21 Kas 2020

Jeff Burger - Bir Leonard Cohen Kitabı

“Melankolinin rolünü büyütürsek hayatta çok şeyi kaçırırız.” (s.17)

“Aslında beni sinirlendiren çok şey var. Ama kendimizi düşmanlıkla yok etmemeli, bir paranoyak haline gelmemeli, eğer bir şeye karşı savaşacaksak bunu sağlıklı ve akıllı bir şekilde yapmalıyız. Deli bir şair olmak istemiyorum, etrafımda olup bitenlerle yüzleşebilecek, sağlıklı bir adam olmak istiyorum.” (s.17)

“AC: Hiçbir şeye bağlı olmamak, sizin açınızdan da toplumdan uzaklaşmak anlamına mı geliyor?  Bu oldukça kötü bir ifade, ancak sizden bahsederken söyleyebileceğim tek şey bu.
 LC: Eğer becerebilirseniz güzel numara, ancak bunu başarabilen kimseyi tanımıyorum. Hepimiz bu yıldızın kabuğunda bulunuyoruz. İki astronot dışında buradan uzaklaşan kimseyi bilmiyorum, zaten astronotlar da her zaman geri gelir ve yanlarında füme etli sandviçlerini getirirler. Kimse buradan gerçekten ayrılmak istemez.” (s.23)

“Her şey ya devam eder ya da durur. Mutlu olduğunuzdaysa bunu bilirsiniz. Mutluluğun mekaniği üzerine psikiyatri, haplar, pozitif bilimler vasıtasıyla çok konuşuldu, ama gerek yoktu, bence mutluluğun mekanizması ortada. Tek yapmanız gereken, bir anlığına sessiz kalıp bulunduğunuz yeri farketmeniz.” (s.24)

“Ortada güzel bir denge var. Kendi yörüngenizin merkezindesiniz veya kendi gösterinizde.” (s.24)

“LC: Görkemli Kaybedenler kurtarıcı bir romandır; ruhu kurtarmak için bir egzersiz.
  SD: Ben ayrıca kıyamete dair olduğunu düşünmüştüm.
  LC: Evet, doğru.
  SD: Ancak nasıl hem kıyametle hem de kurtarıcı olabiliyor? Bunu anlamıyorum.
  LC: Ortada yok oluş varsa yenilenme de vardır. Bu kitapta, günümüzde hâlâ var olan tüm tanrılarla güreşmeye çalıştım: azizlik, saflık, pop, McLuhanizm, kötülük, mantıksızlık fikri gibi kendimiz için yarattığımız tüm tanrılarla.” (s.27)

“Her zaman hiç fikrim olmadığı için güçlü olduğumu söylemişimdir. Kendimi boş hissediyorum. Kendimi hiçbir zaman düşüncelerle, özellikle de kendi düşüncelerimle büyülemedim; beni heyecanlandırmayan bir süreçtir bu.” (s.27)

“Size dürüstçe söyleyebilirim ki, zihnimi kontrol edebilme çabasıyla ilgili yoga ve Yahudilik öğretileri gibi birçok disiplini denedim ve sonunda zihnim üzerinde hiçbir kontrolüm olmadığını öğrendim. İbadet edeceği tanrıları kişi seçmez, kişiyi seçen tanrılardır. Ve bu da ancak yaratılışta bir arada olduğumuz tanrılara en yakın olduğumuz anda olur. Ancak bu yanlarımın ulaşılmaz yanlar olduğunu hissediyorum. Başka hiçbir şey yapmayacağımı hissettiğim zamanlar var. Bir eser yaratmak çok sancılı bir süreç ve tüm yaptığım bunun üstesinden gelmeye çalışmak bu sancılı süreçten ötürü bütünü görme fırsatına sahip değilim.” (s.28)

“SD: Sartre korkakların -ki hepimiz korkağız- korku nedeniyle hissedilen bulantı deneyimini reddedenler olduklarını söyler. Ya risk alırsınız ya da almazsınız. D. H. Lawrence de bundan bahseder.
  LC: Sartre hiçbir zaman aklını kaçırmamıştır. Varlık olarak insanın mükemmel bir Talmudik açısını temsil eder. Sartre, Bertrand Russell gibi kafayı sıyırmamıştır. Kafayı sıyıran ve hayata dönen, saf delilikle tanışmış herkes, sarhoşluğu, halüsinasyonu, gezegenlerin ve kürelerin müziğini, sonsuz güç, hayat ve tanrı fikrini bilir; bunlar da kafanızı uçurmaya yeter de artar. Sartre hiçbir zaman kafasını uçurmamıştır. İnsanların günümüzde ilgilendiği, kafalarını nasıl uçuracaklarıdır ve bu nedenle benim gibi şizofrenlerin yazıları önemli olacaktır.” (s.29)

