYfrHKoWsNIdCdeFAyQxRjzHntPZgpF8o/s320/0001911722001-1.jpg" width="205" /></a></div><p class="MsoNoSpacing">“Soren Kierkegaard’ın bir sözünü hatırlattı. Diyor ki, “Seçimler
yoğun bir özgürlük anında yapılır” ve buna çok güzel bir ad vermiş, “kader
sıçraması”. Seçim ile karar arasında fark olduğunu düşünüyorum; karar farklı
bir olgu. Yani biz bir şeye karar verdiğimizi söylüyoruz. Özellikle hayatımızın
önemli konularında. Ama aslında karar bilinç dışında verilmekte ve biz onun
farkında olmuyoruz; bilince ulaştığı ânı karar ânı zannediyoruz.” (s.25)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Goethe, “Yolculuğu bir yere varmak için değil, yolda
olmak için severim” diyor.” (s.30)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Engin Geçtan tek başına, yaşamın ısmarlanamazlığını
anlatarak Milan Kundera’ya atıfla, “Hayat bir kere yaşandığı için yargılanamaz”
diyor. Iching felsefesinin, “Ölüm, bir hayatın başına konulan taçtır” görüşünü “Ama,
hakkını vererek yaşanmış olan hayatın” diye pekiştiriyor.” (s.45)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Çoğumuz, özellikle geleceği ipotek altına alarak yaşamımızı
denetleme eğilimindeyiz. Bilinmeyenden hepimiz biraz korkuyoruz fakat, bizim
için iyi olmadığı halde, alıştığımız için sürdürdüğümüz bazı şeyler de bize
hasar verebiliyor. Yaşam bir rastlantılar dizisi; bu sözü burada bırakırsam
kadercilik olur ama aslolan, bu rastlantılarla bizim ne yapıp ne yapmadığımız. İnsan
bir yaşa geldiği zaman, şöyle bir geriye dönüp bakma eğiliminde oluyor.” (s.45)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Kimsen, o olmayı göze al.” Andre Gide’in Dar Kapı Kitabından
(s.72)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“İncinince kızgınlık tepkisi veriliyor; kızgınlık tepkisi
verilince de karşımızdaki insanın vicdanını ondan almış oluyoruz. Yani, biz de
onu suçlayınca o kendi vicdanında kurtulmuş oluyor. Oysa, sadece susmak bile
yeterli olabilir.” (s.87)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Kişi “kendi zamanını yaşarken” başkalarıyla birlikteyse
uyum sağlanabilir mi sorusuna Geçtan, Otto<span style="mso-spacerun: yes;">
</span>Rank’tan alıntıyla yanıt veriyor: Sevmek, öteki insanın seçimini de
sevebilmektir.” (s.103)<o:p></o:p></p>
<div style="text-align: left;">“-Hep biraz sonra ne yapacağımı düşünüyorum. Zamanla barışamıyorum
Engin Bey, benim sorunum bu.<br /><span style="mso-spacerun: yes;"> </span>-Yani hayat önde
siz arkada koşuyorsunuz.” (s.104)</div><p class="MsoNoSpacing"><o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing"><o:p></o:p></p>
<div style="text-align: left;">“E.G.: Bazen terapiye gelen kişileri dışarıda uzaktan
görüyorum. Terapi ortamından daha az güzeller.<br /><span style="mso-spacerun: yes;"> </span>O.T.: Neden?<br /><span style="mso-spacerun: yes;"> </span>E.G.: O korku
aşıldığı ve özgürce ifade aşamasına gelindiği zaman insanların yüzleri
güzelleşiyor çünkü ifade kazanıyorlar.<br /><span style="mso-spacerun: yes;"> </span>T.O.: Hepimiz
maskesiz daha güzeliz değil mi?” (s.117)</div><p class="MsoNoSpacing"><o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing"><o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing"><o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing"><o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Gitmek, kalmak gibi bir eylem sanki. Kalmanın da bir
eylem olduğunu düşünüyorum, yani statik ve kinetik enerji gibi görüyorum ikisini.”
(s.145)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Jules et Jim (Unutulmayan Sevgili) filminden bir cümleyi
aktarmam gerekti, “Yaşam, bir ayrılıklar dizisidir.” Şimdi ayrılık ve birleşme,
tekrar ayrılık, tekrar birleşme; yaşamın özü bu birçok insan ayrılıktan çok
korkuyor ki bu aslında yaşama korkusu. Birçok insan da beraberlikten çok
korkuyor; bu da ölüm korkusu. Hangisi bizi nereye götürüyor diye bakınca, ölüm
korkusunun bazen ölçüsüz bireyleşmelere kadar gidebildiği görülüyor.” (s.147)<o:p></o:p></p>
<div style="text-align: left;">“E.G.: Günümüzde dış etkenlerden kaynaklanan nedenlerden
ötürü, sana da öyle geliyor mu bilmiyorum ama insanlar da bundan yakınıyorlar
zaten. Bir gönül fakirliği söz konusu.<br /><span style="mso-spacerun: yes;"> </span>T.O.: Ne demek
gönül fakirliği?<br /> E.G.: Karşı
tarafı hissetmeye çalışmamak.” (s.176)</div><p class="MsoNoSpacing"><o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing"><o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“İlişkide sevgi ihtiyaçtan daha önde gitmelidir.” (s.187)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Aşk da hatta bütün dostluklar da dahil, hepsi birer
süreç. Süreçleri bıçakla keser gibi kesemezsiniz. Bir doruğa erişirler, ondan
sonra kimi sürer kimi inişe geçer ve sonunda tükenir. Şimdi benim daha genç
kuşaklarda gözlemlediğim, o inişe geçmeye başladığı anda bitiriliyor ve bir
sonrakine geçilmek isteniyor olması. Bu defa da hakikaten tükenmemiş ilişkiler
halinde kalıyor, bunların bedeli ileri yaşlarda ödenecek diye düşünüyorum.”
(s.189)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Sartre, bir tren istasyonunda nereye gideceğine karar
veremeyip günlerce bekleyen bir yolcudan bahseder. “Varolamıyor bu insan” diye bir
sonuca varır hikâyede ama hangisindeydi şimdi hatırlamıyorum.” (s.208)<o:p></o:p></p>
<div style="text-align: left;">“E.G.: Otto Rank, “Bir beraberlik bittiği anda bir
başkası başlar” diyor. Burada kastedilen iki kişinin beraberliği değil genel
olarak birliktelik. Ana rahmindeki bebek de, ana rahmiyle ilişki halindedir başlangıçta
ve günü gelince onu terk eder; bu defa annenin kendisiyle buluşur ve bu yaşam
boyu sürer gider.<br />T.O.: Ayrılmalar
ve birleşmeler şeklinde.<br />E.G.: İnsanlar,
temel güven duygusunda yetersizlikler yaşadıkları zaman, beraberliklerini
bürokrasideki tanımla demirbaş eşyaya dönüştürme eğilimde oluyorlar. Böyle bir
beraberliğin içinde de, ayrılıklar birliktelikler olmasına fırsat vermiyorlar. İki
insanın beraberliğinde önemli olan, zaman zaman ayrı olup kendi yaşadıklarının
getirdiği zenginlikleri ilişkiye katabilmektir. Sürekli yapışık düzen halinde
yaşandığı zaman böyle bir zenginleşme söz konusu olamayacağı için, çoğu zaman bu
aşırı bağımlılık şekline dönüşen ilişkiler de inişe geçmeye başlayabiliyor
maalesef.</div><div style="text-align: left;">T.O.: Öfkeler
çıkıyor.</div><div style="text-align: left;">E.G.: Öfkeler
çıkıyor tabii… O zaman o ilişki bitiyor ve başka bir ilişki yeniden aynı
örüntüyü izlemek üzere yaşanıyor. Halbuki kişi yeni bir seçim yaptığını
zannediyor ama aynı örüntüyü izleyeceği için, aslında o yeni bir seçim olmamış
oluyor.” (s.255)</div><p class="MsoNoSpacing"><o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Ben de tabii insanın ilişki içinde varolabilen bir
varlık olduğunu düşünüyorum ve topluluk içinde olmanın muhakkak ki kendine göre
savaşları var. Ama biz başka neyle beslenebiliriz ki birbirimizden başka?”
(s.295)</p><p></p>Elif'in Kütüphanesindenhttp://www.blogger.com/profile/14743964696642420466noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-4892178203682310922.post-24744214157742902992023-06-17T07:51:00.012-07:002023-06-17T07:54:48.964-07:00Miguel Serrano - Carl Gustav Jung ve Hermann Hesse İki Dostun Hatıraları<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgW1k4Hf7G_IQFMVNSUDceoUJAjxBP3yuJbjTWFcIZfIp9jbRdCfl1YVJgDvuj2AiKfSQh_4zfD0xdvvPqtBPG0JwvxZNwx5fw8M3X16T5u0kl5q3yh-gQRBcIXB1wMTnmIvSwoQK0MVzVpm8CAm-uha1QJ58WQ_bCEeq-kXSBSD1_vw1QPRTiql3Ko/s600/0001835023001-1.jpg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="600" data-original-width="384" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgW1k4Hf7G_IQFMVNSUDceoUJAjxBP3yuJbjTWFcIZfIp9jbRdCfl1YVJgDvuj2AiKfSQh_4zfD0xdvvPqtBPG0JwvxZNwx5fw8M3X16T5u0kl5q3yh-gQRBcIXB1wMTnmIvSwoQK0MVzVpm8CAm-uha1QJ58WQ_bCEeq-kXSBSD1_vw1QPRTiql3Ko/s320/0001835023001-1.jpg" width="205" /></a></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><br /></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: left;">“İnsanların olduğu gibi, kitapların da kendilerine özgü kaderleri vardır. Onları bekleyen kişilere yönelip doğru anda onlara ulaşırlar. Yaşayan malzemeden yapılırlar ve yazarlarının ölümünden sonra da uzun süre karanlığa ışık tutmaya devam ederler.” (s.20)</div><p class="MsoNoSpacing"><o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Hayat, ışık ve gölgelerin bir ilişkisi olsa da bunun
öyle olduğunu asla kabul etmeyiz. Daima ışığa ve yüksek zirvelere uzanırız.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">…<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">Doğu’daki, özellikle de Hindistan’daki durum ise çok
farklı. Doğa temeli üzerine kurulu antik bir medeniyet olarak orası çok-yüzlü
tanrıların evreni kabul edilir; bu nedenle de Doğulu insan ışık ile gölgenin,
iyi ile kötünün eşzamanlı varlığının farkına varabilir. Mutlak şeyler yoktur.
Tanrı böyle zararsızsa şeytan da öyledir. Ama böyle bir kavrayışın karşılığı
doğrudan Doğa’nın kendisine bir övgüdür. Sonuç olarak bir Hindu, kendini
Batılıdan daha az bireyleşmiş bulur; azıcık daha fazla doğanın bir parçası,
kolektif ruhun içinde bir unsurdur.” (s.22)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Kendinizi akışa bırakmalısınız, tıpkı gökyüzündeki
bulutlar gibi. Direnmemelisiniz. Tanrı bu dağlarda, bu gölde var olduğu kadar
sizin talihinizde de vardır. Bunu anlamak çok zordur çünkü insan Doğa’dan
uzaklaştıkça uzaklaşıyor, tabii kendinden de.” Hermann Hesse (s.28)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Upanişadlar’ın ya da Vedanta’nın bilgeliğinden daha çok
Çin’in bilgeliğinden ilham almışımdır. I Ching bir hayatı dönüştürebilir.”
Hermann Hesse (s.29)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“-Hayatın ötesinde bir şey olup olmadığını bilmek önemli
mi?<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing"><span style="mso-spacerun: yes;"> </span>-Hayır, değil…
Ölme eylemi Jung’un Kolektif Bilinçdışı’na düşmek gibi bir şey, oradan da
forma, saf forma dönüşürsün.” (s.35)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Sözcükler gerçekten bir maske. Doğru anlamı nadiren
ifade ederler; aslında onu saklamaya meyillidirler. Eğer hayal gücünüzde
yaşayabilirseniz o zaman dine ihtiyacınız kalmaz, çünkü hayal gücüyle ölümden
sonrasını anlayabilirsiniz, insan Evren’le yeniden birleşebilir. Bir kez daha
söylüyorum, bu hayattan öte bir şey olup olmadığını bilmek önemli değildir.
Değerli olan, doğru türde işi yapmış olmaktır; eğer doğruysa o zaman her şey
iyi olacaktır. Tanrı başkaları için ne ise Evren de benim için odur. Doğanın
insanın düşmanı olduğunu, fethedilen bir şey olduğunu düşünmek yanlıştır.
Aksine doğaya bir anne gibi bakmalı ve kendimizi huzurla ona teslim etmeliyiz.
Bu tavrı takınırsak tüm diğer canlılar gibi, tüm hayvanlar ve tüm bitkiler gibi,
evrene döndüğümüzü<span style="mso-spacerun: yes;"> </span>adamakıllı
hissedeceğiz. Hepimiz bütünün ölçülemeyecek kadar küçük parçalarıyız. İsyan
etmek saçma, kendimizi yüce akışa bırakmalıyız.” Hermann Hesse (s.47)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Çakralar, bilincin merkezleridir.” Carl Jung (s.91)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Uzun psikiyatrik tedavi deneyimimde hiç tamamen kendi
kendine yeten bir evlilikle karşılaşmadım. Düşündüm de bir kez karşılaştım,
çünkü bir Alman profesör, bana kendininkinin öyle olduğunu temin etti. Bir
keresinde Berlin’de onu ziyaret ettiğimde eşinin gizli bir apartman dairesi
tuttuğunu öğrenene kadar ona inanıyordum. Bu, bir rol olmaya benzer. Dahası
tümüyle ortak anlayışa adanan bir evlilik bireysel kişiliğin gelişmesi için
kötüdür; en düşük ortak paydaya doğru bir çöküştür ki kitlelerin kolektif
aptallığı gibi bir şeydir.” Carl Jung (s.94)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Dr. Jung’a birinin kendi rüyalarını çözümlemesinin ve
onları dikkate almasının akıllıca olup olmadığı hakkındaki düşüncesini sordum.
Ve sözlerime şöyle devam ettim: “Diğer yandan Hindistan’da Krishnamurti’yle
konuştum ve bana rüyaların gerçek bir önemi olmadığını ve önemli olan tek şeyin
bakmak, bilinçli olmak ve anın tamamen farkında olmak olduğunu söyledi. Bana
hiç rüya görmediğini söyledi. Bunun nedeninin hem bilinciyle hem de bilinçdışı
zihniyle bakması, rüyalara başka bir şey kalmaması ve uyuduğunda tam olarak
dinlenmesi olduğunu söyledi.”<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">Jung “Evet, bu bir süre için mümkündür” diyerek devam
etti. “Bazı bilim insanları bana bütün dikkatleriyle belirli bir sorun üzerine
yoğunlaştıklarında artık rüya görmediklerini söylediler. Sonra da açıklanamayan
bir sebeple tekrar rüya görmeye başladılar. Bununla birlikte kendi rüyalarınızı
çözümlemenin önemi hakkındaki sorunuza dönecek olursak, bana göre tek önemli
şey doğayı takip etmektir. Bir kaplan iyi bir kaplan olmalıdır, bir ağaç da iyi
bir ağaç. Dolayısıyla insan da insan olmalı. Fakat insanın ne olduğunu anlamak
için kişi doğayı izlemeli ve beklenmedik olanın önemini kabul ederek tek başına
kalmalıdır. Ancak aşksız hiçbir şey mümkün değildir, simya süreçleri bile;
çünkü aşk, insanı her şeyi riske atan ve önemli unsurları saklamayan bir ruh
haline sokar.” (s.95)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Dünyamızda yeterince içgörü ve iyi niyet sahibi olan
insanların, kitlelere tavsiye vermekten ya da onlar için en iyi yolu bulmaya
çalışmaktan çok kendi ruhlarıyla ilgilenmeleri gerektiği konusunda sizinle
tamamen hemfikirim. Fakat ne yazık ki kendileri hakkında hiçbir şey bilmeyen
kişilerin çoğunlukla başkalarına öğretmeye kalkmaları üzücü bir gerçektir.” Carl
Jung (s.115)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Büyürüz, çiçek açarız ve solarız; ölüm, mutlak sükûnettir.
Ya da öyleymiş gibi görünür.” (s.134)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Dr. Jung’u görmeye tekrar gittim ve onunla kitapları ve
sanat eserleriyle çevrili odasında sohbet ettim. Ona Hindistan’dan ayrılacağımı
söyledim. I Ching’e danıştım ve bana öyle yapmamı tavsiye etti, diye de ekledim.
Ne söylüyorsa onu yapmalısın deyip şöyle devam etti: çünkü o kitap hata yapmaz.
Her durumda bireysel psişe ile dünya arasında<span style="mso-spacerun: yes;">
</span>belirli bir bağlantı vardır. Bir hastayı sınıflandırmakta güçlük
çektiğimde onu her zaman bir yıldız haritası çıkarttırmaya gönderirim. Bu
harita onun karakteriyle örtüşür, o haritayı psikolojik olarak yorumlarım.
Dünya ile psişe arasındaki örtüşme o kadar güçlüdür ki üçboyutlu zamanın
icatları ve tasarılarının, zihinsel yapının düpedüz yansımaları olması bile
mümkündür. Bu nedenle yaşanan son savaşı hastalarımın rüyalarını çözümleyerek
tahmin edebildim çünkü Wotan her zaman rüyalarda görünürdü. Ama Birinci Dünya
Savaşı’nı öngöremedim çünkü bana malum olmasına rağmen o günlerde rüyaları
çözümlemiyordum. Yine de kasvetli hastalık ya da ölümü tahmin eden kırk bir
rüya çözümledim.” Carl Jung (s.138)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“İnsan kendi doğasına göre yaşamalı, kendini tanımaya
yoğunlaşmalı ve sonra kendi hakkındaki hakikate göre yaşamalı. Bir vejetaryen
olan kaplan hakkında ne derdiniz? Elbette onun kötü bir kaplan olduğunu
söylerdiniz. Dolayısıyla herkes hem bireysel hem de kolektif açıdan kendi
doğasına uygun şekilde yaşamalı.” Carl Jung</p><p></p>Elif'in Kütüphanesindenhttp://www.blogger.com/profile/14743964696642420466noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-4892178203682310922.post-54319515397826971002023-05-27T05:13:00.003-07:002023-05-27T05:14:19.342-07:00Simone Weil - Yerçekimi ve İnayet<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi9tVB5E7DmT1PCzOWqJjiahBZm7sW3iHReN4Gcw4uL8T7BnXTxW2Fxn4IZgz3DcqKK5fPykRf586ThIPSJfxuooLwh3V7yAjEgLtsJpQiCnHVGg0ornNQpb1fjfGXXqHRvZQ_jKy2gCi_eS6IvCsAlYPRlHDoRf2_EhiXxMC8-JjUuEQu1Dj5t-VVx/s600/0001797361001-1.jpg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="600" data-original-width="368" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi9tVB5E7DmT1PCzOWqJjiahBZm7sW3iHReN4Gcw4uL8T7BnXTxW2Fxn4IZgz3DcqKK5fPykRf586ThIPSJfxuooLwh3V7yAjEgLtsJpQiCnHVGg0ornNQpb1fjfGXXqHRvZQ_jKy2gCi_eS6IvCsAlYPRlHDoRf2_EhiXxMC8-JjUuEQu1Dj5t-VVx/s320/0001797361001-1.jpg" width="196" /></a></div><p class="MsoNoSpacing">“Garda bana, okumam ve sürgünü sırasında korumam
ricasıyla yazılarıyla dolu çantasını verdi. Ondan ayrılırken heyecanımı
göstermemek amacıyla şakayla karışık şunları söyledim: “Bu dünyada veya başka
bir dünyada görüşmek üzere!” Birdenbire ciddileşti ve bana şu yanıtı verdi:
Başka bir dünyada tekrar görüşülmüyor.” (s.15)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Ayrılışın hafif şokundan sonra bu konuda hiçbir üzüntü
duymayacağınıza ve olur da bazen beni düşünürseniz bunun çocuklukta okunan bir
romanın düşünülmesi gibi olmasına inanmayı tercih ederim, insanların kalbinde
onlara hiçbir sıkıntı yaratmayacak şekilde bir yer edinmeyi isterim.” (s.17)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Kötülük kendini yok ettiği yerde eksiksizdir; artık
kötülük yoktur: tanrısal masumiyetin aynası. Aşkın tam da mümkün olduğu bir
noktadayız. Bu büyük bir ayrıcalıktır; çünkü birleştiren aşk mesafeyle
orantılıdır. Tanrı mümkün olan en iyi dünyayı değil de, iyiliğin ve kötülüğün
bütün derecelerini taşıyan bir dünya yaratmıştır. Dünyanın olabildiğince kötü
olduğu noktada bulunuyoruz. Çünkü bunun ötesi kötülüğün masumiyet haline
geldiği kademedir.” (s.21)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Beni öldürmek için, insanın kendisini yaşamın bütün
ısırmalarına karşı çıplak ve savunmasız olarak sunması, boşluğu, dengesizliği
kabul etmesi, mutsuzluğu ödünlemeyi hiç araştırmaması ve özellikle “lütfun
geçeceği çatlakları tıkamaya yönelen” hayalin çalışmasını askıya alması
gerekir. Bütün günahlar boşluktan kaçma girişimleridir. Aynı zamanda geçmişten
ve gelecekten vazgeçmek gerekir, çünkü ben her zaman tükenen bir geçmişin ve
geleceğin bir yoğunlaşmasından başka bir şey değildir. Bellek ve umut hayali
yükselişlere sınırsız bir alan açarak mutsuzluğun kurtarıcı etkisini silerler,
ama şimdiki ana sadakat insanı gerçekten hiçliğe indirger ve buradan ona
ebediyetin kapılarını açar.” (s.24)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Tanrı’dan tamamen yoksun olan bu dünya Tanrı’nın
kendisidir.” (s.28)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Kötülüğü kendi dışına yayma eğilimi:bu kötülük hâlâ
içimde! Varlıklar ve nesneler benim için yeteri kadar kutsal değiller. Tamamen
balçığa dönüştüğüm zaman hiçbir şeyi kirletmemek. En kötü zamanlarımda bile bir
Yunan heykelini veya bir Giotto freskini yok etmezdim. Neden başka bir şeyi yok
edeyim? Örneğin neden bir insanın mutlu bir ânı olabilecek bir ânını yok
edeyim?” (s.37)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Kendine yardım et, Tanrı sana yardım edecektir.” (s.38)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“İnsanlar bize vereceklerini hayal ettiğiöiz şeyi bize
borçludurlar. Onları bu borçtan muaf tutmalıyız. Onların bu borcunu silmeliyiz.
Hayal ettiğimiz yaratıklardan başka olduklarını kabul etmek, Tanrı’nın
vazgeçmesini taklit etmektir. Ben de, olduğumu hayal ettiğim şeyden farklıyım.
Bunu bilmek, bağışlamadır.” (s.41)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“İnsan bu dünyanın yasalarından ancak bir şimşek çakma
süresince kurtulabilir. Durma, temaşa, saf sezgi, zihinsel boşluk, ahlaksal
boşluğu kabul ediş anları. İşte insan bu anlar yoluyla doğaüstüne ulaşabilir.
Bir an boşluğa dayanabilen kişi ya doğaüstü besini alır ya da düşer. Korkunç
bir risk ama bu riske girmek ve hatta umutsuz bir ânı göze almak gerekir.”
(s.43)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Sevgi avuntu değil ışıktır. Dünyanın gerçekliği bizim
bağlılığımızla oluşmuştur. Bu ben’in bizim tarafımızdan şeylere aktarılan
gerçekliğidir. Bu kesinlikle dışsal gerçeklik değildir. Dışsal gerçeklik ancak
tam bir kopuşla algılanabilir. Yalnızca bir iplik bile kalsa, hâlâ bağlantı var
demektir. Bizi en sefil şeylere bağlanmaya zorlayan mutsuzluk bağlanmanın sefil
niteliğini açığa çıkarır. Böylelikle, kopmanın zorunluluğu daha açık hale
gelir. Bağlanma yanılsamalar üretir ve her kim gerçeği istiyorsa bunlardan
kopmak zorundadır. Bir şeyin gerçek olduğu bilindiği andan itibaren artık ona
bağlanılamaz. Bağlanma, gerçeklik duygusundaki yetersizlikten başka bir şey
değildir. Bir şeye sahip olmaya bağlanılmıştır çünkü ona sahip olmak
bırakılırsa o şeyin artık varolmayacağı zannedilmektedir.” (s.46)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Bir arınma biçimi: yalnızca insanlardan gizli olarak değil
de, Tanrı’nın var olmadığını düşünerek Tanrı’ya dua etmek.” (s.52)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Kendi içine inerse insan, tam arzuladığı şeye sahip
olduğunu bulur.” (s.53)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Birini kaybetmek: ölünün, yok olanın hayali, gerçekdışı
hale gelmesinden ıstırap duyuluyor. Ama ona duyulan arzu hayali değildir.
Hayali olmayan arzunun yattığı kendi içine inmek: yiyecek hayal edilir ama
açlığın kendisi gerçektir: açlığa yakalanmak. Ölünün mevcudiyeti hayalidir ama
yokluğu gayet gerçektir: bu yokluk bundan sonra onun belirme tarzıdır.” (s.54)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Dünyada hiçbir şeye sahip değiliz, çünkü rastlantı
bunların hepsini bizden alabilir.” (s.57)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Tüm tutkularda mucizeler vardır. Bir kumarbaz neredeyse
bir aziz gibi geceyi uyanık geçirebilir ve oruç tutabilir.” (s.84)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Bütün bağlılık nesnelerine bir iple bağlanılmıştır ve
bir ip her zaman kopabilir.” (s.93)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Yalnızlığını koru. Olur da bir gün sana gerçek bir sevgi
sunulursa, içsel yalnızlık ile dostluk arasında bir karşıtlık olmayacaktır,
bilakis. Onu tam da bu şaşmaz işaretten tanıyacaksın.” (s.96)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Hayal gücünün kötü olan şeyle oyalanmasına izin vermek
bir tür korkaklığa yol açar; gerçekdışılık yoluyla zevk almayı, bilmeyi ve
büyümeyi umuyoruz.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">Hayal gücünü mümkün diye bazı şeylerle oyalamak şimdiden
onlara bağlanmaktır. Bunun sebebi meraktır. Bazı düşünceleri (tasavvur etmeyi
değil ama onlarla oyalanmayı) kendine yasaklamalı; onları düşünmemeliyiz.
Düşüncenin bizi bağlamadığını sanırız, oysa yalnız o bağlar bizi ve düşünme
izni her izni kapsar. Bir şeyi düşünmemek en üst yeti.” (s.106)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Istırabın içinde gerçekliği bulmak için, neşe yoluyla
gerçekliğin ilhamına sahip olmuş olmak gerekir. Yoksa yaşam az çok kötü bir
düşten başka bir şey değildir.” (113)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Yalnızlık. Peki, dğeeri neden oluşur? Zira yalnızken,
sadece maddenin, bir insan zihninden daha az değere sahip şeylerin
huzurundayızdır. Yalnızlığın değeri dikkatin daha büyük imkânında yatar.”
(s.149)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Bütünü taklit etmek zorunda olan bir parçayız.” (s.167)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Dünyanın yitirildiği bir ıstırap derecesi. Ama sonra,
yatışma gelir. Ve gene nöbet geçirirsek, yatışma da hemen ardından gelir. Eğer
bunu bilirsek, bu acı derecesinin kendisi yatışmanın beklentisi haline gelir ve
dolayısıyla dünyayla olan temasımızı kesmez.” (s.168)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Bu dünya kapalı kapıdır. Bir engeldir. Ve aynı zamanda
geçittir. Yan yana zindanlarda duvara vurarak iletişim kuran iki tutsak. Duvar
onları ayıran ve aynı zamanda onlara iletişim kurma imkânı veren şeydir. Biz
ile Tanrı arasındaki durum da böyledir. Her ayırım bir bağlantıdır.” (s.172)<o:p></o:p></p><br /><p></p>Elif'in Kütüphanesindenhttp://www.blogger.com/profile/14743964696642420466noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-4892178203682310922.post-19988353991867600932023-04-23T07:18:00.007-07:002023-04-23T07:18:44.313-07:00Wilhelm Genazino - Elden Düşme Dünya<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhJwMCg29HNEZZbL94FtnyDfCK1GQmolmP4bKS42K4hJcS5XQFT_zD6aTyEUqx0NMJFLk848kv7zbgXsIaL-b1pZTK7-DPvU6f_J8pl4llLOR1ZrJk0bDBZ-TNkFI_SUlNzchTwFI1OfAnOVT7fbyKdr3Dhn9ZR1qkZXwKIN9FCLkR0uyEhxmmwNeK1/s600/0001872217001-1.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="600" data-original-width="390" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhJwMCg29HNEZZbL94FtnyDfCK1GQmolmP4bKS42K4hJcS5XQFT_zD6aTyEUqx0NMJFLk848kv7zbgXsIaL-b1pZTK7-DPvU6f_J8pl4llLOR1ZrJk0bDBZ-TNkFI_SUlNzchTwFI1OfAnOVT7fbyKdr3Dhn9ZR1qkZXwKIN9FCLkR0uyEhxmmwNeK1/s320/0001872217001-1.jpg" width="208" /></a></div><p class="MsoNoSpacing">“İçimdeki keder, varmış olduğum belli bir bilgiden
kaynaklanıyordu.” (s.32)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Yaz mevsiminin zor katlanılır tarafı, şehri dönüştüren
bir şeyin olmamasıydı. Kışın tek bir kar yağışı yetiyor, şehir başka bir şehir
oluyordu.” (s.43)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Aslına bakılırsa bir ayrılık için doğru zaman hiç
gelmiyordu. Ayrılığın, zamanın mümkün olan ve olmayan bütün anlarına karşı
gerçekleştirilmesi gerekiyordu.” (s.76)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“İçimin abartılı hali yağmura benziyordu.” (s.78)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Dünyadan ölüm gibi uzaktım.” (s.139)</p>Elif'in Kütüphanesindenhttp://www.blogger.com/profile/14743964696642420466noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-4892178203682310922.post-49899775843732268702023-04-01T07:03:00.004-07:002023-04-01T07:04:32.365-07:00Marion Milner - Kendine Ait Bir Hayat<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiXcl26pavt6bElwh-czEreuSG1wZOCycOWHKbtBbYs4SaFnRuBiEeLqwGJENt-kjSm37yAwIDLgNMrmKy2EbpUlsxj_QnCXnpnila68SbWaBvd8fxPU_2lripZHQ4hAEOn7Qmaxu4Ld9JHk9GPtquCm3VFV4dkfygNWd1RlM2RJeboWSz6PdvbhXlO/s600/0000000628948-1.jpg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="600" data-original-width="393" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiXcl26pavt6bElwh-czEreuSG1wZOCycOWHKbtBbYs4SaFnRuBiEeLqwGJENt-kjSm37yAwIDLgNMrmKy2EbpUlsxj_QnCXnpnila68SbWaBvd8fxPU_2lripZHQ4hAEOn7Qmaxu4Ld9JHk9GPtquCm3VFV4dkfygNWd1RlM2RJeboWSz6PdvbhXlO/s320/0000000628948-1.jpg" width="210" /></a></div><p></p><p class="MsoNoSpacing">“Dünya öyle muhteşem ki onu kavramak, ona katılmak, onu
kucaklamak, her parçamın onunla titreştiğini hissetmek istiyorum.” (s.21)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Belki de insan ne zaman gerçekten mutlu olduğunu bilirse
hayatı için gerekli şeyleri de bilebilirdi.” (s.25)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Kamusal gerçeklik, herkesin dış dünyanın ne olduğuna
dair vardığı fikir birliği, bana benim için neyin önemli olduğunu ya da kendi
varlığımın kanunlarına uygun yaşamak için neler yapmam gerektiğini söylemeyi
başaramıyordu. Acaba görmezden gelemeyeceğim mahrem bir gerçeklik, bilmekten
ziyade hissetmekle ilintili bir gerçeklik olamaz mıydı?” (s.28)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Bu ruh ya da içimizdeki can dışımızdaki hayatla tümüyle
alakasız. İnsan cesaretini toplayıp da ona ne düşündüğünü sorabildiğinde hep
diğer insanların söylediklerinin aksini söylüyor… Gerçekten de dünyanın en
tuhaf mahluku bu: kahramanlıktan uzak, rüzgargülü gibi değişken, mahcup,
küstah, iffetli, şehvetli, geveze, suskun, çalışkan, çabuk yorulan, becerikli,
sakar, melankolik, iç açıcı, yalancı, dürüst, bilgili, cahil, cömert, cimri ve
müsrif – kısacası, öyle karmaşık, öyle belirsiz, toplum içinde onun
hamaliyesini üstlenen versiyonuyla öyle alakasız ki insan bütün hayatını onu
anlamaya çalışmakla geçirebilir.” (s.29)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Belki de bu geçen günlerin bana tatminkâr gelmemesinin,
düşte gibi olmasının sebebi mutluluk konusunda çok açgözlü olmam, bana daha
önce mutluluk vermiş şeylere ya da fazla gayret gerektirmeyen şeylere kaymamdı.
Tatillerin bazen mutsuz geçmesi belki bu yüzdendir: Doğrudan mutluluk avına çıktığın
için onu kaybedersin.” (s.33)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Kendi içimde öyle büyük bir ahenk olsun ki başkalarını
da düşünebileyim.” (s.35)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Onlara göre en önemli şey olaylar, nereye gitmişsin, ne
yapmışsın, neler olmuş, nasıl iyi zaman geçirmişsin. Ama bence asıl önemli olan
bunlar değil, arada geçen zaman hiçbir şeyin olmadığı uzun günler, rasgele
anlar, mesela bir mektubu açtığın ya da bir lokantada tek başına oturduğun veya
bir yabancıyla paylaştığın an… Muhtemelen asıl önemli olan şey, aradığın şey,
bitkilerin kökleri gibi gizli ve bilginin boşluklarında meydana gelen şey.”
(s.40)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Gerçeklik bu kadar muhteşemken idealizmin ne kadar
berbat bir şey olduğunu düşündüm.” (s.42)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Eskiden hayatın neye hizmet ettiğini anlamak için kafa
yorardım – şimdi yaşıyor olmak yeterli bir sebep gibi geliyor.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">Ne istiyorum – </p><p class="MsoNoSpacing">Zaman, bazı şeylerin resmini yapmak ve düşünerek değil
hissederek yakından incelemek, şeylerin derinine inmek için boş zaman.</p><p class="MsoNoSpacing"><o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">Kahkaha istiyorum, verdiği tatmini, dengeyi ve geniş
emniyet duygusunu.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">Oyun oynama fırsatları bulmak istiyorum, bazı şeyleri
gelişim maksadıyla değil sadece keyif için yapmak.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">Büyüyen şeylerin kanunlarını sabırla anlamak. Bunlara hiç
vaktim olmadığını hissediyorum çünkü kalabalığa kapılmış sürükleniyorum,
günlerimi para kazanmak ve arkadaşlarımla koşturmakla geçiriyorum – pinpon topu
gibi.” (s.45)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Ona verecek şeylerim olduğunu düşünüyorum. Onun uyum
sağlamasına, enerjisini dengeli kullanmasına, heyecanını kaybetmeden biraz daha
temkinli olmasına yardımcı olabilirim. Bazen böbürlendiğinde sinirleniyorum –
tıpkı insanlar hastalandığında sinirlendiğim gibi – ama ona söylersem benim
istediğim şekilde değişeceğini düşünüyorum. Ama ben de onun – onca basiretine
rağmen bazen körlemesine de olsa – neyi ne maksatla yaptığını anlamayı
öğrenebilirim. Zaman zaman onun büyümesine çözülemeyecek şekilde bağlandığımı
hissediyorum bu aralar. Onca kalabalığın arasında birbirimizi yol arkadaşı
olarak seçtiğimizi çünkü her ikimizin de birbirimiz için nihai amaç
olmadığımızı hissediyorum. İkimiz de bir şeylerin peşindeyiz (kim bilir ne) ve
içgüdüsel olarak erişmekte birbirimize yardım edebileceğimizi hissediyoruz. İlişkinin
ikimizin de kişiliklerine mümkün olan en büyük özgürlüğü tanımasını isterdim.”
(s.46)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“21 Eylül, gece 12. Tek başına yattığım son gece. İnsanın
sevdiği birinin olması “çocukça şeyleri kenara atmasını” sağlıyor. Yine de
birlikte biraz daha çocuksu olabilmeyi umuyorum, kaygıların ve ağır
gerekliliklerin yükünü daha az hissetmeyi. Her şey kaçınılmaz gibi geliyor –
kıştan sonra bahar gelmesi gibi. Oyuklarında eşleriyle duran küçük, tüylü
hayvanları düşünüyorum. Giysilerim, bavullarım, soyadımın değişmesi nasıl da
önemsiz.” (s.46)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Bu sabah ilk olarak yeni bir güç hissettim, engin bir
sükunetle sarmalama ve koruma gücü – içimde bir hayat denizi var.” (s.47)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Makinelerin değil büyüyen şeylerin arasında yaşamak
istiyorum. Güneşle, yağmurla, rüzgârla, temiz havayla, mevsimlerin döngüsüyle
düzenli bir tempoda yaşamak istiyorum. Tanımayı ve anlamayı öğreneceğim, utanmadan,
şüphe etmeden konuşabileceğim bir iki arkadaş istiyorum.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">Kitap yazmak, basıldıklarını, ciltlendiklerini görmek
istiyorum.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">İnsan davranışı denen bu keşmekeşe dair daha net
fikirlere sahip olmak istiyorum.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">Çevremi basitleştirmek, böylece titreşen irademi
istediğim doğrultuda tutabilmek istiyorum. Kalabalığın yönlendirmelerine tepki
olarak oraya buraya savrulmak, hiç direnç<span style="mso-spacerun: yes;">
</span>gösterememek istemiyorum.” (s.48)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Deli kendi düşüncesindeki gerçekliği, asıl gerçekliğe
tercih eder. Asla taviz vermez, onun için “ya hep ya hiç”tir. Yine de tümüyle
haksız değildir. Çünkü kuşkusuz düşüncenin de kendi gerçekliği vardır – ama sadece
bir hakikat üzerine kurulduğunda.” (s.46)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Ne istediğimi hala düşünerek bulmaya çalıştığım anlaşılıyor,
ancak düşünmeyi bıraktığımda gerçekten ne istediğimi anlayabileceğimi henüz keşfetmemişim.”
(s.49)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Gerçekleri ortaya çıkarmaya çalıştıkça kendi zihnimin
pek de bilmediğim bir şey olduğuna iyice ikna oldum. Bu yüzden de en acil ihtiyacın,
zihnimin alışkanlıklarına biraz daha aşinalık kazanmak olduğuna karar verdim. Anlamam
gereken şey genelde zihin değil de kendi zihnim olduğundan, kitaplara başvurmak
yerine düşüncelerimi yönlendirmeye çalışmadan serbestçe yazdığımda ne olduğunu
gözlemlemeye başladım.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">Günlüğe başlamadan önceki zamanlardan kalma bolca malzeme
vardı elimde; endişeden ve sıkıntıdan kaçmak istediğimde düşüncelerimi bir
yerlere çiziktirirdim.” (s.51)”<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Belki insanın aklının ucundan bile geçmeyecek fikirlere
sahip ikinci bir zihni daha vardır.” (s.61)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Belli ruh hallerinde en basit şeyler, mesela küvetteki
suyun üzerine vuran elektrik ışığı bile bana yoğun bir keyif veriyordu, halbuki
başka zamanlarda, sevdiğim müzikten, bir bahar gününden ya da arkadaşlarımla
birlikte olmaktan hiçbir tatmin duymayacak kadar kör, tepkisiz ve kapalı
oluyordum. Bu yüzden de bu ruh hallerinin neden kaynaklandığını bulmaya niyetlendim.
Kendim kontrol edebilir miydim? Bazen benim istemli bir hareketimden
etkileniyorlardı sanki. Özellikle bir şeyleri yazıya dökmenin yarattığı etki
bana çarpıcı gelmişti.” (s.63)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Çok çeşitli algılama yolları olduğunu keşfetmeye
başladım ve bunlar, zihnin içsel bir jesti olarak tanımlayabileceğim bir şeyle
kontrol edilebiliyordu. Öz farkındalık, insanın Ben-liğinin çekirdeği olduğundan
merkezi bir ilgi alanı oluşturuyordu sanki. İstendiği takdirde bu varlık
çekirdeğinin yerinin değiştirilebileceğini keşfetmiştim.” (s.64)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Bir keresinde trende gece yolculuğu yaparken gün boyu
edinilmiş izlenimlerin zihnimde itişip duran kalabalığı yüzünden bir türlü
uyuyamamıştım, tesadüfen kalbimde “kendimi hissettim” ve bir anda zihnim öyle
yatıştı ki birkaç dakika içinde huzurlu bir uykuya daldım. Ama yirmi beş yıl
boyunca farkındalığın içeride bu şekilde yerleştirilebileceğini keşfetmeden
yaşamış olduğum fikri beni şaşırtmıştı.” (s.64)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Gündelik hayatta kendi bedenimin dışına çıkmaya ve başka
insanlarla aynı duyguları hissetmeyi öğrenmeye can atıyor, ama nereden
başlayacağımı bilemiyordum. Sonra müzikteki hilemi hatırladım ve “kendimi
dışarı koymayı”, odadaki sandalyelerden birine oturmayı deneyerek işe başladım
(odada tek başıma olduğumdan başlangıç için bir sandalyenin yeteceğini
düşünmüştüm). Sandalye hemen farklı bir gerçeklik kazandı, oranlarını hissettim
ve şeklini sevip sevmediğimi hemen söyleyebildim. Daha sonra bakmanın sırrının
bu olabileceğini ve insanın istediği şeyleri öğrenmesi için uygulanabileceğini
düşündüm. Normalde dışarıdaki şeylere kafamdan bakardım, sanki kafam kendimi
içine kapadığım ve pencerelerinden dışarı bakıp olan biteni seyrettiğim bir
kuleydi. Şimdi istediğim zaman dışarı çıkabileceğimi, aşağı inebileceğimi ve
olan bitenin bir parçası olabileceğimi keşfediyordum, böylece kulenin mesafeli
yüksekliğinden göremediğim bazı şeyleri deneyimleyebilecektim… Böyle yeni bir
olasılığı keşfettikten sonra bazı şeylere bakmak için sürekli aşağı indiğim
düşünülebilir. Halbuki his değil düşünce talep eden günlük bir işin baskısıyla
bu yeni özgürlüğü adeta unuttum, aynı zamanda sanırım bu özgürlükten ve kulemin
güvenliğini sık sık terk etmekten korkuyordum.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">Bu yöntemlerle algılama gücümün, doğrudan bakmaya ya da
dinlemeye çalışarak değil bu özel içsel jestle değiştirilebileceğini anlamaya
başladım.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">Sonra sadece algılamanın değil eylemenin de aynı şekilde
kontrol edilebileceğini tahmin etmeye başladım.” (s.66)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Dünyaya karşı genel tavrımın bir nevi büzüşme olduğunu
gördüm, sert bir dokunuşla rahatsız olan denizşakayığı gibi, kendi yaptığı
koruyucu duvarların arasında kapalı kalmış amipler gibi. Bir şeyi algılamak
istediğimde duyargalarımı sürekli açık tutabileceğim o emniyet halini daha öğrenmem
gerekiyordu.” (s.68)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Bir gün bir geminin güvertesinde, denizin ortasında, hafif
bir rüzgar eşliğinde tek başına oturuyordum. Huzursuz ve mutsuzdum; kışın,
şehirde, karanlık günlerde çok özlemini çektiğim bir şeyin keyfini çıkaramadığım
için sıkıntılıydım. Hep istediğim şeye, güneşe, boş zamana ve denize kavuştuğum
için mutlu olmam gerektiğini biliyordum. Birden düşünmeye çalıştığımı fark
ettim; ancak bir şeyler düşünebilirsem mutlu olabileceğime inanmış gibiydim. O anda
çözmem gereken özel bir sorun yoktu, sadece insanın düşünceleri, fikirleri,
gördüğü ve duyduğu şeyler hakkında söyleyecek ilginç şeyleri olması gerektiğine
dair bir his vardı.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">Tabii insanın düşünmesi gerektiğine dair bu fikrin farkına
vardığım anda ne kadar salakça olduğunu anladım ve bir şeyler yapmaya çalışmayı
bıraktım, kendimi koyverdim. O anda güneşin vurduğu iplerin beyazlığı deniz
fonu önünde gözümü aldı ve öylece oturup etrafa bakmaktan büyük memnuniyet
duymaya başladım.” (s.69)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Benliğimin ihtiyacı dengeydi, güneş ama çok fazla değil,
yağmur ama sürekli değil. Beden nasıl belli bir tür gıdayla doyuyorsa, benlik
de belli bir tür deneyimle kolayca doyuyordu ve kendine has bir bilgeliği vardı,
tek eksik benim bunu yorumlamayı öğrenmemdi.” (s.79)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Tavırlarımı değiştirmek istiyorum; sürekli bir şeyin peşinde
koşmak ama bunun ne olduğunu bilmemek beni huzursuz ediyor. Bazı insanları,
özellikle sanatçıları kıskanıyorum. Oyun tavrı edinmek istiyorum. Bundan kastım,
yaparken alınan zevk dışında bir şeye hizmet etmeyen bir edime konsantre olmak.
Bunu neden istiyorum? Tam sebebini bilmiyorum, sadece çok cazip geliyor. Belki de
insanı ruhunu kurtarma uğraşından azat ediyordur. Ruhunu kurtarmak isteyen ben,
yitirmek istiyorum. Oyun benim için özgürlük demek – korkulardan özgür olmak. Ruhun
haysiyetinin bir ifadesi, hiçbir gerekçelendirme bağının kölesi değil.” (s.80)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“İrademi sürekli sonsuz hedefler peşinde koşmaya
zorladığımı, bu hedeflerin de beni asıl istediğim şeye ulaşmaktan alıkoyduğunu
anlamıştım. Buna ulaşmayı neden böyle umutsuzca arzuladığımı bilemiyordum ama
en azından en büyük ihtiyacımın – bir cesaret edebilsem – kendimi bırakmak ve
başarı kazanma dürtüsünden kurtulmak olduğunu tahmin etmeye başlamıştım. Bütün bu
hedefleri bıraksam, daha temel bir amacın, kendi kendime yüklediğim şahsi
hırsların değil kendi mizacımın özünden çıkan bir şeyin farkına varabileceğimi
de seziyordum. İnsanlar “Ne pahasına olursa olsun kendin ol” diyorlardı. Ama insanın
kendisinin ne olduğunu bilmesinin o kadar da kolay olmadığını anlamıştım. Başka
insanların istediği şeyleri istemek, sonra da bunun kendi tercihin olduğunu
zannetmek çok daha kolaydı.” (s.86)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Gayretini, geriye hiçbir şey kalmayana kadar sürekli
baltalıyor musun? Eylemsizlikle etkilenemeyecek hiçbir şey yoktur.” Lao Tzu
(s.87)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Düşüncemi ne itmeli ne de sürüklenmeye bırakmalıydım. İçsel
bir jest yaparak geri<span style="mso-spacerun: yes;"> </span>çekilmeli ve
seyretmeliydim, çünkü irademin, düşünce kalabalığına polislik yaptığı bir
durumdu bu, görevi orada durup yolun gelip geçenler için açık kalmasını
sağlamaktı. Neden kimse bana iradenin işlevinin geride durmak, beklemek,
itmemek olduğunu söylememişti?” (s.92)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Düşüncemin saçaklarında, her dakika belli belirsiz
şekiller bulunur ve ben onlara baktığımda netleşirler. Elinde fener tutan bir
polis memuru gibi farkındalığımın aydınlık dairesini istediğim yere
yöneltebilirim.” (s.95)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Bir keresinde bezgin, kendimden bıkmış, Akdeniz’e bakan
bir yarın üzerinde yatarken, “Hiçbir şey istemiyorum” demiştim ve anında
manzara kartpostal çiğliğinden sıyrılmış, yaradılışın ilk gününden kalma bir
ışıkla parlamıştı, yol kenarındaki tuzlu otlar bile.” (s.96)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Kendimi gözlemliyorum ki başkalarını tanıyayım.” Lao Tzu
(s.109)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Kendime iki kural belirledim:<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing" style="margin-left: 36pt; mso-list: l0 level1 lfo1; text-indent: -18pt;"><!--[if !supportLists]--><span style="mso-bidi-font-family: Calibri; mso-bidi-theme-font: minor-latin;"><span style="mso-list: Ignore;">1.<span style="font: 7pt "Times New Roman";"> </span></span></span><!--[endif]-->İnsanın
içini karartan herhangi bir kaygı ya da dargınlık yükü asla göründüğü şey
değildir. Ne zaman üzerimde bir bulut gibi asılı dursa ve dağılmayı reddetse
bilmeliyim ki körü düşünce alanından geliyor ve beni asıl kaygılandıran şey
benden gizleniyordur.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing" style="margin-left: 36pt; mso-list: l0 level1 lfo1; text-indent: -18pt;"><!--[if !supportLists]--><span style="mso-bidi-font-family: Calibri; mso-bidi-theme-font: minor-latin;"><span style="mso-list: Ignore;">2.<span style="font: 7pt "Times New Roman";"> </span></span></span><!--[endif]-->Hem
kendinde hem de başkalarında bu tür duygular üzerine akıl yürütmek boşunadır.</p><div style="margin-left: 36pt; text-align: left; text-indent: -18pt;"> Saplantılı korkular ya da
kaygılar karşısında fikir yürütmenin neden işe yaramadığını anlamaya <span style="text-indent: -18pt;">başlamıştım çünkü kaynakları aklın ve sağduyunun kapsama alanı dışındaydı. Zihin
ıssızlıklarında, bir şeyin hem kendisi hem de başka bir şey olabildiği yerlerde
gelişiyorlardı ve onlarla başa çıkmanın tek yolu makul olmaya dair bütün
teşebbüsleri bırakıp düşüncelere hürriyet tanımaktı.” (s.124)</span></div><p class="MsoNoSpacing" style="margin-left: 36pt;"><o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Nasıl istirahat edeceğini bilmişsen, şehirler,
imparatorluklar fethetmişlerden daha fazlasını başarmışsındır.” (s.147)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Bir kere kendi hayat kaynağımla temasa geçtikten sonra, “ebedi
kollar”a dair bir inanç ya da şüphe yersiz kaçıyordu; yediğimiz elmanın tadının
güzel olduğuna inanmayız, güzeldir.” (s.162)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Mutluluk anlarımı gözlemlemek ve neden
kaynaklandıklarını bulmak üzere yola çıkmıştım. Ama tecrübelerimi incelediğimde
farklı, incelemediğimde farklı şeylerden mutlu olduğumu keşfettim. Bakma eylemi
kendi başına bütün varlığımı değiştiren bir güçtü.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">Her günün sonunda olanları gözden geçirmeye ve bana en
iyi görünen şeyleri seçmeye başladığımda, beklemediğim bazı sonuçlar aldım. Bu deneye
başlamadan önce, hayatın içinde sorgulamadan sürüklendiğim zamanlarda hayatımı
olaylarla ölçerdim. Genelde “iyi vakit geçirmek” olarak görülen şeye
kavuştuğumda mutlu olduğumu zannederdim. Ama her günkü mutluluğun hesabını
tutmaya başladığımda, kendine özel bir niteliği olan bazı anların farkına
vardım, bu nitelik etrafımda olup bitenden tümüyle bağımsızdı zira bazen en
önemsiz durumlarda ortaya çıkıyordu. Bu anların özel olmasının sebebi, “güzel
vakit geçirmek”ten anladığım şeyin çok ötesinde bir mutluluk hissi vermesi ve
gündelik kayıtlarımdaki diğer bütün kaygıları gölgede bırakmasıydı. Bu anların
tesadüfen bir kenara çekilip kendi deneyimime geniş bir odakla baktığım, hiçbir
şey istemediğim ve<span style="mso-spacerun: yes;"> </span>her şeye hazır
olduğum zamanlarda ortaya çıktığı sonucuna vardım zamanla. Çalışmalarımın geri
kalanı bu bakma becerisinin neye bağlı olduğunu ortaya çıkarma teşebbüsüne
dönüştü.” (s.173)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Bir sonraki keşfim beni mutlu eden şeyi artık bildiğim halde
onu her istediğimde elde edemediğimdi. Gözlerim açık yaşamaktan beni men eden
sayısız engel var gibiydi ama birbiri ardına ipuçlarını takip edince hepsinin
kökeninde korkunun yattığını anladım. Bu korkunun kökenini de kör düşüncemi
gözlemlemek için yöntemler bularak öğrendim. Benimle çevrem ve benimle kendim
arasına giren daimi bir benmerkezli gevezelik olduğunu keşfettim ve bunun
sesini kesmeyi öğrenene kadar çarpık kurgusal bir dünyada yaşamak, gerçek
ihtiyaçlarımla gerçek koşullarım arasındaki hayati bağlantıdan mahrum kalmak
durumundaydım. Sadece ve sadece bunu kırabildiğimde altında mutluluğun
büyüyebileceği koşulları seçebilecek kadar net görmeyi başardım; mesela
faaliyetlerimi sınırlamayı, her yeni şeyin peşinden koşmamayı, başka insanların
yaptığı şeylere yetişeceğim diye bütün enerjimi harcamamayı, bunu yaparsam
kendi şahsıma ait ihtiyaçlara enerjim kalmadığını öğrendim.” (s.174)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Beni mutlu eden şeylerle ilgili bir günlük tutarak,
mutluluğun benim tam da farkında olmadığım zamanlarda geldiğini keşfetmiştim. Böylece
hedefimin, gittikçe daha fazla farkında olmak ve akıl yoluyla kavrama ile aynı
şey olmayan bir anlayışla daha fazla anlamak olduğu sonucuna vardım. Bunun doğal
itkilere dayalı bir hayata karşı, bilince dayalı bir hayat meselesi olmadığını
da fark etmiştim; zira bilinç olmadığında en azından benim için doğal ifade
özgürlüğü yoktu, sadece rasgele edinilmiş teamüller ve birbirine zıt, yanlış
anlaşılmış idealler karmaşası arasında bir çatışma vardı. Anlamadığımda kör
alışkanlıkların insafına kalıyordum; anladığımda kendi yaşama kurallarımı
geliştirebilir ve değişen bir medeniyetin çelişen tavsiyelerinden hangilerinin
kendi ihtiyaçlarıma uygun olduğunu bulabilirdim. Daha fazla anlayabilmek için
daha fazla hareketsizlik gerektiğini keşfedince hem başka birileri vasıtasıyla
değil kendi gözlerimle görmeye başladım hem de öz bilincimin beni hapseden
adasından kaçmanın yolunu nihayet keşfedebildim.” (s.181)</p><p></p>Elif'in Kütüphanesindenhttp://www.blogger.com/profile/14743964696642420466noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-4892178203682310922.post-70690364017783723852023-03-25T02:14:00.011-07:002023-03-25T02:17:16.203-07:00Don Miguel Ruiz Jr. - Bağlanmanın Beş Seviyesi<p></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEghDPMo2Ja8wWjliTwyBUPSaj1ydJHUSEuzOx5zY1CY2glAhshnjwc_AQPVEvJr7ZpGFbNIUzMcjj5BwFj3Q9vxUIpYJUclVRMgd-c8mJYYi4nCsPVLtMmKAgJ3swTnIZINa4Dy6zPFugad1SiHSir1nRt73WeXnwiSPf-OkZQqsE1piz7o3pgpu-_a/s600/0000000609197-1.jpg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="600" data-original-width="384" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEghDPMo2Ja8wWjliTwyBUPSaj1ydJHUSEuzOx5zY1CY2glAhshnjwc_AQPVEvJr7ZpGFbNIUzMcjj5BwFj3Q9vxUIpYJUclVRMgd-c8mJYYi4nCsPVLtMmKAgJ3swTnIZINa4Dy6zPFugad1SiHSir1nRt73WeXnwiSPf-OkZQqsE1piz7o3pgpu-_a/s320/0000000609197-1.jpg" width="205" /></a></div><blockquote style="border: none; margin: 0px 0px 0px 40px; padding: 0px; text-align: left;"></blockquote><div>“Uluslar arasında olduğu gibi bireyler arasında da başkalarının haklarına saygı barış demektir.” Benito Juarez (s.4)</div><div><br /></div><div>“Yaşama bakıp hayat akıp giderken sen onu tercüme edersen
yaşamayı kaçırırsın. Ama eğer hayata kulak vermeyi öğrenirsen sözcükleri sırası
geldikçe dile getirmeyi bilirsin. Bilgin sana hayat boyu yol gösterecek bir
araç olarak kullanılabilmeli ama bir yana da bırakılabilmelidir. Bilginin
yaşadığın her şeyi tecrübe etmesine izin verme.” (s.11)<p class="MsoNoSpacing"><o:p></o:p></p><p class="MsoNoSpacing">“Bakış açımız gerçekliğimizi yaratır. İnançlarımıza
takılır kalırsak gerçekliğimiz katılaşır, durağanlaşır, ezici bir hale gelir.
Onlardan özgür olma seçeneğini göremez olduğumuzdan bağlılıklarımıza mahkum
hale geliriz.” (s.15)<o:p></o:p></p><p class="MsoNoSpacing">“Bir öz yargıya artık inanmaz olduğumuzda üzerimizde
hiçbir gücü kalmaz. Kendinizi tam şu anda olduğunuz halde kusursuz ve tam
olduğunuz tartışmasız gerçeğine dayalı bir kendini kabul noktasından görmeyi
seçebilirsiniz.” (s.18)<o:p></o:p></p><p class="MsoNoSpacing">“Kişisel düşünüz vardır. Başka hiç kimse hayatı sizin
bakış açınızdan yaşamanın nasıl bir şey olduğunu hiçbir zaman bilemeyecek.”
(s.23)<o:p></o:p></p><p class="MsoNoSpacing">“Yalnızca iki kişinin olduğu yerde evetleri kontrol
altında tutan ilişkinin dizginlerini elde tutar. İnsanların çoğu zaman
inançlarını birbirlerine ya da iradelerini diğerinin bakış açısına dayatmaya
çalışmalarının nedeni budur. Biz düşünü yaratırken birbirimize saygıyla
davrandığımızda, evetlerimizle hayırlarımızı karşılıklı onurlandırdığımızda
ortada ahenk vardır.” (s.25)<o:p></o:p></p><p class="MsoNoSpacing">“Kendimi iyi hissetmem için bir şeyin olduğu gibi kalması
gerektiğine inandığımda ona bağlanmış ve dışımdaki bu leyi benim kim olduğumla
birbirine karıştırmış olurum. Dışımdaki şeyler ve nihayetinde her şey değişirse
nasıl tepki veririm? Benlik algımı bununla birleştirmişsem onu savunmam, onun
için tartışmaya girmem gerekir; tanımlar ve anlam bulmam gerekir. Kısacası bir
bağlılık yaratmışımdır.<o:p></o:p></p><p class="MsoNoSpacing">Değişim korkusuna kapıldığımda kendi dışımda bir şeye
bağlılık geliştirdiğimi bilirim. Değişim tanıdığım, bildiğim dünyayı yok
edebilir, beni bilememenin tedirgin edici karanlığına itebilir. Ama değişimin
önüne geçilemez, ömrümüz boyunca sonu da gelmez: Bir ilişki son bulur, işimizi
kaybeder, evimizden taşınırız, kırışıklıklarımıza, aklaşan saçlarımıza yenileri
eklenir, sevdiklerimizi kaybederiz. Bu böylece gider.” (s.31)<o:p></o:p></p><p class="MsoNoSpacing">“Deneyimime göre kalıcı değişikliği getiren yegâne
motivasyon kaynağı öz sevgidir. Kendimi sevip kabul ettiğimde kendime iyi
davranmak ve olabildiğince sağlıklı olmak isterim. İrademi egemenliği altına
alan her ne ise ondan arınma özgürlüğüm de ancak o zaman vardır.” (s.71)<o:p></o:p></p><p class="MsoNoSpacing">“Bir daire çizmeye başlayın. Aşağı yukarı dörtte üçüne
geldiğinizde durun. Tamamlamamış olsanız da şeklin bir daire olduğunu görebilirsiniz.
Bunun nedeni, zihnin bir çembere bakmakta olduğumuzu varsayma yeteneğidir ve
şekli bizim için tamamlar. Aynı şey, bir üçgenin iki kenarını çizmiş olsak da
geçerli olurdu. Bunu bir üçgen olarak görürdük.<o:p></o:p></p><p class="MsoNoSpacing">Elde bilgi olmadığında, geçmiş deneyimlere dayanan zihnin
olağanüstü bir eksik parça tamamlama yeteneği vardır. Bu, tamamlayıcı Gestalt
ilkesidir; eksik bilgi almış bile olsak zihnimiz tanıdık kalıplara karşılık
verir. Zihin, hemen her şeyde boşlukları varsayımlarla doldurur. Zihin
enformasyon eklerken tercihlerde de bulunur ve bildiğini sandıklarına öncelik
verir. Yani eksik yeni bilgiyi halihazırda bağlı olduğu inançlarla tamamlar.”
(s.86)<o:p></o:p></p><p class="MsoNoSpacing">“Ne vakit duygusal olarak altüst olsam, gerçek bildiğim
bir şeyin sınanması gerektiğini bilirim.” (s.102)</p></div>Elif'in Kütüphanesindenhttp://www.blogger.com/profile/14743964696642420466noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-4892178203682310922.post-57050311585416076852023-03-05T03:31:00.007-08:002023-03-05T03:35:24.931-08:00Rachel Corbett - Hayatını Değiştirmelisin & Rainer Maria Rilke ve Auguste Rodin'in Hikâyesi<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgeYU0xzLtvU4i9otoaSPbgTF2blj8etx_EXV9eqh9jkgUHROVkTnpj28XSdUZblPiftIFa_5-umPW2pXGKgolNUch2WibbuQzMU_HMjMbS9jJPwp4UVsS55colGhEIZCYOHwoEVePrDhpm7RY63KKBC3o-OohJVssZ9nXAlkO33l8_sxHeHNJ7GgfT/s600/0001877247001-1.jpg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="600" data-original-width="386" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgeYU0xzLtvU4i9otoaSPbgTF2blj8etx_EXV9eqh9jkgUHROVkTnpj28XSdUZblPiftIFa_5-umPW2pXGKgolNUch2WibbuQzMU_HMjMbS9jJPwp4UVsS55colGhEIZCYOHwoEVePrDhpm7RY63KKBC3o-OohJVssZ9nXAlkO33l8_sxHeHNJ7GgfT/s320/0001877247001-1.jpg" width="206" /></a></div><p class="MsoNoSpacing">“Yalnızlık, sadece etrafınızda genişleyen bir boşluktur.
Belirsizliğe güvenin. Üzüntü, yaşamın sizi elleri arasına alması ve
değiştirmesidir. Yalnızlığı yuvanız haline getirin.” Rilke (s.7)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Belki yaşamımızdaki tüm ejderhalar, bizi bir kez olsun güzel
ve cesur görmek için bekleyen prenseslerdir. İşin aslı araştırıldı mı, belki
yaşamdaki tüm korkunç nesnelerin bizden yardım bekleyen kolu kanadı kırık
yaratıklar olduğu anlaşılacaktır.” Rilke (s.10)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Bir kayanın altında ezilme korkusu, oğlanın kâbuslarında
devamlı tekrar eden bir tema haline geldi. Bu, her seferinde bir mezar taşı
değildi ama her zaman çok büyük, çok sert ve çok yakın bir şeydi ve sıklıkla
acı verici bir dönüşüme işaret ediyordu; var olanın yıkılmasıyla yeniden
gelecek bir yeniden doğuşa.” (s.25)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Hâlâ yumuşağım, balmumu gibi olabilirim ellerinde. Beni
al, bana şekil ver ve tamamla beni.” Rilke (s.38)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Ruhumu kollarına aldın ve bir beşik gibi usulca
salladın.” Rilke (s.40)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Bibi, Rodin’e güzelliğin mükemmellikle ilgili değil hakikatle
ilgili olduğunu söylemişti.” (s.43)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Claudel kendine ait bir parçayı Rodin’de kaybettiğini
hissetmeye başladı ve ayrılık kararı verdi.” (s.56)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Rilke, evlilik hakkında en kalıcı mitolojilerinden biri
haline gelecek cümlesini kaleme aldı: İki insanın birleşmesindeki en büyük
vazifenin, her birinin diğerinin yalnızlığını koruması olduğunu düşünüyorum.”
(s.81)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Okumaya dikkatini veremeyen Rilke, nisan ayında genç
Franz Kappus’a iki mektup yazdı. O zamanlar hissettiği belirsizlik duygusuyla
barışmaya hatta onu yüceltmeye çalıştı. Şöyle yazmıştı: Bu gibi şeyler zamanla
ölçülemez, sözü geçmez olur yılların, on yılların adı vardır yalnız. Sanatçı
olmak, hesap kitaplardan ve sayılardan el çekmek, özsularını aceleye getirmeyen
ve baharın rüzgarlı fırtınalı havalarında istifini bozmaksızın ayakta duran bir
ağaç gibi olgunlaşma sürecinden geçmektir. Ya baharın ardından yaz gelmezse,
diye bir korkuya kaptırmaz kendini ağaç; yaz gelir hep çünkü, … ama sabırlıları
gelip bulur ancak. Rilke, Rodin’i böyle tarif etmişti bir defasında; kalbi için
derin bir yer kazmış, bir ağaç gibi kendi içine gömülü.” (s.120)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“İçine düşen her şeyin ama her şeyin -ezilmiş, bozulmuş,
tiksintiyle fırlatılıp atılmış olsalar bile -bir simyayla dönüştüğü ve gömülü
tohumu besleyecek bir besin haline geldiği bir toprağa dönüşüyor, sana
dönüşüyor.” Lou Salome (s.126)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Arkadaşlarınızdan vazgeçmek, gelişmeniz için sizi özgür
bırakan bir mahrumiyettir. Etrafınız tenhalaştıkça diğerleri sizin sahip
olduğunuz yalnızlıktan korku duyabilir. Fakat kişi onların önünde, kendinden
emin halini ve sakinliğini korumalı, şüpheleriyle eziyet etmemeli ve
anlayamadıkları bir sevincin özgüveniyle onları korkutmamalıdır. Kişi,
sonsuzluk olarak da değerlendirilebilecek bu boşlukta kendini geliştirmenin
yollarını aramalıdır. Kişi, kendisi bunun derinlerinde bir şekilde yol alırken
geride kalanlara nazik davranmalıdır.” Rilke<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“O gün bir pencere gibi hissediyordu, sanki yaşamak
bakmaktan fazlası değildi.” Rilke (s.265)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Rilke’nin son sözleri mezar taşına kazındı: Gül ey saf
çelişki / Bütün göz kapaklarının altında / Hiç kimsenin uykusu olamamanın
sevinci.” Rilke (s.267)</p><p></p>Elif'in Kütüphanesindenhttp://www.blogger.com/profile/14743964696642420466noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-4892178203682310922.post-30713880982590595352023-02-04T01:30:00.002-08:002023-02-04T01:30:08.728-08:00Engin Geçtan - Hayat<p><br /></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg_pOteQkya97D-r5FoDrD9to7a4XW1X9iHpdluN4LvmzcA-hgkhD8WIjPENKtdx97a0EigBtynrVXGJMB9gHFDKaL84I_ymD6SBtUj7JDTHov1C4AoFjQBa2fHx0doK6kUHBvM1IVmKXbAEktex5GA6SeW5SX-FJQzyUp-B_6h0ii-784LULrLO8Y7/s400/0000000117897-1.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="400" data-original-width="268" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg_pOteQkya97D-r5FoDrD9to7a4XW1X9iHpdluN4LvmzcA-hgkhD8WIjPENKtdx97a0EigBtynrVXGJMB9gHFDKaL84I_ymD6SBtUj7JDTHov1C4AoFjQBa2fHx0doK6kUHBvM1IVmKXbAEktex5GA6SeW5SX-FJQzyUp-B_6h0ii-784LULrLO8Y7/s320/0000000117897-1.jpg" width="214" /></a></div><p class="MsoNoSpacing">“Alışageldiğimiz düşünceleri altüst eden karşıtlıkların
temelinde, içsel yaşantılarımızı normal konuşma diliyle anlatma zorluğu yatar.
Çünkü içsel yaşantılarımız, konuşma dilinin sınırlarını fazlasıyla aşar.”
Suzuki (s.9)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Dünyanın giderek hızlanan değişimi içinde, başlangıçta
edindiğimiz dünya görüşleri geçerliliğini bir ömür boyu sürdüremez oldu. Bu
durum, her an oluşmakta olan yeni dinamikler doğrultusunda, dünya görüşümüzde
de sürekli değişiklik yapma gereğini beraberinde getiriyor. <o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">Dünya görüşü tutarsızlaştığında, insanın kendisini ve
başkalarını anlayışı parçalanır ve kendisini yalnız, dışarıda bırakılmış biri
olarak yaşamaya başlar. Bir dünya görüşünün ahengini, eskiyen bir dünya
görüşünün tükendiği yerde yeni bir dünya görüşünün oluşumu belirler. Bu da
insanın kendi deneyimleriyle ve sezgileriyle ne kadar temasta olduğuna
bağlıdır. Jung’un sözleriyle: Son çözümlemede, temel olan şey bireyin
hayatıdır… Biz kendi çağımızı yaratırız.” (s.10)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Yabancılaşma, insanın üzerine çeken en ağır duygu
olmalı, yaşattığı dünyasızlığıyla. Panik atağın ölüm agonisini andıran
çaresizliğinden ya da depresyonun iflah olmayacağına inanılan karamsarlığından
da ağır. Panik atağa dünyaya yönelik bir imdat çağrısı depresyona dünyaya
yönelik bir öfke eşlik eder, yabancılaşmada ise dünya silinir.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">Yabancılaşma ağır bir duygu, çünkü dünyasından kopma
süreci bir kez üzerine çökmeye başladığında, insanın dünyasıyla yeniden
buluşması mümkün olmayabilir.” (s.11)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“İnsanlar, birbirlerine kendi senaryoları doğrultusunda
roller verip, karşılarındakilerden bu rolleri gerçekleştirmesini bekler
oldular. Sonuç, düş kırıklıkları, kızgınlıklar ve kendimizden kaynaklandığını
bir türlü kavrayamadığımız yalnızlık.” (s.13)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Batı, Doğu’ya hayatını nasıl kazanacağını öğretebilir.
Batı, zamanla, nasıl yaşanacağını Doğu’nun ona göstermesini isteme durumunda
olacaktır.” Tehyı Hsıeh<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Bilimin egemen olduğu bir kişilik, ilkel yanlarından
kopuk olduğu için ehlileştirilmeye açıktır, bunun sonucu olarak da Biz
Batılılar, yüksek disiplinli, iyi örgütlenmiş ve mantıklı varlıklarız. Ama
diğer yandan, bilinçdışı kişiliğimizin bastırılmasına izin verdiğimiz için,
ilkel insanın bilgeliğini ve uygarlığını anlama ve takdir edebilme imkânından
yoksun bırakılmışız. Tabii bilinçdışı kişiliğimiz yine de varlığını koruyor ve
zaman zaman denetimden çıkıp patlarcasına ortaya çıkabiliyor.” (s.18)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Okunarak öğrenilecek ve yaşanarak öğrenilecek şeyler var;
önemli olan bu ikisinin birleşimini oluşturabilmek. Üstelik, bir insanın
diğerinden bir şeyler öğrenebilmesi bir ilişki sürecinin akışı içinde
gerçekleştirilebilir.” (s.21)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Eğer bu sessiz aralıklar olmasa sesler asla bu kadar
etkili olmayacaktı, der Krishnamurti. Batı kültürü etkisindeki düşünce tarzında
bize, dikkatimizi incelemekte olduğumuz konu üzerine yoğunlaştırmamız ve bu
konu<span style="mso-spacerun: yes;"> </span>dışındaki şeylere dikkatimizi
yönelterek dağıtmamız öğretilir. Krishnamurti’ye göre, bundan çok farklı bir
dikkat daha vardır ki bu tür dikkatte zihin hiçbir şeyi dışlamaz, dışarıda
bırakmaz. Bu sayede, zihin dışlamaya çalıştığı şeylerin direnciyle
karşılaşmayacağı için daha güçlü bir dikkat gerçekleşir. Başka düşüncelerin
zihnimize girmesini önlemek için, bilerek ya da bilmeyerek, zihin çevresinde
bir direnç duvarı ördüğünüzde zihninizin bütünü değil bir bölümü çalışıyor
demektir.” (s.30)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Günümüzde giderek artan sayıda insan, dostluk
ilişkilerine bile yalnızca kendi ihtiyaçları açısından bakma eğiliminde artık.
1970 gibi çok da yakın sayılmayacak bir tarihte yayımlanan ve sonradan
klasikleşen Narsisizm kültürü adlı kitabında Christopher Lasch şöyle yazmıştı:
Duygusal olarak sığ, yakın ilişkilerden korkan sahte bir içgörüye sahip,
cinselliğin karmaşasına düşkün, yaşlılık ve ölüm korkularıyla dolu yeni
narsistler geleceğe olan ilgilerini yitirmişlerdir.” (s.30)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“İnsan, temelde, kendini ilişkiler yaratarak var etme
eğilimindedir. Bu eğilimlerin yalın biçimlerde yaşayabildiğinde, yalnızlık,
boşluk, yabancılaşma ve yalnızca kendiyle meşgul olma eğilimlerine yer
kalmayabilir, evrendeki ilişkiler ağının parçası olabildiği için. Krishnamurti
bunu son yazılarında şöyle dile getirmiş: Dünyadan sorumluyum, çünkü ben
dünyayım.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">Kendi zamanında düşünce düzeyinde kuantum kuramına en çok
yaklaşabilmiş kişi olan Jung da buna benzer bir biçimde ifade etmişti: Dünyada
bazı şeyler yanlış gidiyorsa bu, bireyde bir şeyler yanlış gidiyor, dolayısıyla
bende de bir yanlışlık var demektir. Bu yüzden eğer duyarlı biriysem önce
kendimi düzeltmeliyim.” (s.34)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Her ne kadar sinir sistemimiz pek çok şeyi şekil olarak
algılamamızı sağlarsa da aslında şeyler boşluklardır. Albert Einstein bunu,
“Her şey boşluktur, şekil yoğunlaştırılmış boşluktur.” şeklinde dile
getirmişti. Batı’nın bugün ulaşmış olduğu yer, aslında, Doğu’da binlerce yıldan
beri bilinmekte idi. Heart Sutra’da Buda’nın şu sözleri yer alır: Şekil,
boşluktan başka bir şey değildir, boşluk da şekilden başka.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">Nitekim bugünkü bakış açımızla, A, B’den yapılmıştır ya
da bunun tersidir diyemeyiz, çünkü her şey karşılıklı etkileşimlerden oluşur.
Dış dünyaya, zihnimizin içeriğindeki düşünceler ve izlenimler olmadan
bakabilseydik yaşadıklarımız bambaşka olurdu. Dış dünyanın olduğu haliyle,
öylece algılanabildiği yaşantılara Suzuki Rashi “başlangıçtakilerin zihni” der.
Küçük çocuk pencereden, ağaca konmuş bir kuşun sesini dinlerken annesi kuşu
gösterip, “Bak, bu bir serçe” dediği anda kuş sesiyle yaşanmakta olan
birliktelik bilgiye dönüştürülür, kurulmuş olan yalın bağ sona erdirilerek.”
(s.35)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Hani bazen iki insan birbirinin varlığında eriyip bir
bütüne dönüştüğünde ya da doğayla gerçekten iç içe olabildiğimiz ender anlarda
benliğimizin sınırları silinir ya, işte sadece o anlarda hayatımızın ilk
günlerindeki “ilişki içinde varolma”yı yeniden yaşayabiliyoruz, bazı insanlar
belki de hiçbir zaman yaşayamıyor. İlişki, işbirliği temelinde oluşan bir
kucaklaşma. Zorunluluktan ya da insanın kendi isteğiyle de olsa, bir şeyler
kazanmak ya da bir şeylerden korunmak amacıyla oluşan beraberliklerde ilişki
yaşanamıyor.” (s.37)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“ilişki aynı zamanda, bir şeyler birlikte yapmaktan
mutluluk duymaktır. Önemli olan yapılan iş değil, yapılan şeyin birlikte
yapılması ve o şey yapılırken bir bütün olabilmek. Dolayısıyla olmak, yapmaktan
önce gelir. Ama artık insanlar, içlerinden gelerek ve sorun yaratmadan,
birlikte çalışmaktan haz almaya pek yatkın değiller.” (s.37)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Aslında yalın ilişki eğilimi, bir kadınla bir erkeğin
yolda rastlantı sonucu karşılaşması gibi durumların dışında da beklenmedik
anlarda ve herhangi bir yerde yaşanabiliyor; insanlar birbirlerine beklenti
yüklemediklerinde. Birbirimizi şeyler olarak algılamakta direndikçe, yalnızca
birtakım soyutlamalarla sonlanabiliriz. Kendi yansıtmalarımızdan oluşmuş
imgeler dünyası ve varsayımsal yaşantılar.” (s.38)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Atom-altı dünyada bir foton çifti birbirlerinden çok
ayrı düştüklerinde birbirlerine yaklaşmaya başlar, ancak eğer çok
yakınlaşırlarsa birbirlerine yapışıp kilitlenmelerine fırsat vermeden hızla
birbirlerinden uzaklaşırlar. Bir yanımız bireyselleşme çabaları gösterirken,
diğer yanımız çevremizle bütünleşerek yalnız kalmamaya, kendimizi bir yerlere
ait hissetmeye çalışır. Hayatın bir beraberlikler ve ayrılıklar dizisi olduğunu
kabul edebilen insanlar, “beraberlik içinde bireyleşme” ile “bireyciliği”
karıştırmamayı başarabiliyorlar. Çünkü doğadan ve içgüdüsel sezgilerimizden
koptuğumuz günlerden bu yana, bizler ancak diğer insanlarla ilişki içinde
varolabilen varlıklarız. Ancak, benlik sınırları iyi belirlenmemiş insanların,
ilişkilerini iç dünyalarına mâl etme eğilimi sonucu oluşan durum, ilişkinin
içeriğindeki kişinin ayrı bir varlık olarak algılanamamasına neden olabiliyor.
Böyle bir yaşantıya, ben-şey ilişkisindeki ilişkisizlikten de öte, “onsuz
varolamama” durumu ve katlanılması zor bir kopma paniği eşlik eder ki bu,
ilişkisi içleştirilmiş diğer kişiyi de zorlayan durumların yaşanmasına neden
olabilir.” (s.38)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Çağdaş fiziğin tanımladığı özgürlük, aklımızın gücüne
dayalı bildik inanç sistemimize hiç de uygun değildir. Aldığımız kararlara
eşlik eden “niçin”in “çünkü”sü yoktur. Tam tersine “çünkü”yü açıklayan mantığın
oluşmasına neden olan şey, yapmış olduğumuz seçimdir ve bir seçim yaparken, o
seçimi yapmış olmamıza bir de neden yaratırız. Seçim, Kierkegaard’ın vaktiyle
“kader sıçraması” dediği yoğun bir özgürlük anında yapılmıştır. Bu nedenledir
ki varoluşçu psikiyatri “neden”lerle değil, “nasıl varolmakta olunduğu”yla
ilgilenir.” (s.40)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Kuantum fiziğinin temelinde dalga/parçacık ikiliği
bulunur. Buna göre bütün varlıklar, atom-altı düzeyde, bazen ufak
parçacıklardan, bazen de dalgalardan oluşurlar. Bir başka deyişle, kuantum
denen şey aynı anda hem dalga, hem parçacıktır. Burada dalga ile kastedilen
şey, üç boyutlu gerçek dalgalar değil, olasılık dalgalarıdır. Varlığın dalga ya
da parçacık olarak tanımlanan bu iki şeklinin her biri diğerinde olmayan
bilgiyi içerir. Beynin sağ ve sol yarım kürelerinde ya da Çin felsefesindeki
Yin-Yang olgusunda olduğu gibi. Bu şekillerin hiçbiri tek başına kendi içinde
tamamlanmış değildir ve bu ikisi, ancak birlikte bize bir gerçeklik tablosu
çizebilir. Ancak böyle bir durum, ikisine birden aynı anda ve net bir biçimde
bakamayacağımız anlamına gelir ki bu da Heisenberg’in tanımladığı “Belirsizlik
İlkesi”nin özüdür.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">Kuantum mekaniğinin temelini oluşturan Heisenberg ilkesi,
evrenin yapısının indeterministik, yani önceden belirlenemez olmasını tanımlar.