“Görkemli Kaybedenler’i İdra’da, kendimi bir kaybeden olarak gördüğüm zamanlarda yazdım. Yok olmuştum, hayatımı sevmiyordum. Ya sayfaları karanlıkla dolduracaktım ya da kendimi öldürecektim. Kitap bittikten sonra, on gün boyunca oruç tuttum ve kafayı sıyırdım. En vahşi yolculuğumdu. Bir hafta boyunca halüsinasyon gördüm. Beni İdra’da bir hastaneye yatırdılar. Bir öğleden sonra, gökyüzü leyleklerle simsiyah oldu. Leylekler, kiliselerin üzerine konmuşlar ve ertesi sabah doğru gitmişlerdi... Ve ben kendimi daha iyi hissediyordum. Daha sonra Nashville’e gitmeye ve şarkı sözü yazarı olmaya karar verdim.” (s.30)

“Sesim monoton ve biraz mızmız; dolayısıyla şarkılarım da kederli tonda. Ancak şarkılarımı neşeli bir şekilde söyleyebilirsiniz. Şarkılarımı seslendirdiğimde size melankolik gelmesinin sebebi tamamen biyolojik bir kaza.” (s.38)

“Freddy ve ben, Leonard’ı tanımaya ve onunla yakınlaşmaya başladık. Bu ikimize de doğal geliyordu. Bize dönüp söylediklerini asla unutmayacağım: Bakın, sizi seviyorum gençler, ama burada oturmuş konuşuyor olduğumuz için yakın arkadaş olduğumuz fikrine kapılmayın. Eski japonlar, bir araya geldiklerinde birbirlerinin önünde yarım saat eğilir, selamlama sözleri söyler ve yavaş yavaş yakınlaşırlarmış. Çünkü bir başkasının bilincine girerken dikkatlice davranmaları gerektiğini biliyorlarmış.” (s.41)

“Leonard her sabah saat 04:00’te kalkıyor; günü meditasyon yaparak ve çalışarak geçiriyordu. Bu deneyimin ona güç kattığını, bu gücün agresif ve fiziksel bir güç değil, doğrudan özüyle bağlantısından gelen bir güç olduğunu söyledi.” (s.42)

“Az param varken çok daha iyi yaşardım. Yaşantım daha lükstü ve tahmin edeceğin gibi bu durum biraz kafa karıştırıcı. Gelirim arttıkça yaşam standardım düştü. İnan bana paranın doğası bu. Para, bazı insanların yaşam standardını düşürür. Param yokken ben bir Yunan adasında, güzel ve büyük bir evde yaşıyordum. Her gün yüzüyor, yazıyor, çalışıyor, dünyanın farklı yerlerinden gelen insanlarla tanışıyor ve geziyordum. Yılda bin dolar harcıyordum. Simdi bunun çok daha fazlasını harcıyorum, ama kendimi otel odalarında, kötü bir havayı solurken ve hareket edemez halde buluyorum.” (s.43)

“Göründüğü kadar sağlıklı hissedip hissetmediğini merak ettim. Sorumu cevapladı: Sadece dönüyorum dostum. Sadece dönüyorum. Bazen yapmayı bilmediğim şeylerin ortasında... Sanki bu tur, günlük hayatımı düzene sokmaya çalışıyor. Ancak çoğu zaman darbelerin altında sendeliyorum. Bu darbelere kendim sebep oluyorum hiç şüphesiz. Herkesin kendi durumundan sorumlu olduğuna inanıyorum. Ancak burada kalmaya niyetim yok, buradan çıkmak için birçok program denedim; bunlar sonlandırdığım programlar, çünkü işe yaramıyorlar. Kendimi küçümsemekle ilgisi yok bunun. Olabildiğince doğru olmakla ilgisi var.” (s.44)