Bir parçacığın hızıyla yerini aynı anda saptayamayız. Hızını bilirsek yeri
belirsiz kalır, yerini bilirsek de hızı. Dalga ya da parçacık değerini tek tek
ölçmeye çalıştığımızda buna, bu ikilinin ortak değeri nedeniyle ulaşmanın
mümkün olamaması, hiçbir şeyin sabit ya da tam anlamıyla ölçülebilir olmadığı
gerçeğinin ifadesidir. Her şeyin belirsiz ve kolay anlaşılamaz olması. Newtoncu
fiziğe göre her şeyin sabit ve ölçülebilir olma olgusuyla çelişir ve bu
çelişkinin getirdiği belirsizlik, gerçekliğin doğası sorunsalını da gündeme
getirir.” (s.41)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Zohar’ın sözleriyle, “Kuantum mekaniği açısından yaşama
baktığımızda, benliğimiz ve ilişkilerimiz hakkındaki görüşlerimizin de
değişikliğe uğrama durumunda kaldığını görürüz. Şeyler ve olaylar, geniş bir
bütünün birden fazla yönleriymiş gibi davranırlarsa da kendi tek tek
varoluşlarını ve anlamlarını bu bütünden alırlar. Heisenberg bunu şu sözlerle
açıklamıştı: Dünya, karmaşık bir olaylar dokusu olarak görünür. Bu dokunun
oluşumunda her çeşit bağlantı, birbirinin yerini alabilir, birbiriyle örtüşebilir
ya da bütünleşebilir.” (s.42)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Düş gücü bilgiden daha önemlidir.” Albert Einstein
(s.46)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Beyin bir organ değil bir süreçtir ve her an kendini
yaratmayı sürdürür.” (s.46)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Farkındalığın bir düzen izliyor oluşu, yani zaman
içindeki görünür istikrarı, bize birçok duyumuzun çağrıştırdığı deneyim
kargaşasında değil de bir dünyada yaşadığımız izlenimini verir.” John Crook
(s.47)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Bizler için yepyeni olan bazı görüşlerle
karşılaştığımızda, düşünce alışkanlıklarımızdan vazgeçmenin zorluklarından
ötürü, bu yeni görüşleri eski ve bildik düşünce alışkanlıklarımızdan
vazgeçmenin zorluklarından ötürü, bu yeni görüşleri eski ve bildik düşünce
çerçevelerimize yerleştirme eğilimi gösteriyoruz. Ancak bu eğilim, çoğu zaman,
kendimize ve dünyaya ilişkin bilgilerimizi ve doğrusu yaşantılarımızı
yenileyebilmemizin önünde bir engel oluşturuyor ve bizi, kendimizi
zenginleştirme imkânlarından yoksun bırakıyor. Kuantum fiziğinin bize
gösterdiklerini, zihnimizin ve yaşantılarımızın kısa sürede özümsemesi zordur
ve bu nedenle, başlangıçta, salt entelektüel bilgi olarak korteksimize
depolanma olasılığı yüksektir. Çünkü kişisel deneyimlerimizle bütünleşebilmesi
uzunca bir zaman dilimine yayılan bir özümseme sürecini gerektirebilir.” (s.52)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“İnsan kendi gölgesiyle yüzleşip hesaplaşmayı öğrenirse
dünya için gerçek bir şey yapmış olur, günümüzün devasa, çözülmemiş toplumsal
sorunlarının hiç olmazsa küçücük bir parçasını sırtlanmış olur, diyor Jung.
Dahası, o insan gerçek birlikteliğe, kendini bilmeye, yaratıcılığa doğru adım
atmış olur ve olgunlaşır. Gölge eşikte bekler; bilinçdışının yaratıcı
derinliklerine giden yolu tıkamasına izin verebiliriz ya da bizi elimizden
tutup o derinliklere götürmesine razı oluruz. Çünkü, kökenini evrim tarihinin
derinliklerinden alan gölge basitçe kötü değildir. Aşağılık, ilkel, sakil,
hayvansı, çocuksudur; güçlü, canlı ve kendiliğindendir.” (s.55)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Aslında insanın içsel yaşantılarındaki karşıtlıklar,
Jung’un anlattığı persona-gölge kutuplaşmasından farklı biçimlerde de insanın
doğasında mevcut. Çalışkan ve üretken bir insanın içinde her zaman bir koca
tembel vardır ve bence önemli olan bu ikisinin birbiriyle uzlaşıp, çatışmadan
birlikte var olabilmeleri. Tembelin egemen olduğu zamanlarda kendini suçlu
hissetmeyen insan, kendi zamanının akışı içinde saati geldiğinde, çalışkan ve
üretken yanıyla zaten yeniden buluşacaktır. “Yapmam lazım”ın yerine “yapmak
istiyorum”u koyabildiğimizde, “yapmam lazım”ın insana yaşattığı, “kendine karşı
işlenmiş varoluşsal suç”un gerilimi söner. “Yapmak” yerini olmaya bırakır. Ancak,
günümüz dünyasında pek çok insan, üst-sistemlerin şartlandırmaları ve
beklentileri sonucu, yaparak varolabileceği yanılgısını yaşamakta.
Olabildiğimiz zaman zaten yapabileceğimizi bilmenin hafifliğini yaşayamadan,
tanıyamadan.” (s.62)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Suçluluk duyguları genellikle ilişkilerimizde
yaşadığımız olumsuz duyguları bilinç alanımızdan uzaklaştırarak onlara
yabancılaşmamızdan kaynaklanır. Kendimize ve dünyamıza karşı farkına varmadan
ya da görmezden gelmeye çalışarak sürdürdüğümüz iki yüzlülüğün ürünüdürler.
Dolayısıyla, suçluluk duygularına gömülmek, aslında kendimize karşı işlenmekte
olan varoluşsal bir suçtur. Sevilebilmek için kendimizi ortadan sildiğimizde,
kendimizi ve başkalarını sevebilmemizin yolu da daralıyor, sevilmek için
uğraşırken sevmekten uzaklaşıyoruz. Kendimizden vazgeçme sonucu biriken
düşmanca duygular, yaşanmakta olan iki yüzlülüğü daha da pekiştirerek kısır bir
döngüye dönüşme eğilimi gösterir. Farkına varmaksızın yarattığımız kısır
döngüler, hangi içerikte olursa olsunlar uyuşturucu niteliğindedirler,
benliğimize egemen olduklarında hayatın akışı duraksar, yıllar geçip giderken
aynı döngünün içinde tekrarlanıp durulur, çoğu kez farkına varılmadan.” (s.63)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Anlaşılabilme umudunu tüketen insanlar, dünyayla
ilişkilerini beğenilme üzerine kurma eğiliminde oluyorlar, kurtulması güç bir
tuzağa düştüklerini fark edemeden. Çünkü, beğenilmeyi merkez alan bir dünya,
insanın kendi içinde giderek daha sıkı kilitlenmesine ve çıkışı bulunamayan bir
yalnızlığa gömülmesine neden olabilir. Dolayısıyla, kendini var hissedebilmenin
tek yolu beğenilmenin sürekliliğini sağlamaya yönelik bir hayat tarzı.
Beğenilme öylesi bir iptila ki bu ihtiyaç karşılanamadığında yaşanabilecek
bozgundan kaçınmak için sergilenmekte olan performansın aralıksız sürdürülmesi
zorunlu hale gelir. Bunun sonucu olarak, hayatını beğenilme üzerine kuran
insanların derininde, çoğu zaman dışarıdan fark edilemeyecek kadar iyi
maskelenmiş bir depresyon yaşanır.” (s.64)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Bir radyo programında bana yöneltilen “Gördüğünüz anda
sizi en çok etkileyen kişi kim oldu?” sorusuna tereddütsüz karşılık verdim:
Marilyn Monroe. Kendisinin başrollerden birini oynadığı bir filmin galasında,
bizler salona girmeden önce fuayede beklerken birden bir itiş kakış olmuş ve
ben kendimi, kargaşaya neden olduğu anlaşılan ilaheyle kısa bir süre karşı
karşıya bulmuştum. Çok güzel bir kadındı, ama bende asıl iz bırakan yaydığı
ışık oldu. O ışığın kaynağını anlayabilmem için, yıllar içinde daha küçük
ölçekte benzer imgelerle karşılaşmam gerekecekti: Varolamamanın pırıltısı.
İnsan bir yerde varolamadığında bir başka yerde abartılı bir biçimde
belirebilen bir varlık.” (s.69)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Anlaşılabilme sözcüğüne açıklık getirme gereği
duyuyorum. Bu sözcüğün aslında düşünce düzeyinde bir yaşantıyı tanımlıyor
olmasından ötürü, bir insanın diğerini anlamış olmasının anlamı bana hiçbir
zaman yeterince açık gelmemiştir. Anlamak, kendimize ait bir yaşantıyı idrak
etme anlamını taşıyabilir. Ancak diğer insanlar söz konusu olduğunda, anlamak
sözcüğü bir başka insanı değerlendirebilmiş ya da tanımlayabilmiş olmak gibi
anlamlar taşıyabilirse de o insanı hissedebilmiş olduğumuzu ifade etmeyebilir.
Bu nedenle, bu sözcüğün zaman zaman birbirimize ulaşabilmemizi engellediğini
bile düşünüyorum. Çünkü bana göre aslolan, birlikte olduğumuz insanı
hissedebilmek ve ona yaşadıklarımızı hissettirebilmektir ki bu ikisi zaten eş
zamanlı olarak yaşanır.” (s.69)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Kendilerine ayıracak vakit bulamamaktan yakındıkları
halde, Pazar günü geldiğinde ne yapacağını bilemeyen insanların sayısı o kadar
çok ki.” (s.77)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Büyük kent insanının sık kullandığı uyuşturuculardan
biri de hız. Aynı şey, telaşsız da aynı sürede yapılabilir, üstelik yapılacak
şeye ayrılan zaman ve enerjinin bir bölümü seferberlik sırasında tüketilmeden.
Ama hız, insanın içindeki boşlukla yüzleşmemesi için çağdaş normların da
pekiştirdiği ve uyuşturucu niteliği kazandığında yavaşlatılması zor bir araç.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">Ölçülen zamanın egemenliği, benliğimize mal ettiğimiz
çalar saatlerden ötürü ilk bakışta bize başedilmez görünebilir.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">Trafik ışığı kırmızıya dönüşmeden önce yetişebilmek için
seferberlik durumuna geçtiğinizde ya da asansörün gelmesini bekleyemeden
merdivene yöneldiğinizde kazandığınız saniyelerin neden sizden daha değerli
olduğu sorusunu hiç kendinize sordunuz mu?” (s.78)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Evrende siyahlar ve beyazlar şeklinde bir ikili bölü
yok, her bir varlık kendi bünyesinde beyazını ve siyahını yaşayarak büyük
bütünün içindeki kendi bütünlüğünü sürdürmekte.” (s.79)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Tekillik, bilinen fizik kurallarının geçerliğini
kaybetmesi, zamanın durması gibi kavranması güç durumları içeren bir olgu
olduğu için beni aşıyor. Bilgisayarlar bir yana, zaten çoğumuzun beyni başka
kaynaklardan yüklenen bilgi bombardımanından sersemlemiş halde. Ancak yine de
bu konuya değinme gereğini duydum. Çünkü hayat bana, çığrından çıkmışcasına
gidişlerin eninde sonunda bir engele çarpmaya mahkum olduğunu öğretti.” (s.82)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Duygusal gelişimleri için gerekli zemini bulamamış
oldukları için mi bazı insanların düşünce sistemleri aşırı geliştirilerek bu
eksiklikleri ödünlenmeye çalışılıyor? Yoksa çevrenin şartlandırmalarından ötürü
entelekt aşırı geliştiriliyor da duygusal dünya fakirliğe mahkum ediliyor ve
sezgiler köreltiliyor? Neden kendilerini yalnızca entelekt ve seksten ibaret
yaşayan insanların sayısı giderek artıyor?” (s.85)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“İnsan ya da aslında doğadaki her varlık sürekli olarak
bir dengeye ulaşma çabası içinde. Ancak eğer ulaşılan bir denge durumu fazla
uzun sürerse bu yeniden dengesizliğe dönüşebiliyor ve yaşanmakta olan “durum”u,
yeniden “sürece” dönüştürme ihtiyacı beliriyor. Bu ihtiyacı fark edemeyenlerin
hayatı yavaş yavaş kurumaya başlıyor.” (s.86)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Bence aslolan, hangi şekilde olursa olsun, insanın,
olabildiğince, kendisini kendi olarak hissedebileceği bir hayatı sürdürmeyi
gerçekleştirebilmesi. Bir yandan da hayatın bir süreç olduğunu, kendimizi her
an kendimiz olarak hissetmemizin mümkün olamayacağını, hayatın inişleri ve
çıkışları olduğunu kabul ederek. Kendimize başarılı bir hayat ısmarlamaya
çalışmanın, kendimizden vazgeçme tehlikesini de beraberinde getireceğinin
idrakiyle. Bir şeyi isteyerek ve severek yaparken ulaşılacak sonucun baskısı
zaten yaşanmaz, sonucu düşünerek yaptığımızda ise istek kaygıya dönüşebilir. Çünkü
çoğu zaman başarı, kendisini şartlı kabul edenlerin, ya da vaktiyle şartlı
kabul edilmiş olanların, kendilerini kabul edebilmelerinin tek ve mutlak şartı.
Üstelik, sonuca ulaşıp kendini başarılı hissettiği anın ardından insanı yeniden
boşluğa düşüren ve daha da öteye koşmaya yönelten bir tuzak.” (s.87)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Bana göre mutluluk bir durum değil, süreç; dış etkenlere
doğrudan bağımlı olmayan, iç dünyamızın derinliklerinden gelen ve zaman zaman
buluşabildiğimiz bir yaşantı. Kendimizi bir diğer insanla ya da evrenle bir “bütün”
olarak yaşayabildiğimiz, bazen de sadece yaşıyor olmanın bize sevinç verdiği
anlarda, bir başka deyişle kendimizi ve dünyamızı gözlemlemekten
özgürleşebildiğimiz zamanlarda bizi sarıveren bir duygu, ısmarlanması mümkün
olmayan.” (s.89)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Cevapsız kalan bütün sorular beni rahatsız etmiyor,
çünkü insanın ancak hazır olduğu cevaplara ulaşabildiğine inanıyorum.” (s.94)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Paranın insanların dünyalarını sığlaştırmasının ona olan
tutkuyu daha da pekiştirmesi sonucu oluşan kısırdöngü neredeyse salgına dönüştü
bir süredir. Parayla ilgili bu tartışma bana, yakın geçmişte gördüğüm filmdeki
repliklerden birini hatırlattı nedense: “Sen hayatı hiç merak etmedin ki…” (s.96)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“İnsanlar hakkında bilgi sahibi olmak onları tanıma
anlamını içermez, çünkü birbirimizi ancak yaşantılar içinde tanıyabiliriz ki bu
da zaman gerektiren bir süreç. Eski kuşaklarda yaygın ve ben-şey ilişkisinin
klasik örneklerinden olan merakiliğin yerini farklı bir olgu aldı genç
kuşaklarda: Tanışmanın ardından kendiyle ilgili biçimsel bilgileri bir çırpıda
karşı tarafa sunarak yakınlık kurulabileceği beklentisi. Birileri hakkında
bilgi edinerek onları tanıyacağına inanmak ya da kendiyle ilgili bilgi sunarak
yakınlık beklemek, insanları imgeye dönüştürerek algılama tuzağını da
beraberinde getirebiliyor. Oysa imgeler, insanın kendi kişiliğinin
yansıtmalarının yaratısıdır, dolayısıyla yansıtıldığı kişinin kendiyle pek
ilgisi yoktur. Üstelik, imgeleştiren kişi de kendisini imgesi olarak algılamaya
başladığında işler daha da karışabiliyor. Taraflar birbirini karşılıklı
imgeleştirerek algıladığında ise yalnızlıktan ve hayata ilişkin korkulardan
kurtulanamıyor.” (s.100)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Kendimizle olan ilişkimizde yeterince dürüst olamadığımızda
organizmamızın bedel ödemesi kaçınılmaz hale geliyor. Fiziksel sağlığımızdaki
zamansız aksamalardan, hayatın akıcılığının engellenmesine kadar.” (s.102)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“T.S. Elliot’un dediği gibi; televizyon milyonlarca
insanın aynı şakaya aynı anda gülmesini sağlayan, ama kendilerini yine de
yalnız hissetmelerine sebep olan bir eğlencedir.” (s.104)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“İnsan, geleceği düşünmeye başladığı andan itibaren, yaşamakta
olduğu cenneti terk edip anksiyete dünyasına adım atar; üzerine kaygının gri
tonu çöker, hırs dürtüsü oluşur, mülkiyet başlar ve “düşünceden yoksun” yabanın
keyifli hayatiyeti kaybolur. Kaşif Peary, Eskimo rehberlerinden birine “Ne düşünmektesin?”
diye sorduğunda “Düşünmem gerekmiyor” diye cevap vermiş rehber. Gerekmedikçe düşünmenin
bilgeliği bizlere uzak ve yabancı artık.” (s.109)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Amerika yerlisi Mohawk kabilesinde şöyle bir deyiş
vardır: Kadınların ezelden beri bildiği kainat dengelerini erkekler de anlamaya
başladıkları zaman, dünya daha iyi bir dünya olarak değişmeye başlamış
olacaktır.” (s.111)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“İyi yaşanmış, (özgün, otantik) bir zaman ölümün de doğal
karşılanmasını sağlar. Bu ifade I Ching felsefesindeki, ölüm yaşanmış bir
hayatın başına konan bir taçtır, sözüyle neredeyse özdeş.” (s.113)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Karşımıza çıkıveren her türlü sorumluluğu sessizce kabul
edivermek kendimize karşı en büyük sorumsuzluktur.” John Cage (s.128)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Doğduğumuzda yargılamayı bilmiyoruz, sonraları yargılandıkça
yargılamayı öğreniyoruz. Yargıladığımız sürece de sağduyudan uzaklaşıyoruz. Başkalarının
iç dünyalarını tanıma ve paylaşmayı içeren bir mesleği sürdürürken, giderek,
hayatların yargılanmayacağını anlamaya başlıyorsunuz. Başkalarının hayatlarını
olduğu gibi kabul etmeyi öğrendikçe kendinizi, kendinizi kabul edebildikçe de
başkalarını oldukları gibi kabul etme eğilimi kendiliğinden geri gelmeye
başlıyor.” (s.130)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Bireycilik, yaratıcı potansiyeli harekete geçirebilir,
entelektin geliştirilmesine katkıda bulunabilir ya da özellikle bağımsız
işlerde başarı getirebilir, ama bireysellik daha bağımsız ve daha yürekli bir
duygusal zemin gerektirir.” (s.146)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Otto Rank vaktiyle insan tiplerini tanımlarken “artist”
tipi insanlardan söz etmişti. Onun “artist” olarak tanımladığı insanın, resim
yapan, müzik besteleyen ya da yorumlayan, tiyatroda ya da filmlerde oynayan
kişilerle pek ilgisi yok. Rank’a göre “artist”, yaşantılardan en uygun tepkiyi
en uygun zamanda gösterip çevresinde gerekli değişiklikleri yaratarak etkin
olabilen biridir. “Artist” kendi yakın çevresi dışında kimsenin tanımadığı bir
ev kadını ya da bir işçi olabilir. Rank’ın tanımlamış olduğu “artist”, konumu
ne olursa olsun kendi hayatını yaratma gücü ve dünyaya egemen olan değerliler
ve daha az değerliler bölümlemesinin dışında kalan görünürdeki sıradanlığıyla bana
hep yakın gelmiştir.” (s.158)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Diğer varlıklardan daha üstün ve gelişmiş olduğu
sanısında olan uygarlaşmış insan, aslında bu gezegende yaşayan varlıkların en
kırılganı. Kırılganlığından ötürü de yıkıcılığa eğilimli. Diğer varlıklar
yalnızca hayatta kalabilmek amacıyla saldırgan davranışlarda bulunuyorlar. Uygarlaşma
adına doğadan giderek uzaklaşan insan, bu kopukluğun getirdiği çaresi olmayan
yalnızlığından ötürü yıkıcılıktan başka amacı olmayan saldırgan davranışlar sergileyebiliyor.”
(s.165)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Korkmadığımız ve savunmada olmadığımız zamanlarda güzelleşiyor
ve daha anlamlı bir hal alıyoruz, üzerimizdeki örtünün yükü hafiflediğinden. Ama
çoğu zaman, acımasız çalışma koşullarının, klişeleşmiş sosyal ayinlerin ve
yakın ilişkilerimizdeki abartılı beklentilerin ortasında savrulup,
şartlanmalarımız doğrultusunda kendimizi dış dünyaya endeksleyiveriyoruz. Bir başka
deyişle, yaşantılarımızın başlangıcının bizden değil, çevremizden kaynaklanmasını
beklercesine kendimizi dış etkenlere bırakıverme eğilimindeyiz, zedelenme ya da
anlaşılamama korkularımızdan ötürü risk almaktan kaçınarak. “Rağmen
varolabilmek”, dış etkenler ve diğer insanlar bizi nerelere çekiştirirlerse
çekiştirsinler kendimiz olmaya çalışmak karşılığı olarak kullandığım bir deyim.
Söylemesi kolay, uygulaması zor olsa da bu deyim bir kenarda dursun derim,
fazla tozlanmadan.” (s.166)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“İnsanın iç dünyasındaki kargaşa, her zaman, dış dünyanın
kargaşasından daha ürkütücüdür.” (s.166)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Eğer bugün huzursuz bir dünyada yaşıyorsak bunun, egemen
konumda olan güçlerin evrenin doğasına aykırı bir yol seçmekle kalmayıp,
dünyanın geri kalanını da beraberlerinde sürüklemeye çalışmalarından
kaynaklandığını düşünüyorum.” (s.168)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Bana göre, hayat bir dizi rastlantı ve bizim o rastlantılarla
birlikte nasıl varolduğumuz ya da olmadığımız. Önce günaydın, sonra biraz haz,
biraz acı, biraz aşk, biraz hayal kırıklığı, biraz sıcaklık, biraz yalnızlık,
biraz boyun eğme, biraz başkaldırı ve ardından iyi geceler. Düş gücü ve tutkuları
engellenmişler için ise hayat, çocukken oynadığımız oyunların büyüyünce izin
verilmeyen oyunsuzluğu. Bence hayat, burada saydıklarımla ve saymadıklarımla,
tartışılması gerekmeyecek kadar sıradan ve yalın. İnsanlık tarihi boyunca onu
karmaşık bir hale getirme yönünde öyle ustalaşmışız ki bazılarımız bununla
ilgili bir şeyler söyleme ihtiyacını duyuyoruz; hayatın kendisinden çok, onu
çözülmesi zor bir yumağa nasıl dönüştürdüğümüzü anlatabilme umuduyla. Bunlar
benim görüşlerimdi, başkalarının her zaman söyleyecek farklı şeyleri olacak.
Hoşça kalın!” (s.176)</p><p></p>Elif'in Kütüphanesindenhttp://www.blogger.com/profile/14743964696642420466noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-4892178203682310922.post-16366188192286391952023-01-21T01:58:00.005-08:002023-01-21T01:59:23.453-08:00Stefan Zweig - Günlükler<p></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjj4-ArXDC9XYiQDgdR1Q6ZLuDFIfXrxpOXa-n18H5FD2FmJ0GNJd4Hzm69_2PeC5OdnwV9pnksw_6PUi-kEFeKXC1MNaqodrdEXxIi302axU-OcLzzVM-yb4ucda7dyYXMvNoYBuydHL-NU2KZwPKGTMl5YasMmXtoRyigiZn18Wp1nPDAkWMYnTHQ/s400/0000000064601-1.jpg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="400" data-original-width="256" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjj4-ArXDC9XYiQDgdR1Q6ZLuDFIfXrxpOXa-n18H5FD2FmJ0GNJd4Hzm69_2PeC5OdnwV9pnksw_6PUi-kEFeKXC1MNaqodrdEXxIi302axU-OcLzzVM-yb4ucda7dyYXMvNoYBuydHL-NU2KZwPKGTMl5YasMmXtoRyigiZn18Wp1nPDAkWMYnTHQ/s320/0000000064601-1.jpg" width="205" /></a></div><p></p><p class="MsoNoSpacing">“Benim her şeyi yeniden yaşamak için duyduğum bu hırsın
nedeni, belki de geçmişteki şeylere sahip olamamam, her şeyin bir ölçüde akıp
gitmesi ve hayatımın herhangi bir şeyle beslenmezse, kuruyup gidecek olması.”
(s.19)<o:p></o:p></p><p class="MsoNoSpacing">“İrademin ipleri gevşemiş, keşke yeniden sıkıştırabilsem
onları.” (s.22)<o:p></o:p></p><p class="MsoNoSpacing">“Geçmişle gereğinden çok ilgileniyorum.” (s.22)<o:p></o:p></p><p class="MsoNoSpacing">“Onun bu hareketlerinde benzersiz bir yumuşaklık var ve
ben bu yumuşaklığı müzik gibi hissediyorum.” (s.26)<o:p></o:p></p><p class="MsoNoSpacing">“Sevdiğim bir insana yazdığım bir mektup dışında tek bir
satır bile yazmıyorum.” (s.32)<o:p></o:p></p><p class="MsoNoSpacing">“Bu anlamsız günlerin üzerine bir çizgi çekiyorum.
Hayatım, anılarla beklentiler arasında bir gölge gibi gidip geliyor, beni
dehşete düşürüyor bu.” (s.34)<o:p></o:p></p><p class="MsoNoSpacing">“Kadınlar geriye dönük yaşar, erkeklerse ileriye doğru,
bu yüzden kadınların belleği çoğunlukla erkeklerinkinden iyidir.” (s.48)<o:p></o:p></p><p class="MsoNoSpacing">“Ne kadar az uyunur oldu dünyada. Geceler kısalmadı ama
hepimiz daha az uyuyoruz artık. Günlerse uzadı çünkü hayallerle dolular.”
(s.99)<o:p></o:p></p><p class="MsoNoSpacing">“Korkutucu şeylere karşı kendini savunuyor duygularımız ama
yine de bir şeyler hissetmeden dayanmak olanaksız.” (s.179)<o:p></o:p></p><p class="MsoNoSpacing">“Çokça okudum, kendimi topladım.” (s.190)</p>Elif'in Kütüphanesindenhttp://www.blogger.com/profile/14743964696642420466noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-4892178203682310922.post-10336200784950222742022-08-30T07:40:00.002-07:002022-08-30T07:40:20.830-07:00Ferhat Jak İçöz - Kendin Olmanın Dayanılmaz Hafifliği<p></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgw8XDBm0LtllQ_ASG1Enynw2OOnbIU3maS-PAagFYIncRVTvB6zStZyUwrTN1xCLkE_5nZJncoffFDLTIXhpGRefJoZ4Ps-_KybztyIxH6aJLQuXCcEpNGzGk6Z2p9tvCbfOtevaXZG1t-3jKTu3_0NLawfJpljHC_Uu9ElHsAaFabe8wRfVQnYgPi/s394/image.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="394" data-original-width="255" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgw8XDBm0LtllQ_ASG1Enynw2OOnbIU3maS-PAagFYIncRVTvB6zStZyUwrTN1xCLkE_5nZJncoffFDLTIXhpGRefJoZ4Ps-_KybztyIxH6aJLQuXCcEpNGzGk6Z2p9tvCbfOtevaXZG1t-3jKTu3_0NLawfJpljHC_Uu9ElHsAaFabe8wRfVQnYgPi/s320/image.jpg" width="207" /></a></div><p></p><p class="MsoNoSpacing">“Bu dünyada kendimizden başka evimiz yok. Hatta Heidegger’e
ve Sartre’a göre hiç evimiz yok; lakin kendilik dediğimiz de sürekli değişen,
dönüşen ve çelişkili bir olgu olarak pek güvenli bir liman değildir. Ancak bu
dünyada daha canlı hissetmek istiyorsak,
hayatlarımızı daha dolu dolu, doygun yaşamak istiyorsak, elimizden gelen tek
bir şey var; kendimizi ve içinde yaşadığımız dünyayı yakından tanımak. Kendimize
sorular sormanın, merakla bakmanın ve hazır cevaplara yerleşmemenin bize
getireceği en büyük hediye kendimizi ve içinde yaşadığımız dünyayı daha
yakından tanımak olacaktır. Bunu başarabildiğimiz ölçüde hayatta akışı
yakalamak ve canlı hissetmek mümkün olur. Bu konuda Sokrates’çiyim. Gerçekten de
incelenmeyen hayat yaşamaya değmez hale gelir.” (s.20)<o:p></o:p></p><p class="MsoNoSpacing">“Felsefe tam olarak bilgelik aşkı olarak çevrilebilir. Yunanca’da
aşk kelimesini karşılayan üç kelimeden biri olan filia, belli bir kişi, olgu
veya eyleme tutkuyla adanmış olmak anlamına gelir. Sofya kelimesini bilgelik
olarak çevirmekteyiz. Ama neye dair bilgelik? Felsefe en temelde kendimize ve
içinde yaşadığımız dünyaya dair bir bilgelik aşkıdır. Hayata felsefi bir yerden
bakan kişi, kendini ve içinde yaşadığı dünyayı anlamlandırmaya tutkuyla adanmış
kişidir. Bunu yapmak için filozof veya psikolog olmak gerekmez. Bu bir yaşam
tarzı seçimidir.” (s.21)<o:p></o:p></p><p class="MsoNoSpacing">“Kendini tanımak ömür boyu süren bir yolculuk. Bunun sebebi
çok karmaşık ve anlaşılmaz olmamız değil. İnsanlar olarak aslında çok tekdüze
varlıklarız. Bir şey isteriz, yapabiliriz, yapamayız, üzülürüz, seviniriz. Bizleri
karmaşık ve çok katmanlı hale getiren, zaman unsurudur.” (s.21)<o:p></o:p></p><p class="MsoNoSpacing">“Karmaşık, çelişkili ve çok katmanlı insanlar olarak her
zaman bazı yönlerimiz karanlıkta kalacaktır. Sabit değiliz. Her an yeni
seçimler yapıp yeni binlerce şey deneyimlerken daha da karmaşık, çelişkili ve
çok katmanlı bir hale geliyoruz. Bu, insan olmanın hem mükâfatı hem de laneti. Tahmin
edersiniz ki böylesine karmaşık bir hayat soru sormakla tanınıp bitemez.”
(s.22)<o:p></o:p></p><p class="MsoNoSpacing">“Varoluşçu bakış açısına göre arzu her şeyden önce içten
gelen bir enerjidir. Bu enerjinin her daim bir yönü, yani hedefi vardır. İlgilenmenin,
merak etmenin çok ötesinde, arzu bizi yöneldiği tarafa sevk etmek için elinden
geleni yapar. Bu açılardan deneyimlerimiz arasında önemli ve özel bir yer
tutar. Arzu, dünyayla ihtiyaçlarımızın ötesinde buluşmanın temelidir. Arzu sayesinde
tutkuyu yaşayabilir, oyuncu olabiliriz, yaratıcılığımızı ortaya koyabiliriz. İnsan
sadece gerekliliklerde kaldığında, sadece ihtiyacı olan kadarı için dünyaya
karıştığında zaman içerisinde ölü hissedebilir. Buna karşın arzu bizlere
gerekenin ötesini, mümkün olanı gösterir.” (s.34)<o:p></o:p></p><p class="MsoNoSpacing">“Bağımlılıklarımız birer hastalık değildir. Hayatımızı ezbere
yaşamanın varabileceği son noktalardır. Bir nevi önümüzdeki ihtimaller
denizini, özgürlüğümüzü reddedip, hayata sırt dönmemizdir. Hayatta olmanın beraberinde
getirdiği özgürlüğü ve onun baş dönmesini, kaygısını yok etme çabasıdır. Kişinin
varoluşunu tekdüzeleştirme denemesidir.” (s.44)<o:p></o:p></p><p class="MsoNoSpacing">“Bağımlılıklar bir nevi otantiklik eksikliğine işaret
eder. Varoluşçu açıdan otantiklik özgünlükten ziyade sahip çıkmakla ilgilidir. Hayatımıza,
seçimlerimize, seçmeden başımıza gelenlere ne kadar sahip çıkabilirsek, o kadar
otantik olabiliriz. Burada sahip çıkmaktan kastım başımıza gelenlere şükretmek
demek değil. Hayatımıza karşı koşulsuz şartsız iyi hissetmek ise hiç değil. Sadece
seçtiklerimizin ve de başımıza gelenlerin hayatımızın bir parçası olduğunu ve
aslında böylelikle bizim bir parçamız olduğunu kabul etmek. Bunlarla ilgili
kötü, suçlu, pişman hissedebiliriz, lanet edebiliriz. Ancak otantiklik demek,
hissimiz ne olursa olsun “bu benim, bu bana ait” diyebilmektir.” (s.47)<o:p></o:p></p><p class="MsoNoSpacing">“Viktor Frankl’a göre hayatta anlam bulamadığımız zaman
ortaya çıkan boşlukla baş etmenin bir yöntemi olarak bağımlılıklara sarılırız. Bağımlılık,
kişinin hayatında anlam bulamadığı, arzusuna temas edemediği ve hayattaki
yönünü kaybettiği anlamına gelebilir. Frankl’a göre bağımlılıklardan kalıcı ve
sürdürülebilir bir şekilde çıkmanın yolu anlam bulduğumuz, bulduğumuz anlamlara
sahip çıktığımız hayatlar sürmektir.” (s.47)<o:p></o:p></p><p class="MsoNoSpacing">“Jean Paul Sartre direkt olarak evsizlik veya
yurtsuzluktan bahsetmese de, insanın her şeyden önce bir hiçlik olduğunu iddia
eder. Başka bir deyişle, biz kendimizi ne yaparsak, kim haline getirirsek o
oluruz, çünkü bir nevi temelimiz hiçliktir. Bu hiçlik bizi hem çılgınlar gibi
korkutur (bu yüzden baştan belirlenmiş ve değiştiremeyeceğimiz özelliklerimiz
olduğunu iddia ederek ortalıkta dolanırız), ancak aynı zamanda da bütün
canlılığımızın, yaratıcılığımızın, kısacası insan oluşumuzun kalbidir.” (s.51)<o:p></o:p></p><p class="MsoNoSpacing">“Duygular, yaşadığımız dünyayla aramızdaki iletişimdir,
bir dildir, bir diyalogdur. Gökten zembille inmezler. Durduk yere yaşıyormuşuz
gibi geldikleri anlarda bile kaynaklandıkları bir yer vardır. Duygular,
kendimize nasıl bir dünya yarattığımızı, kendimiz için nasıl bir dünya
seçtiğimizi anlatırlar. Duygular, sadece birer mesajdır.” (s.67)<o:p></o:p></p><p class="MsoNoSpacing">“Jean Paul Sartre kurduğumuz bağlara ve bağlanmalarımıza
dair kışkırtıcı bir iddia ortaya koyar: cehennem ötekidir.<o:p></o:p></p><p class="MsoNoSpacing">Kola dövmesi yapılan bu laf, yine çok yanlış anlaşılmaya
müsaittir. Sartre’ın burada ne kastettiğine girmeden evvel ne kastetmediğini
netleştirmek daha faydalı olacaktır. “Cehennem ötekidir” derken insanların
güvenilmezliğine, hep kazık atmalarına, adiliğine vurgu yapılmamaktadır (en
nihayetinde bu bir atarlı giderli pop şarkısı değil). Ötekine olan derin,
ruhsal ihtiyacımız, tabiri caizse bağımlılığımız ötekini tam olarak bizim için
cehennem kılar. İnsan münferit olamaz. Kendimizi dağ başlarında inzivalara
kapatsak bile öteki hep bizimledir; anılarımızda, duygularımızdadır. Bağlarımız
olmadan kendimiz olamayız.” (s.73)<o:p></o:p></p><p class="MsoNoSpacing">“Martin Heidegger konuyu farklı bir noktadan ele alır. Henüz
kendimizi tanımadıysak, henüz kendimize sahip çıkmaya başlamadıysak ilişkiler
yumağında kendimizi kolaylıkla kaybedebiliriz. Heidegger’e göre anonim, bizden
daha güçlü ve büyük bir insanlar topluluğunun içine doğarız. Daha kendimizi
tanıma fırsatına erişmeden birçok fikirle yoğruluruz. Eğer uyanmazsak, eğer
kendimizi dinlemezsek, başkalarının genel geçer fikirleriyle bir ömür
geçebilir. Heidegger’e göre öteki, kendimiz olmamız yolunda bir engel gibi
görünmektedir. Ancak ilişkiseliz, hep ilişkiler içinde olacağız. Bu durumda
bize düşen kendimizi tanımak ve kendimize sahip çıkarak ilişkiler içinde varlık
göstermektir. Ben gerçekten ne istediğimi bilmezsem, her akşam evde pişen yemeği
yerim. Anlamadığım bir mutsuzlukla yaşarım. Oysa kendimi bir bilsem, belki de
dünyamı kendime iyi gelecek şekilde şekillendirebilirim; bunu yaparken de yine
bağ kurmaya devam edebilirim.<o:p></o:p></p><p class="MsoNoSpacing">Uzun lafın kısası, bağlar bizi besleyebilir de, işgal de
edebilir. Pazarlık yapamayacağımız tek kısım öyle ya da böyle ötekilerle
bağlarımızın olacağıdır. Bu bağları şekillendirmekse bize düşer.” (s.76)<o:p></o:p></p><p class="MsoNoSpacing">“İnsan olma halleri içerisinde aşk, kendimizi en çok açık
ettiğimiz deneyimlerden biri olduğu için özel bir yere sahiptir. Başka bir
tabirle, mutluluğu uçurur, yarası ağırdır. Tam da bu sebeple zihinlerimizi
meşgul etmeye devam eder.” (s.78)<o:p></o:p></p><p class="MsoNoSpacing">“Öyle ya da böyle aşktan bahseden bütün filozoflar, bir
duygu, bir deneyim, bir eylem olan aşk ile günümüzde aşkımızı ifade etme, canlı
tutma ve yaşama yöntemlerimizi birbirinden ayırır. Örneğin Nietzsche aşkı böylesine
kutsal bir yere koyarken, bizleri aşkı yaşama şeklimiz sebebiyle eleştirir. Aşık
olan kişileri yeni bulduğu altın madenini kanı canı pahasına koruyan bekçilere
benzeten Nietzsche, aşık olduğumuz kişiyi kaçmasını ve çalınmasını engellememiz
gereken egzotik bir kuşa döndürmememiz için bizleri uyarır. Eğer böyle bir
yolda ilerliyorsak, bu aşk değildir; toplumun bize dayattığı romantizm mitine
uymak ve onu yaşamaya çalışmak çabasından ibarettir. Bu açıdan baktığımızda
aşkımızı garantilemek için yüzükler taşımamız, aşk köprülerine asma kilitler
takmamız, ortak sosyal medya hesapları açmamız veya bağımsız hareket etmeyi
reddetmemiz gerçekten aşkın ifadesi değildir. Bunlar sadece aşkı garantileme
çabalarıdır. Çok çelişkili bir şekilde aşkı garantileme çabası da, aşkı içten
içe kemiren bir kurt gibidir; eninde sonunda aşkı öldürecektir.” (s.80)<o:p></o:p></p><p class="MsoNoSpacing">“Garantiler, aşkı ezbere yaşanan bir zemine oturtur.” (s.81)<o:p></o:p></p><p class="MsoNoSpacing">“Varoluşçu bakış açısına göre aşk, bir hal veya bir duygu
olmaktan öte eylemlerimizin sonucunda ortaya çıkan bir yankıdır. Aşkı nedense
hissederek bulabileceğimizi sanırız. Aslında biriyle beraber olduğumuzda,
onunla bir şeyler paylaştığımızda, bir şey yaptığımızda, yani ortaya bir eylem
koyduğumuzda ve bu eylemin yankısı canlılık, neşe, heyecan, daha fazlasını
istemek ise bu aşktır.” (s.81)<o:p></o:p></p><p class="MsoNoSpacing">“Aşık olup bir çift haline geldikten sonra da karşımıza önemli
bir çelişki ve hiç bitmeyecek bir iş çıkar; bu da bir yandan özgür kalırken
diğer yandan ortak bir zeminde buluşma çabasıdır. Bu da aşkın her zaman gül bahçesi
olmayacağının en önemli işaretidir. Aşıksanız çatışacaksınız, müzakere
edeceksiniz, bazen mutsuz olacaksınız, bazen görülmemiş ve duyulmamış
hissedeceksiniz, ancak en nihayetinde ortak bir zemin bulup kendinizi orada var
etmeyi her seçtiğinizde aşkınızı bir daha teyit etmiş olacaksınız.” (s.81)<o:p></o:p></p><p class="MsoNoSpacing">“Nietzsche amor fati’den yani kaderimize aşık olmaktan
bahseder. Başımıza gelenleri olduğu gibi kabul etmek, onlara ve onlarla ilgili tüm
hislerimize sahip çıkmak sanırım kaderimize aşık olmanın tam tanımı olurdu.”
(s.105)<o:p></o:p></p><p class="MsoNoSpacing">“Kendimiz için anlamlı olanın peşinden gidince, sırf
tanıdık olduğu için bize acı verenlere tutunmayı bırakınca, yaslarımızı tutacak
alanı kendimize açınca ve hayatın getirdiklerine gözlerimizi açıp “bu da benim
hayatım” deyip içimize derin bir nefes çekince dayanılmaz bir hafifliğe
ulaşırız..<o:p></o:p></p><p class="MsoNoSpacing">Merak etmeyin, sonra da bu hafifliği kaybedebiliriz. Önemli
olan nasıl ağırlaştığımızı görebilmek ve sonra tekrar hafiflemeyi başarmak. Ve sonra
tekrar kaybederiz ve bu döngüde yaşar gideriz.” (s.207)<o:p></o:p></p><p class="MsoNoSpacing">“İnsan neden bir şeyleri görmez, çünkü kendi gölge ettiği
için.” Nietzsche (s.228)<o:p></o:p></p><p>
</p>Elif'in Kütüphanesindenhttp://www.blogger.com/profile/14743964696642420466noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-4892178203682310922.post-7009767917351306162022-08-21T01:13:00.002-07:002022-08-21T01:13:14.226-07:00Rollo May - Güç ve Masumiyet<p></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj_1ZgPXEu71zEH0heb11iGWVzhdl9J_bq4qxtdbhONsRMgRlmBl3BW2_5k1YNT76m67MCrJKjcX70qawGGZxbyEN0CTEtuFm6-VqFxPsYXv00XQVBWqabDBQ5TwDWhj1pcXlJptcaUK1hY3F1BmBLiG5jni183je1XG6CoiA7aDhMcLQNhDvehr_28/s400/0001850503001-1.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="400" data-original-width="276" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj_1ZgPXEu71zEH0heb11iGWVzhdl9J_bq4qxtdbhONsRMgRlmBl3BW2_5k1YNT76m67MCrJKjcX70qawGGZxbyEN0CTEtuFm6-VqFxPsYXv00XQVBWqabDBQ5TwDWhj1pcXlJptcaUK1hY3F1BmBLiG5jni183je1XG6CoiA7aDhMcLQNhDvehr_28/s320/0001850503001-1.jpg" width="221" /></a></div><p class="MsoNoSpacing">“Toplumumuzdaki şiddet eylemleri; çoğunlukla kendi
öz-saygılarını oturtmaya, kendi öz-imgelerini savunmaya ve kendilerinin de
önemli olduğunu ortaya koymaya çalışanlarca gerçekleşir. Şiddet, gücün
fazlalığından değil, güçsüzlükten doğar. Hannah Arendt’in çok güzel ifade
ettiği gibi, şiddet güçsüzlüğün ifadesidir.” (s.22)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Güç ve önemli olma duygusu, söylediğim gibi birbirlerine
bağlıdır. Biri aynı tecrübenin nesnel biçimi olup ötekisi öznel biçimidir. Güç
tipik olarak dışarı yönelik olsa da, önem her zaman dışarı yönelik olmayabilir,
ancak meditasyon ya da başka içe dönük, öznel yöntemler yoluyla gösterilebilir.
Dolayısıyla kişi tarafından güç duygusu olarak tecrübe edilir, zira kendisini
başkalarıyla olan ilişkilere entegre etmesini ve sonunda bu ilişkilerde daha
etkili kılmasını sağlar.” (s.36)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Hiç kimse önemli olduğunu hissetmeden uzun süre
varlığını sürdüremez.” (s.38)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Her insanın hayatında gizil olarak beş güç seviyesi
olduğunu ileri sürüyorum. İlki var olma gücüdür.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">İkinci aşama kişinin kendini onaylamasıdır. Her varlık
yalnızca var olmaya ihtiyaç duymaz, kendi varlığını onaylamaya da ihtiyaç
duyar. Kendini onaylama dirençle karşılaştığı zaman, daha çok çaba gösteririz,
tavrımızı güçlü kılarız, ne olduğumuzu ve neye inandığımızı açıkça ortaya
koyarız, muhalefet edene bunu ifade ederiz. Bu da üçüncü aşamadır, kendini
ortaya koyma.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">Saldırganlık dördüncü aşamadır. Kendini ortaya koyma uzun
süre bastırılırsa, tepkinin daha kuvvetli bir biçiminin ortaya çıkması eğilimi
görülür.” (s.42)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Arthur Miller’ın katılmadığım bir sözü vardır. Şöyle
der: Akıl hastanesinde insanlar hayatları boyunca -kendilerini hiç idrak
edemeden- gerçekten masum olarak sürüklenirler.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">Bunun kendilerini idrak edememe olduğuna inanmıyorum.
Yalnızca dışarıdan bakıldığında bu bir masumiyettir. Müstakil masumiyetlerinde,
Hannah Green gibi, ruhlarla konuşurlar çünkü onları anlamaya istekli ve
anlayabilen kimseyi bulamazlar.” (s.53)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Bizimki gibi bir geçiş döneminde -her ne pahasına olursa
olsun- kaçınılması gereken şey, statükoya katı bir biçimde tutunmaktır; geçiş
ile değiştirilmesi ve yeniden biçim kazandırılması gereken şey tam da budur.
Bir geçiş dönemini hakkıyla yaşamanın tek yolu, değişime uyum sağlama
esnekliğini göstermektir. Ve ne yazık ki, değişimin baş döndüren hızıyla kaygı
yaşayan insanların çoğu, böylesi bir esnekliğe sahip olmadıklarını
hissederler.” (s.62)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Werner Heisenberg’ün eski bir Çin kıssasına göndermede
bulunarak yazdığı gibi, makinaya adanmak bizleri birer makine gibi hareket
etmeye sevk eder. İşini bir makine gibi görenin kalbi de makine gibi olur.
Göğsünde bir makine kalp taşıyan, sadeliğini kaybeder. Sadeliğini kaybeden
ruhunun dürtülerinden emin olmaz. Ruhun dürtülerindeki belirsizlik, hakikat ile
uyumsuzdur.” (s.67)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Şiddet ve iletişim birbirini dışlar. Daha basit ifade
edilecek olursa, biri düşmanınız olduğu sürece, onunla konuşamazsınız ve onunla
konuşabilirseniz, sizin düşmanınız olmaktan çıkar.” (s.71)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Evrim geçiren bir kültürde dilin önemi; kendimizi açıkça
ortaya koyabileceğimiz ve başkalarının bize kendilerini açacağı simgesel
biçimler sağlamasından gelir. İletişim kurmak, insanların birbirlerini
anlamalarının bir yoludur; böylesi bir yol yok ise, her birimiz sanki bir
rüyada kendisini yabancı bir diyarda bulup etrafında söylenenleri anlayamayan
ya da yanındaki insana dair bir şey hissedemeyen birine dönüşürüz. Onun muazzam
bir yalnızlığı vardır gerçekten.” (s.81)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Antik Yunan’daki filozoflar, gücü varlık olarak
tanımlamışlardı, yani gücü olmayan varlık yoktur. Güç, değişebilme yetisi
olduğu için, Heraklitus, varlığın sürekli değişim halinde olduğunu ileri
sürerdi. Bu tanım; gücü benzer bir biçimde “var olma gücü” olarak tarif eden
Paul Tillich gibi çağdaş ontolojik düşünürlere kadar çağlar boyunca ana akım ve
yan akım felsefede yerini bulmuştur. Güç istenci ile Nietszche ve elan vital
ile Bergson gibi yaşam felsefesi yapanlar bütün canlılardaki güç öğesinin
altını çizerler. Onlar için güç, yaşam sürecinin bir ifadesidir.” (s.110)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Güç en başında sosyolojik bir terimdi, başta ulusların
ve orduların hareketlerini tarif etmek için kullanılan bir kategoriydi. Ne var
ki, meseleyi inceleyenler; gücün duygulara, tutumlara ve güdümlere dayandığını
giderek artan bir biçimde fark ettikçe, gerekli açıklama için psikolojiye
döndüler. Psikolojide güç; başka insanlar üzerinde etki yaratma, onlara tesir
etme ve onları değiştirme yetisi anlamına gelir. Her insan; manyetik kuvvet
alanlarına benzeyen, insanlardan oluşan bir ağ içinde var olur ve her bir insan
başkalarını iter, püskürtür, onlarla bağ kurar ve bir olur.” (s.110)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Güç ve sevginin birbirleriyle bağlantılı olması, her
şeyden çok kişinin sevebilmesi için öncelikle kendi içinde güce sahip olması
gerektiği gerçeğiyle ispat olunur.” (s.126)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Güç ile sevginin ampirik ilişkisi, şiddet meselesinde
ikisinin yakınlığında, güç karşıtlığında resmedilir. Şiddet; duygusal olarak
yakın bağı olanlar ve dolayısıyla birbirlerine karşı savunmasız olanlar
arasında görülmeye meyillidir.” (s.127)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Kıskançlık, kişinin sevgiden çok güç aradığı bir
ilişkiyi anlatır. Kişinin yeterli özsaygı geliştiremediği, yeterli güce sahip
olmadığı, Mercedes’in ifadesini kullanacak olursam, kendi “yaşama hakkını”
eline almadığı ilişkide olur. Nevrotik kıskançlık, yeterince tuhaf bir biçimde,
sevgi çok somut ya da sevginin temeli sağlam olmadığında en güçlü haliyle
görülebilir. Kişinin ötekini geri kazanma kabiliyetinin olmadığını
hissetmesinin bir yansımasıdır. Gücün yolunu şaşırmasıdır ve çok zaman alıcı ve
yıkıcı olabilir. Kıskanç kişi, bütün enerjisini kıskançlık krizine vermek,
kısmen de içten içe çok sorunlu olduğunu hissettiği bir sevgiyi ispat etmek
zorundaymış gibi görünür.” (s.129)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“İnsan, kendi gelişimine dahil olduğu kadar kendi olur.
Benlik asla kendiliğinden gelişmez; insan yalnızca bilebildiği, onaylayabildiği
ve ortaya koyabildiği ölçüde kendi olur. Nietzsche’nin bağlanma ve kendini
adama ihtiyacını sürekli öne sürmesinin sebebi budur; içgüdüleriyle daha az
yönlendirildiğinden insan kendi farkındalığı sayesinde kendi evrimini bir
ölçüye kadar etkileyebilir. Burada insan olmanın toplu utancı ve hayreti,
ayrıca insan olmanın büyüklüğü de yatar.” (s.157)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Hayat, kişinin kendisini yenmesinden ibarettir.”
Nietzsche (s.161)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Eylem ya da duygu olarak şiddetimizin kalbinde kendimizi
irade sahibi insanlar olarak gösterme arzusu yatar. Ancak toplumun
karmaşıklığı, insanın kalbini yitirmesine sebep olur. Yaptığı hiçbir şey, hep
bir başkasının manşet olduğu bir dünyada gurur duyacağı bir beceri olarak
görünmez. Bir üniformanın çelişik hisler içeren kimliğini onlara sunacak
herhangi özel bir orduya neşeyle katılan insanların çaresizliğinde bu makul bir
resimdir: selam verme ve selam verilme hakkı.” Jacob Bronowski (s.183)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Soruları şimdi yaşa. Belki sonra… uzaklarda bir gün
yanıtı yaşarken bulursun.” Rilke (s.220)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Masumiyetin kalp ile ilgisi vardır, çünkü hissetme
haliyle, hesaplamadan hayatı algılama biçimiyle ilgilidir. Hayattaki muazzam
cinsellik, yumuşaklık, sömürü ve ihanet ihtimallerine uyanmadan önceki hâl
olduğu için “bekâretten” söz edilir. Bunun içerik değil, simge olduğunun
unutulmaması gerekmesine rağmen, cinsel tecrübenin olmayışı, geçmişten bu yana
masumiyetin simgesi olarak görülmüştür.” (s.220)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Düzen, insan zihninin dünyadaki daimî anlam arayışının
bir ürünüdür, dünyada ise zihinlerimiz dışında bir anlam yoktur. Doğrudur,
doğanın gündüzün ve gecenin arka arkaya gelişiyle bir ritmi vardır; bir
dengesi, ahengi, yazı, kışı vardır. “Yazı, kışı” diye yazarak, insan zihninin
niteliğini açığa vuruyorum; örüntülerimiz olmadan işlevler kördür ve anlamsız
bir biçimde tekrar eder. Ancak insan zihni bu kaosa bakar bakmaz, düzen doğar.
İnsan zihni ile doğanın kaosu buluşunca sayesinde kendimize bir yön
belirleyebileceğimiz bir anlam peyda olur.” (s.263)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Ne yaparsak yapalım, insanın kalbinde, o tenhalıkta
aşırılık hep yerini koruyacaktır. Hepimiz içimizde kendi sürgün yerimizi,
suçlarımızı ve harabiyetimizi taşırız. Ancak vazifemiz, bunları dünyanın üstüne
salıvermek değildir; kendi içimizde ve başkalarının içinde onlarla savaşmaktır.
İsyan, teslim olmamaya, boyun eğmemeye dair dünyevi irade… bugün halen daha
mücadelenin temelini oluşturur.” Albert Camus (s.264)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“İyinin ve kötünün hepimizin içinde mevcut olduğu
gerçeği; herkesi ahlaki kibirden alıkoyar. Hiç kimse kendi ahlaki üstünlüğü
konusunda ısrarcı olamaz. İşte bu kısıtlamadan da affetme olasılığı doğar.”
(s.264)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“İletişim için güç şarttır. Kayıtsız ya da hasmane bir
topluluğun önünde durup sözünü söylemek ya da bir dosta dürüstçe derinlere inip
inciten gerçeklerden bahsetmek, bütün bunlar kişinin kendini ortaya koymasını,
onaylamasını ve hatta kimi zaman saldırganlığı gerekli kılar. Bu husus o kadar
aşikârdır ki, genellikle görmezden gelinir. Psikoterapi tecrübem; en çok
cesaret gerektiren hareketin, kişinin bir başkasına en derindeki düşüncelerini
-öfke ya da hiddet ona yön vermeden- basit, samimi bir biçimde iletmesi
olduğuna beni ikna ediyor. Genellikle yalnızca eşit güce sahip olduğumuz
kişilerle en açık iletişimi kurabiliriz.” (s.270)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Psikoterapide bir adam ile karısının ilişkilerinde
yaşadıkları zorlukların, birbirleriyle iletişim kurarken kabaca ne kadar sorun
yaşadıklarıyla ölçülebildiğini görüyoruz. Ötekinin ne söylediğini (ya da ne
söylemediğini) anlamakta zorlanıldığında, birbirlerine yabancı olduklarını
varsayabiliriz. Bu durumda kişi, ötekinin dalga boyunda değildir (ya da belki
olmak da istemiyordur) mantık çerçevesinde ya da soyut konuşmak da aynı şeyin
bir belirtisidir – kişinin gerçek duygularını iletmek istememesinin, kendi
benliğini karşı tarafa toptan kapatmasının göstergesidir. Düşmanlık büyüdükçe,
yansıtma da artar; büyük ölçüde suçlama ve mesafede artış eğilimi de görülür;
bütün bunlar düşmanlığın artmasının göstergeleridir. Psikoterapi, insanların
aynı dalga boyunda konuşabilmeleri için süreci tersine çevirir.” (s.271)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Şefkat, kişinin bir nebze güven duymasını, başkasına
özen gösterebilecek kadar güç sahibi olmasını gerektirir. Kendine saygı
duymanın ve kendini onaylamanın eksik olması, başkalarına verebilecek bir şey
kalmasını çok zorlaştırır; bireyin başkasına bir şey verebilmesi için önce
kendisinde “motoru çalıştıracak” bir şey olması gerekir.” (s.275)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Şefkat, birbirimizi tanımamıza dayalı olan sevgi türünün
adıdır.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">Şefkat, potansiyellerini gerçekleştirdiği için bir
başkasına hissedilen bağ değildir. Şefkat, potansiyellerini gerçekleştirmediği
zaman da birine hissedilir; başka deyişle, potansiyelini gerçekleştirme ve
gerçekleştirmeme arasında mücadele edip duran-sizin gibi, benim gibi- insan
olduğu için de birine hissedilir. Sonra insanlığa acılarında ve kaderinde eşlik
etmek için kusursuz ilahi bir varlık olma talebinden de vazgeçeriz. Jacob
Bronowski’nin dediği gibi: Hepimiz, yalnızız. Birbirimize yalnız olduğumuz için
acımayı öğrendik. Şefkat dışında hiçbir şey keşfedilemeyeceğini öğrendik.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">Şefkat, insana dair hiçbir şeyin bana yabancı olmadığı
inancının kabul edilmesidir.” (s.277)</p><p></p>Elif'in Kütüphanesindenhttp://www.blogger.com/profile/14743964696642420466noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-4892178203682310922.post-7763350754115490192022-07-17T06:27:00.002-07:002022-07-17T06:27:23.518-07:00Erich Fromm - Psikanaliz ve Zen - Budizm<p></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh4KIul26A0m25-hZrcnZEvKADnq13U3POY8KNBTrnxSqspOBQ_vkmA_sKZ5n3li3ZKbYh9dWUFCiy4FUG9_AM8kFmZl9KtfWhHnxlfytAGt2B1WY2O2m16Nb9j1C2NTHMEosUF8IALCg8nIw8MrzUIYPKufQatkv41ZVaKNJPHI8YpDcR2VVRiJFNM/s600/0001732166001-1.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="600" data-original-width="386" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh4KIul26A0m25-hZrcnZEvKADnq13U3POY8KNBTrnxSqspOBQ_vkmA_sKZ5n3li3ZKbYh9dWUFCiy4FUG9_AM8kFmZl9KtfWhHnxlfytAGt2B1WY2O2m16Nb9j1C2NTHMEosUF8IALCg8nIw8MrzUIYPKufQatkv41ZVaKNJPHI8YpDcR2VVRiJFNM/s320/0001732166001-1.jpg" width="206" /></a></div> “Zen Budizm, Hint akılcılığı ve soyutlanması ile Çin
somutluğu ve gerçekçiliğinin bir karışımıdır. Zen ne kadar Doğulu ise
Psikanaliz de o kadar batılıdır. Oysa psikanaliz ve zen, insanın doğasıyla ve
dönüşümüne yol açan bir pratikle ilgili olmalarına rağmen aralarındaki
farklılıklar benzerliklerden daha ağır basar. Psikanaliz, bilimsel bir
yöntemdir, dinden tamamen bağımsızdır. Zen, aydınlanmaya erişme tekniği ve
teorisi olup, Batı’da dini veya mistik olarak görülebilecek bir deneyimdir. Psikanaliz
ruhsal bozukluklara dair bir tedavidir, Zen ise bir tinsel kurtuluş yoludur.”
(s.7)<p></p><p class="MsoNoSpacing"><o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Batı’da yaşayan insanların çoğunluğu Batı kültürüne ait
bir bunalım yaşadıklarını fark etmemelerine rağmen (son derece kritik bir
durumda olan kişilerin çoğu bu krizin farkına muhtemelen hiç varmamışlardır) en
azından bazı önemli gözlemciler arasında bu bunalımın varlığı ve niteliği
üzerinde bir mutabakat mevcuttur. Bu keyifsizlik, bıkkınlık, zamane hastalığı
diye tarif edilen ve yaşamın sağırlaşması; insanın kendine, hemcinsine ve
doğaya yabancılaşması şeklinde bunalımdır.” (s.9)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Batılı insan duygularını yaşamakta şizoid bir acizlik
halinde; dolayısıyla kaygılı, bunalımlı ve umutsuz. Hâlâ mutluluk, bireysellik,
girişkenlik amaçlarını desteklermiş gibi görünüyor fakat aslında hiçbir amacı
yok. Ona ne için yaşadığını, tüm uğraşlarının amacının ne olduğunu sorun,
mahcup olacaktır. Bazısı ailesi için yaşadığını, diğerleri amaçlarının eğlenmek
olduğunu ve yine bir kısmı da amaçlarının para kazanmak olduğunu söyleyebilir
fakat aslında hiçbiri ne için yaşadığını bilmez; tek başına olmaktan ve
güvensizlikten kaçmaktan başka bir amaçları yoktur.” (s.10)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“İnsanın gizli motivasyonlarını yeni bir tarafsızlıkla
inceleyen Freud, mutlak güce sahip, her şeyi bilen bir Tanrı’ya duyulan inancın
köklerinin, insanın varoluşunun acizliğine ve yardım eli uzatan bir anne-babaya,
yani cennetteki Tanrı’ya inanmak suretiyle bu acizliğiyle başa çıkmaya
çalışmasına dayandığını fark etmişti.” (s.11)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Esenlik, insanın doğasıyla uyum içinde olmasıdır.”
(s.21)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Esenlik, aklın tam gelişmiş olduğu duruma ulaşmış olma
halidir: Akıl, salt zihinsel muhakeme anlamında değil, hakikati idrak etmek
anlamındadır. Esenlik, ancak kişinin narsisizmini yendiği dereceye kadar; kişinin açık,
karşılık veren, duyarlı, uyanık ve boş olabildiği dereceye kadar mümkün
olabilir.” (s.26)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Esenlik, kişinin potansiyelindeki kişi haline gelmesi
demektir.” (s.27)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Esenlik, kişinin benliğini (egosunu) bırakması, egosunu
koruma ve yükseltme peşinde koşmayı bırakması, sahip olma, koruma, gıpta etme,
kullanma değil de, olma eylemi içinde kendini yaşamasıdır.” (s.27)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Zen, gündelik düşünce tarzınızdır, kapının içeri mi
dışarı mı açıldığı, tamamen menteşenin ayarlanmasına bağlıdır.” Suzuki (s.57)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Aydınlanmayı, psikolojik terimlerle ifade etmeye
çalışsaydık bunun, kişinin tamamen kendi içindeki ve dışındaki gerçekliğe döndüğü,
gerçekliğin tamamen farkında olup onu tamamen kavradığı bir hal olduğunu
söylerdim. O, bunun farkındadır, yani beyni ya da vücudunun herhangi bir
parçası değil, kendisi, bütün insan, bunun farkındadır. Onun farkındadır;
düşüncesiyle kavradığı ta ötedeki bir nesnenin değil de, onun, yani çiçeğin,
köpeğin, insanın tam gerçekliğiyle farkındadır. Uyanan kişi, dünyaya açık ve
duyarlıdır; açık ve duyarlı olabilir çünkü bir nesne gibi kendine tutunmaktan
vazgeçmiş, böylece boşalıp almaya hazır hale gelmiştir. Aydınlanmış olmak, tüm
kişiliğin gerçekliğe tam olarak uyanışı, demektir.” (s.28)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Kendime yabancı olmadığım taktirde hiç kimse ve hiçbir
şey bana yabancı değildir. Ayrıca, kendime yabancılaşan parçamın derecesine ve
bilinçdışımın bilincimden ayrıldığı dereceye kadar dünyayı kavrayışım çeşitli
şekillerde yanıltılır.” (s.72)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Olgun insan, kendini, duygusal kirlenmeden ve idrakin
müdahalesinden arındırmışsa; “korku, kaygı, güvensizlik gibi rahatsız edici
duyguların ona saldıracağı yer bulamayacakları bir özgürlük ve kendiliğindenlik
yaşamını” gerçekleştirebilir.” Suzuki (s.79)</p>Elif'in Kütüphanesindenhttp://www.blogger.com/profile/14743964696642420466noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-4892178203682310922.post-89167923407889150492022-07-03T10:56:00.009-07:002022-07-03T10:57:27.998-07:00Viktor E. Frankl - İnsanın Anlam Arayışı<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjnAkh5G_G9hUKEzP9KmkG0GT84MmOenQCclSXxuctdZBt7WJIkXsWFJ92u_fJx0Z1bRJ8cGfAWDLCeKpzwzVxtTuZEVsO0jOoWXM-dixdRfDmIhWoUwxQAVZix6-E9_z72Y2rdKDVzevakvesxcNBfclJrFq8FsMZT4z1mox3z9t3aqH74bvyOH4WI/s400/0000000303230-1.jpg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="400" data-original-width="277" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjnAkh5G_G9hUKEzP9KmkG0GT84MmOenQCclSXxuctdZBt7WJIkXsWFJ92u_fJx0Z1bRJ8cGfAWDLCeKpzwzVxtTuZEVsO0jOoWXM-dixdRfDmIhWoUwxQAVZix6-E9_z72Y2rdKDVzevakvesxcNBfclJrFq8FsMZT4z1mox3z9t3aqH74bvyOH4WI/s320/0000000303230-1.jpg" width="222" /></a></div><p class="MsoNoSpacing">“Yaşamak için bir nedeni olan insan her türlü nasıla
katlanabilir.” Nietzsche (s.11)</p>
<p class="MsoNoSpacing">“Toplama kampında, yaşantının tüm fiziksel ve zihinsel
ilkelliğine rağmen ruhsal yaşamın derinleşmesi mümkündü. Zengin bir entelektüel
yaşama alışmış olan duyarlı kişiler daha fazla etkilenseler de (çoğunlukla daha
hassas yapıda olurlar) iç benlikleri daha az hasara uğrar. Kendilerini çevreleyen
korkunçluklardan, iç zenginliklerine ve ruhsal özgürlüklerine sığınarak korunabiliyorlardı.
Daha kuvvetsiz görünen bazı tutsakların, sağlam yapılı olanlardan daha iyi
dayanabilmesine yönelik çelişkiyi açıklamanın tek yolu budur.” (s.48)</p>
<p class="MsoNoSpacing">“Aklım bir düşünceye takıldı: Hayatımda ilk defa, birçok
ozanın söylediği, onca düşünürün nihai bilgelik olarak öne sürdüğü hakikati
gördüm. Hakikat şuydu; sevgi, insanın ulaşabileceği en yüksek ve en büyük hedefti.
O anda, insan şiirinin, insan düşünce ve inancının ayırt ettiği en büyük sırra
haiz oldum: İnsanın kurtuluşu sevgiyle ve sevgidedir. Elinde hiçbir şeyi
kalmamış insanın dahi, kısacık bir an için bile olsa, sevdiğine ilişkin
düşüncelerden nasıl mutluluk duyabileceğini anladım.” (s.50)</p>
<p class="MsoNoSpacing">“Mizah, ruhun kendini koruma savaşında bir başka silahıydı.
Mizahın sadece birkaç saniye bile olsa insana, başka her şeyden fazla olarak
her durumun üzerine çıkabilecek bir mesafe ve beceri sağladığı iyi bilinir.”
(s.55)</p>
<p class="MsoNoSpacing">“Bir mizah duygusu geliştirme ve olayları mizahın
ışığında görebilme çabası, yaşama sanatında ustalaşırken öğrenilen bir hile
gibiydi. Istırabın hüküm sürdüğü toplama kampında bile, yaşama sanatını
uygulamak yine de mümkündü. Bir benzerlik kurmak gerekirse, insanın acısı gazın
hareketine benziyordu. Belli miktarlarda gaz, boş bir kutuya pompalandığında
kutu ne kadar büyük olursa olsun onu tamamen ve eşit dağılım göstererek doldurur.
Aynı şekilde ıstırap da ister küçük ister büyük olsun insan ruhunu ve bilincini
tamamen doldurur. Bu yüzden de insanın ıstırabının boyutu tamamen görelidir.”
(s.56)</p>
<p class="MsoNoSpacing">“Her zaman bir seçim yaparız. Her gün, her saat bizi
özvarlığımızdan, içsel özgürlüğümüzden soyutlamakla tehdit eden güçlere boyun
eğmeye ya da eğmemeye yönelik bir tercih sunulur bize.” (s.77)</p>
<p class="MsoNoSpacing">“Spinoza Etika’da ne der? Bize acı veren duygular, onun
berrak ve kesin bir resmini çizdiğimiz anda acı olmaktan çıkar.” (s.85)</p>
<p class="MsoNoSpacing">“İnsanın zihinsel durumu (cesareti ve umudu veya bunların
yokluğu) ile bağışıklığı arasında ne kadar sıkı bir bağ olduğunu bilenler, ani
umut ve cesaret kaybının ölümcül bir etkisi olabileceğini kavrayabilirler.”
(s.86)</p>
<p class="MsoNoSpacing">“Hayat, belirsiz değil, çok gerçek ve somut bir şeydir;
tıpkı hayatın görevlerinin çok gerçek ve somut olması gibi. Bunlar insanın, her
bir kişi için farklı ve özgün olmak yazgısını oluşturur. Hiçbir insan ve hiçbir
yazgı, başka bir insan ve yazgıyla kıyaslanamaz. Hiçbir durum kendini tekrar
etmez ve her durum farklı bir cevap gerektirir. Bazen insanın kendisini içinde
bulduğu durum, onun kendi kaderini eylemiyle değiştirmesini gerektirir.” (s.88)</p>
<p class="MsoNoSpacing">“Her çatışma mutlaka nevrotik değildir; biraz çatışma
normal ve sağlıklıdır.” (s.108)</p>
<p class="MsoNoSpacing">“Şurası kesin ki insanın anlam arayışı, bir iç dengeden
ziyade içsel gerilime yol açabilir ancak bu gerilimin, akıl sağlığının
vazgeçilmez bir öncülü olduğu kesindir.” (s.109)</p>
<p class="MsoNoSpacing">“Hayatta her durum, insana bir mücadele alanı ve
çözülmesi gereken bir sorun sundukça hayatın anlamı değişebilir. Temel olarak
insanın kendine, hayatının anlamının ne olduğunu sormak yerine, bu sorunun
muhatabının kendisi olduğunu anlaması gerekir. Herkes hayat tarafından bir
sorguya çekilir ve hayatı sadece kendi hayatıyla, kendi sorumluluğuyla
cevaplayabilir.” (s.114)</p>
<p class="MsoNoSpacing">“Sevgi, bir insanı kişiliğinin en derinlerine kadar
kavramanın tek yoludur. Kimse başka bir insanın derinliklerini onu sevmediği
sürece kavrayamaz. Sevgisi aracılığıyla sevilen kişinin önemli yanlarını ve
özelliklerini anlama becerisi kazanır ve hatta ondaki henüz açığa çıkmamış ama
gerçekleşmesi gereken potansiyeli görebilir. Onun yapabileceklerine ve neye
dönüşmesi gerektiğine ilişkin farkındalık kazanarak bu potansiyelin
gerçekleşmesini sağlar.” (s.116)</p>
<p class="MsoNoSpacing">“Hayatta çaresiz bir durumla, değiştiremeyeceğimiz bir
kaderle karşı karşıya kalmakta da anlam bulunabileceğini hiç unutmamamız
gerekir.<span style="mso-spacerun: yes;"> </span>Bu zamanlarda önemli olan
kişisel bir trajediyi bir zafere, kötü bir vaziyeti bir kazanıma dönüştürmeye
dair insana özgü potansiyele tanıklık etmektir. Bir durumu değiştiremeyeceğimiz
zaman (örneğin ameliyat edilemez bir kanser gibi tedavisi olmayan bir
hastalıkla karşı karşıya olduğumuzda) kendimizi değiştirmek zorunda kalırız.”
(s.117)</p>
<p class="MsoNoSpacing">“İnsan hayatından anlamı çekip çıkaran durumlara sadece
ıstırap değil, aynı zamanda ölümler de dahildir. Hayatın gerçekten geçici olan yegâne
şeylerinin olanaklar olduğunu söylemekten hiç yorulmayacağım ama olanaklar da
hayata geçirildikleri anda gerçeklikler haline gelir ve korunarak geçicilikten
kurtuldukları geçmişin parçası olur; çünkü geçmişteki hiçbir şey geri dönüşsüz
olarak kaybedilmiş değil, sonsuza kadar saklanmıştır.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">Bu yüzden de varoluşumuzun geçiciliği onu hiçbir şekilde
anlamsız kılmaz ama sorumluluk getirir çünkü her şey bizim tamamen geçici olan
olasılıkları fark etmemiz ve hayata geçirmemize bağlıdır.” (s.125)</p>
<p class="MsoNoSpacing">“İnsan tamamen koşullanmış ve belirlenmiş değildir, daha
ziyade koşullara teslim olmaya ve onlara karşı gelmeye kendi karar verir. Başka
bir deyişle insan, tamamen kendi belirlenimindedir. Alelade bir şekilde var
olmaz; her zaman varoluşuna ne olacağını ve bir sonraki anda neye dönüşeceğini
seçer. Aynı şekilde her insan her an değişmekte özgürdür.” (s.134)</p>
<p class="MsoNoSpacing">“İnsanı hayatta anlama ulaştıran üç temel yol vardır. İlki
bir yaratım ya da görev yerine getirme sürecidir. İkincisi, bir şeyi
deneyimleme ya da biriyle etkileşimdir: Diğer bir deyişle anlam, sadece
çalışmada değil aynı zamanda sevgide de bulunabilir.” (s.147)</p><p></p>Elif'in Kütüphanesindenhttp://www.blogger.com/profile/14743964696642420466noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-4892178203682310922.post-15026178708467291412022-04-23T23:57:00.001-07:002022-04-23T23:58:07.753-07:00Rollo May - Kaygının Anlamı<p></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgSbMLmYYPUXRqcAdIBrlpzi5axXxOthtUqaXQGhYWkYWgHyLlNQvHd9TQg46M1upS_Ht2GfynM-WZRNy5nPf5O2EGzdCl1kg6onenxrogpFROgq_pqJfMIfADlSqb9ezKAc5Jr8nbuWd4IIw8axzTFoezrUcIOr5aVFMQkZc6eAnhgVGdhF_FkVsYN/s400/0001880899001-1.jpg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="400" data-original-width="277" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgSbMLmYYPUXRqcAdIBrlpzi5axXxOthtUqaXQGhYWkYWgHyLlNQvHd9TQg46M1upS_Ht2GfynM-WZRNy5nPf5O2EGzdCl1kg6onenxrogpFROgq_pqJfMIfADlSqb9ezKAc5Jr8nbuWd4IIw8axzTFoezrUcIOr5aVFMQkZc6eAnhgVGdhF_FkVsYN/s320/0001880899001-1.jpg" width="222" /></a></div><p></p><p class="MsoNoSpacing">“Kaygı en iyi öğretmendir, der Kierkegaard. Ne zaman yeni
bir olasılık ortaya çıksa, kaygının da ona eşlik edeceğini söyler.” (s.17)<o:p></o:p></p><p class="MsoNoSpacing">“Korktuğum ve beni korkutan her şeyin kendi başına iyi
veya kötü olmadığını, sadece zihnin onlardan etkilendiğini anladım.” Spinoza,
Anlama Yetisinin Düzeltilmesi Üzerine İnceleme<o:p></o:p></p><p class="MsoNoSpacing">“Bence kaygı, onu tanımamış olduğu için yitip gitmek ya
da altında ezilip kalmak istemeyen her insanın katlanıp çıkmak zorunda olduğu
bir serüvendir. Dolayısıyla, doğru bir şekilde kaygılanmayı öğrenen insan, en
önemli şeyi öğrenmiş demektir.” Kierkegaard, Kaygı Kavramı<o:p></o:p></p><p class="MsoNoSpacing">“Hiç kuşku yoktur ki kaygı sorunu, pek çok önemli sorunun
bir araya toplandığı bir düğüm noktası ve çözümü zihinsel varoluşumuzun tümüne
ışık tutacak bir bulmacadır.” Freud, Psikanalize Giriş Dersleri<o:p></o:p></p><p class="MsoNoSpacing">“Bir neslin tümünün... iki çağ arasına, iki yaşam tarzı
arasına sıkışıp kaldığı zamanlar vardır ve bunun sonucunda nesil kendini anlama
yetisini tümden yitirir, ne herhangi bir standardı ne güvencesi vardır; rızası
bile yoktur.” Hermann Hesse, Bozkırkurdu <o:p></o:p></p><p class="MsoNoSpacing">“Lifton’un kendisi de modern zamanlardaki kaygıdan uyuşma
süreci olarak söz eder. Bu bir savunma tepkisidir; insanların duygularını
uyuşturmaktan, gelen tehdidin bilincinde olmamak için algılarını kapatmaktan
başka ellerinden hiçbir şey gelmediği durumlarda yaşadıkları duygusal bir
uzaklaşmadır. Bilinç yetisi bu şekilde daraltılarak, kaygı geçici olarak
savuşturulmuş gibi görünür. Fakat daha sonra bunun bedelinin ödenip
ödenmeyeceği sorusunun cevabı verilmemiştir.” (s.36)<o:p></o:p></p><p class="MsoNoSpacing">“Korkmamız gereken tek şey, korkunun kendisidir.”
Franklin D. Rooselvt (s.38)<o:p></o:p></p><p class="MsoNoSpacing">“Spinoza kaygıyı özel olarak ele almadıysa bunun nedeni
psikolojik muhakeme yürütememesi değildi, bundan emin olabiliriz. Birçok
noktada psikanalitik kavramları öngörmüştü. Tutku (duygusal karmaşayı
kasteder), kişi onun hakkında net ve ayırt edilebilir bir fikir geliştirdiği
anda tutku olmaktan çıkar, ifadesi bunun bir örneğidir. Bu, daha sonraki
yıllarda ortaya çıkacak psikanalitik bir tekniğe yani duygu netleştirmeye dair şaşırtıcı
bir tahmindir..<o:p></o:p></p><p class="MsoNoSpacing">Spinoza, korkunun temelinde öznel bir problem olduğuna
yani kişinin ruh hali ya da tavırlarıyla ilgili bir mesele olduğuna inanıyordu.
O, korkuyu umudun yanına koyarak tanımlar; her ikisi de kuşku içindeki bir
insana ait özelliklerdir. Korku, nefret ettiğimiz bir şeyin başımıza
gelebileceği fikrinden doğan belirsiz bir hazdır. Spinoza, bu tanımlardan da
anlaşılacağı üzere der, korku umutsuz, umut korkusuz olmaz. Korku, bir zihin
zaafının sonucudur; bu yüzden akıl kullanımıyla ilgisi yoktur. Umut da bir
zihin zaafıdır. Bu nedenle aklın kılavuzluğunda yaşamak için ne kadar gayret
gösterirsek, umuda o kadar az bağlanır, korkuya o kadar az teslim olur ve
kendimizi ondan o kadar iyi kurtarır, bahtımızı o kadar aşarız ve nihayetinde
eylemlerimize aklın öğütleri yön verir. Spinoza’nın korkuları aşmak için
gösterdiği yol, yaşadığı dönemdeki akılcılık vurgusuyla tutarlıdır; yani
duygular baskılanmayacak ama akla tabi olacaktır. Spinoza’ya göre duygu, onun
tersi ve daha güçlü olan bir şeyle aşılır. Fakat bunu yapmak için
düşüncelerimizin ve imgelerimizin düzenlenmesine dikkat etmemiz gerekir.