“Leonard’ın ihtiyaçlarının neler olduğuna dair ne düşündüğünü merak ettim ve bana şöyle yanıt verdi: Ölenin ardından yapılan İbranice ayindeki bir cümleyi çok severim: İhtiyaçlarımız o kadar çok ki, istemeye cesaret edemiyoruz. Peki neden istememeye cesaret ediyoruz? Hepimiz, rahatsızlığımıza dair tanımlamalarla meşgulüz ve bunun bir sonu yok. Sonu yok. Sizi ayağa da kaldırmıyor. Yanlış burada, tek yanlış bu. Sizi gitmek istediğiniz yere götürmüyor. Nokta.” (s.45)

“Kendim hakkında konuşmayı sevmeme nedenlerimden biri de budur, çünkü gerçekten ne düşündüğünü unutuyorsun. Duygularını tanımlarken hata yapmaya başlıyorsun.” (s.45)

“The Energy of Slaves adında bir kitap yazdım. Bu kitapta çektiğim acıları anlatıyorum. Bunu o kelimelerle söylemiyorum, çünkü o kelimeleri sevmiyorum. Kelimeler gerçek durumu temsil etmiyorlar. Şu anda bulunduğum durumu anlatabilmek için seksen şiir yazmam gerekti. Bu, beni kayıt tutma sorumluluğundan kurtardı.” (s.46)

“Leonard’ın kendisini oluşturan özü aradığını fark ediyorum. Bunu bir bilimkurgu öğesi olarak söylemiyorum. Demek istediğim; Leonard Cohen’de Leonard’ın sevmediği, hatta nefret ettiği kısımların olması. Bir keresinde ona kendisini sevip sevmediğini sormuştum. Bir an düşünmüş ve şöyle yanıt vermişti: Gerçek kendimi seviyorum.” (s.48)

“İçteki çatışmaları susturmak, ruhu özgür bırakır.” (s.48)

“PH: Ama hırsınız var, öyle değil mi?
  LC: Sahip olduğum tek hırs, canlı kalmak ve ruhumun ölmesine izin vermemek üzerine.” (s.57)

“Ona hayattan keyif alıp almadığını soruyorum. Gülerek, bilmiyorum diyor. Hayata böyle bakmıyorum. Etrafta keyif aramıyorum. Melankoli de aramıyorum. Bir planım yok. Arkeolojik bir kazı değilim.” (s.62)

“Konser bitiminde hoşça kalın demedi. Seyirciye söylediği son sözler şunlardı: Yıl boyunca bir odada yazdığım şarkıların sözlerini hatırladığınız ve bana eşlik ettiğiniz için teşekkür ederim.”  (s.74)

“Erdemlerden konuşamayız, sadece insanların bağ kurabileceği bazı ilişkileri yaratmak hakkında konuşabiliriz.” (s.77)

“İnsanlık, bir gündelik kahramanlar toplamıdır, en azından benim hissettiğim bu. Milyonlarca yüz ve kişilik var ve hepsi birlikte bir insanı oluşturuyor. Sonra her bir grup içerisinde, bazılarını lider, diğerlerini destekçi, bazılarını ünlü ve diğerlerini tanınmayan kişiler haline getiren bir değerler sistemi ortaya çıkıyor. Hepsi birer kahraman, ama kaderleri farklı.” (s.77)

“Günümüzde evlilik ruhun en sıcak sığınağı ama yalnızlıktan daha zor, kendileri üzerinde çalışmak isteyen insanlar için daha zorlayıcı. Çoğu zaman bir mazeretin olmadığı dayanılmaz bir durum.” (s.80)

“Hiçbir zaman yaptığım işe belli bir şekilde yaklaşmamı zorunlu kılan bir estetik anlayışım olmadı. Bu benim tarzım, çünkü bildiğim tek konuşma şekli. Samimiyet, planladığım ya da daha genel olarak çekingen veya objektif bir yaklaşımdan daha iyi olduğunu düşündüğüm bir şey değil. Her zaman objektif, net ve gerçekçi olduğumu düşündüm. Samimi olmak göreceli bir konu. İç dünyam yeterince samimi değil, içsel gerçeklikten hâlâ çok uzağım. Bunun da üzerinde çalışıyorum.” (s.84)

“Ufak bir köşem var benim. Şair, yazar veya söz yazarı olarak tanımlanmaktansa o köşenin sakini olarak tanımlanmak isterim.” (s.90)

“Sorunları konusunda biraz da olsa aydınlanma yaşamak için beni dinlemeye gelen insanlar var. Sanırım onların yaşadığı şeyi yazdığımı hissediyorlar. Ancak genelde onlara fazla yardım edemiyorum; kendi krizinin ortasında olan bir kişiye söyleyebileceğiniz fazla bir şey yoktur.” (s.94)

“Acı çekmekten kurtulmanın tek yolunun o bakış açısını bir şekilde eritmek ya da o düşünceye saldırmak olduğunu düşünüyorum.” (s.119)

“Ben’in heveslerinin yolundan çekildiği, dünyadan bir şeyin köklendiği veya şekillendiği ve ondan sonra geri verildiği zamanlar da olur. Süreci yenen ben ve kibirdir. Bir şair kendini önemli hissedemez, eğer hissederse hiçbir şey kazanamaz.” (s.120)

“Evet, dünyanın sözle yaratılması beni her zaman etkilemiştir. Benim dünyam bu şekilde yaratıldı. Sadece bir şeyin isimlenince gerçek olması... Birçok kişi bu fikri tartışır, çünkü bu, doğrudan algıyı kısıtlar. Her şey konuşmalardan ve fikirden geçer. Birçok kişi, nesnelerin ve doğanın sözlerle tanımlanmadan önce de bir gerçekliğe sahip olduğuna inanır. Biliyorum, bu çok eski kafalı bir fikir ve günümüzde popüler değil, ama sonsuzluk bilgisini içermesi için tasarlanmış bir konuşmanın beni her zaman büyülediğini söylemeliyim.” (s.141)

“Melekler hakkında çok şey okudum. Melek sözünü bir sevgi ifadesi olarak çok seviyorum: Sevgilim, sen bir meleksin. Birisinin size ışığı getirebilmesi ve sizin onu hissetmeniz, iyileşmiş ya da düzelmiş olduğunuzu gösterir. Ve bu, geçici bir hediyedir. Başkaları için hepimiz buyuz. Bazen öyleyiz, bazen değiliz.” (s.141)

“Zaman zaman olaylar küçük iradenin yok olacağı şekilde, kendi kendine düzenlenir ve bir başka gerçek tepkiyle iletişime geçinceye kadar bir tür sessizliğin içine atılırız. Bu durumu doğrulayabildiğimiz zaman dua ederiz. Çok nadir olur; bu nedenle bir tarafa daha yakın, çünkü dini bir hayat sürme veye azizler gibi yaşamaya dair bir iddiam yok. Bu, benim doğamda olan bir şey değil. Ben sokaklarda başka iradelerle uğraşıyorum. Ancak zaman zaman kendi küçük irademi  bulamadığım, hiçbir faaliyetin olmadığı noktaya geri savruluyorum ve daha sonra başka bir enerji kaynağı bulmak için tekrar çağırılıyorum.” (s.142)

“Pratik düşünceden başka düşünce şekli yok. Ruhsal olanı pratikten ayırmayı hiçbir zaman başaramadım. Ruh ya da ruhsallık adını verdiğimiz şey, aslında pratiğin en yoğun şeklidir. Bu kaynakları kendi içinizde bulmanız gerekiyor, aksi taktirde yaşanacak bir hayat ve hareket olmaz. Birçok kişinin bu kaynağı bulmak yolunda farklı yöntemleri var. Bazıları din veya dini uygulama adını verdiğimiz geleneksel yolları kullanır. Bu yolları kullanmaya ihtiyacı olmayan birçok kişi var, ancak bu, onların hayatlarının daha az ruhani olduğu anlamına gelmez. Tam tersine, hayatlarının daha ruhsal olduğu anlamına gelir. Onlar yaşayan ruhlardır. Ve mesafeler yoktur.” (s.145)

“Kalp, herkesin göğsünde olan karışık bir şiş kebaptır ve kimse onu evcilleştirip kontrol altına alamaz. İçerilerde bi yerde şefkatli, duygusal hayatlar yaşıyoruz ve bu, bizim için gerçekten de önemli.” (s.148)