Korkuyu bir kenara atmak için cesareti de aynı şekilde düşünmeliyiz; yani
yaşamın sıradan tehlikelerini, onlardan cesaretle nasıl kaçılacağını ve onların
nasıl aşılacaklarını düşünerek sıralamalı ve hayal etmeliyiz.” (s.54)<o:p></o:p></p><p class="MsoNoSpacing">“Bireyde hem korkunun hem de umudun aynı anda bulunması
ve bunun belli bir süre boyunca sürmesi, ben dahil daha sonraki birçok yazar
tarafından ruhsal çatışmanın bir özelliği kabul edilir.” (s.55)<o:p></o:p></p><p class="MsoNoSpacing">“Spinoza’nın bakış açısına göre, kuşku nedenlerini
umutlarımızdan çıkarıp attığımızda güven hissi ile dolarız; yani artık güzel
bir şeyin başımıza geleceği kesindir. Kuşku öğesini, korkumuzdan çıkarıp
attığımızda ise çaresiz hissederiz çünkü korkulan olayın gerçekleşeceği ya da
gerçekleştiği kesindir. Tersine Kiekegaard’da ise güven, kuşkunun (ya da
kaygının) kesilip atılması değil, kuşku ve kaygıya rağmen hayata devam etme
tavrıdır.” (s.55)<o:p></o:p></p><p class="MsoNoSpacing">“Kierkegaard, kaygının özgürlüğe yöneliş olarak anlaşılması
gerektiğini savunuyordu. Özgürlük, kişilik gelişiminin hedefidir. Kiekegaard
özgürlüğü olanak diye tanımlar. İnsanı bitki veya sadece hayvan olan diğer
canlılardan ayıran özellik, insan olanaklarının kapsamında ve olanakların
farkında olma yetisinde yatar.” (s.63)<o:p></o:p></p><p class="MsoNoSpacing">“Özgürlük yetisi kaygıyı da beraberinde getirir. Kierkegaard’a
göre kaygı bir insan halidir. İnsan özgürlüğüyle yüze geldiğinde onu yaşar.
Hatta kaygıyı özgürlük olasılığı olarak tanımlar. Birey bir olasılığı gözünün
önüne getirdiğinde, bu deneyiminde kaygı da potansiyel olarak yerini alır.
Çocukların yürümeyi öğrenmesi ve daha ileri bir noktada okula gitmesi ve
yetişkinlerin evliliğe ve/veya yeni bir işe adım atması bunun örneklerindendir.
Bu tür olasılıklar yani önümüzde uzanan ama henüz katedemediğimiz ya da
deneyimlemediğimiz için ne olduğunu bilemediğimiz yollar kaygı içerir (bu
normal kaygıdır ve aşağıda da anlatılacağı gibi nevrotik kaygı ile
karıştırılmamalıdır. Kierkegaard nevrotik kaygının, normal kaygının daha
kısıtlayıcı ve yaratıcılık içermeyen bir türü olduğunu ve bireyin normal kaygı
durumlarında yoluna devam etmeyi başaramamasından kaynaklandığını net bir
şekilde ifade eder.” (s.64)<o:p></o:p></p><p class="MsoNoSpacing">“Kierkegaard’ın psikoloji açısından yazarken merkeze
aldığı problem, kişinin kendisi olmak için nasıl irade koyacağıdır. İnsanın
asıl görevi, kendi olmak için irade koymasıdır. Kierkegaard, kişinin olacağı
beni belirli bir şekilde tanımlayamayacağımızı savunur çünkü ben, özgürlüktür.
Fakat insanın kendi olmak için irade koymaktan nasıl kaçtığını da uzun uzadıya
anlatır: İnsanlar ya ben bilincinden kaçarlar, ya da bir başkası olmaya veya
kullanışlı bir ben’den ibaret olmaya irade koyarlar ya da muhalefet yoluyla ben
olmaya irade koyarlar ki bu da trajik, acılı bir umutsuzluk biçimidir ve
dolayısıyla gerçek bir benlik olamamaya mahkumdur. Buradaki şrade yaratıcı
kararlılıktır, en başta özfarkındalığın genişletilmesini temel alır. Genel
anlamda konuşacak olursak, bilinç yani ben’in bilinci, ben’in belirleyici
kriteridir, diye yazar. Ne kadar bilinç varsa, o kadar ben olunur.” (s.66)<o:p></o:p></p><p class="MsoNoSpacing">“Özgürlük, daha ziyade, varoluşun her anında kişinin
kendini kendisiyle ilişkilendirmesine bağlıdır. Günümüz terimleriyle ifade
edecek olursak, özgürlük, kişinin kendisini ne derece sorumlu ve özerk bir
şekilde kendisiyle ilişkilendirdiğine bağlı demektir.” (s.67)<o:p></o:p></p><p class="MsoNoSpacing">“Birey her deneyiminde yoluna devam etmeyi,
olasılıklarını gerçekleştirmeyi arzular; fakat aynı zamanda kafasında bunu
yapmama olasılığıyla da oynaşır; bir diğer deyişle, içinde olasılıklarını
gerçekleştirmeme arzusu da taşır. Kierkegaard bu durumda nevrotik ve sağlıklı
olan arasındaki farkı anlatırken, sağlıklı bireyin çatışmaya rağmen yoluna
devam ettiğini, özgürlüğünü gerçekleştirdiğini, sağlıksız kişinin ise kapanma
durumuna geçtiğini ve özgürlüğünü feda ettiğini söyler.” (s.69)<o:p></o:p></p><p class="MsoNoSpacing">“Özgürlük yokluğu gitgide daha da kapanmaya dönüşür ve
hiçbir iletişim istenmez. Kierkegaard kapanma ifadesini kullanırken, yaratıcı
kişinin mesafe koymasından değil, geriye çekilip uzaklaşması anlamındaki
kapanmaktan, durmaksızın olumsuzlama yapmaktan söz ettiğini açıkça belirtir.
Bir şeyle birlikte kapanış değil, kendini kapatıştır. Dolayısıyla bu kapanış
Kierkegaard’a göre anlamsızlıktır, boşluktur. Kapanan kişi, özgürlük ya da iyi
ile yüz yüze geldiğinde kaygı dolar. Kierkegaard açısından “iyi”, kapanan
kişinin, özgürlük temelinden yürüyerek kendisini bütüne dahil etmemek için
verdiği mücadeleye işaret eder. Hatta “iyi” derken, genişlemeyi, yayılmayı,
giderek çoğalan iletişim halini tasvir eder.” (s.73)<o:p></o:p></p><p class="MsoNoSpacing">“Kierkegarrd, etik insan kader veya süslü boş laflar
kadar hiçbir şeyden korkmaz çünkü bu tür şeyler şefkat kılığına girerek onu
kandırıp sahip olduğu hazinesini yani özgürlüğünü alabilir, der.” (s.73)<o:p></o:p></p><p class="MsoNoSpacing">“Goldstein’a göre sağlıklı bir bireyin özgürlüğü, farklı
seçenekler arasında seçim yapabilmesinde, çevresindeki güçlükleri aşmak için
kendine yeni olanaklar açabilmesinde yatar. Kaygıdan uzaklaşmayıp onun içinden
geçerek ilerleyen birey kendini geliştirmekle kalmayıp, dünyasının kapsamını da
büyütür. Kaygıya yol açabilecek tehlikelerden korkmamak: İşte bu, başlı başına
kaygıyla başa çıkmanın başarılı yöntemidir. Cesaret, son tahlilde, varoluşa
yönelik şoklara verilen ve kişinin kendi doğasını gerçekleştirmesi için
katlanması gereken, olumlayıcı cevaptan başka bir şey değildir.” (s.95)<o:p></o:p></p><p class="MsoNoSpacing">“Kültür insanın kaygıyı fethetmesinin ürünüdür; bu açıdan
kültür insanın çevresini aşama aşama kendine yeterli kılmasını, kendini de
çevreye yeterli kılmasını temsil eder.” (s.95)<o:p></o:p></p><p class="MsoNoSpacing">“Hasta olmak çatışma durumunu çözmenin bir tür yoludur.
Hastalık, kişinin dünyasını küçültme yöntemidir, böylece bedenin ilgi ve
sorumluluk alanı daralır ve kişi problemle daha başarılı bir şekilde başa çıkma
şansı elde eder. Sağlık ise organizmanın kendi yetilerini gerçekleştirmek üzere
özgür kılınmasıdır.” (s.117)<o:p></o:p></p><p class="MsoNoSpacing">“Kültürel faktörler psikosomatik hastalıkların altında
yatan kaygı ile yakından ilişkilidir. Bunu herhangi bir psikosomatik hastalıkta
rahatça görebiliriz. Yine mide ülseri vakası ile örnekleyeceğim. Mide ülserinin
bu kadar yaygın olması genelde modern Batı kültüründeki aşırı rekabetçi yaşamla
ilişkilendirir. Batı uygarlığında
mücadele veren hırslı insanların hastalığıdır.” (s.118)<o:p></o:p></p><p class="MsoNoSpacing">“Felix Deutsch, her hastalık kaygı hastalığıdır, der. Bu
sözler, kaygı her hastalığın ruhsal bileşenidir anlamına geliyorsa, bu da makul
bir görüştür.” (s.122)<o:p></o:p></p><p class="MsoNoSpacing">“Genel Adaptasyon Sendromu (G.A.S.) kuramı Selye’ye
aittir. G.A.S çeşitli iç organlar yoluyla (endokrin bezleri ve sinir sistemi)
bizim, içimizde ve çevremizde sürekli olagelen değişikliklere uyum sağlamamıza
yardımcı olur. Sağlık ve mutluluğun sırrı dünyanın sürekli değişen koşullarına
başarıyla uyum sağlamaktır, bu muazzam uyum sürecinde başarısız olmanın cezası
hastalık ve mutsuzluktur. Selye, her insanın belli bir miktarda uyum
enerjisiyle doğduğuna inanır.<o:p></o:p></p><p class="MsoNoSpacing">Enerji, kısmen, bir insanın önündeki görev için duyduğu
haz ve bağlılığın ürünü değil midir? Gerontoloji (yaşlılık bilimi)
incelemelerimizde, kişinin bunamasında sadece yaş föktörünün değil, o kişinin
ilgilenecek hiçbir şeyi olmaması gibi bir psikolojik faktörün de rol oynadığını
görmüyor muyuz? Ve beynin enerjisini koruyabilmesinin, keyif alınmasını
gerektiren görevlere ciddi ölçüde bağlı olduğunu?” (s.140)<o:p></o:p></p><p class="MsoNoSpacing">“Selye, kitaplarından birinin ithaf bölümüne şunları
yazar: Bu kitap dopdolu yaşanmış bir hayatın stresinden haz almaktan
korkmayanlara ve bunu entelektüel bir gayret sarf etmeden yapabileceğini
zannedecek kadar da toy olmayanlara ithaf edilmiştir.” (s.143)<o:p></o:p></p><p class="MsoNoSpacing">“Kaygı, bireyin stres ile bağ kurma, onu kabul etme ve
yorumlama şeklidir. Stres, kaygıya giden yolun yarısındaki duraktır. Kaygı
stresi ele alış tarzımızdır.”(s.144)<o:p></o:p></p><p class="MsoNoSpacing">“Epstein’in en ilginç bulgusu kaygı ile özgüven düşüklüğü
arasında bağ kurmasıdır. Özgüveni düşük bir kişi, özgüveni yüksek bir kişiden
daha kolay yenik düşer. Epstein, şöyle açıklar: Özgüven artışları, mutluluk,
bütünleşme, enerji, ulaşılabilirlik, özgürlük ve açılma duygularını da
arttırır. Özgüvendeki düşüşler ise mutsuzluk, düzensizleşme, kaygı ve
kısıtlanma duygularını yükseltir.” (s.146)<o:p></o:p></p><p class="MsoNoSpacing">“Hangi vesilelerle (yani hangi nesneler ve hangi
durumlarla karşı karşıya gelindiğinde) kaygının hissedileceği, büyük ölçüde
kişinin bilgi durumuna ve dış dünya karşısında hissettiği güç duygusuna
bağlıdır.” (s.168)<o:p></o:p></p><p class="MsoNoSpacing">“Otto Rank’in kaygıya dair görüşü, kaynağını insan
gelişimindeki ana problem olduğuna mantıken inandığı bireyleşmeden alır. Rank,
insanın yaşamının sınırsız sayıda kopuş deneyiminden oluştuğunu, her deneyimin
insana birey olmak için daha büyük bir özerklik olanağı sunduğunu düşünür. Bu
zincirleme kopuş dizilerinin ilki ve en çarpıcı olanı doğumdur ama aynı psikolojik
deneyim, şu ya da bu ölçüde, bebek sütten kesildiğinde, okula gitmeye
başladığında, yetişkinliğinde bekarlık döneminden kopup evliliğe adım attığında
ve nihai kopuş olan ölüme kadar kişilik gelişimindeki her adımda tekrarlanır.
Dolayısıyla Rank’e göre kaygı, bu kopuşlarda yaşanan endişedir. Kaygı, kişinin
çevresinde göreli bir bütünlük ve bağımlılık hissettiği önceki durumlardan
koparken deneyimlenir: Bu, özerk bir birey olarak yaşama gereği karşısındaki
kaygıdır. Fakat kaygı, birey o andaki güvenli konumundan ayrılmayı reddederse
de yaşanır. Bu da kişinin bireysel özerkliğini kaybetme kaygısıdır.” (s.182)<o:p></o:p></p><p class="MsoNoSpacing">“Kişinin kendisini tehdit eden, acı dolu bir çaresizlik
ve kaygı yaşamasına neden olan kişi ve deneyimlere husumet duyması anlaşılır
bir şeydir. Fakat nevrotik kaygı kişinin zayıflığı ve diğer kişilere
bağımlılığından kaynaklandığı için bu kişilere duyulan her türlü husumet,
bağımlılığını da tehlikeye atacaktır ki her ne pahasına olursa olsun o
bağımlılığı korumak zorundadır. Aynı şekilde, bu kişilere saldırmasını söyleyen
iç ruhsal dürtüler, misilleme ve karşı saldırı korkularını beraberinde getirir
ki bunlar da ayrıca kaygıyı artırırlar.” (s.198)<o:p></o:p></p><p class="MsoNoSpacing">“Kaygı gelişmeyi ve farkındalığı engeller, etkin yaşam
alanını daraltır. Duygusal sağlık ile kişisel farkındalık doğru orantılıdır. Bu
nedenle kaygının dağıtılması farkındalığının artmasını, benliğin genişlemesini
sağlar. Benliğin genişlemesi duygusal sağlığa ulaşılması demektir.” Sullivan
(s.202)<o:p></o:p></p><p class="MsoNoSpacing">“Pico della Mirandola İnsanın Değeri Üzerine Söylev’de
Yaratıcı’nın Adem’e şunları söylediğini betimler: Sana ne sabit bir ikamet, ne
de herkesle aynı biçimi verdik... Seni dar mekanlara hapsetmedik, özgür
iradenle, sana bahşedilen güçle, kendi doğanı kendin çizeceksin. Seni dünyanın
tam ortasına koyduk, baktığın yerden dünyadaki her şeyi daha kolay görebilesin
diye. Seni ne yersel ne göksel, ne ölümlü ne ölümsüz olarak yarattık; özgür,
olağandışı bir yontucu gibi kendini, kendi seçiminle biçimleyebilesin diye.
Aşağıya, yaşamın kaba biçimlerine inmek de tanrısal yaşam sürenlerin düzenine
çıkmak da senin elinde.” (s.213)<o:p></o:p></p><p class="MsoNoSpacing">“Kaygı filizinin hedefi bireysel başarı hedefinin
kotarılamaması değildir. Bence bunun nedeni, psikoljik yalıtılma ve toplumda
pozitif değer eksikliğidir ve bunların ikisi de aşırı bireyselciliğin sonuçlarıdır.”
(s.215)<o:p></o:p></p><p class="MsoNoSpacing">“Modern insan piyasada kendisini hem satıcı hem de
satılık meta olarak deneyimlediğinden, özsaygısı kendi kontrolünün dışındaki
koşullara bağlıdır. Başarılı ise değerlidir, değilse değersizdir. Bu
yönlendirmeden kaynaklanan emniyetsizlik hissine ne kadar değer biçsek azdır.
Kişi, kendi değerinin öncelikle kendine ait insani niteliklerinden değil de,
koşulları sürekli değişen rekabetçi bir piyasadaki başarısından oluştuğunu
hissederse, o kişinin öz saygısı sallantıda kalmaya mahkumdur ve sürekli
başkalarının onayını alma ihtiyacı duyacaktır.” Erich Fromm (s.229)<o:p></o:p></p><p class="MsoNoSpacing">“Kaygı duygusu çok daha derine işler. Kişiliğin
merkezinde ya da özünde bir şeyin tehlikede olduğu hissedilir. Öz saygım, kişi
olarak kendimi deneyimleyişim, değerli biri olma hissim... İşte tehlike altında
olan şeyler kabaca bunlarla tarif edilir. Ben şu tanımı öneriyorum: kaygı,
bireyin sahip olduğu kişiliğinin varlığı için temel öneme sahip bazı değerlerin
tehdit altına girmesiyle tetiklenen endişedir.” (s.240)<o:p></o:p></p><p class="MsoNoSpacing">“Kimi zaman nispeten önemsiz tehditlere sanki felaket
yaşamış gibi tepki veren kişiler, kendi içlerinde “orantısız miktarda” kaygı
“taşıyan” kişiler olarak tarif edilir. Oysa bu yanlış bir tariftir. Aslında bu
insanlar tehditler karşısında aşırı zayıf kişilerdir. Problem, neden bu kadar
zayıf olduklarında yatar.” (s.250)<o:p></o:p></p><p class="MsoNoSpacing">“Kişi, kendi güç ve yeteneklerini temel alarak eylemde
bulunma yetisine sahip değilse, özerk eylem gerektiren her yeni durumun
kendisini tehdit edeceği bir tuzağa düşer.” (s.267)<o:p></o:p></p><p class="MsoNoSpacing">“Kişi özerk bireysel kararlar almaktan kaçarsa, kapanma
durumuna geçerek kendini korumaya alır ve özerkliğiyle birlikte başkalarıyla
iletişim kurma olasılıklarından da feragat eder. Kapanma durumu çatışmadan
kaçma çabasının sonucudur ama aslında daha büyük bir çatışmayla yani nevrotik
çatışma ve nevrotik kaygıyla sonuçlanır.” (s.268)<o:p></o:p></p><p class="MsoNoSpacing">“Durum ne olursa olsun, kaygı kişinin varlığını ya da onu
özdeşleştirdiği şeyi yok edecek bir şeyle karşı karşıya kaldığında verilen
tepkidir.” (s.412)<o:p></o:p></p><p class="MsoNoSpacing">“Kaygıyla baş etmenin yapıcı yolu, onunla yaşamayı öğrenmek
ve insan olarak kaderimizle karşılaştığımızda onu bizi eğiten bir öğretmen
olarak görmektir. Pascal bu durumu çok güzel anlatmıştır: İnsan bir sazdır,
doğada çok güçsüz olan cılız bir saz. İnsanı ezmek için evrenin tümüyle
silahlanması gerekmez; onu öldürmeye hafif bir rüzgar esintisi ya da bir damla
su yeter. Evren insanı ezdiğinde bile, insan kendisini yok eden evrenden daha
soyludur; çünkü insan öleceğini de bilir, evrenin onun üzerindeki üstünlüğünü
de. Oysa evren bunların tekini bile bilmez.” (s.413)<o:p></o:p></p><p class="MsoNoSpacing">“Sağlıklı bir bireyin özgürlüğü, varlığına yönelik
potansiyel tehditleri karşılayıp aşarak kendini yeni olasılıklara açma
yetisinde yatar.” (s.444)<o:p></o:p></p><p class="MsoNoSpacing">“Bireysel özgürlüğün ortaya çıkışıyla kaygı birbiriyle
çok yakından ilişkilidir; hatta özgürlük olasılığı her zaman kaygı uyandırır ve
bu kaygının karşılanma tarzı, özgürlüğün olumlanacağını mı yoksa feda mı
edileceğini belirler.” (s.445)<o:p></o:p></p><p class="MsoNoSpacing">“Öz farkındalığın gelişmesi, yeni olasılıklarla karşılaşan
kişinin ileriye doğru adım atmasıyla gerçekleşir. Kierkegaard bu
öz farkındalığın ortaya çıkışını “nitel sıçrama” olarak adlandırır; bu durum,
modern dinamik psikolojinin farklı bir bağlamında ise egonun ortaya çıkışı
olarak tarif edilir. Bireyler yeni olasılıklara kendilerini bırakmayı reddedip,
bilinen ortamlardan bilinmeyen ortamlara ilerlemeyi istemeyip kaygıdan,
sorumluluktan ve suçluluk duygusundan kaçmaya çalıştığı müddetçe,
özgürlüklerini feda ederler, özerklik ve öz farkındalıklarını azaltırlar.”
(s.445)<o:p></o:p></p><p class="MsoNoSpacing">“Kierkegaard özlü bir ifadeyle, riske girmek kaygıya neden
olur ama risk almamak kişinin kendini kaybetmesi demektir, der. Kişinin kendini
olasılıklara açması, kaygıyla yüzleşmesi ve buna dahil olan sorumluluk ve
suçluluk duygularını kabul etmesi öz farkındalığın, özgürlüğün ve yaratıcılık
alanlarının artmasıyla sonuçlanır. Bir de tüm dünyanın maceraya veya riske
atılmaya tehlikeli bir şey gibi bakması var. Neden? Çünkü kaybedebilirsiniz.
Fakat hiç riske girmemek de ucuz bir kurnazlıktır.” (s.446)<o:p></o:p></p><p class="MsoNoSpacing">“Birey ne kadar yaratıcıysa, o kadar çok olasılığa sahip
olur, bunun yanı sıra kaygı ve onun eşlikçisi olan sorumluluk ve suçluluk
duygusuyla o kadar çok karşılaşır. Ya da Kierkegaard’ın ifadesiyle “Ne kadar
bilinç varsa, o kadar benlik vardır.” Öz farkındalığın artması demek benliğin de
artması demektir. Vardığımız sonuç şu: Benliğin olumlu yönleri, birey kaygı
yaratan deneyimlerle yüzleştikçe ve içinden geçip onları aştıkça gelişir.”
(s.446)<o:p></o:p></p><p>
</p>Elif'in Kütüphanesindenhttp://www.blogger.com/profile/14743964696642420466noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-4892178203682310922.post-14521182342336665632022-01-08T23:28:00.006-08:002022-01-08T23:29:27.868-08:00Deepak Chopra - Sırlar Kitabı<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEj1WavA_usEVoVESgQUbzH8TpHHn-GDv_kPN6td-GflRGZ3shk0Ylc0MlVnBHDSXVV5a7F_iTbuSDjtzlB7n4_Cjxsncag86cSBiwwa7EPnpH5OnJmQ5TkW69whRTXA0iRvHs8yBxD0OPxtv5YQDxQy3DQ9tUGDoEzjJqTKYA7efWrzRoU1A5I8yo9q=s400" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="400" data-original-width="257" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEj1WavA_usEVoVESgQUbzH8TpHHn-GDv_kPN6td-GflRGZ3shk0Ylc0MlVnBHDSXVV5a7F_iTbuSDjtzlB7n4_Cjxsncag86cSBiwwa7EPnpH5OnJmQ5TkW69whRTXA0iRvHs8yBxD0OPxtv5YQDxQy3DQ9tUGDoEzjJqTKYA7efWrzRoU1A5I8yo9q=s320" width="206" /></a></div><p class="MsoNoSpacing">“Yaşamdaki en büyük açlık, yiyeceğe, paraya, başarıya,
statüye, güvenliğe, sekse veya hatta karşı cinsin ilgisine olan açlık değildir.
İnsanlar bu sayılanlara tekrar tekrar ulaşmış yine de bir doyuma ulaşamamıştır.
Gerçekten de sonuçta ilk başladıkları noktadan daha tatminsiz bir duruma
gelmişlerdir. Yaşamdaki en büyük açlık, ancak kişinin kendindeki saklı kısmı
meydana çıkarmaya razı olduğunda ortaya çıkacak olan bir sırdır. Geçmişin
bilgelik geleneklerinde bu arayış, mevcut olan en değerli inciyi bulmak için
dalmaya benzetilmiştir. Şiirsel bir dille söylersek, sığ suların çok ötesine
yüzmek, kendinizin derinliklerine dalmak ve paha biçilmez inci bulunana kadar
sabırla aramak zorundasınızdır.” (s.11)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Dönüşüm, bir tırtılın kelebeğe dönüşümü gibi, biçimdeki
köklü bir değişiklik anlamına gelir.” (s.11)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Tek gerçeklik ruhtur, yaşamın yüzeyi de bizim gerçek
olanı keşfetmemizi engelleyen bin maskeli sahte bir kıyafettir. Bin yıl önce
böyle bir ifadeye kimse itiraz etmezdi. Ruh her yerde yaşamın gerçek kaynağı
olarak kabul edilmişti. Bugün varoluşun gizemine yeni gözlerle bakmak
zorundayız, çünkü bilim ve mantığın mağrur çocukları olarak, kendimizi
bilgeliğin öksüzleri haline getirdik.” (s.13)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Bildiğiniz yaşam, daha derin bir gerçekliği örten ince
bir olaylar katmanıdır. Derin gerçeklikte, siz, şu anda olan, daha önce olmuş
veya olacak olan her olayın bir parçasısınız. Derin gerçeklikte, kim olduğunuzu
ve amacınızın ne olduğunu kesin olarak biliyorsunuz. Yeryüzünde bir diğer
kişiyle karıştırma veya bununla çatışma yok. Yaşamdaki amacınız yaratılanların
genişlemesine ve büyümesine yardımcı olmak. Kendinize baktığınızda sadece sevgi
görüyorsunuz.” (s.15)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“En iyi arkadaşınız sizi Tibet’ten telefonla aradığında,
onun uzakta olduğunu kabul edersiniz, ancak yine de telefondaki sesi beyninizde
bir duygu olarak oluşur. Arkadaşınız kapı eşiğinize gelse de sesi daha yakın
değildir. Hâlâ beyninizin aynı noktasındaki bir duygudur ve arkadaşınız
ayrıldıktan sonra da sesi içinizden çıkmaz. Uzak bir yıldıza baktığınızda, çok
uzak görünür, ancak beyninizin bir başka kısmında bir duygu olarak var
olmaktadır. Bu nedenle, yıldız içinizdedir. Aynı şey bir portakalın tadına
baktığınızda, kadife kumaşa dokunduğunuzda ya da Mozart dinlediğinizde de
geçerlidir. Mümkün olan her deneyim içinizde üretilmektedir.” (s.33)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Algı dünyadır, dünya da algı.” (s.34)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Parlak, canlı renklerle boyanmış şık alan bir apartman
dairesi, karanlık bir bodrum katından çok daha farklı bir ruh halini temsil
eder. Bununla beraber karmakarışık ve üzeri kağıt yığınlarıyla dolu bir masa da
birkaç şeyi temsil eder: İç düzensizliği, kişinin yükümlülüklerini yerine
getirme korkusu, çok fazla sorumluluk kabul etme, dünyevi detayları önemsememe
vs. Bu tutarsızlık doğrudur, çünkü her birimiz kim olduğumuzu ifade ettiğimiz
kadar saklarız da. Bazen kim olduğunuzu ifade edersiniz, bazı zamanlarda da
gerçek duygularınızdan uzaklaşır, onları inkâr eder veya toplumsal kabul görmek
için çıkışlar ararsınız. Eğer kanepe sadece ucuz ve siz idare etsin dediniz diye
alındıysa, duvar rengi siz ne renge baktığınıza önem vermediğiniz için beyazsa,
bir resmi kayınvalideniz size hediye ettiği için atmaktan korkuyorsanız, hâlâ
nasıl hissettiğinizin sembollerini görüyorsunuz demektir. Detaylara fazla
düşmeden birinin kişisel alanını inceleyip onun yaşamından tatmin olup
olmadığını, kişisel kimliğinin güçlü olup olmadığını, toplumla uyumlu mu
uyumsuz mu olduğunu, düzene mi karmaşaya mı değer verdiğini, iyimser mi ümitsiz
mi olduğunu oldukça doğru ayırt etmek olasıdır.” (s.36)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Gerçekten de, birlik günlük yaşamın her anında gizliden
gizliye mevcuttur. Tek gerçekliğin dışında olan hiçbir şey başıma gelmez;
kozmik plan içinde hiçbir şey boş yere veya rastgele değildir.” (s.48)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Hissetme, sevgiyi yaşadığınızda ve ifade ettiğinizde
yolu gösterir. Bu yolda, kişisel duygularınız her şeyi kapsayacak kadar
genişler.” (s.48)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Bilgeliğiniz genişledikçe kişisel sorularınız zayıflar.
Zihninizin tek bilmek istediği şey varoluşun gizemidir.” (s.49)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Uyanış bir plana göre gerçekleşmez. Bu bir yapbozu
sonunda ortaya çıkacak resmi bilmeksizin bir araya getirmeye benzer.
Budistler’in bir deyişi vardır, eğer yol üzerinde Buddha ile karşılaşırsan onu
öldür, bu eğer önceden yazılmış manevi bir metni izliyorsanız bunu gömün
anlamına gelir.” (s.55)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Sürekli saf ve bozulmamış kalacak olan tek şey, çözmeye
başladığımızda kendi farkındalığımızdır. İyi ile kötü, kutsal ile küfür, biz ve
onlar arasındaki kavgayı devam ettirmek çok daha kolaydır. Ancak farkındalık
geliştikçe, bu zıtlıkların mücadelesi sakinleşir ve başka bir şey, içinde
kendinizi evinde hissettiğiniz bir dünya ortaya çıkar.” (s.58)<o:p></o:p></p>
<div style="text-align: left;">“Nörologlar tüm zihinsel durumlar için merkezleri tesbit
etmiştir. Kişi ne yaşıyor olursa olsun -depresyon, sevinç, yaratıcılık,
halüsinasyon, hafıza kaybı, felç, cinsel arzu, vb.- beyin çeşitli merkezlere
dağılan kendine özgü bir faaliyet biçimi sergiler. Kişi hiçbir yerde
olmayabilir, en azından bilimin belirleyebileceği hiçbir yerde.<br />Bu inanılmaz heyecan vermektedir, çünkü eğer gerçek siz
kafanızın içinde değilse, siz farkındalığın kendisi gibi, serbest bırakıldınız.
Bu özgürlük sınırsızdır. Her şeyi yaratabilirsiniz, çünkü yaradılışın her bir
atomunun içindesiniz. Farkındalığınız nereye gitmek isterse, madde izlemek
zorundadır. Nihayet siz birinci gelirsiniz, evren ikinci.” (s.59)</div><p class="MsoNoSpacing"><o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing"><o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Bağlantısız olayları birbirine bağlayan bir akış vardır
ve siz bu akışsınız.” (s.61)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Gerçeklikle bağı koparmak için bir anlık farkındalık
yeter. Gerçeklikte benin dışında hiçbir şey var olmaz. Bu küçük bilgiyi kabul
etmeye başladığınız anda yaşamın tüm amacı değişir. İzlemeye değer tek hedef
yanılgı ve yanlış inanışlar olmaksızın tamamen özgürce kendiniz olmaya
çalışmaktır.” (s.81)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Kierkegaard Adler’in Tanrı’nın sesiyle konuşmadığına
karar verdi, ancak aynı zamanda iç seslerimizin nereden geldiğini kimsenin
bilmediğini gözlemledi. Bunları sadece kabul ederiz, tıpkı başımızı dolduran
sözcük akışlarını kabul ettiğimiz gibi.” (s.93)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Aklınızı, kararınızın doğru mu yanlış mı olduğuna
takarsanız, tüm evrenin sizi biri için ödüllendirip diğeri için
cezalandıracağını varsayıyorsunuz demektir. Bu varsayım doğru değildir, çünkü
evren esnektir. Verdiğiniz her karara uyum sağlar. Doğru veya yanlış sadece
zihinsel üretimdir.” (s.97)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Evrenin sabit bir gündemi yoktur. Siz herhangi bir karar
verdikten sonra evren bu karara göre çalışır. Doğru veya yanlış yoktur,
yaşadığınız düşünce, duygu ve eylemlere göre değişen bir olasılıklar dizisi
vardır.” (s.97)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Kararlar, gövdenize, aklınıza ve ortamınıza belirli bir
yönde hareket etmesini söyleyen sinyallerdir. Daha sonra gittiğiniz yönü
beğenmeyebilirsiniz, ancak kararların doğru ve yanlışlığına takılmak hiçbir
yöne gitmemekle aynı şeydir. Kendinizin bir seçim yapan olduğunu unutmayın, kim
olduğunuz ise şimdiye kadar yaptığınız ve bundan sonra yapacağınız herhangi bir
seçimden çok daha fazla bir şeydir.” (s.98)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Birçok insan için en güçlü dış etken başkalarının ne
düşündüğüne denk gelir, çünkü uyum sağlamak en az direnç gösteren yoldur. Ancak
uyum sağlamak ataleti kucaklamak gibidir. Toplumsal kabul benin en küçük
paydasıdır -bu ben kendine özgü bir kişi olarak sizi değil, toplumsal bir birim
olarak sizi ifade eder. Gerçekten kim olduğunuzu ortaya çıkarın; uyum sağlamak
aklınızdaki en son fikir olsun. Ya olur ya olmaz, ancak her iki durumda da
kendinizden şüphe etmezsiniz.” (s.102)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Ne olursa olsun olasılıkları görmeye çalışın. Umduğunuzu
veya arzuladığınızı elde edemezseniz, kendinize, nereye bakmam gerekiyor, diye
sorun. Bu çok özgürleştirici bir tavırdır. Bir şekilde yaşamdaki her olay
sadece iki şeye neden olabilir: Ya sizin için iyidir veya sizin için iyi olanı
yaratmak için neye bakmanız gerektiğini ortaya koyuyordur.” (s.102)<o:p></o:p></p>
<div style="text-align: left;">“Yaşamınızda temelden ve sarsılmaz bir neşe kaynağı
vardır. Bir solucan kendinden başka bir şeyi bilmez, o yüzden de neşe kaynağından
dışarı sapmaz. Farkındalığınızı her yöne dağıtabilir, böyle yaparak kendinizi
akıştan ayırabilirsiniz. Ben imgenizi ve yerinde duramayan aklınızı içinizde
şüphesiz hissedilir bir neşe bulana kadar gerçekten serbest bırakmazsınız. Ünlü
ruhani öğretmen J. Krishnamurti bir yerde geçen çok etkileyici bulduğum bir
yorum yapmıştı. İnsanlar, diyordu, her sabah yüreğinde bir şarkıyla uyanmanın
ne kadar önemli olduğunun farkına varmıyorlar.<br />Burada şarkı yaşam sevinci demekti, iyi veya kötü
seçimlerden ayrı bir sevinç. Bunu kendinizden istemek yapması hem çok kolay hem
zor bir iştir. Ancak yaşam ne kadar karışık olursa olsun, bunu aklınızdan
çıkarmayın. Aklınızı özgürleştirme vizyonunuz olsun, bunu başardığınızda da
sizi bir sevinç kaynağı karşılayacak.” (s.104)</div><p class="MsoNoSpacing"><o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing"><o:p></o:p></p>
<div style="text-align: left;">“Dikkatinizi verirseniz kötü kararlardan bir değil,
birçok iyi şeyin doğduğunu; iyi kararlarınıza da birçok kötü şeyin takıldığını
görebilirsiniz. Örneğin mükemmel bir işe sahip olursunuz, ancak işte berbat bir
ilişki yaşarsınız ya da işe giderken arabanızı çarparsınız. Anne olmayı çok
seversiniz, ancak bunun kişisel özgürlüğünüzü büyük ölçüde engellediğini
görürsünüz. Bekâr olup kendi başınıza nasıl gelişme gösterdiğinizle mutluyken,
bir yandan da derinden sevdiğiniz biriyle evli olmanın getirdiği gelişimi kaçırmış
olabilirsiniz.<br />Verilmiş hiçbir tek karar sizi şu anda bulunduğunuz
noktaya getirmedi. Geri dönmeden önce birkaç yola göz atıp bir iki adım
attınız. Bir çıkmaza varan bazı yolları ve bir kavşakta kaybolan bazı yolları
izlediniz. Sonuç olarak tüm yollar diğerleriyle bağlantılıdır. O halde,
yaşamınızın kaderinizi sağa sola sapmayan bir yola oturtan iyi ve kötü
seçimlerden oluştuğuna dair sabit fikri bırakın. Yaşamınız farkındalığınızın
bir sonucudur. Her seçim bunu izler, gelişmeye yönelik her adım da.” (s.105)</div><p class="MsoNoSpacing"><o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Doğa verimi sever, gelişigüzel çalıştığı varsayılan bir
şey için bu tuhaf bir davranıştır. Bir topu bıraktığında, beklenmeyen sapmalar
yapmaksızın yere düşer. Birleşme potansiyeli olan iki molekül
karşılaştıklarında her zaman birleşir -kararsızlığa yer yoktur. Bu en az
enerjinin harcanışıdır ki buna en az çaba kanunu denir, insanoğlu için de
geçerlidir. Gövdelerimiz her hücrede devam eden kimyasal süreçlerin
verimliliğinden kaçamazlar, o hâlde aynı ilkeyle sarmalanmış olması mümkündür.
Neden ve sonuç sadece bağlantılı değildir; mümkün olan en verimli şekilde
bağlantılıdır. Bu fikir aynı zamanda kişisel gelişim için de<span style="mso-spacerun: yes;"> </span>geçerlidir. Herkesin kendi bilinç düzeyinde
elinden gelenin en iyisini yaptığı anlamındadır.” (s.110)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Bilgelik, her sorunun cevaplandığı akıl düzeyiyle temas
halinde olmak demektir. Her ne kadar bilgelik müziğe, matematiğe veya başka
özel alanlara odaklamasa da dehayla bağlantılıdır. Bilgi alanınız yaşamın
kendisi ve bilincin her seviyedeki hareketidir. Bilgelik kendinizi akıllı, kendine
güvenli, sarsılmaz, ancak alçakgönüllü hissettirir.” (s.116)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Korkusuzluk, tümden güvenlik anlamına gelir. Korku
geçmişten gelen bir sarsıntıdır, kendimizi ait olduğumuz bir yerden ayrılıp
incinebilirliğin ortasında bulduğumuz bir anı hatırlatır.” (s.116)</p>
<p class="MsoNoSpacing">“Her birimiz birçok boyutta yaşıyoruz. Dikkatimizi neye
odaklayacağımızı seçebiliyoruz, bu odak nereye giderse yeni bir gerçeklik
açılıyor.” (s.152)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Sezgi: Aklın yaşamın gizli mekaniğini anladığı bölge.”
(s.153)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Varoluşunuzun her bir boyutunun kendi amacı vardır,
başka bir yerde mevcut olmayan bir tatmin düzeyi sağlar. Tamamen genişlemiş
farkındalıkta her boyuta erişilebilir.” (s.155)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Yaşam taze kalmak zorunda. Kendini yenilemek zorunda.”
(s.165)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Dört duvar çatıdan oluşan bir ev düşünün. Eğer ev
yanarsa, duvarlar ve çatı çöker. Ancak içindeki alan bundan etkilenmez. Bir
mimar getirip yeni bir ev tasarlatabilirsiniz, ancak yeniden inşa edince
içindeki alan hâlâ etkilenmemiştir. Bir ev inşa ederek sadece sınırsız uzayı
içerisi ve dışarısı şeklinde bölüyorsunuz. Bu bölme bir yanılgıdır. Eski
bilgeler gövdenizin de bu ev gibi olduğunu söylemiştir. Doğumda yıkılır,
öldüğünüzde yanıp çöker, ancak Akaşa ya da ruh uzayı değişmeden kalır; sınırsız
kalmaya devam eder.” (s.166)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Her tekrar yaşantıyı aşama aşama soldurur, çünkü zaten
bildiğiniz şeye geri döndüğünüzde bunu ilk defa yaşamazsınız. Egonuzla ben,
beni, daha düzeninin aynı alışılmış yolları izlemesi konusunda yaptığınız
pazarlık kötü bir pazarlıktı -yaşamın zıttını seçtiniz- ki bu da ölümdür.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">Teknik konuşursak, pencerenizin dışındaki ağaç bile
geçmişten bir imgedir. Onu gördüğünüz ve beyninizde işlediğiniz anda ağaç
çoktan kuantum düzeyinde ilerlemiştir, evrenin titreşen dokusuyla birlikte
akmaktadır. Tam olarak sağ olmak için, kendinizi deneyimlerin doğduğu yersiz
alana enjekte etmelisiniz. Dünyadaymış gibi yapmayı bırakırsanız, baştan beri
ruh denilen süreksiz, yersiz bir yerden yaşadığınızın farkına varırsınız.