“Yazmanın doğası, sıfır noktasına geri döndürülmektir. Sabah boş bir sayfaya bakarsınız, peki sonra? İnsanlarla ilişkilerimizi korumada da sıfır noktasını hiçbir zaman unutmayız, çünkü insan ilişkileri kırılgandır ve üzerinde bulundukları geçmiş bir anda yok olabilir. Bir arkadaşınızla birkaç kötü anınız olur ve tüm geçmişiniz uçup gider. Bu yüzden ilişkilerimizde dikkatli olmalı ve sürekli değerlendirmede bulunmalıyız. Her şeyin kolayca yıkıldığını ben bizzat tecrübe ettim. Aynı erdem gibi. Erdem üzerinde çalışabilirsiniz ve bu, bir tepenin üst noktasına ağır bir kaya atmaya benzer. Kayayı bir anda aşağı yuvarlayabilirsiniz, ama onu yeniden yukarı çıkarabilmek için çok çaba harcamanız gerekir.” (s.149)

“Her şeyin başka bir şeye dönüştüğünü hissediyorum. Sakinlik, kendimi sıklıkla içerisinde bulduğum bir hal değil. Geldiğindeyse bitene kadar içinde debelenirim. Muhteşem bir şey. Daha fazla olması gerekli. Ona ihtiyacınızın olup olmaması önemli değil. O gelir.” (s.159)

“Tüm acıların kaynağı, siz ve diğer her şey arasındaki ayrımdır. Bu ayrım hep kurgusaldır, ancak bu kurgu da her zaman çok güçlüdür. Bazen önünde diz çökersiniz. Kurgu olmasına rağmen tüm kurgular gibi o da çözülmelidir. Birçok mesafe çeşidi var. Bakış açısı için gereken bir mesafe vardır, ama aynı zamanda kendinizi, etrafınızdaki her şeyden tamamen ayrı hissettiğiniz kötü bir mesafe çeşidi de bulunur.” (s.159)

“JW: Aşk bir çeşit aldanma mı? Julian Barnes, diğer insanların durumumuzu heyecan verici ve göz yaşartıcı bulmasını aldanma olarak görür. Çok anlamlı.
  LC: Her şeyi bir aldanma olarak görüyorum. Aşk, gerçekliktir.” (s.159)

“Her birimiz gizemli bir tabiatla  çevrelendik, aşılandık ve onu anlamaya çalışıyoruz.” (s.161)

“Ben her zaman savunmasızlığın kıyısındayım, her ne kadar sevdiğim bir yer olmasa da. Diğer kıyıyı tercih ederim; her şeyin kontrolünüz altında olduğunu hissettiğiniz kıyıyı.” (s.165)

“Bence iki kürekle de kürek çekmeliyiz: Akıl ve duygularla.” (s.165)

“Hafıza, bir filmin müziği gibi. Sürekli çalmasını istemezsiniz, ama bazen eylemlerle etkileşime geçebileceği ve güçlü etkiler yaratabileceği durumlar vardır. Film müziğimizi yaşadıklarımıza düzgün bir şekilde uydurabilmemiz önemlidir.” (s.167)

“KM: Yaratıcılık, acıyı yatıştırmak üzere gelen bir dürtüyle mi ortaya çıkıyor?
  LC: Bu yıldızın kabuğunda yaşadığımız, fiziksel ve zihinsel ıstıraplardır. Bir keresinde bir öğretmen bana, yaşlandıkça yalnızlaşırsın ve ihtiyacın olan sevgi de o kadar derin olur, demişti. Yalnızlık, derin sevgi için bir iştah yaratır ve tüm acıları derinleştirir. Acı çekmenin bir sonucu olarak da sevme kapasiteniz artar.” (s.169)

“KM: Önemli bir başarı sizin için ne anlam ifade ediyor?
  LC: Tek bir başarı vardır: O da yazgınızı kabullenmektir.” (s.169)

“KM: Kendinizi en son ne zaman şaşırttınız?
  LC: Ruh halim önemli oranda değişti ve bu değişim için minnettarım. Mutlu olduğumu söyleyebildiğime şaşırıyorum.
  KM: Bunu nasıl başardınız?
  LC: Bakış açımı değiştirerek.” (s.171)

“Masum sevgi, henüz yenilgiye uğratılmamış sevgidir.” (s.184)