Öldüğünüzde aynı bilinmeyene gireceksiniz ve o anda şimdiye kadar yaşıyor
hissetmediğinizi anlama şansınız olacak.” (s.169)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“An içinde yaşamanın erdemini öven kitaplar yazılır. Bu
çok mantıklıdır, çünkü aklın yükü geçmişten gelir. Bellek tek başına
ağırlıksızdır, zaman da öyle olmalıdır. İnsanların “şimdi” dediği şey aslında
zamanın psikolojik bir engel gibi ortadan kalkışıdır. Engel kaldırıldığında,
geçmiş veya gelecek size yük olmaz-farkındalık halini bulursunuz. Zamanı
psikolojik bir yük yapan şey bizleriz.” (s.196)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Kendilerine zaman ayıran insanlar dış taleplerin daha az
olduğu yalnızlığın sakinliğini ararlar. Doğal haliyle zihin dış uyarılar
ortadan kalkınca tepki vermeyi bırakır. Bu tıpkı akışın yavaşladığı bir derinlik
bulmak için nehrin yüzeyindeki dalgalardan kaçmak gibidir. Şu an bir tür tembel
dairesel akış gibidir. Düşünceleriniz harekete devam eder, ancak sizi ileri
itekleyecek kadar ısrarcı değillerdir.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">Son olarak sakinliği, hareketten daha çok seven birkaç insan
vardır, bunlar suyun akmayı bıraktığı, dalabilecekleri en derin, yüzey
dalgalarının ulaşamadığı en sakin noktaya dalarlar. Bu kımıldamayan merkezi
bulunca da kendilerini azami dış dünyayı asgari yaşarlar.” (s.199)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Kişiliğiniz ateşlice kendine tutunan karmasal bir
biçimdir.” (s.216)</p><p></p>Elif'in Kütüphanesindenhttp://www.blogger.com/profile/14743964696642420466noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-4892178203682310922.post-33722417508288862232021-12-12T03:01:00.006-08:002021-12-12T03:01:52.941-08:00Samuel Beckett - Mercie ile Camier<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEjABjU0W3ea8NrTGGmdquCNPscn_FL96jge-BD_3IQbQWYu0qCngvqfauQgfHGJ73XHbMOuyUTafh0zH_Hv4Ew3nIH_ktUFEA9Xlwr-EB0WRhtyQicnnMfNyFZ-Lq3m_m-lZYYcMciozUGKz_L6AhtZPyylgHwQoI1pEw2m0btSr2xEW1q0FyqB5C5_=s400" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="400" data-original-width="255" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEjABjU0W3ea8NrTGGmdquCNPscn_FL96jge-BD_3IQbQWYu0qCngvqfauQgfHGJ73XHbMOuyUTafh0zH_Hv4Ew3nIH_ktUFEA9Xlwr-EB0WRhtyQicnnMfNyFZ-Lq3m_m-lZYYcMciozUGKz_L6AhtZPyylgHwQoI1pEw2m0btSr2xEW1q0FyqB5C5_=s320" width="204" /></a></div><p class="MsoNoSpacing">“Her durumda doğa bizi gülmeye olmasa da gülümsemeye
çağırır.” (s.52)</p>
<p class="MsoNoSpacing">“Sezgileri insanı çılgınlıklara sürükleyebilir.” (s.65)</p>
<p class="MsoNoSpacing">“Ardımıza bakar ve kendimizi görürüz, her defasında biraz
daha yakın, tüm yaşam boyu biraz daha yakın. Susuzluktan öleyazdığımızda, tuzlu
kaşık dolusu neşe ve özenle damıtılmış küçük ve usul bir can çekişme, daha ne
istiyorsunuz. Kalbin yerinde bir kalp mi? Hadi hadi. Ama buna karşılık, yoldan
geçen birine gideceğiniz yeri sorun, elinizden tutup söz konusu yere, bin bir
dolambacı aştıktan sonra götürecektir. Boz renkli büyük bir binadır,
bitmemiştir, hiçbir zaman bitmeyecektir, iki kapılıdır, biri girenlere biri
çıkanlara ayrılmıştır. Pencerelerde dışarıyı izleyen yüzler vardır. Hiçbir şey
sormamalıydınız.” (s.69)</p>
<p class="MsoNoSpacing">“İşte, istersen sana değerli bir söz. Her şey boş inanış,
bazı günler, bazı birleşmeler hariç.” (s.76)</p><p></p>Elif'in Kütüphanesindenhttp://www.blogger.com/profile/14743964696642420466noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-4892178203682310922.post-57865615536960387272021-10-03T07:03:00.009-07:002021-10-03T07:06:02.250-07:00Alan W. Watts - Güvencesizlikteki Bilgelik<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgzTXEstWB24wgJJU6DIun0lWxvfnJoBU1z3NFypqYv2w_GEXbwvYB9YntlCHUJVzYFmCPKIewo9lN27F_9Bd29xC7GuhxnTs61bUDqL5kYBG-0aaas3HPPP0n-Kchv-3Gpx2pyapp_UEo/s600/0000000687888-1.jpg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="600" data-original-width="414" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgzTXEstWB24wgJJU6DIun0lWxvfnJoBU1z3NFypqYv2w_GEXbwvYB9YntlCHUJVzYFmCPKIewo9lN27F_9Bd29xC7GuhxnTs61bUDqL5kYBG-0aaas3HPPP0n-Kchv-3Gpx2pyapp_UEo/s320/0000000687888-1.jpg" width="221" /></a></div><p class="MsoNoSpacing">“Her kitap bir yolculuktur, fakat bu kitap hem her yere
gitmeyi hem de hiçbir yere gitmemeyi amaçlamaktadır.” (s.9)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Zamanın kendisi huzursuz bir zihnin ürünüdür.” (s.13)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Karşı çaba yasasına her zaman hayran olmuşumdur. Bazen
buna “ters işleyen yasa” diyorum. Suyun yüzeyinde kalmaya çalıştığınızda
batarsınız, batmaya çalıştığınızda ise yüzeyde kalırsınız. Nefesini
tuttuğunuzda ise onu kaçırırsınız. Bu durum çok eski ve göz ardı edilmiş bir
deyişi akla getiriyor: Ruhunu kurtarmaya çalışan kişi, onu kaybeder.” (s.15)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Bu kitap, insan yaşamının böylesine güvensiz ve belirsiz
göründüğü bir çağda, bu konudan daha gerekli bir konunun olmadığı kanaatiyle
yazılmıştır. Bu güvensizliğin güvende olma çabasından kaynaklandığını söyler ve
aksine kurtuluş ve akıl sağlığı, kendimizi kurtarmanın hiçbir yolu olmadığını
söyleyen radikal bir kabullenmeye bağlı olduğunu iddia eder.” (s.15)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing"><a name="_Hlk59909961">“Tüm etkileyici dış görünüşünün
yanında, hayatımız sonsuz bir karanlıkla başka bir sonsuz karanlık arasındaki
bir ışık kıvılcımıdır.” </a>(s.17)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Algılayan bir canlı olarak insan, yaşamının anlamlı
olmasını ister ve eğer gördüğünden daha fazlası yoksa, yani yaşam ve ölümün
anlık deneyimleri ve belirsizliğin ardında sonsuz bir düzen ve sonsuz bir yaşam
yoksa eğer, yaşamın anlamlı olduğuna inanmakta güçlük çeker.” (s.17)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“İnsanoğlu ileriye bakacak bir geleceği olduğu sürece
mutluymuş gibi görünür, bu gelecek yarının güzel günleri ya da mezardan öte
sonsuz bir yaşam olabilir. Çeşitli nedenlerden ötürü gün geçtikçe daha çok
insan ölümden sonraki sonsuz yaşama inanmakta güçlük çekecektir. Öte yandan
yarının güzel günlerinin de bir dezavantajı vardır, güzel günler geldiğinde
daha da güzel günlerin geleceği vaadi olmazsa bu günlerin tam tadına varmak zor
olacaktır. Eğer mutluluk daima gelecekten umut edilen bir şeye bağlıysa, o
gelecek ve biz ölümün cehenneminde yok olana kadar durmadan avuçlarımızdan
kaçan boş bir hayali kovalıyor olacağız demektir.” (s.19)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Çoğumuz kendimizi güvende hissetmek, bireysel
yaşamlarımızın değerli ve anlamlı görünmesi için inanırız. Bu nedenle inanç,
yaşama asılma, onu sımsıkı tutma ve kendine saklama çabası haline gelir. Ancak
yaşamı ve gizlerini onu sımsıkı tutmaya çabaladığınız sürece anlayamazsınız.
Aslında onu tutamazsınız, tıpkı bir nehri bir kovaya koyup alıp gidemeyeceğiniz
gibi. Eğer akıp giden bir suyu kovanın içinde tutmaya çalışıyorsanız onu
anlamamışsınız demektir ve bu da sürekli hayal kırıklığına uğrayacaksınız
anlamına gelir, çünkü kovanın içindeki su akmaz. Akan bir suyu “elde etmek”
için onu kendi haline bırakmalı ve akmasına izin vermelisiniz. Aynı şey yaşam
ve Tanrı için de gereklidir.” (s.26)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Nasıl ki gökyüzünü temiz bir pencereden görebilirseniz
Tanrı’yı da ancak açık bir zihinle bulabilirsiniz. Pencerenin camını maviye
boyarsanız gökyüzünü göremezsiniz.” (s.26)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Çoğu zengin insan parayı kullanmak ve onun keyfini
sürmekten çok para kazanmayı ve biriktirmeyi bilir. Yaşamayı beceremezler çünkü
hep yaşamaya hazırlanırlar. Geçinmek için para kazanmak yerine para kazanmak
için para kazanırlar ve bu yüzden de keyif yapma zamanı geldiğinde bunu bir
türlü başaramazlar. Pek çok başarılı insan emekli olduğunda sıkılır ve mutsuz
olur. Başka bir açıdan bakarsak, hafıza ve tahmin etme yetimizi kullanma
şeklimiz bizim hayata daha çok değil daha az uyumlamamıza sebep olur. Zevkli
bir anın keyfini çıkarabilmek için bile mutlu bir geleceği garanti etmemiz
gerekir, yani imkânsızı istiyoruz.” (s.34)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Bala düşen sinekler gibiyiz. Hayat tatlı olduğu için
ondan vazgeçmek istemiyoruz ve fakat ona ne kadar çok dahil olursak o kadar çok
tuzağa düşüyor, sınırlanıyor ve hüsrana uğruyoruz. Onu hem seviyor hem de ondan
nefret ediyoruz. Onlar için duyduğumuz kaygının bize işkence etmesi için
insanlara ve sahip olduklarımıza âşık oluyoruz. Çelişki sadece bizi kuşatan
evrenle bizim aramızda değil, aynı zamanda kendimizle kendimiz arasındadır da.
Çünkü inatçı doğa hem çevremizde hem de içimizdedir. Aniden sevimli ve ölümlü
olan, hem zevk hem acı dolu, lütuf ve lanet olan bizi çileden çıkaran bu yaşam
aynı zamanda bedenlerimizin de yaşamıdır.” (s.37)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Değişim yalnızca yıkıcı bir güç değildir. Aslında her
biçim bir hareket modelidir ve yaşayan her şey, nehirler gibi, dışa doğru
akmazsa içine akamaz. Yaşam ve ölüm iki zıt güç değildir, sadece aynı güce iki
farklı bakış açısıdır. Çünkü değişim hareketi yıkıcı olduğu kadar yapıcıdır da.
İnsan bedeni hareketlerde, dolaşımdan, solunum ve sindirimden oluşan
karmaşık<span style="mso-spacerun: yes;"> </span>bir yapı olduğu için yaşayan
bir yapıdır. Değişime direnmek, yaşama sıkı sıkı tutunmaya çalışmak nefesimizi
tutmaya benzer: Eğer ısrar ederseniz, kendinizi öldürürsünüz.” (s.39)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Hayatımızın bir değişim olduğunu görmezsek kendimizi
kendimizin karşısına alırız ve kendi kuyruğunu yemeye çalışan Ouroboros gibi
oluruz. Ne kadar mücadele edersek edelim “sabitleme” değişimi anlamlı kılmayacaktır.
Değişimi anlamlandırmanın tek yolu ona yapışmak, onunla birlikte hareket etmek
ve dansa katılmaktır.” (s.40)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Çoğumuzun bildiği üzere din, açıkça yaşamı sabitleyerek
anlamlandırmaya çalışmaktadır. Din, bu geçici dünyayı değişmeyen bir Tanrı’yla
ilişkilendirerek anlamlandırmaya çalışmış, yaşamın amacı ve hedefini, bireyi
Tanrı’nın değişmez doğasıyla özdeşleştirerek ölümsüz bir yaşam olarak
görmüştür.” Sonsuz lütfun onların üzerine olsun, Tanrım sönmez ışığın onların
üzerine parlasın.” Yine aynı şekilde din, tarihin inişli çıkışlı devinimini
“sözleri ebediyete kadar süren” Tanrı’nın değişmez kurallarıyla
ilişkilendirerek anlamlandırmaya çalışır. Böylece anlaşılır olanla sabit olanı
birbirine karıştırarak kendimize bir sorun yaratmış olduk. Olayların akışını
katı ve keskin çerçevelere sığdıramadığımızda hayatı anlamlı kılmanın imkânsız
olduğunu düşünürüz. Hayatın bir anlamının olması için, değişmez düşünceler ve
yasalar açısından anlaşılabilir olması lazım ve bunların değişken bir sahnenin
arkasındaki değişmez ve ebedi gerçeklere karşılık düşmesi gerekir. Fakat hayatı
anlamlı kılmak buysa eğer akışı sabitlemeye çalışmak gibi olanaksız bir işle
uğraşıyoruz demektir.” (s.40)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Hepimiz kelimeler tarafından büyüleniriz. Onları gerçek
dünyayla karıştırırız ve gerçek dünyayı sanki kelimelerin dünyasıymış gibi
yaşamaya çalışırız. Sonuç olarak bunlar birbirine uymadığında perişan olup
şaşkına döneriz. Ne kadar çok kelimelerin dünyasında yaşamaya çalışırsak
kendimizi o kadar çok izole edilmiş ve yalnız hissederiz ve hayatın içindeki
canlılığın ve neşenin yerine salt bir kesinlik ve güvence koyarız. Diğer
yandan, aslında gerçek dünyada yaşadığımızı kabul etmeye ne kadar zorlanırsak
kendimizi o denli cahil, muallak ve güvencesiz hissederiz. Bu iki dünya
arasındaki farkı kavrayamadığımız sürece sağlıklı bir yaşam
sürdüremeyiz.”(s.45)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Yaşam tarzı onu sürekli bir hüsrana mahkûm ettiği için
modern uygarlık doymak bilmez bir açlık içindedir. Gördüğümüz üzere bu hüsranın
kaynağı gelecek için yaşamamızdır ve gelecek soyuttur, sadece beyinde bulunan
mantıklı bir deneyim çıkarımıdır.” (s.53)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Doğru bir şekilde çalıştığı zaman beyin “içgüdüsel
bilgeliğin” en yüksek biçimidir. Bu nedenle beyin güvercinlerin uçuş içgüdüleri
ve rahimdeki fetüsün oluşumuna benzer – süreci kelimelere dökmeden ve “nasıl”
yaptığını bilmeden çalışır. Kendini bilen beyin, kendini bilen kalp gibi, bir
kargaşadır; kendini “ben” ve benim deneyimim arasındaki keskin bölünme
duygusuyla ifade eder. Beyin, bilinç yapması gerekeni yaptığı zaman yani şu
anki deneyimden çıkmak için kıvranmadan ve fırıl fırıl dönmeden ama çaba
göstermeksizin anın farkına vardığında kendinden beklenen davranışı
sergileyebilir.” (s.63)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Doğası geçicilik ve değişkenlik olan bir dünyada tamamen
güvence içinde olmayı istememizin kendisinin bir çelişki olduğu başından
bellidir. Fakat bu çelişki güvenceye duyulan arzuyla değişim olgusu arasındaki
çatışmadan daha derindedir. Güvence içinde olmak istiyorsam, yani hayatın
akışından korunmak istiyorsam eğer; yaşamdan ayrı durmayı istiyorum demektir.
Oysa bu ayrım duygusunun kendisidir beni güvencesiz hissettiren. Güvencede
olmak “beni” ayrı tutmak ve güçlendirmek demektir, ancak beni yalnız ve korkmuş
hissettiren yaşamdan ayrı duran “ben” duygusunun kendisidir. Başka bir deyişle,
ne kadar güvence elde edersem o kadar daha fazlasını isteyeceğim. Bunu daha
yalın ifade edecek olursam: Güvence arzusu ve güvencesiz hissetmek aynı şeydir.
Nefesinizi tutmanız onu kaybetmeniz demektir. Güvence arayışına dayalı bir
toplum herkesin davul gibi gergin pancar kadar kırmızı olduğu bir nefes tutma
yarışmasından başka bir şey değildir.” (s.67)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Mutlu olmak kendinizi unutmak istiyorsunuz, ancak
kendinizi unutmaya çalıştıkça unutmaya çalıştığınız benliğinizi o derece
hatırlarsınız. Acıdan kaçmaya çalışırsınız, fakat kaçmak için mücadele ettikçe
acıyı daha da alevlendirirsiniz. Korkuyorsunuz ve cesur olmak istiyorsunuz ama
cesur olma çabası kendinden kaçmaya çalışan korkunun kendisidir. Dingin bir
zihin istersiniz fakat zihni yatıştırmaya çalışmak dalgaları ütüyle düzeltmeye
benzer.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">Endişe biçimindeki böyle bir kısır döngü hepimiz için
tanıdıktır. Endişe etmenin beyhude bir iş olduğunu biliriz fakat endişelenmeye
devam ederiz, çünkü beyhude olması onu engellemez. Güvende olmadığımızı
hissettiğimiz ve güvende olmak istediğimiz için üzülürüz. Güvende olmayı
istememeliyiz demek de tamamen yararsızdır. Bir arzuya kötü isimler koymak
ondan kurtulmamızı sağlamaz. Keşfetmemiz gereken şey güvenlik diye bir şeyin
olmadığı, onu aramanın acı dolu bir süreç olduğu ve onu bulduğumuzu düşündüğümüzde
de ondan hoşlanmayacak olmamızdır. Başka bir deyişle, gerçekten neyi
aradığımızı anlarsak -güvenliğin bir izolasyon olduğunu ve onu ararken
kendimize ne yaptığımızı- onu kesinlikle istemediğimizi anlayacağız. Kimse size
nefesinizi on dakika boyunca tutmanız gerektiğini söyleyemez. Bunu
yapamayacağınızı ve buna teşebbüs etmenin bile son derece rahatsız edici
olduğunu bilirsiniz.” (s.68)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Güvence diye bir şeyin olmadığını anlamak, her şeyin
değiştiği teorisini kabul etmekten ve yaşamın geçiciliğini gözlemlemekten bile
daha öte bir şeydir. Güvence kavramı içimizde sürekli olan, yaşamdaki
değişimlere ve yaşamın her gününe dayanabilen bir şey olduğu hissine dayanır.
“Ben” dediğimiz varlığımızın merkezinin ve ruhunun, bu ebedi özün güvenliği,
devamlılığı ve kalıcılığından emin olmak için çabalarız. Bu ben’in gerçek insan
olacağını düşünürüz -düşüncelerimizin düşüneni, duygularımızın hissedeni,
bilgilerimizin bileni olacağını. “Ben”in var olmadığının farkına varana dek
aslında güvenlik diye bir şey olmadığını anlamayız.” (s.70)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Müziği anlamak için onu dinlemelisiniz. Fakat “Bu müziği
dinliyorum” diye düşündüğünüz sürece müziği dinlemiyor olacaksınız. Sevinci ya
da korkuyu anlamak için bölünmemiş olarak tüm varlığınızla onun farkında
olmalısınız. Onu adlandırdığınız ve “Mutluyum” ya da “Korkuyorum” dediğiniz
sürece onun farkına varamazsınız. Korku, acı, üzüntü ve can sıkıntısı onları
anlamadığımız sürece sorun olarak kalacaklardır fakat anlamak tek ve bölünmemiş
bir zihin gerektirir. Şu ilginç deyişin anlamı şüphesiz budur: Tek bir gözün
olduğunda bütün bedenin ışıkla dolacaktır.” (s.75)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Ben’in şimdinin gerçekliğinden kaçmasının mümkün
olmadığı açıkça görülünce içsel karmaşa sona erer çünkü “ben” şu an bildiğim
şeyin dışında başka bir şey değildir. İnsan zevkin farkına nasıl varıyorsa
acının, korkunun, can sıkıntısının ve kederin farkına da aynı şekilde farkına
varmaktan başka yolu yoktur. İnsan organizmasının hem fiziksel hem de
psikolojik acıya adapte olma konusunda muhteşem güçleri vardır. Acı, ondan kaçmak
için geliştirilen içsel çaba tarafından sürekli olarak uyarılmadığında, “ben”i
o duygudan ayırdığınızda bu güçler tam olarak devreye girer. Bu çaba, acının
beslendiği bir gerilim ortamı yaratır. Fakat gerilim bitince beden ve zihin
tıpkı suyu bir bıçakla keser gibi acıyı özümser.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">Başka bir hikâyede ise bir adam Çinli bilgeye “Ateşten
nasıl kaçabiliriz?” diye sorar, acının ateşinden bahsederek. Bilge “Ateşin tam
ortasına git der. Adam “O zaman yakıcı alevlerden nasıl kaçarız?” diye sorunca
bilge, “Canını yakacak daha fazla acı olmayacak”, diye yanıt verir.” (s.78)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Şimdinin dışına çıkamadığımız için tek kaçış yolumuz
hatıralara dalmaktır. Orada kendimizi güvende hissederiz, çünkü geçiş sabittir
ve bilinir fakat aynı zamanda ölüdür. Böylece, mesela korkudan kurtulabilmek
için ondan ayrı durmaya ve onu hatıralar, bilinen ve sabit olan şeyler
açısından yorumlayıp sabitlemeye çalışırız. Başka bir deyişle, kendimizi,
şimdiyle (hatırlanan) geçmişi karşılaştırarak, onu adlandırarak ve
tanımlayarak, gizemli şimdiye adapte etmeye çalışırız.” (s.80)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Eğer korkunun farkındaysanız, bu duygudan kaçmanın
imkânsız olduğunu anlarsınız, çünkü bu duygu artık sizin kendiniz olmuştur. Bu
duyguya korku demek onun hakkında ya çok az şey anlatır ya da hiçbir şey
anlatmaz size, çünkü karşılaştırma ve adlandırma geçmiş deneyimlere değil
hatıralara dayanır tüm varlığınızla tamamen bu yeni deneyimin farkında olmaktan
başka bir seçeneğiniz yoktur. Aslında bu anlamdaki her deneyim yenidir ve
yaşamın her anında bilinmeyen ve yeni bir şeyin ortasındayızdır. Bu noktada
deneyimi ona direnmeden, onu adlandırmadan olduğu gibi kabul edin, böylece
“ben” ve anlık gerçeklik arasındaki çatışma hali ortadan kalkar.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">Bu çatışma birçoğumuzun içini kemirir, çünkü yaşamlarımız
bilinmeye, gerçekleşmekte olanın tam ortasındaki bilinmeyene, yani içinde
yaşadığımız gerçek ana direnen uzun bir çabadır. Bu şekilde yaşayarak onunla
yaşamayı gerçekten asla öğrenemeyiz. Her an dikkatli, tereddütlü ve
savunmadayız bunların hiçbirinin yararı dokunmaz, çünkü yaşam bizi istemesek de
bilinmeyene doğru iter ve buna direnmek şiddetle akan bir sele karşı yüzmek
kadar boş ve rahatsız edicidir.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">Bu berbat durumda yaşama sanatı ne umursamazca
savrulmaktır ne de korkuyla geçmişe ve bilinene yapışıp kalmaktır. Bu da her
ana tamamen duyarlı olmaya, her anın yeni ve eşsiz olduğunu görmeye, açık ve
tümüyle almaya odaklı bir zihnimizin olmasına bağlıdır.” (s.81)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Çin felsefelerinden -Taoculuk- tüm engelleri esnekliği
ve yumuşaklığıyla aşan suyun gücüne dikkat çeker. Bu felsefe, bir kar
fırtınasında söğüt ağacının çam ağacına kıyasla nasıl ayakta kaldığını anlatır
bize. Çam ağacının inatçı dalları kırılıncaya kadar karı üzerinden toplar. Oysa
söğüt ağacının yumuşak dalları karın ağırlığıyla eğilir, onu üzerinden atar ve
tekrar eski haline döner.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">Mesela yüzerken güçlü bir akıntıya yakalanırsanız, bu
akıntıya direnmek ölümcül olabilir. Akıntıyla birlikte yüzmeniz ve giderek
kıyıya yaklaşmanız gerekir. Yüksek bir yerden düşen biri bacaklarını dümdüz
tutarsa bacakları kırılır, fakat bir kedi gibi esnerse güvenli bir şekilde
düşer. Yapısında esneklik olmayan bir bina bir fırtınada veya bir depremde
kolayca çöker, lastikleri ve amortisörleri sarsıntıyı azaltmayan bir araba
yolda kısa süre içinde bozulur.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">Zihin de yastık ya da su gibi şokları sindirebildiği ve
esnek olduğu için aynı güçlere sahiptir. Fakat kendini karşıt güce teslim
etmek, kesinlikle kaçmakla aynı şey değildir. Bir su kütlesini ittiğinizde su
sizden kaçmaz, ittiğiniz noktada size teslim olarak elinizi kuşatır. Bir
amortisör sarsıntı anında lobut gibi devrilip düşmez, esner ve aynı yerinde
kalır. Kaçmak sert bir şeyin ezici bir güç karşısında yapabileceği tek
savunmadır. Bu yüzden iyi bir amortisörün sadece esnek olması yetmez, aynı
zamanda sağlam ve yeterince ağır da olmalıdır.” (s.82)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Dengeli kalmak kendinizi acıdan ayrı tutmaya çalışmaktan
kaçınmaktır, çünkü bunu yapamayacağınızı bilirsiniz. Korku, korkudan kaçmak;
acı, acıyla savaşmaktır, cesur olmaya çalışmak ise korkmaktır. Eğer zihin acı
çekiyorsa, zihin acı olmuştur. Düşünenin kendi düşüncesinden başka bir biçimi
yoktur. Kaçış yoktur. Düşünen ve düşüncenin birbirinden ayrılamayacağının
farkında olmadığınız sürece kaçmaya çalışacaksınız.” (s.83)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Elinizi alevden çektiğiniz gibi başınızı baş ağrısından
çekip çıkaramazsınız. Siz eşittir baş eşittir ağrı. Gerçekten acının kendisi
olduğunuzu anladığınız zaman, acı bir gerekçe olmaktan çıkar, çünkü çıkarılacak
kimse yoktur. Gerçek anlamda önemsizleşir yani, acı verir -nokta.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">Yine de bu durum, kriz anlarında yapılmak üzere hazırda
tutulan bir deney değildir. Bir yaşam tarzıdır. Şu anda başlayan tüm eylemler
ve ilişkilerin her zaman farkında olmak, onlara dair tetikte ve duyarlı
olmaktır. Bu, kendinizi şimdiden ayıramayacağınız ve şimdiyi
tanımlayamayacağınız için farkında olmak dışında gerçekten başka bir
seçeneğiniz olmadığını anlamanıza bağlıdır. Aslında bunu kabul
etmeyebilirsiniz, ancak bunun bedeli tüm yaşamınızı kaçınılmaz olan bir şeye
karşı koymak amacıyla büyük ve boş çabalarla harcamak olacaktır.” (s.84)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Düşüncenin ötesine geçmek dahilere özgü değildir.
“Yaşamın gizemi çözülmesi gereken bir problem değil, yaşanması gereken bir
gerçekliktir.” diye bakıldığı sürece düşüncenin ötesine geçme olgusu hepimize
açıktır. Bu, pek çok kâhine verilmiştir, fakat pek azı peygamber olabilir.
Birçok insan müzik dinler ama çok az kişi çalabilir ve beste yapabilir. Fakat
eğer sadece geçmişle ilgili şeyler duyuyorsanız, dinleyemezsiniz bile. Eğer
kulaklarımız yalnızca tamtamların müziğine alışıksa Mozart’ın senfonilerini ne
yapalım o zaman? Ritimleri algılayabiliriz, fakat harmoni ve melodiye dair
hiçbir şey hissedemeyiz. Başka bir deyişle, müziğin en önemli öğelerini
keşfedemeyiz.” (s.87)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Evrenin bütünlüğüyle ilgili pek çok teori vardır. Fakat
bu teoriler, insanı bencilliğin yalnızlığından, çelişkilerden, yaşam
korkusundan kurtaramamıştır. Çünkü bir çıkarım ve bir duygu arasında dünya
kadar fark vardır. Öyle hissetmeseniz bile evrenin bir bütün olduğu sonucunu
çıkarabilirsiniz. Bedeninizin bütün yıldızları ve güneşleri içine alan kesintisiz
bir sürecin içinde bir hareket olduğu teorisini oluştursanız da, yine de yalnız
ve ayrı hissetmeye devam edebilirsiniz. Siz içsel deneyimin bütünlüğünü
keşfetmedikçe, duygu teoriyle örtüşmeyecektir. Bütün teorilere rağmen kendi
içinizde bölündüğünüz sürece yaşamdan ayrı kaldığınızı hissedeceksiniz.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">Fakat mesela gökyüzünü algılayamadığınızı değil de, o
algının kendisi olduğunuzu idrak ettiğinizde, kendinizi ayrık
hissetmeyeceksiniz. Duygular açısından, gökyüzü algınız gökyüzüdür ve
hissettiğiniz, duyumsadığınız ve bildiğinizin dışında bir “siz” yoktur. Bu
nedenle gizemciler ve pek çok şair “Her şeyle bir olma ya da Tanrı’yla
birleşme” duygusunu dile getirmiştir. Sör Edwin Arnold’un ifade ettiği gibi:
Özü bırakınca, evren ben’i büyütür.” (s.95)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Zihin bölündüğü sürece yaşam daimi bir çelişki, gerilim,
engel ve hayal kırıklığı olacaktır. Acı üstüne acı, korku üstüne korku, sıkıntı
üstüne sıkıntı birikir. Sinek baldan kurtulmak için ne kadar uğraşırsa, bala o
kadar hızlı batar. Büyük bir gerilim ve anlamsızlık içindeki insanın
rahatlamayı şiddet, heyecan ve coşkuda aramasına ve bedeninin, iştahının, maddi
dünyanın ve etrafındaki insanların sömürülüşünde aramasına şaşmamak gerekir. Bu
durumun, varoluşun kaçınılmaz ve zorunlu olan acılarına kattıkları ölçülemez boyuttadır.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">Fakat bölünmemiş zihin, kendinden ayrı durma ve şimdi ve
burada olmaktansa başka bir yerde olma çabasının yarattığı gerilimden
kurtulmuştur. Her an tam olarak yaşanır ve bu nedenle de bütünlük ve memnuniyet
duygusu vardır. Bölünmüş zihin yemek masasına gelir daha iyisini bulmak için
hiçbir yediğini sindirmeden acele acele sırayla her yemeği tırtıklar. Hoşuna
giden bir şey bulamaz, çünkü gerçekten tadına baktığı hiçbir şey yoktur.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">Öte yandan, şu anda yaşadığınızı hatta şu anın kendisi
olduğunuzu, bundan başka ne bir geçmiş ne de bir gelecek olduğunu anladığınız
zaman rahatlar, acı da haz da olsa dolu dolu tadarsınız. Birden evrenin neden
var olduğu, bilinçli canlıların neden yaratıldığı, duyarlı organların, uzayın,
zamanın ve değişimin neden olduğu apaçık ortaya çıkar. Doğanın haklılığını
kanıtlama, yaşamı gelecek açısından anlamlı kılma çabasından kaynaklanan
sorunlar tamamen yok olur. Açıkça, her şey şu an için var olmuştur. Bir danstır
o ve siz dans ederken bir yere varmaya çalışmazsınız. Dönüp durursunuz fakat
bir şeyi kovaladığınız yanılsamasıyla ya da cehennemin tuzaklarından kaçar gibi
değil.” (s.100)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Geçmiş ve güvenlik terk edildiği her an, yaşam
yenilenir. Ölüm, hepimizin doğmadan önce yaşadığı bir bilinmeyendir.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">Ölüm yaşamın tüm gizemi olduğu için ölümden daha yaratıcı
bir şey yoktur. Ölüm, geçmişin terk edilmesi, bilinmeyenin kaçınılmaz olduğu,
“ben”in devam edemeyeceği ve sonuçta hiçbir şeyin sabit olamayacağı anlamına
gelir. İnsan bunu bildiği zaman, hayatında ilk kez yaşamaya başlar. Nefesini
tutarak onu kaybedersin. Nefesini bırakarak onu bulursun.” (s.101)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Nasıl öleceğini ve nasıl yeniden doğacağını bilmediğin
sürece, bu karanlık dünyada üzgün bir yolcu olursun.” Goethe (s.101)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Neysem o olduğumu, kaçışın ve bölünmemin mümkün
olmadığını kabul etmek zorunda kalmak, kuşkusuz en berbat kadercilikmiş gibi
gelir. Korkuyorsam, o halde korkuya saplanıp kalmışım gibi görünür. Fakat
aslında, ondan kaçmaya çalıştığım sürece korkuya zincirlenirim. Diğer yandan,
kaçmaya çalışmadığım zaman anın gerçekliğiyle ilgili sabitlenmiş ya da
saplanmış hiçbir şey olmadığını keşfederim. Korku, kötü, negatif gibi
kelimelerle onu adlandırmadan bu duygunun farkına vardığım zaman, anında başka
bir şeye dönüşür ve yaşam özgürce ilerler. Duygu arkasında onu hisseden kişiyi
yaratarak var olmaya devam etmeyecektir artık.” (s.112)</p>
<p class="MsoNoSpacing">“Sağlam ve samimi olan bir zihin iyi olmakla, diğer
insanlarla olan ilişkilerini belli kurallara göre yönetmeye çalışmakla
ilgilenmez. Öte yandan, özgür olmakla da, bağımsızlığını kanıtlamak için huysuz
bir şekilde<span style="mso-spacerun: yes;"> </span>davranmakla da ilgilenmez.
Onun ilgisi kendine değil, farkında olduğu insanlara ve problemlere karşıdır;
bunlar onun kendisidir. Kurallara göre değil anın şartlarına göre hareket eder
ve diğerleri için dileği “iyi” güvence değil, özgürlüktür.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">İnsan ilişkilerinin ahlaka dayanmasından daha insanlık
dışı bir şey yoktur. Bir insan yardımsever olmak için ekmeğini bölüşüyorsa,
sadık olmak için bir kadınla birlikte yaşıyorsa, önyargılı olmamak için bir
zenciyle yemek yiyorsa, barış için öldürmeyi reddediyorsa ruhsuzun tekidir.”
(s.113)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Sonsuz zamanın korkunç bir kâbus olduğunu anlamak için
biraz hayal gücü yeterlidir, zira genellikle anlaşıldığı üzere cennet ve
cehennem arasında pek fazla bir seçenek yoktur. Yaşamaya devam etme arzusu
ancak insan sonsuz zamandan çok belirsiz zamanı düşündüğünde çekici gelir.
İstediğiniz kadar çok zamanınızın olması başka bir şey, fakat bitmeyen bir
zamanınızın olması başka bir şeydir. Devamlılıkta, kalıcılıkta bir haz yoktur.”
(s.122)</p><p></p>Elif'in Kütüphanesindenhttp://www.blogger.com/profile/14743964696642420466noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-4892178203682310922.post-67349921678499275992021-07-10T23:01:00.000-07:002021-07-10T23:01:00.605-07:00Tiffany Watt Smith - Duygular Sözlüğü<p> </p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg5fogqxVlDw72Ta6ewUXbwNtgqPMJyZGAqWCoiJtxdszAZfm_LZJtc1Q-bZgEGigMzvgMtJfPCgDH4qN9FLaT4mJ0r1xoF-tyM0hTA2zQXiyQuHijGj3gg7ZooFr8xYLMftoffwyrm2zA/s600/0001765704001-1.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="600" data-original-width="413" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg5fogqxVlDw72Ta6ewUXbwNtgqPMJyZGAqWCoiJtxdszAZfm_LZJtc1Q-bZgEGigMzvgMtJfPCgDH4qN9FLaT4mJ0r1xoF-tyM0hTA2zQXiyQuHijGj3gg7ZooFr8xYLMftoffwyrm2zA/s320/0001765704001-1.jpg" /></a></div><p class="MsoNoSpacing">“Bulutlara bakın, bir duygunun her şeyin rengini bir
anlığına değiştirdiğini görebilirsiniz, birden gökyüzü kendini yeniliyor ve o
renk kayboluyor. Kendi duygusal hava durumumuzu tanımak ve isimlendirmek en az
bunun kadar garip bir iş.” (s.14)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Bazı duygular gerçekten dünyayı tek bir renge
boyayabiliyor, araba kaydığında hissedilen dehşet ya da aşık olmanın getirdiği
öfori mesela. Bazı duyguları ise bulutlar gibi, yakalaması epey zor.” (s.14)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Bazen duygular bize değil de biz duygulara aitmişiz gibi
geliyor.” (s.15)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Duygulara öncelikle ve esas olarak birer biyolojik
gerçekmiş gibi yaklaşmak bir duygunun gerçekte ne olduğunun yanlış
anlaşılmasına yol açıyor.” (s.15)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Duyguların bastırılabilir ya da birikip dışa vurulabilir
şeyler olduğunu Freud’un çalışmaları üzerinden düşünebilmeye başladık.
Özellikle de çocukluk korkuları ya da<span style="mso-spacerun: yes;">
</span>arzuları olmak üzere bazı duygular da zihinlerimizin en derinlerine
çöküp saklanabiliyor ve ancak yıllar sonra rüyalarda ya da karşı koyulmayan
istekler şeklinde hatta baş ağrısı ya da mide krampları gibi fiziksel
semptomlar olarak karşımıza çıkabiliyor.” (s.18)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Duygular aynı zamanda bizi düpedüz insan yapan şeyler
tarafından da tetiklenebiliyor: kullandığımız dilden ve bedenlerimizi anlamak
için kullandığımız kavramlardan, dini inançlarımız ve ahlaki yargılarımızdan,
modadan hatta zamanımızın siyasi ve ekonomik koşullarından. 17. Yüzyıl
soylularından François de La Rochefoucauld en coşkulu dürtülerimizin bile
geleneğe uyum sağlama ihtiyacından ortaya çıktığını kabul ediyordu: “Bazı
insanlar” diyordu iğneleyici bir şekilde “eğer aşk hakkında konuşulduğunu
duymamış olsalardı asla âşık olamazlardı.” Nasıl ki konuşma, izleme ve okuma,
bedenimizdeki duygulanmaları kışkırtabiliyorsa, onları sakinleştirebiliyor da.”
(s.19)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Duygulara yüklediğimiz anlamlar onları nasıl
yaşadığımıza göre değişir. Deneyimlerimiz bir duyguyu keyifle mi yoksa telaşla
mı karşılayacağımızı belirliyor; tadını mı çıkaracağız, utanacak mıyız? Bu
farkları yok sayarsak duygusal deneyimlerimizi deneyim yapan şeylerin çoğunu
kaybetmiş oluruz.” (s.22)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Günümüzde duygusal sağlık ve bu sağlığa ulaşmak için
duygularımızı tanıma ve anlama mecburiyeti Bhutan’dan İngiltere’ye pek çok
ülkede açıkça belirtilmiş bir kamu politikası. Televizyonu ya da gazeteyi açın,
orada bir yerde kalıcı mutluluğa ulaşmak için tavsiyeler ya da ağlamanın neden
faydalı olduğu konusunda bir yazı olacaktır. Duygularımıza önem vermek yeni bir
fikir değil. Antik Yunan’da Stoacılar bir tutkunun ilk izlerini fark
edebilirlerse onu daha iyi kontrol edebileceklerini düşünüyorlardı. Ensedeki
tüylerin ürpermeye başladığı ilk an yakalanırsa kör bir paniğe kapılmamak
konusunda insan kendini ikna edebilir, diye düşünüyorlardı. 17. Yüzyılın önemli
düşünürlerinden, melankolinin anatomisi konusunda uzmanlaşmış Robert Burton da
duygularını fark etmenin kendisine faydalı olduğunu düşünüyordu ama onun
yaklaşımı biraz farklıydı. Hissettiği çaresizlik ve endişe meraklanmasına neden
oldu ve özellikle geçmişteki yazar ve filozoflara danışarak bu durumu anlamaya
çalıştı. Başlangıçta çok anlamsız görünen melankolisi nihayet anlam kazanınca
hakimiyetini de kaybetti.” (s.24)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Duyguların farkında olmakla stres altında dayanıklılık,
yüksek iş performansı, daha iyi idare, pazarlık becerileri ve daha istikrarlı
aile ilişkileri arasında güçlü bir korelasyon var.” (s.24)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing"><a name="_Hlk63004740">“Bu cesur yeni duygusal dünyada
bir kâşif olarak öğrendiğim şey de şu: Duygularımızı anlatırken ihtiyacımız
olan şey sözcükleri azaltmak değil. Daha fazlasına ihtiyacımız var.” (s.27)</a><o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Amae:<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">Çoğumuz zaman zaman sevdiğimiz birinin kucağına sığınıp
sevilip avutulmak isteriz. Bir anlık hissedilen, tamamen güvende olma hali,
önemli ve insanı canlandıran bir etkiye sahip. Bunun bize verdiği hissi kendi
dilimizde aktarmak zor ama Japonya’da amae olarak biliniyor.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">Japonya’da amae pek çok ilişkinin bir parçası olarak
kabul ediliyor, sadece aile içinde değil arkadaşlar arasında ve işyerinde de.
Tabii bu duygunun dereceleri var. Çocuklar bazen amaeci şekilde davranmakla
suçlanabiliyor, örneğin gözlerini kocaman açıp birinin onlar için bir şey
yapmasını beklediklerinde. Ya da ergenlik çağında biri, bir şekilde geçerim
nasıl olsa düşüncesiyle sınavlarına çalışmadığında amae olmak konusunda
uyarılabiliyor. Şımarık bir çocuk gibi davranmak ya da sırtını başkasına
yaslamak olarak çevirileri var.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">Ancak bu çeviriler amae’ye nasıl bir saygıyla
yaklaşıldığını hiç iyi yansıtmıyor. Japon psikanalist Takeo Doi’ye göre amae
“bir kişinin sevgisini çantada keklik görmek ve değerini bilmemek” anlamına
geliyor ve bu duygu, karşılığında şükran duyma gereği görmeden birinden destek
aldığımız zaman ortaya çıkıyor. Hatta çok çalıştığımız zamanlar kendimize de
biraz amae göstermemiz teşvik ediliyor. Doi için amae’yi hissetmek önemli;
çünkü çocukluk evresinde gördüğümüz koşulsuz bakıma bir dönüşü temsil ediyor.
Düzenli ilişkileri sağlamlaştıran bir tutkal, derinlemesine duyulan güvenin bir
sembolü.” (s.39)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Tren gördüğünüzde kendinizi tren yoluna atmak
istiyorsunuz. İnsanlar yükseklik korkusundan bahsediyorlar ama işin aslı
uçurumlar konusundaki gerginlik, düşme korkusundan değil mantıksız bir atlama
hevesinden geliyor.” (s.40)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Bir şeyi arzu edeli çok zaman olmuştu ve bunun
üzerimdeki etkisi bir felaketti.” Samuel Beckett, The End (s.41)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Önünde engel olmayan bir arzu sadece gelip geçici bir
duygudur ve yerini hızla doygunluğa bırakır. Ama ya yasak olan, reddedilen,
ulaşamayacağımız bir yerden parlayan? Arzularımızın tarihi, kendimizi bu tür
şeylerle nasıl kaybettiğimizin hikâyesidir.” (s.41)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Aşk. Bu kaygan duygu o kadar önemli ki tüm dikkatleri
topluyor ve anlaşılması o kadar zor ki tekil bir çaba onu tam olarak
belirlemeye yetmiyor. Beraber mutlu yaşanmış bir hayatın sonunda bile aşkın ne
olduğunu tam olarak söylemek zor. Orada olduğunu biliyoruz, olmak zorunda;
yoksa nasıl birbirimiz için hâlâ öncelikli olabilir ve tartışmaları ya da
yanlış anlaşılmaları nasıl atlatabilirdik?” (s.48)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Beklenti. “Bekle ve gör” dedi Büyükanne. Işıklar söndü,
perdenin alt kısımları kızıllaştı. Bunu çok seviyordum ve hep çok sevmiştim,
ışıkların söndüğü ve perdenin kızıllaştığı, muhteşem bir şeyin olacağını
bildiğin o ânı. Bundan sonra her şey mahvolsa bile önemi yok; beklentinin
kendisi hep saf kalıyor. Ümitle yola devam etmek, varmaktan daha iyidir, Perry
Amca’nın da dediği gibi. Ben her zaman ısınma turlarını olayın kendisine tercih
ederim. Aslında. Her zaman değil.” Angela Carter, Wise Children (s.54)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Belirsizlik. Her şey o kadar belirsiz ki, içimi
rahatlatan tam olarak bu.” Tove Jansson, Moominland Midwinter (s.55)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Can sıkıntısı. Eline bir kitap alıp bırakıyorsun. Esniyorsun,
bir yere yığılıyorsun ve uzaklara dalıyorsun ama hiçbir şey dikkatini çekmiyor.
Can sıkıntısı, duyguların en çelişkilisi. Sıkışmışlık, eylemsizlik ve
ilgisizliğin bir karışımı: Bir şeylerin değişmesini istiyorsun ama ne olduğunu
tam olarak söyleyemiyorsun.” (s.59)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Gamsızlık. D.H. Lawrence’a göre umursamamak, kazanılması
gereken bir duyguydu.” (s.88)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Hayal kırıklığı. Vaat edilen plandan/buluşmadan mahrum
kalmak, hiçbir şeysiz bırakılmak demek. Kendimiz için, iyi düzenlenmiş bir ev
gibi ayarladığımız inançlar ve planlar altüst olduğunda hissettiğimiz şeydir
bu; beklenen bir terfi ya da ümit edilen bir konum bizden çekip alındığında.”
(s.103)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Hayal kırıklığı sadece üzüntü izleri bırakmıyor kafa
karışıklığı hissettiriyor ve hayatın baştan şekillendirilmesini gerektirecek
yorucu bir ihtimal ortaya çıkarıyor.” (s.104)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Kafa Karışıklığı. Çoğumuz karışık bir çekmecede bir fiş
ararken değerli bir şey bulmuşuzdur. Benzer şekilde karışık zihinlerimize
daldığımızda, aramadığımız fikirler ve alakalı olduğunu düşünmediğimiz şeyler
arasında bağlantılar buluruz.”<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Bir şeyin olmasını engelleyen herhangi bir şey başka bir
şeyi mümkün kılıyor.” (s.134)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Kırılganlık. Bağ kurma arzusu bizi en çok kırılgan kılan
şey. Tökezleyerek çıktığımız tehlikeli şekilde aydınlık sahnede, tüm
kusurlarımızın meydanda olduğu ve aslında ne istediğimizi söylediğimiz o anlar:
seks, affedilmek, bir çocuk. Kırılganlık ihtiyacımız olan bir şeyi isteyecek
cesareti topladığımızda orada, “Bunu umursuyorum ve senin de umursamanı
istiyorum.” Bağlandığımızda, “seni seviyorum”, “sana güveniyorum” derken orada
veya sıcak, sevinçli ya da dehşete kapılmış hissettiğimizi itiraf ettiğimizde.
Göğüs kafesimizden içeri giren bir rüzgâr gibi. Hoş olmayabiliyor. Korunmasız
hissettirebiliyor. Kırılganlık, Yeats’in şiirinde dendiği gibi, rüyaları serip
kimsenin onları ezip geçmeyeceğini ummak: Hafifçe bas, düşlerimde yürüyorsun.”
(s.145)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Mono no aware, doğrudan, “bir şey”lerin (mono) dokunaklı
olması hissi (aware) anlamına geliyor ve genellikle hayatın geçiciliği
karşısında bir iç çekiş olarak anlatılıyor. Pek çok nüansla dolu bir his:
değişimin kaçınılmaz olduğunu kabul edince gelen hüzün ve huzur; gelecekte
yaşanacak kayıpların önceden tutulan yası; hayatın zevklerinin biteceğini
bilmenin acısı.” (s.186)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Martin Seligman’ın da bulunduğu pek çok çağdaş filozof
ve psikolog, mutluluk yerine “çiçeklenme” demeyi tercih ediyor. Aşağı yukarı
Yunanca eudaimonia kavramına karşılık gelen ve hakkında yazılmış en etkili
açıklama, Aristotales’in Nikomakhos’a Etik kitabında bulunan bu terim, anlamlı
bir hayatın ayrıcalıklar kadar acılarla da dolu olacağını öne sürer. Mutluluk
genel anlamda olumlu bir hisle bağdaştırılırken, çiçeklenen bir hayat, cesaret
(ki bu zor olabiliyor) ve şefkat (başkaları adına üzgün hissetmek anlamına
gelebiliyor) ve ertelenmiş tatmin (bu da beklemenin getirdiği sinir bozukluğunu
yaşamak anlamına geliyor) pratiği gerektirir. Üretken ve gelişen bir hayat,
sürekli Norveç’te yüzmek ve balık tutmakla geçmiyor olabilir ama en azından
Seligman ve meslektaşları için bir yaşam olarak tatmin edicidir.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">Belki de mutluluktan bahsetmek yerine üretken ve gelişen
bir hayattan bahsetmenin en büyük sonucu mutluluğu ait olduğu yere, bir duygu
statüsüne koyması. Son 200 yılda mutluluk sonsuza kadar mutlu yaşamak türünden
geçici bir duygu olmaktansa, diğer tüm duygular gibi bazen hissedilen bazen de
hissedilmeyen bir durum ya da hal anlamında kullanıldı.” (s.192)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Eğer mutluluğu hayret gibi gelip geçici, yas gibi karmaşık
bir duygu olarak yeniden düşünürsek, pek çok çelişkisini ve pek çok farklı
biçimini bulabilir. Çünkü kimisi için mutluluk, memnuniyetin sonsuz
inlemesiyken, bir başkası için her şeyin “olması gerektiği gibi” oluşunun
esrarengiz hissi ve bir diğeri içinse insanın içini pır pır ettiren heyecan
olabilir; mutluluk aynı zamanda tehlikeli ve cesurdur. Timsahların üzerindeki
mükemmel köprü gibidir.” (s.192)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Fazla nostalji sisi tatmin olmadığınız bir şimdiki zaman
ile çekici bir şekilde ulaşılmaz geçmiş arasında sıkışmış bir halde
bırakabilir. Genellikle uzun zamandır düşünmediğimiz bir anıyla bağlantı
kurmak, arzu ettiğimiz aidiyet, kimlik ve süreklilik hislerini yaratıyor.
Virginia Woolf’un Deniz Feneri’nde yazdığı gibi, bir şeylerin eski hallerine
çevrilen bu istemsiz bakışlar, kaotik hayatlarımızın içinde değerli taş gibi
parlayan uyum ve istikrar getiriyor.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">Son zamanlarda şaşırtıcı sayıda psikolojik çalışma
varoluşsal anlam ve toplumsal bağlılık hislerimizi artırdığını ileri sürerek
nostaljik düşüncelerin faydalarının altını çizdi. Hatta psikolog Clay Routledge
kaygı, yalnızlık ve köksüzlük hisleriyle savaşmak için eski mektupları okuma ve
değer verdiğimiz anıların listesini yapma gibi nostalji egzersizleri önerdi.
Çevremizin ve fiziksel hislerimizin de yardımı olabilir. Korkular üzerinden
hatırlama en güçlü ve çabuk olanı, nörologlara göre bunun nedeni korkuların
burun deliklerimizden doğrudan duyguların ve anıların bulunduğu limbik sisteme
geçmesi. Çin’in güneyinde bir grup araştırmacı nostaljik hislerin soğuk
havalarda arttığını fark edip geçmişi düşünmenin vücut sıcaklığımızı artıran
evrimsel bir amacı olabileceğini iddia ettiler; bir anlamda içimizi gerçekten
ısıttıklarını.” (s.201)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Sabun bedene neyse, gözyaşı da ruha odur, der bir Yahudi
atasözü.” (s.224)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“18. Yüzyılın son on yılında isyankâr bir grup romantik
şair ve ressam bilerek yalnızlık peşinde koşmaya başladı. Bugün yalnızlıktan,
uzak durulması gereken, keyifsiz ve kopuk bir his olarak bahsediyoruz. Ama
Romantiklerin yalnızlık dedikleri şey, ruhsal ve duyusal deneyimlere vesile
olan, fiziksel anlamda tek başına olma durumuydu.” (s.292)<o:p></o:p></p><br /><p></p>Elif'in Kütüphanesindenhttp://www.blogger.com/profile/14743964696642420466noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-4892178203682310922.post-9174454317288875862021-05-23T07:38:00.003-07:002021-05-23T07:41:22.724-07:00Engin Geçtan - İnsan Olmak<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhFZMBrkW6LAt-GWlJrVBk1nYuC3Nxn_hyphenhyphenb5_OmO_SuWDbEcDpaA6p6vMl6ywotfWiwNyIEYX6m_JDUb1WO9S1wCC7aYB3oE3SAnHSBrFg_8f3z13qUqsoafs8_BV9t3XxIV4x1PmqM9TI/s600/engin+ge%25C3%25A7tan.jpg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="600" data-original-width="398" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhFZMBrkW6LAt-GWlJrVBk1nYuC3Nxn_hyphenhyphenb5_OmO_SuWDbEcDpaA6p6vMl6ywotfWiwNyIEYX6m_JDUb1WO9S1wCC7aYB3oE3SAnHSBrFg_8f3z13qUqsoafs8_BV9t3XxIV4x1PmqM9TI/s320/engin+ge%25C3%25A7tan.jpg" /></a></div><p class="MsoNoSpacing">“Yirminci yüzyılın ilk yarısında, toplum normlarına uyma
oranının normalliği, bu kurallardan sapma oranının ise normal dışını belirlediği
görüşü oldukça egemendi. Ancak İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, toplumların da bazen
hasta olabileceğinin fark edilmesi üzerine bu görüş geçerliğini önemli ölçüde
yitirmiştir. Hasta toplum, bünyesindeki normal bir davranışı normal dışı olarak
yorumlayabilen toplumdur. Belirli bir oranda toplum kurallarına uyma, toplu
halde yaşamak için gereklidir ve bunun karşıtı tutumlar bireyin kendisi için de
zararlı olabilir. Ancak, normalliğin temel ölçütlerinden biri, kişinin kendisini
iyi hissedebilmesidir. Bu ise yalnızca yaşamın sürdürülmesini değil, insanın
dünya içinde kendine özgü bir yer edinebilmesini ve yaşamından doyum
sağlayabilmesini de içerir. Buna karşılık, yalnızca toplumun onayına yönelik
davranışlar kişiliğin ortadan silinmesine neden olabilir.” (s.12)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Kimse siyah ya da beyaz olarak nitelendirilemez. Aslında
hepimiz grinin tonlarıyız. Kimimiz daha koyu, kimimiz daha açık. Beyaza çok
yakın bir tonu tutturabilenlerin azınlıkta olduğunu biliyoruz.” (s.12)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Samimiyetsizlik ilkel toplumların bilmediği bir davranış
biçimidir. Samimiyetsizlik uygarlıkla gelişmiştir. Çünkü uygarlıkla birlikte
diplomasi de gelişmiş, çalınacak şeylerin sayısı da artmıştır. İlkel insanlarda
mülkiyet geliştikçe hırsızlık ve yalan da başlar.” (s.19)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“İnsan hem yapan hem bozan, hem seven hem kıran bir
varlıktır. Bu çelişki kendisini ve diğer insanları anlayabilmesini güçleştiren
en önemli etmenlerden biri olmuştur.” (s.21)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Gelenekler ve töreler insana koruyucu bir ortam sağlar,
ama onun toplum içinde farklılaşmasını ve kişiliğine yeni boyutlar
katabilmesini de önemli ölçüde kısıtlar.” (s.22)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana geçen süre içinde
çağdaş toplumlar kendine özgü bir olguyu da birlikte getirmiştir. İnsan eskisinden
çok daha fazla sayıda insanla, çok daha kısa süreli, daha yüzeysel ilişkiler
kurma eğilimindedir. Bu, soğuk bir günde karşılaşan bir grup kirpinin öyküsüne
benzer. Kirpiler ısınabilmek için birbirlerine sokulurlar, ama dikenleri birbirine
batar. Birbirlerinden ayrıldıklarındaysa soğuktan rahatsız olurlar. İleri geri
hareket ederek sonunda dikenlerini batırmadan birbirlerini ısıtabilecekleri en
uygun uzaklığı bulurlar.” (s.31)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“İnsanlar vardır, bilirsiniz, başkalarından sürekli bir
şeyler bekler ya da isterler. Aslında bu, bir insanın ihtiyaçlarını kendisinin
karşılamasından çok daha büyük bir çabayı gerektirir. Üstelik onur kırıcıdır
da. Ama onlar için önemli olan, diğer bir insanın ya da insanların kendileri
için bir şeyler yapmasıdır. Bunun için her şeye katlanırlar. Genellikle bu
tutumlarının bilincinde değildirler. Amaçları diğer insanları sömürmek değil,
bir şeylerin hazırca kendilerine verilmesidir. Aşırı bağımlıdırlar ve kendi
sorumluluklarını başkalarının üstlenmesini beklerler. Onların çevremizdeki
varlığından sıkılabilir ya da bize yük olduklarını düşünebiliriz. Ama çoğu kez
kendi bağımlılığımızdan ötürü onları çevremizde tutarız. Kendilerine bir şeyler
verildiği sürece bizden kopmazlar. Bir diğer deyişle, böyle kişiler kronolojik
olarak yetişkin, hatta entelektüel yönden iyi gelişmiş olsalar bile, bebeklik
yıllarının asalak varoluş biçimini sürdürürler.” (s.36)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Bir insanı sevmek, onun gerçeklerini anlamaya çalışmayı
da içerir.” (s.43)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Yaşamak iniş ve çıkışları içerir. Ana-babasının bu
dalgalanmaları yüreklice göğüsleyebildiğini gözlemleyen çocuk da ileriki
yaşamındaki inişleri dünyanın sonu gelmişcesine algılamaz. Noksan yönleriyle
yüzleşebilen bir ana-baba modeli gördüğünden, kendisi de kendine karşı dürüst
olmayı öğrenebilir.” (s.47)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Duyguların geçmişe dönük nedenlerinin, yalnızca insanın
kendi varoluş sorumluluğunu üstlenmesini engelleyen etmenlere ışık tutması
açısından konu edildiğini bir kez daha vurgulamakta yarar görüyoruz. Çünkü bir
duyguyu nasıl yaşamakta olduğumuzu fark edebilmek, onun geçmişe dönük
nedenlerini açıklayabilmiş olmaktan çok daha büyük önem taşır.” (s.51)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Aslında herkesin çocukluk döneminde bir şeyler aksar. Ama
insan, duyguların dürüstçe yaşanabildiği bir çevrede yetişmişse olumlu duygular
gibi olumsuz duygularını da açıkça yaşamayı öğrenebilir, dolayısıyla kendine
fazla yabancılaşmaz. Eğer insanlar olumsuz duyguların evrensel olduğunu, reddedilme
kaygılarının herkes tarafından yaşanmakta olduğunu ve bunun yalnızca yoğunluk
derecesinin önemli olduğunu bilebilselerdi, bu tür duyguların üzerini fazlaca
kapatmaz ve gereksiz bir suçluluğu da yaşamazlardı.” (s.56)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“İnsanları sevebilmek, onlarla baş edebilecek yöntemleri
geliştirebilmeyi gerektirir. Bununla kastedilen, karşımızda düşmanlar varmışcasına
geliştirilecek savunma yöntemleri değil, kendimizi dürüst ve açık bir biçimde yaşayabilme
yürekliliğini gösterebilmektir. Sinsice yaşanan duygular, insanların bize,
bizim de onlara ulaşabilmemizi engeller. Çünkü onlar gerçek bizi değil, gösterdiğimiz
yanlarımızı kabul ederler. Sonunda, kabul edilen gerçek benliğimiz
olmadığından, kendimizi de kabul edilmiş hissedemeyiz.” (s.56)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Bir beraberlikte kendisini gözlemlemeden ve olduğu gibi
yaşayabilecek yürekliliğe sahip olan bir kimsenin sonradan konuşacağı bir şey
olmaz, yaşanan yaşanır ve biter. Olumsuz duyguların egemen olduğu bir geçmiş,
geleceğe doğru taşınmadığından yeni bir yaşantıya kolayca geçilir.” (s.63)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Sürekli değişen koşullara uyum sağlayabilmek ve yaşama
etkin bir biçimde katılabilmek belirli bir esnekliği ve yaratıcılığı
gerektirir. Burada etkin olmakla kastedilen, kişilerin olaylara kendisini iyi
hissedebileceği bir biçimde yön verebilmesidir.” (s.73)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Her bir insan kendi benliğiyle yüzleşmeyi göze
alabildiği ve değişmeyi istediği oranda değişebilir. Böyle bir değişim sürecini
başlatabilmek için insanın davranış alanını daraltan katı savunma sistemlerini
görebilmesi gerekir.” (s.74)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Bir insana değer vermek, onun gerçeklerini anlamaya
çalışmak ve onu olduğu gibi benimseyebilmektir. Ama birçok kişi diğer insanlara
değer verdiği sanısıyla kendi narsist ihtiyaçlarına doyum sağlar.” (s.77)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Kişiliğin bireyleşelebilmesi için, insanın kendisine ilişkin
gerçekleri olabildiğince bilinçlendirebilmesi gerekir. Ne var ki, birçok insan
kendini tanımak için çaba göstermeksizin yaşamına anlam katabilmeyi umar ve
beklediklerini bulabilmek için bir mucizenin gerçekleşmesini bekler. Oysa insan,
gerçeklerini tanıyabildiği oranda kendisiyle uzlaşır ve çevresine karşı da daha
hoşgörülü olur. Bunu başaramayan biri ise hoşlanmadığı ve kabul etmediği
bilinçdışı benliğini diğer insanlara yansıtır, onları eleştirir ve kınar. Bunu yaparken,
aslında, tanımadığı gerçek benliğini seyretmekte olduğunun farkında değildir.” (s.79)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Sürekli görkem ya da kusursuzluk bir ütopyadır. Kusursuzluğun
tanımı yapılabilmiş olsaydı, bu tanımdaki ölçütlere uyabilen bir kişi herhalde
çok sıkıcı olurdu. Kusursuz olmaya çalışanlar bile öyle olduktan sonra...”
(s.83)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Kendini lanetlemek ya da kendine acımak insanın sorumluluklarını
görebilmesini engeller. Güçlülük, yürekli olmayı gerektirir. Yüreklilikse insanın
kendi gerçekleriyle yüzleşebilmesini içerir. İnsanın kendine yabancılaşması
pahasına kazanılan güç, gerçek güç değildir.” (s.84)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Bir insan ancak kendi içinde devrikse başkaları
tarafından devrilebilir.” (s.85)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Sorumluluk denince çoğu insanın aklına, ailesi, çalıştığı
kurum ve dostlarına karşı görevleri gelir, ama kişinin kendisine karşı görevi
olan “iyi yaşama sorumluluğu”ndan pek söz edilmez. Başkalarına karşı sorumluluklarımız
olduğu kaçınılmaz bir gerçek olmakla birlikte, bazen bunu kendimize karşı
sorumluluklarımızı görmezden gelmek için kullanmak da sorumsuzluktur.” (s.97)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“İnsanın kendi sorumluluğunu üstlenmesi, bir başka
insanın sorumluluğunu üstlenmesinden çok daha güçtür. İnsanın başkalarının
sorumluluğunu üstlenerek kendine karşı olan sorumluluklarını görmezden gelmesi
çoğu kez çocukluk yıllarında öğrenilmiş kusurlu bir davranıştır. “O bensiz
yapamaz” sözü aslında “Ben onsuz yapamam” gerçeğinin saptırılmasından başka bir
şey değildir. Yaşamasını beceremeyen bir insanın bunun sorumlusu olarak yakınlarını
göstermesi ise kabul edilebilir bir gerekçe olamaz.” (s.98)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Öyle zaman olur ki, sorumluluğumuzun bir başkası
tarafından üstlenilmesini isteriz. Bazen ise bir diğer insanın sorumluluğunu
üstlenmemiz gerekir. Bir başka deyişle, arada bir çocuk olur ya da çocuk olmak
ihtiyacında olan bir yakınımızın ana ya da babası oluruz. Dengeli bir biçimde
olmak koşuluyla bu tür dayanışmalar yaşamın doğal bir parçasıdır. Çünkü aslında
kimse kendi kendine yeterli olamaz. İnsanlara gereğinde “hayır” diyebilmek ve
bundan ötürü suçlanmamak kadar, onlardan bir şeyler isteyebilmek ve
beklentilerimizi hissettirebilmek de kendimize karşı sorumluluğumuzun bir
parçasıdır. İnsanlara verebilmek de öyle.” (s.106)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“İnsan bir zaman tüketicisidir.” (s.107)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Bir insanın kendi benliğini ne ölçüde diğer insanların
görüşlerine göre değerlendirdiği, o insanın yalnız kaldığı zaman yaşayacağı
korkunun oranını belirleyen en önemli etmenlerden biridir. Ama yine de, yalnız
kalmanın ne zaman insanın yaratıcı güçlerine etkinlik kazandıracağını ve ne
zaman ruhsal dengesinin bozulmasına neden olabileceğini kestirebilecek ve
değerlendirebilecek bilgilere sahip olduğumuz söylenemez.” (s.111)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Zaman zaman yanlış yorumlandığını gözlemlediğimiz “kendini
gerçekleştirme” kavramına burada bir açıklık getirmeyi gerekli görüyoruz. Bu, bir
insanın biçimsel olarak ya da bazı toplum normlarına göre giderek yükselen bir
başarı çizgisini gerçekleştirmesi anlamını taşımaz. Kendini gerçekleştirme,
kendini yaşamayı göze alabilecek yürekliliği gösterebilmeyi ve kısırdöngülerden
özgürleşebilmeyi tanımlar. Bir insanın kendi kısırdöngülerinin tümünü
görebilmesi, gerçekleşmesi olanaksız bir durumdur. Böyle bir durumun
gerçekleşmiş olduğunu varsaysak bile bu, o insanın kısır döngülerinden
arınabileceği anlamını taşımaz. Ama yine de kendine dönük yıkıcı mekanizmaların
kökenini tanıyabilmek, insanın kendisine ilişkin bilinmeyenlerinin sayısını
azaltır ve onu rahatlatır.” (s.152)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Yaşamak, kendisi olabilmeyi ve yaşama etkin bir biçimde
katılabilmeyi tanımlar. Bu, insanın kendi sorumluluğunu, bir başka deyişle, hayatına
anlam katma sorumluluğunu içerir. Sorumluluğunu üstlenen kişi özgürdür. Özgür insan
daha az korkar, onun için sevebilir.” (s.161)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Diğer insanların gerçeklerini anlamaya çalışacağımız
yerde, onları dünyada yalnızca kendi gerçeklerimiz varmışcasına yargılamak
etkin olabilmemizi engeller ve yalnızlığa yol açar. Kendi benliğine
yabancılaşmış bir insanın değerleri ve inançları tehlikeye karşı savunma
niteliğinde olduğundan, davranışları da katı, inatçı ve esneklikten yoksundur. Bu,
kendi gerçeklerini algılayabilen bir insanın esnek bir biçimde sürdürdüğü
kararlılıktan farklıdır.” (s.163)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Her şeyin mantık ve irade gücü ile çözümlenebileceğine
inanmak bir yanılgıdır. Bu, araçlardan yalnızca biridir ve tek başına
kullanıldığında insanı zorlar. Mantık ve irade içimizden gelen istekle
bütünleştiğinde anlam kazanır. Bu gerçekleştirilemediğinde kendimize uymayan
amaçlar doğrultusunda davranmış oluruz. İstek ve yetenek birlikte oluşur. Yetenek
olmayınca istek de olmaz. Salt mantığa dayalı kararlar bizim gerçeğimize uygun
olmayabilir. İçimizden gelen ses, eğer onu dinlemeyi başarabiliyorsak, bize
hangi doğrultuda davranmamız gerektiğini söyler. Bu ses korku da içerebilir. Ama
yeni bir yaşantıya geçerken yaşanan olağan korkuyla, bizim gerçeklerimize
uymayan bir eyleme geçmek istediğimizde yaşanan korku birbirinden ayırt
edilebilir. İlki benliğimizle bütünleşmiş bir duygu, ikincisi bizi dışarıdan
yönetmeye çalışan bir güce karşı geliştirilmiş bir tepkidir.” (s.169)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Birçok insan “alma” ve “verme”nin birbirinden farklı durumlar
olduğu sanısındadır. Çünkü onlar için birinin sorunlarıyla ilgilenmek ya da ona
bir armağan almak “verme”, benzeri davranışların kendilerine yapılması ise “alma”
anlamını taşır. Ama bu davranışların içsel yaşantımızın gerçeklerini
yansıttığını nasıl bilebiliriz? Çünkü bazen verilen şey sevgiden değil,
kendimizi yadsımaktan kaynaklanmıştır. Bu sorunun yanıtı “ne” verdiğimiz
yerine, “nasıl” verdiğimizi anlamaya çalışarak bulunabilir. Kimi insan almadan
vermemekte direnir, kimi ise karşılığını alabilmek için verir. Oysa almak ve
vermek aynı anda yaşanan olgulardır. Kendimizi hissederek ve hissettirerek
verdiğimizde bunun karşı taraf algılar ve o da kendisini hissettirir. Onu hissedebilmek
de bize bir şey verir. Bu öylesi bir yaşantıdır ki, o anda insanlar ayrı
varlıklar olduklarının bilincinde değildir. Ama benliğini böylesine paylaşmak,
bir diğer insana tutsak olmaktan çok farklıdır. Bu, sevginin kendisidir.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">Gerçek anlamda sevgi, diğer insanları da kendimiz kadar
sevebilmeyi içerir, kendimizden çok ya da kendi yerimize değil. Bir başka
deyişle, sevgi, diğer insanların seçimlerini kendi seçimlerimiz gibi
sevebildiğimizde gerçekleşir. Ama sevgi tek bir yaşantı değil, süreçtir. İnsanın
kendisini savunmasızca ortaya koyabilmiş olmasının acılarını ve zaferini içeren
bir süreç. Mutluluk o anda yaşanılan her şeyi hissedebilmektir. Dünyamızla karşılıklı
etkileşimlerimizde keder de yaşanır sevinç de. Mutsuzluk, yaşama katılacak
yürekliliği gösterecek yerde, insanın kendi içinde ürettiği ve gerçek dünyayla
ilgisi olmayan duygularla yoğrularak kendini yaşamaktan kaçınma sonucu yaşanan
bir olgudur. Mutsuz insan, kederine karamsarlık, sevincine kaygı katar,
gerçeğini doyasıya yaşayamaz. Çünkü kendine karşıdır. Oysa yaşamak ve sevmek
birbirinden ayrı olgular değil, bir bütündür. Kendimizi yaşayabildiğimiz ve
beraberliklerimize bir şeyler katabildiğimiz her yerde sevgi vardır. Ama bu,
içinde bulunduğumuz kısırdöngülerden özgürleşip, her yaşantı parçasının bizi
çevreye yönelik yeni bir <span style="mso-spacerun: yes;"> </span>etkileşime
doğru harekete geçirmesiyle gerçekleştirilir. Bir başka deyişle, sürekli
yaşantı üretebilmeyi içerir. Dünyamızla beraberliğimizde bu sürekliliği ya da
ileri doğru hareket eden süreci gerçekleştirebilmek, kendini yaşamakla eşanlam taşır.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">İnsanlar sürekli seçim yaparlar, ama çoğu bunu kabul
etmek istemez. Denize girmek için kıyıya gelen üç kişiden biri derhal suya
dalabilir, diğeri sonunda nasıl olsa gireceğini bildiği halde bir süre suyun
soğukluğunu deneyerek vakit geçirdikten sonra girebilir, sonuncusu ise
girmekten vazgeçebilir ve girenleri seyreder. Bu bir seçimdir ve insan nasıl
isterse öyle olur. Ama seçimlerinin sonuçlarını da kabullenmesi koşuluyla!”
(s.173)<o:p></o:p></p><br /><p></p>Elif'in Kütüphanesindenhttp://www.blogger.com/profile/14743964696642420466noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-4892178203682310922.post-84037492741154569172021-04-03T10:03:00.004-07:002021-04-03T10:04:12.191-07:00Alain de Botton - Aşk Üzerine<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjCNmnJMP5g7f9FK3oodCk5vGGq5bq8MOzO02NcXy9ZMiasv92qX37akY2lXyOqqhsJQZGI4ue9xCfqJ9RrHWSuugDKviE7lzXlz2pHEkRtJMKvC6_tbygwfsMErHA0KkmeGwWHCDux5ow/s600/0000000127387-1.jpg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="600" data-original-width="415" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjCNmnJMP5g7f9FK3oodCk5vGGq5bq8MOzO02NcXy9ZMiasv92qX37akY2lXyOqqhsJQZGI4ue9xCfqJ9RrHWSuugDKviE7lzXlz2pHEkRtJMKvC6_tbygwfsMErHA0KkmeGwWHCDux5ow/s320/0000000127387-1.jpg" /></a></div><div style="text-align: left;"></div><p class="MsoNoSpacing" style="text-align: left;">“Belli bir yazgıya en çok romantik yaşantımızda özlem
duyarız. Genelde ruhumuzun derinliklerine inemeyen insanlarla yatağımızı
paylaşmak zorunda kaldığımızdan, günün birinde düşlerimizin erkeği ya da
kadınıyla karşılaşacağımıza inandığımız için bağışlanamaz mıyız? Bu amansız
özlemi doyuracak bir yaratığa adeta batıl bir inanç duymamız, hoş görülemez mi?”
(s.7)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Chloe ile tanıştıktan kısa süre sonra onu yaşamımın aşkı
olarak değerlendirmek, hiç de tuhaf gelmiyordu bana. Nedenini bilmiyorum ama,
hissettiklerimi göz önünde bulundurarak ona birden duyduğum bu yakınlığın olsa
olsa aşk olabileceğini söyleyebilirim.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">...</p><p class="MsoNoSpacing">Chloe Noel’i annesiyle geçirdi, ben arkadaşlarımla
İskoçya’ya gittim., ama birbirimizi her gün aradık, bazen günde beş defa
konuşuyorduk -bir şey söylemek için değil hani yalnızca ikimiz de daha önce hiç
kimseyle böyle konuşmadığımızı, ötekilerin zorlama ve kandırmacadan öteye
gitmediğini, (doğal olarak bir kurtarıcıya gerek duyan) o bekleyişin artık
gerçekten sona erdiğini hissettiğimiz için arıyorduk birbirimizi.” (s.10)</p><p class="MsoNoSpacing"><o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Birbirimize bu denli uygun olduğumuzu hissetmeye
başladığım için de (yalnızca cümlelerimi tamamlamıyor, yaşamımı bütünlüyordu)
Chloe ile tanışmamın basit bir rastlantı olabileceğini aklım almıyordu. Yazgı,
kısmet gibi olguları gerekli şüphecilikle değerlendirebilecek yetkinlikteydim
oysa. Genelde batıl inançlarım da yoktur, ama Chloe ile birlikte, önemsiz bile
görünse bir dizi ayrıntıyı içgüdüsel olarak zaten hissettiklerimizin bir kanıtı
olarak görmeye başladık; birbirimiz için yaratılmıştık biz. İkimiz de çift
rakamlı yılların aynı ayında gece yarısı sularında doğmuşuz. Çocukluğumuzda
klarnet çalmışız, okul piyeslerinde Bir Yaz Gecesi Rüyası’nda rol almışız. Sol
ayaklarımızın baş parmaklarında iki büyük ben, arkadaki dişlerimizde ikimizin
de dolgusu var. Güneşli havalarda ikimizi de hapşırık tutuyor. Hatta
kütüphanelerimizdeki Anna Karenina’ların baskısı bile aynı. Bunlar küçük
ayrıntılar belki ama inananlar yeni bir dini nasıl kuruyorlar dersiniz?
Elimizdeki verilere yüce anlamlar yükleyerek zamanı kendimizce öyküleştirdik.”
(s.11)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Gökyüzündeki o dev beyin, doğduğumuz andan başlayarak
yörüngelerimizi kurnazca kaydırarak bir gün o Paris-Londra seferinde karşılaşmamızı
sağlamıştı.” (s.11)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Bir olayın gerçekleşmesi olasılığı son derece zayıfken,
o olay yine de gerçekleşirse durumu yazgı olarak değerlendirmek suç mu? Mesele
de aşk olunca, yazgıdan başka ne gelir akla? Bu denli zayıf bir olasılığın
sonucu yaşamımızı değiştiren bu tanışma en akılcı adamın bile aklını çelerdi.
Gökyüzünde birisi kukla oynatıyor olmalıydı.” (s.14)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“İnsanların asıl yüzünü görmek hem kolay, hem de bir işe
yaramıyor, demişti Elias Canetti; başkalarında gereksiz yere kabahat bulmamıza
ilişkin. Öyleyse aşık olmak, bu süreçte biraz körleşmek pahasına da olsa, başka
insanlarda kabahat bulmayı anlık bir dürtüyle askıya almaktan kaynaklanıyor
olamaz mı? Bir yelpazenin iki zıt ucunun birinde aşk, birinde sinizm yer
alıyorsa, bizi yorgun düşüren sinizmden kaçmak için aşık olmuyor muyuz bazen?
Enerjimizi kısa bir süre içinde mucizevi bir biçimde inandığımız belli bir yüz
üzerine odaklamak ve böylece hayal kırıklığından kaçınmak için aşık olunanın
değerlerini inatla abartmak her yıldırım aşkında yok mu?” (s.17)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Aşk, gereksinimlerimizi görülmemiş hız ve özelliklerle
yeniden belirler.” (s.21)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Taksiyle kent içine doğru yol alırken tuhaf bir yokluk,
hüzün duygusu çöktü içime. Gerçekten de aşk mıydı bu? Birlikte doğru dürüst bir
sabah bile geçirmemişken aşktan söz edebilmek romantik yanılsamalara, anlam
kaymalarına yol açıyordu. Oysa kime aşık olduğumuzu bilmeden aşık olabiliriz
ancak. O ilk an ister istemez cehalet üzerine kuruludur. Ve ben bu kadar
psikolojik ve epistemolojik kaygının arasında buna yine de aşk diyorsam, bu
belki de sözcüğün hiçbir zaman tam anlamıyla kullanılamayacağına olan
inancımdan kaynaklanıyordu. Aşk bir yer, bir renk, bir kimyasal madde
olmadığına, ama tüm bunların bileşimi ve dahası ya da tüm bunların hiçbiri ve
eksiği olduğuna göre, gündeme geldiğinde herkes dilediğince söz edemez miydi
ondan? Akademik doğru ve yanlışın ötesine uzanmıyor muydu bu konu? Zaman
dışında (ki o da kendi kendinin yalancısıydı) kim bir şey söyleyebilirdi bu
konuda?” (s.22)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Şifre: Aşk söz konusu olunca insanlar daha az sinik
olmalı.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">Mesaj: Benim için sinizmini bir kenara bırak.” (s.32)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Albert Camus, kendimizi dağınık hissetmemize karşılık,
başkalarının dışarıdan bakınca hem fiziksel hem de duygusal olarak son derece
derli toplu göründüğü gerekçesiyle aşık olduğumuzu öne sürmüştü. Tutarlı bir
öykü, sabit bir kişilik, belli bir yön duygusu hissetmeyince, öteki insanlarda
bunu gördüğümüzü sanırız.” (s.64)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Batı düşüncesinde aşkın yalnızca karşılıksız kalabilecek
Marksist bir pratik olduğunu, zaten karşılık görmeyerek beslendiğini ileri
süren karamsar bir gelenek vardır. Bu düşünceye göre, aşk varılacak bir nokta
değil o noktaya giden yolun kendisidir ve aşığın hedefine ulaşması, yani
sevdiğini elde etmesi aşkı küllendirir.” (s.65)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“İnsanın sahip olduğu bir şeyi sevmesi alışıldık bir
durum değildir. Stendhal de aşkın ancak aşık olunan kişiyi yitirme duygusu
üzerine temellendirilebileceğine inanıyordu, Deniz de Rougemont ise, en ciddi
engel en çok yeğlenen engeldir, tutkuyu çoğaltandır, diyordu ve Roland Barthes
de tutkuyu elde edilemez olana duyulan özlem olarak tanımlıyordu.” (s.66)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Çoğu ilişkide, Marksist bir durum gelip dayanır kapıya
mutlaka (genelde aşkın karşılıklı olduğu anlaşıldığı anda) ve nasıl
sonuçlanacağı, insanın kendi kendine duyduğu sevgi ile nefret arasındaki
dengeye bağlıdır. Kendi kendine duyulan nefret ağır basıyorsa, aşkına karşılık
bulan taraf ötekinin kendisine layık olmadığını söyleyecektir (layık değildir
çünkü kendisinden daha iyi birisiyle ilişkiye girmiştir) Ama kendi kendine
duyulan sevgi ağır basarsa, her iki taraf da aşklarına karşılık bulmanın
karşısındakini alçalttığını düşünmeden, gerçekten sevilesi olduğunu
kabullenebilir.” (s.67)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Aşık olunan kişiyle henüz bir samimiyet kurmadan önce
bile onu zaten tanıyormuşuz gibi tuhaf bir duyguya kapılabiliriz. Onunla daha
önce bir yerde, bir önceki yaşamamızda ya da belki rüyalarımızda tanışmışızdır
sanki. Platon’un Şölen’inde Aristofanes, bu aşinalık duygusuna ilişkin aşık
olduğumuz kişinin bir zamanlar yapışık olup da sonra yitirdiğimiz “öteki
yarımız” olduğu iddiasını ortaya atar. Başlangıçta, bütün insanlar çift sırtlı,
çift böğürlü, dört elli, dört bacaklı ve aynı başta zıt taraflara bakan iki
suratlı, çift cinsiyetli canlılarmış. Bu çift cinsiyetliler öyle güçlü, öyle
gururluymuşlar ki Zeus onları ikiye ayırmak zorunda kalmış -erkek ve dişi olmak
üzere işte o gün bugündür. Her erkek ve kadın, öteki yarısıyla birleşebilmek
için çabalayıp duruyor demek ki.” (s.68)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Hoşgörüsüzlüğün temelinde neyin doğru neyin yanlış
olduğuna ilişkin belli kavramlar ile başkalarına ille de doğru yolu gösterme
arzusu yatar.” (s.82)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Benim için iyi’nin, bence bu senin için de iyi’ye
dönüşmesinden doğuyor zorbalık.” (s.83)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Farklılıkları şakaya dönüştürememek, iki kişinin birbirlerini
artık sevmediğine (en azından aşkın yüzde doksanını oluşturan çabayı göstermeyi
artık arzu etmediğine) dair bir işaret sayılabilir.” (s.87)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Göze görünen yalnızca vücut olduğundan, tutkulu bir
aşığın tek umudu ruhun kendisini taşıyan vücuda sadık olması, başka bir
deyişle, belli bir vücudun o vücuda uygun bir ruha sahip olmasıdır, yani tenin
gerçeği temsil etmesi. Ben Chloe’yi vücudu için sevmiyordum, vücudunu bana vaat
edilen kişiliği taşıdığı için seviyordum. Son derece esin verici bir vaatti
bu.” (s.111)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Kırk yaşına geldiğinde herkesin suratı hak ettiği gibi
olur.” George Orwell (s.111)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“İki insan birbirlerini tanıdıkça, aralarında
konuştukları dil sözlüklerde karşılığı bulunan sözcükleri aşar. Samimiyetle
yeni bir dil doğar, iki aşığın birlikte işledikleri ve başkalarınca hemen anlaşılamayacak
öyküye göndermelerde bulunan bir özel dildir bu. Onların paylaşılmış
deneyimlerini ima eden bu dil, ilişkinin tarihini barındırır içinde, sevgiliyle
konuşmayı başkalarıyla konuşmaktan ayıran da budur.” (s.125)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“İnsanın sosyal bir yaratık olması ne demek? İnsanların,
yumuşakçalardan ya da solucanlardan farklı olarak kendilerini
tanımlayabilmeleri ve bilinçlenmeleri için birbirlerine gereksinim duymaları
anlamına mı geliyor? Etrafımızda bizim nerede bitip, başkalarının nerede
başladığını gösterecek birileri olmadığı sürece kendi benliğimizi tümüyle
kavrayamayız. “İnsan yalnızlık içinde yaşadığında bir karakter dışında her şeyi
kendi kendine edinebilir” diye yazmış Stendhal, karakter oluşumunu başkalarının
kişiye gösterdiği tepkilerle açıklamaya çalışarak. “Ben” bütünüyle bağımsız bir
yapı olmadığı için başkalarına gereksinim duyar. Kişisel tarihimi
özümseyebilmem için beni iyi tanıyan, hatta bazen kendimden bile iyi tanıyan
bir başkasına gereksinimim vardır.” (s.128)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Aşk olmadan doğru dürüst bir kimlik edinme yeteneğimizi
yitiririz, aşk olduğunda ise benlik bir bakıma sürekli onaylanır. Dinde
Tanrı’nın bakışının bu kadar önemli olmasına şaşmamak gerek: Göze görünmek,
varoluşunu onaylatmaktır, bakanın Tanrı ya da bizi seven biri olması daha da iyidir.
Kişisel dünyamızın temelinde bulunan (ve onun dünyasının temelinde
bulunduğumuz) bir başka varlığın gözlerinde meşruluk kazanır varlığımız.”
(s.128)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Kişiliğimizin kolay kolay yüzleşemediğimiz, başkalarının
da pek umursamadığı yönlerine dikkat çekmeyi ancak bir sevgili başarabilir
kurduğu samimiyetle.” (s.129)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Başkalarını tanıdığımızı sanırız ama genelde birkaç
yönüyle bütünü yorumluyoruzdur. Birisini tümüyle tanımak için, insanın
yaşamının her dakikasını o insanla, onun yanında geçirmesi gerekir. Bunu
başaramayınca, birer dedektif ve psikolog olarak, ipuçlarını bir araya
getirerek bir bütün oluşturmaya çalışırız. Oysa her zaman biraz geç varırız suç
mahaline; suç işlenmiş, ilk sahne oynanmış olur ve uyandıktan sonra çözümlemeye
çalıştığımız rüyalar gibi bir kurgu oluşturmaya çalışırız kalan tortulardan.”
(s.131)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Bulmayı umduğumuz imge, gerçekte var olan bir imge midir?
Akıl, onda ne buluyorsun diye sorar aynaya. Yürek ise, onda ne bulmayı
istiyorsun diye sorar.” (s.133)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Eğer, Stendhal’in dediği gibi, başkaları olmadan
kişiliğimiz oluşmuyorsa, o zaman yatağımızı paylaştığımız öteki, yetenekli bir
yansıtıcı olmak zorundadır- yoksa vah halimize. Ya her şeyi yanlış anlayan
birisiyle birlikteysek, duygularımızı paylaşmaktaki yoksunluklarıyla
kişiliğimizin bir yönünü görmezden gelen birisi seviyorsa bizi? Ve de o büyük
kuşku: Ötekiler (çünkü aynanın yüzeyi asla kaygan değildir) bizi, iyi ya da
kötü, değiştiriyor olmuyor muydu öyleyse?” (s.133)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Herkes bizi kim olduğumuza dair farklı verilerle donatır,
çünkü bizler, onların tahayyül ettiği kişi oluruz biraz biraz.” (s.134)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Seni seviyorum, ancak ve ancak, seni şimdi seviyorum
anlamında söylenebilir.” (s.144)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“İnsan düşünerek sorunları yoktan var edebilir, demişti
Chloe bana. Düşünme özgürlüğü, yolumuza çıkacak şeytanlarla karşılaşmaya
cesaret edebilmektir. Ama korkmuş bir zihin gezinemez, ben paranoyamın
sınırları içinde kaldım, cam kadar kırılgandım.” (s.166)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Chloe’den birkaç yıl önce birlikte olduğum bir kadın,
çok fazla düşündüğüm için aşkta asla mutlu olamayacağımı söylemişti bana.
Doğru, fazla düşünüyorum: Aklım işe de yarıyor ama kimi zaman da bir işkence
aletine dönüşüyor. Belki de bu kadar düşünerek, Chloe’nin önüne, kendisine
tamamen aykırı olan analitik, kuru bir kimlikle çıkarak yabancılaştırmıştım onu
kendimden.” (s.195)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Artık beni üzerin onun yokluğu değil, onun yokluğuna
giderek artan kayıtsızlığımdı.” (s.214)</p><p></p>Elif'in Kütüphanesindenhttp://www.blogger.com/profile/14743964696642420466noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-4892178203682310922.post-65513246946263455842021-03-21T07:54:00.004-07:002021-03-21T07:57:10.291-07:00Swami Dayananda - Bhagavad Gita'nın Öğretisi<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg7kR-gx6B9uU_WTL2vowYpWfKQyXPTcf5RzfdqVA_bi4pV63kF7GWkec5vB9xjfTRT3FcGbvm0_xW5W8fC-1y4dom-FGvv3tE1Fo_Xtln5V5W_ZW6KDENINvgGyGgPq5jsyCh_F46lZj4/s600/0001854295001-1.jpg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="600" data-original-width="412" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg7kR-gx6B9uU_WTL2vowYpWfKQyXPTcf5RzfdqVA_bi4pV63kF7GWkec5vB9xjfTRT3FcGbvm0_xW5W8fC-1y4dom-FGvv3tE1Fo_Xtln5V5W_ZW6KDENINvgGyGgPq5jsyCh_F46lZj4/s320/0001854295001-1.jpg" /></a></div><p class="MsoNoSpacing">“Vedanta’da kullanılan mantık şudur: sebep her zaman
sonucun içinde saklıdır. Eğer sebep yoksa sonuç da yoktur. Sebep gerçek, sonuç
ise onun yansımasıdır. Bu durumda, sonucun asla bağımsız bir varlığı yoktur ve
sebebe bağımlı olarak mevcudiyet bulabilir. Yazıtlar çerçevesinde eğer bir şeye
“Gerçek değil” derseniz, bu “O yoktur” anlamına gelmez. Gerçek olmayan,
“değişime tabii olan” demektir.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">İşte bu nedenledir ki, yazıtlarda “Dünya gerçek değildir”
diye geçer. Söylemek istediği şey dünyanın olmadığı değildir, dünyanın geçici
ve değişken olduğudur.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">Sebebi kendinde saklı, öncül bir sebep olmalıdır. İşte o
sebepsiz sebebe Brahman ya da nihai gerçek ismini veririz. O nihai gerçekten ya
da Brahman’dan bu Dünya ortaya çıkmıştır, tıpkı örümceğin ağının örümcekten
çıkması ya da toprak bir testinin kilden üretilmesi gibi. Eğer kili ortadan
kaldırırsanız geriye testi kalmaz. Bu durum şunu gösterir: testi kilin farklı
isim ve biçimle tezahüründen başka bir şey değildir. Bu durumda, kil gerçektir,
testi ise gerçek değil yani varlığı toprağa bağlıdır. İşte, aynı kil ve toprak
örneğindeki gibi Dünya da varlığını Brahman’a, nihai gerçekliğe bağlı olarak
kazanır. Dünya’nın kendinden menkul, bağımsız bir mevcudiyeti yoktur.” (s.8)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Her zihin bir savaş alanıdır.” (s.11)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Bir kişi bir şey istediğinde, gerçekte istediği şey o
nesne değildir. Daha ziyade, o nesneyi elde ettiğinde daha farklı birisi olmayı
ümit eder.” (s.14)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Düşününce görürüz ki, kişinin hayatı boyunca peşinden
gittiği tüm arayışlar iki kategoriye ayrılır: bir şeyi elde etmek için çabalamak
ya da bir şeylerden kurtulmak için uğraşmak. Sanskrit dilinde sırasıyla buna
pravritti ve nivritti denir. Savaş sırasında ordunun ilerlemesi pravritti iken,
düşmandan geri çekilme nivritti’dir.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">Kişinin rahata ermek adına yaptığı şeyler, kişiden kişiye
farklılık gösterebilir. Bazı insanlar başkasının sahip olmaya can attığı bir
arabadan kurtulmaya çalışır. Kişinin sahip olmaya ya da elden çıkartmaya
çalıştığı şey sahip olduğu değerlere bağlıdır. Ortak olan şey ise herkesin bir
şeye sahip olmak ya da bir şeyi elden çıkarmak istemesidir. Bir kişinin
arzuları sürekli değişir -bir zamanlar arzulanan şey bir süre sonra
arzulanmayabilir- ancak yine de sruti’nin ta kendisi hiç değişmez: istiyorum,
istiyorum, istiyorum.”” (s.14)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Hayat istemek ve yetersizlik gerilimi arasında yaşanır. Başka
birisinin birçok rahatlığa ve kolaylığa sahip olduğunu görünce onun mutlu
olduğunu düşünebilirsiniz. Bu durum, sizin onu sahip olduklarıyla değerlendiriyor
olmanızdan kaynaklanır. Hiç kimse aslında gerçekten mutlu değildir. Sahip olmak
ve sahip olmamak arasındaki tek fark sahip olanlar bu nesneler ile mutsuz ve
sahip olmayanların ise bu nesnelersiz mutsuz olmalarıdır. Herkes, sadece var
olduğu halinden farklı olmayı istemektedir. Bu durum, her insanda mevcut, ortak
bir sorundur.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">Bu meseleyi çözmek hayatın amacıdır. Kişi bu soruna
duyarsız kalamaz. Hayattaki deneyimler bize, istediklerim bunlar değildi, ben
kendimle barışık olmak istiyorum. Bunu nasıl keşfederim diye düşündürür. Sorun teşhis
edildiğinde ise, kişi nereye bakması gerektiğini çok iyi bilir ve hayat anlam
bulur. İşte o zaman, hayat yaşamaya değerdir.” (s.16)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Peki, Arjuna’nın peşine düştüğü sreyas nedir? Sreyas,
herkes tarafından aranan nihai amaçtır, herhangi bir eksiklik ve rahatsızlık
hissinden azat olmak, tam ve tatmin bir kişi olmanın keşfidir. Sreyas, genelde
çevrildiği üzere<span style="mso-spacerun: yes;"> </span>sadece “birisi için iyi
olan şey” demek değildir, herkesin bilinçli ya da bilinçsiz olarak aradığı
nihai iyiliktir.” (s.32)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Tüm arayışlarımızda üç şeyden özgürleşmeyi arıyoruz:
keder, ölüm ve cehalet.” (s.36)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Yasla dolu birini teselli etmeye çalışırız çünkü onun
kederli olmaması gerektiğini düşünürüz. Acının ne bize ne de diğerlerine hiç
dokunmamasını isteriz çünkü kederin ve acının doğamıza yabancı olduğunu fark
ederiz. Öte yandan, mutlu olan birisini teselli etmeyiz, tam tersine onun
mutluluğunu kutlarız. Mutluluğun doğamıza uygun olduğunu biliriz.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">Eğer keder ve acı gerçekten bizim bir parçamız değilse ve
sadece mutluluk bize aitse neden mutluluğu kendimizin sışında arıyoruz? Arıyoruz
çünkü onun nerede olduğunu bilmiyoruz. Kayıp bir anahtarı aslında sonunda kendi
cebinde bulan birisi gibi, kendi doğamız olan mutluluğun eksikliğini çekiyor ve
onu dışarıda, başka yerlerde arıyoruz.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">Hindistan’ın küçük bir köyünde yaşayan bir adam bir gün pazar
yerine gitmiş ve beş eşek satın almış. Geldiği köy, Pazar yerinden çok uzak olduğu
için, en güçlü eşeğinin üzerine binmiş ve diğer eşekler de onu takip ederken köyüne
doğru yola koyulmuş. Evine yaklaştığında diğer eşeklerin hala onu takip edip
etmediğinden emin olmak istemiş. Geriye dönüp sayınca birden fark etmiş ki
sadece dört eşeği kalmış. Yolculuk boyunca daha dikkatli olmadığı için
kendisine kızmış ve evine üzgün bir şekilde varmış. Tam eşekten ineceği sırada
onu karşılamaya gelen karısına “Çok mutsuzum, beş eşek satın aldım ancak bir
şekilde bir tanesini yolda kaybettim” demiş. Karısı ona bakmış ve “ Haklısın,
burada beş eşek yok, altı eşek var” demiş. Benzer şekilde, aradığınız şey
sizinle iken eğer onu fark etmezseniz o zaman onu gerçekten kaybeder ve arama
üzere peşine düşebilirsiniz. İşte böylesi bir arayış gerçek değildir, yersizdir;
arayış, ancak ve ancak aradığınız şeyin her zaman sizinle olduğunu bildiğinizde
çözülebilir.” (s.38)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Sen, bilensin. Bilinebilir her şeyden farklısın. Senin doğan
sadece, farkındalıktır.” (s.51)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Eğer mutlu bir anı incelersen, hoşlandığın herhangi bir
şeyin sende hoş bir zihinsel hal oluşturduğunu fark edersin. Bir şeyi
arzuladığında, zihin huzursuz olur ve arzulanan nesne elde edildiğinde
huzursuzluk çözülür ve zihin tatmin olur. Keşfettiğin mutluluk işte bu tatmin
olmuş, boş zihinsel halden gelir, herhangi bir nesneden değil. Sende hoş bir
zihin yaratabilen insanlar, durumlar ve nesneler senin sevdiklerin olurlar. Geçmişine,
değerlerine ve yetiştirilme biçimine göre her nesne bunu getiremez, sadece
belli başlı nesneler ve bireyler bunu gerçekleştirebilir. Hissettiğin mutluluk
her ne kadar sana yakın olursa olsun aslında insanlardan ya da nesnelerden
gelmez. Mutluluk sadece hiçbir şey arzulamayan, tatmin olmuş bir zihinde tezahür
edebilir; çünkü Öz, mutluluğun kaynağıdır. Güzel bir şey gördüğünde ya da hoş
bir şarkı duyduğunda hissettiğin sevinç senin doğanın bir ifadesidir ki bu
sınırsız mutluluk olan Sen’in sadece bir zerresidir.” (s.54)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Kişi, zihin tarafından üretilen tüm arzuları terk
ettiğinde ve onlardan azat olduğunda, Öz içerisinde ve Öz’ü ile tatmin kişiye
bilge ve sağlam kişi denir. Ateşin herhangi bir sebepten değil de sadece
doğasından ötürü sıcak olması gibi, bilge kişi de herhangi bir sebepten değil
sırf doğası mutluluk olduğu için mutludur. Bilge kişi, Öz’ün, mutluluğun kaynağı
olduğunu bildiğinde hiçbir şeye ihtiyacı kalmaz, işte bu bilgi ile tüm
arzulardan arınır.” (s.56)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Tıpkı bir okyanus gibi, bilge kişinin yüreği de her
zaman tam ve yeterlidir. Dünya onu önemsese de önemsemese de, istediği şeyi
elde etse de etmese de mutludur; tamlığı herhangi bir şeyin gelip gidişine bağlı
değildir. Tam tersine, mutluluğu nesnelere bağlı olan kişi istediğini elde edip
etmeyişine bağlı olarak memnun ya da mutsuz olacaktır. İşte böylesi bir kişi
küçük bir gölcük gibidir, üzerine yağan yağmurlar durduğunda kurur ya da sağanak
altında yaşar.” (s.57)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Bilge kişi mutluluğu için hiçbir şeye bağlanmaz ve
böylece dünyada korku ve bağımlılık olmadan hava gibi hafif yaşar.” (s.57)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Kendisinin tam olduğu gerçeğini ayırt etmiş kişide, onu
aşağı çeken herhangi bir duygu olamaz; çünkü tamlık ile hiçbir şey kıyaslanamaz.”
(s.58)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Sadece eylemin üzerine seçim hakkına sahipsin, sonuçları
üzerinden hiçbir tercih hakkın yok.” (s.71)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Herkesin en çok ihtiyaç duyduğu şey özgürlüktür. Mutluluğumuz
için herhangi bir insana ya da nesneye bağlanmak istemeyiz. Nesnelere ve
kişilere, kendi mutluluğu için bağlanmaya samsara denir. Salt nesnelerin
mülkiyeti samsara esaretini, bağımlılığını yaratmaz, ancak herhangi bir şeyin
yokluğu sizi mutsuz ediyorsa işte o zaman esaret altındasınız demektir. Eğer bir
şeyi kasıtlı olarak bırakır ancak yine de mutluluğunuzun ona bağlı olduğunu
hissetmeye devam ederseniz acı çekersiniz ve o taktirde bir samsari’sinizdir,
sannyasi değil.” (s.89)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Sannyasa, bütünüyle terk eden anlamına gelir. Bütünüyle terk
etmek ya da vazgeçmek ne demektir? Hangi bakımdan sannyasa, nyasa’dan
farklıdır? Eğer kişi gurur ya da acı nedeniyle bir şeyi terk ederse, o zaman
söz konusu terk nyasa olur. Ancak kişi bir şeyi bıraktığında herhangi bir
eksiklik ya da rahatlık duygusuna artık sahip değilse işte o zaman sannyasa’nın
keyfini çıkarmaya başlamış demektir. <o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">Nyasa’yı tanımayan kimse var mıdır? Eğer ergenliğe girmiş
bir çocuğun babası artık bilye oynamak için büyüdüğünü, bilyeleri bırakması ve
onun yerine kriket oynaması gerektiğini söylerse çocuk bilye oynamayı
bırakabilir. Kendi küçük kardeşlerine tüm bilye koleksiyonunu da verebilir. Ancak
o, bir bilye nyasi’dir, sannyasi değil, çünkü hala oynamaya karşı bir hevesi
vardır; diğer çocuklar bilye oynarken onları gördüğünde durup izlemeye başlar. Krişna,
bu konuda önceki bölümlerde şöyle der: duyu nesnelerinden vazgeçen kişi için
nesneler ortadan kalkabilir ancak (onlara dair) tat hala devam etmektedir.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">Ertesi gün, çocuk bilye oynayan diğer çocukların oyun
oynadıkları yere gitmekten kaçar, çünkü onları izlemenin sadece oyun oynama arzusunu
arttıracağını bilir. Böylesi bir yaklaşım sannyasa değil nyasa’dır, çünkü çocuk
vazgeçtiği şeye karşı özlem ve isteği hala içinde taşımaktadır.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">Ancak, çocuk yaşlanıp da bir büyükbaba olduğunda
torunları bilye oynamasını istediğinde içinde herhangi bir tereddüt yaşamaz. Neden?
Çünkü bilye oynamaya karşı artık içinde bir heves ya da özlem yoktur,
dolayısıyla da bilyenin yokluğunda<span style="mso-spacerun: yes;"> </span>herhangi
bir üzüntü olmaz. Bilyelerle ilişkisi açısından artık bir nyasi değil sannyasi’dir.”
(s.89)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Herhangi bir şeye karşı ne nefret ne de özlem duyan
kişiyi sen her zaman sannyasi diye bil. Bileği kuvvetli Arjuna, gerçekten de
karşıtlıklardan (sevinç ve keder, acı ve haz vs.) özgür olan kişi kolaylıkla
esaretten özgürleşir. Çocukluk oyunlarının cazibesi bittiğinde artık sen bir
bilye-sannyasi’sin. Kendinizi tam ve özgür, mutluluğu hiçbir şeye bağlı olmayan
bir varlık olarak fark etmeniz sizi sannyasi yapacaktır.” (s.90)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Sannyasa yani terk etmek, bırakmak ne zihinsel ne de fiziksel
bir eylemdir. Sabit ve odaklı bir zihin gerektirir ancak psikolojik bir hal
değildir. Terk etmek, Ben’in hakikatinin eylemsizlik ve Öz’ün fiziksel, algısal,
zihinsel tüm eylemlerden azade olduğunu bilmektir. Öz’ün herhangi bir eylemde
bulunamayacağını bilen kişi, fiziksel olarak eylemde bulunsa bile azat olmuştur,
o artık bir sannyasi’dir.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">Ancak sannyasa da eylemden ziyade tefekküre, kendi özüne
dönmeye dayalı bir yaşam tarzı vardır. Zihin tefekküre müsait olunca eylemde
bulunmak adına herhangi bir arzu taşımaz ve kişi Öz’ün sorgulanması ile meşgul
olabilir. Ancak ve ancak böylesi bir zihin özgürlüğü keşfedebilir.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">Bu nedenle, Krişna sannyasa’yı tepkisellikten ziyade
vakur, olayları açık bir şekilde görebilen, yargılamadan gözlem yapabilen,
kendi halinde gülümseyebilen ve galeyana hemen gelmeyen, tefekküre meyilli bir
zihin geliştirmesi gerektiğini vurgular. Ancak ve ancak böylesi bir zihin
tefekküre ve öğrenmeye müsait olacaktır.” (s.92)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Krişna şöyle der: Karma yoga, tefekkürde, kendi özüne
dönme sürecinde ustalaşmak isteyen ve doğruyu yanlıştan ayırt edebilen birisi
için araçtır; terk etmek ise tefekkürde zaten ustalaşmış kişi için araçtır.”
(s.93)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Deneyim Bilgi Değildir<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">Terk etmek, bırakmak aslında hiçbir zaman değişmeyen, tam
ve eksiksiz olan kendi doğamızı tanımaktır. Bu hakikatten uzak kalmamıza neden
olan cehalet ve hatayı sadece Vedanta öğretisi giderebilir. Sevinç ya da tamlık
gibi pek çok deneyime sahip olabilirsiniz, ancak deneyim size sat-cit-ananda,
Varlık-Farkındalık-Tamlık olduğunuz hakikatini vermez. Sşzş öylesi deneyimlere
sevk eden koşulları yaratmaya daha çok çalışmalısınız. Hepimiz mutluluğun ne
demek olduğunu deneyimlerimiz sayesinde biliyoruz, ancak her birimiz o hiç
bitmeyen daimi mutluluğu arıyoruz. Hali hazırda var olan zihin çerçevemiz ile
yargıladığımız bazı standartlarımız var. Daha tatmin edici deneyimler
istediğimizi söylüyoruz çünkü deneyimlerin en tatminkârı o derin sevinci
tanıyoruz. Özellikle çok güzel bir şey keşfettiğinizde, zihniniz bir an için
arınır ve mükemmel sevincin tadını alırsınız. O andan itibaren diğer tüm
deneyimleri onunla kıyaslarsınız ve o deneyim bir standart olarak kalır. İlelebet
sürecek o mutluluk deneyimini gerçek kılacak araçları aramaya başlarsınız. Peki,
söz konusu o mutluluğun kaynağı nedir?” (s.94)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Doğruyu yanlıştan ayırt etme yetisi yani zekâ
bahşedilmiş kişi, zihni adım adım çözümleyip ayrıştırır. Zihni, Öz içerisinde
ikamet eden kişi, artık hiçbir şey düşünmez. Düşünmenizi gerektiren hiçbir şey
yok. Şu ana kadar yeterince düşündünüz. Sadece kendinizin saf sessizlik olan
biçimsiz, şekilsiz Farkındalık olduğunu takdir edin. Aniden bir rahatlama
gerçekleşecek. Sessizliği düşündüğünüz zaman, sessizlikten başka bir şey
olamazsınız. İşte, Krişna’nın Arjuna’ya öğrettiği meditasyon budur.” (s.100)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Hepimiz özgür olmak istiyoruz. Eğer özgürlük
erişilebilir bir şey ise, Krişna Arjuna’ya özgürlüğün kendinden başka hiçbir
yerde olamayacağını söyler ki bu durumda özgürlük zaten kişinin ta kendisidir. Elde
edilen herhangi bir kazanç kişiye özgürlük veremez, çünkü her kazanç bir miktar
kaybı da içinde barındırır. Krişna Arjuna’ya: “Sen, bu beden zihin bileşiği
değilsin, çünkü bu bileşik senin tarafından biliniyor. Sen öznesin, her tür
bilgi nesnesinden farklısın. Sen biçimsiz Farkındalık’sın ve bu sebeple mekânda
ya da zamanda hiçbir kısıtlamaya tabii değilsin.” (s.102)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“İnanç, herhangi bir bilgi elde etmeden önce sahip olunan
bir yargıdır ve sorgulama ile doğrulanmaya tabiidir. İnanç bilgiye dayanmaz, bu
nedenle her zaman sarsılabilir. Sarsılamayan inanç, inanç değil bilgidir.”
(s.104)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Öz’ün bilgisine sahip olan kişi hayatında iniş çıkışlar
ya da geliş gidişler deneyimlemez. Bilgelik denge getirir.” (s.127)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Zihnin saflaştırılması terimini sıklıkla duyarız. Bu ne
anlama gelir? Zihnin saflaştırılması, zihinde oluşan hoşlandım-hoşlanmadımlar
nedeniyle oluşan tepkilerin ortadan kaldırılması anlamına gelir. Herkes bu
ikilik haline fazlasıyla sahiptir. İnsanlara seçim yetisi verilmiştir; doğa
bizi belli şekillerde eylemlerde bulunmaya programlamamıştır. Özgür irademizi
kullanarak, hoşlandıklarımızı ve hoşlanmadıklarımızı süreç içerisinde seçerek
tercihlerde bulunuruz.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">Kişi olgunlaştıkça, eğitim, kültür ve medeniyet daha ince
ayarda hoşlanma ve hoşlanmamalar yaratır. Bazen insanlarda
hoşlandım-hoşlanmadımlar daha kaba nitelikte iken diğerlerinde daha hassas ve
ince olabilir. Şairler, sanatçılar ve bilim adamları daha yüksek seviye bir
hassasiyete sahiptir çünkü onlar sıradan bir gözlemciden daha fazla gören
gözlere sahiptir. Bu hassasiyet bir sorun oluşturabilir, çünkü kişi
hassaslaştıkça hoşlanma ve hoşlanmamaların gücüne karşı korumasız kalarak,
incinebilir. Böylesi kişilerin kederlenmesi için bir faciaya gerek yoktur; eğer
hassasiyetleri dayanıklılıkları ile desteklenmiyorsa hava durumunda oluşan en
küçük bir değişiklik bile düşünmelerine neden olabilir. Eğer kişi hassas ise
bir şeyler tam olarak kendi istediği gibi olmadığında tepkilerini sönümleyecek
bir yastığa ihtiyaç duyar. Böylesi bir yaklaşım ve anlayış yastığı ile
desteklenmeyen bir zihin güçlü olamaz.” (s.128)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Krişna bilginin elde edilmesinde gerekli yirmi değer
sayar. Analiz edildiğinde her bir değerin bizi tek bir değere götürdüğü görülür:
kendini, kendinde tutacak, sakin ve dengeli bir zihne sahip olmak.” (s.149)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Kibirden muaf, yapmacıksız, zarar vermeyen, uyumlu,
dürüst, öğretmenine hizmette kusur etmeyen, saf ve duru, azimli ve sebatkâr,
nefsi üzerinde kontrol sahibi, duyu nesnelerine karşı kayıtsız ve tutkusuz,
bencillikten uzak, doğum, ölüm, yaşlılık, hastalık ve acının getirdiği
sorunların farkında, mülkiyet hissinden azade, oğluna, eşine, evine vs.
tutunmadan, bağımlı olmadan özen gösterebilen, istediği ve istemediği her şeye
eş zihinsel tutum içerisinde yaklaşabilen, Tanrı’ya adanmış, sessiz yerlere çekilip
sükûnet içerisinde kalabilen, yanına eşlik edecek birisini sürekli aramayan, Öz’ün
bilgisini veren yazıtları düzenli olarak çalışan, Öz’ün hakikatini görebilen
kişi bilgiye erişebilir. Tüm bunlar, bilgiye erişmek için gerekli araçlardır ve
hepsinin karşıtında ise cehalet vardır.” (s.150)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“İnsanlar farklı mizaçtadır. Eğer onları olduğu gibi
kabul ederseniz santi, huzur içerisinde olursunuz. Eğer onların sizin
istediğiniz gibi değişmesini isterseniz hayal kırıklığına uğrarsınız. Herkesin kendi
yaradılışı gereğince sorunları vardır; istediğiniz değişim onlar için mümkün
olmayabilir. Eğer bunu anlayabilirseniz, insanlarla ilgili sorunlarınızın yüzde
doksanı çözülebilir. Kalbinizin rahat ve geniş olması gereklidir, o kişiyi
olduğu gibi kabul edin. Eğer birisinin değişmesine yardım edebiliyorsanız,
yapın; ama eğer yapamıyorsanız, sadece onun iyiliği için dua edin. Dünya ikinize
de yetecek kadar büyüktür, neden kalbinizi sıkıştırıyorsunuz?” (s.152)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Samacittatvan zihnin sükûneti, dinginliğidir. İyi ya da
kötü, başarı ya da yenilgi neyle karşılaşırsanız karşılaşın dengede kalmak yani
kısacası karma yoga yaklaşımını korumaktır. Zihnin bu sükûnetine, dinginliğine
yoga denir.” (s.154)<o:p></o:p></p><br /><p></p>Elif'in Kütüphanesindenhttp://www.blogger.com/profile/14743964696642420466noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-4892178203682310922.post-34830444462744024662021-02-21T05:08:00.003-08:002021-02-21T05:13:30.231-08:00Carl Gustav Jung - Eşzamanlılık<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiWf3o_fAdd9BmUbDMbN-U_pH6TJK1gqHIn-Rg1X5dklJBLzw6XP8cURjGDzWs7SCOSNSj9_ZRQ6fFkHFtX9IerSjAnOal3mkL-i0syCEt33TRHJLOEUyJXA6hrSXNpZw6MdC15MeYRbYM/s306/41URYONp4LL._SR600%252C315_PIWhiteStrip%252CBottomLeft%252C0%252C35_SCLZZZZZZZ_FMpng_BG255%252C255%252C255.png" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="306" data-original-width="193" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiWf3o_fAdd9BmUbDMbN-U_pH6TJK1gqHIn-Rg1X5dklJBLzw6XP8cURjGDzWs7SCOSNSj9_ZRQ6fFkHFtX9IerSjAnOal3mkL-i0syCEt33TRHJLOEUyJXA6hrSXNpZw6MdC15MeYRbYM/s0/41URYONp4LL._SR600%252C315_PIWhiteStrip%252CBottomLeft%252C0%252C35_SCLZZZZZZZ_FMpng_BG255%252C255%252C255.png" /></a></div><p class="MsoNoSpacing">O'nun için 💗</p><p class="MsoNoSpacing">“Önümüzde ucu bucağı olmayan bir alan vardır. Bu alanın
boyutu, nedensellik dünyasının dengeleyici karşıtı gibidir. Burası,
rastlantılar dünyasıdır. Burada bir şans olgusunun, onunla kesişen olgu ile
nedensel bir bağı olmadığı görülür. Bundan ötürü, rastlantının doğasını,
rastlantı ideasının tümünü biraz daha yakından incelemek zorunda kalacağız.
Rastlantının nedensel açıklaması olması gerektiğini söyleyebiliriz. Nedensellik
ilişkisi bulunmadığı için bir olguya şans ya da denk geliş dediğimizi de
söyleyebiliriz. Bizde yasanın kesin geçerli olduğu konusunda köklü bir inanç
vardır. Onun için de bu rastlantı açıklamasını düpedüz doğru sayarız. Ama
nedensellik ilkesi yalnızca göreli olarak geçerliyse, buradan şu sonuç çıkar:
Belirgin şans dizileri, olgularının büyük çoğunluğunda nedensel olarak
açıklansa bile, geriye, hiç nedensel bağlantı sergilemeyen birçok olgu
kalmaktadır. Demek ki, rastlantı olgularını eleyip nedensel olarak
açıklanabilen olgulardan, nedensiz olanları ayırma ödevi ile yüz yüzeyiz.”
(s.14)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Genelde olgular birbirine bir yandan nedensel
zincirlerle; öte yandan bir tür anlamlı
kesişme bağıyla bağlıdır.” (s.20)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Schopenhauer bu eşzamanlılığı coğrafi bir benzetmeyle
betimler. Bu benzetmede enlemler, nedensel zincirler olarak düşünülen boylamları
kesen bağlantıları temsil eder. Buna göre bir insanın yaşamındaki bütün olaylar
temelde farklı türden iki bağlantı içindedir. İlkin nesnel olan, doğal sürecin
nedensel bağlantısı; ikincisi, yalnızca onu yaşayan birey ile ilişkisinde var
olan öznel bağlantı. Dolayısıyla, bu bağlantı, bireyin düşleri kadar özneldir.
Bir bağ bütün farklı zincirlerde ikiye bölünse de, özünde bir tek olgu olan iki
tür bağlantı zamandaş olarak vardır. Böylece bir bireyin yazgısı değişmez
biçimde ötekinin yazgısına uyar. Her biri kendi dramının kahramanıdır. Bu arada
ona yabancı bir dramda da yer alır -bu bizim kavrayış gücümüzü aşan bir şeydir;
ancak önceden düzenlenmiş çok harika bir uyum sayesinde olanaklı olarak
kavranabilir.” (s.20)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Her duygusal durum bir bilinç dönüşümü üretir.” (s.46)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Ruh ya büyük coşkusu yüzünden kendi gövdesel tözleri ile
başka nesneleri uğrunda didindiği şeye dönüştürüyor.” (s. 49)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Bu metin, sinkronistik (büyüsel) olayların, duygu
patlamalarının etkisine bağlandığını açıkça gösterir. Doğallıkla, Albertus
Magnus, bunu, ruhta büyülü bir yeti olduğu varsayımıyla açıklar. Hepimizde
elektriksel, manyetik güçler var, karşılaştığımızın hoşlandığımız ya da
hoşlanmadığımız bir şey olmasına göre kendi kendimize çeken güç ile iten gücü
uygularız.” (s.50)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Nedensellik ilkesi, neden ile sonuç arasındaki bağın
zorunlu olduğunu ileri sürer. Sinkronisite ilkesi, anlamlı bir rastlantının
öğelerinin hem aynı anda olma hem de anlam aracılığı ile bağlandığını ileri
sürer.” (s.96)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Temelde sınırlamalar yaşamın anlamına dayandırılamaz.
Özünde sözcüklerin değişmez anlamları yoktur. Ayrılıklar, şeylere öznel
bakıştan doğar yalnızca.” Chuang Tzu (s.101)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Anlamlı denk gelişlerin saf rastlantı olduğu
düşünülebilir. Ama bu denk gelişler artıp büyüdükçe, daha sağın bir örtüşme
oldukça, onların olasılıkları azalır, düşünülemezlikleri artar. Bir yer gelir
artık onları salt şans sayamaz oluruz. İşte o zaman, nedensel açıklamaları
olmadığı için, bu denk gelişlerin, anlamlı düzenlemeler olduğunu düşünmek
gerekir. Dediğim gibi, bunları açıklanamazlığı nedenin bilinmemesine değil,
nedenin entelektüel terimlerle düşünülememesine bağlıdır.” (s.143)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Eşzamanlılık yerine iki ya da daha fazla olayın anlamlı
denk gelişi kavramını da kullanabilirdik. Burada işin içinde şansın olasılığından
başka bir şey vardır.” (s.144)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Dejavu, düşlerdeki bir ön bilgiye dayanır. Birçok olguda
öyle olduğunu buldum. Ama bu ön bilginin yalnızca uyanık durumda olduğunu
gördük. Böyle durumlarda salt şans olanak dışı olur. Çünkü denk geliş önceden
bilinmektedir. Dolayısıyla, durum, yalnızca psikolojik olarak, öznel olarak
değil, nesnel olarak da rastlantı niteliğini yitirir. Çünkü kesişen
ayrıntıların birikimi, belirleyici bir etken olarak rastlantının olasılık
dışılığını arttırır, hem de ölçüye gelmeyecek biçimde arttırır.” (s.147)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Anlamlı denk gelişler söz konusudur. Genelde bunlar
önceden bilme ile -başka deyişle önsezi ile açıklanır. İnsanlar geleceği
görmeden, telepatiden de söz ederler. Gelgelelim, bu yetilerin ne olduğunu;
uzamda, zamanda uzak olayların bizim algımıza ulaştırılması için hangi aktarım
araçlarını kullandıklarını açıklayamazlar. Bütün bu düşünceler olsa olsa
adlardır; bir ilkenin açıklamaları olarak kabul edilebilecek bilimsel kavramlar
değildir. Çünkü şimdiye dek hiç kimse anlamlı bir rastlantıyı oluşturan öğeler
arasında nedensel bir köprü kuramadı.” (s.148)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNoSpacing">“Uzamsal deneyin sonucu, oldukça kesin bir biçimde,
ruhun, uzam etkenini bir ölçüde ortadan kaldırabildiğini kanıtlar. Zaman
deneyleri, zaman öğesinin ruhsal bakımdan göreli olabildiğini kanıtlar.”
(s.149)<o:p></o:p></p><p></p>Elif'in Kütüphanesindenhttp://www.blogger.com/profile/14743964696642420466noreply@blogger.com