“EBH: Kaç kere âşık oldun? Hiç evlenmedin, ama iki çocuğun var.
  LC: Hep aşkla başladım ama insanlar beni vazgeçirdiler.
  EBH: Öyle söylemeye gerek var mıydı?
  LC: Ama başarısızdılar.
  EBH: Ama hiç evlenmedin.
  LC: Hayır. Hiçbir zaman âşık olmadım, dolayısıyla aşkı anlamadım. Eğer bana söylemeye çalıştıkları şeyi anlasaydım âşık olurdum, ama hepsi bunun yeterli olmadığını söyledi: Sonunda düşmem gerekti.
  EBH: Yani hiç olmadı mı?
  LC: Sonunda oldu... Âşık olmakla, hayatın yaşanılamayacak hale gelmesi, bir andan diğerine geçişin zorluğu, objenin onayı ve aşkı olmadan yaşama fikrine sahip olamayacağın kastediliyorsa, eğer âşık olmak buysa, bunun ne olduğunu biliyorum.
  EBH: Aşktan uzak kalmaya devam mı edeceksin?
  LC: O fena his gitti. Bir sürü antidepresan aldım, bir manastırda birkaç ay geçirdim ve sonunda gitti. 50 yaşına kadar hiç âşık olmamıştım.” (s.192)

“KM: Aşkın en büyük klişelerinden biri olan “Değerini anlamak için onu kaybetmeniz gerekir” fikrine inanıyor musunuz?
  LC: Bu, kesinlikle senaryolardan biri. Sürekli bunlarla uğraşırız. Aşkınızı kaybedersiniz, sonra kaybettiğiniz şeyin aslında istediğiniz şey olduğunu fark edersiniz, sonra kendinizi buna bağımlıymış gibi hissedersiniz, ki bu da onu geri alamamanıza neden olan şeydir. Ancak, kendimizi tamir edebilmemiz için bu mağlubiyet senaryolarıyla yaşamamamız gerekiyor. Sanırım deneyerek öğreniyoruz ve acı yeterince şiddetliyse oraya dönmekten kaçınıyoruz.” (s.199)

“KM: “Hayatta tek bir başarı vardır, bu da talihinizi kabullenmektir” demiştiniz. Bunu biraz açabilir misiniz?
  LC: Bu açıklamaları sevmiyorum, bana meseleyi aşırı basitleştirmek gibi geliyor. Tüm kutsal kitaplar kaderinizle mutlu olmanız gerektiğini söyler, ancak bunu başarmak gizemli ve zor bir görevdir. Acı çekmenin gizemini çözemem. Burada bahsettiğimiz çok özel bir acı çeşidi. Doğal afetlerin ya da savaşın getirdiği acılara benzemez. Bu şekilde acı çekiyor olduğumuz için çok şanslıyız bence, çünkü işkence görmüyoruz. Yine de kendimde ve arkadaşlarımda gözlemlediğim acı şekli, bir şaka değil. Kendilerini bu acıya sürükleyen dengesizlikleri ortadan kaldırmak amacıyla cesurca çabalayan kişiler gördüm. Şu anda bu konu hakkında, sıradan veya yüzeysel bir şekilde konuşmak istemiyorum.” (s.200)

“Ben Johnson’ın bir sözünü hatırlıyorum: “Tüm felsefi ve teolojik düşünceleri inceledim, ama neşelilik hali hep üstün geliyor.” Yaşlandıkça kaygıyı yaratan beyin hücrelerinin ölmeye başladığını okumuştum. Yani yaş geçtikçe her pazar kiliseye gitmeniz ve yoga yapmanız gerekmiyor, kendinizi zaten iyi hissetmeye başlıyorsunuz.” (s.207)

“Cohen’in evi sade ve temizdi, etrafta dağınıklık yoktu. Evi, amacına odaklanmış, kendini adamış bir zihnin yansımasıydı, diye anlatıyor Zollo. Cohen bana evin kendisine iyi şarkılar yazma olanağı sağlayacak şekilde düzenlendiğini anlattı. Her insan kadar bilge ama çoğu insandan daha komikti.” (s.214)

“LC: Hâlâ çalabileceğin zilleri çal, kusursuzluktan vazgeç. Her şeyde bir çatlak var, ışık böyle içeri girer.
  BG: Işık nedir?
  LC: Işık, her gün şafakla ortaya çıkan bir deneyim ve acılarımızla barışma kapasitemizdir. Hayatı yaşamanıza, ortak alanımız olan felaketler, acılar ve keşifleri sahiplenmemize olanak sağlayan anlayış, değer ve anlamın ötesindedir. Bu, ancak her şeyde bir çatlak olduğunun farkına varılmasıyla anlaşılır. Diğer bakış açıları telafi edilemez bir kasvete mahkûmdurlar.” (s.238)

“Çocuk sahibi olma fikrini sevmedim. Öncelikle, çocuklar sizi merkez sahneden kenara çeken tek varlıklardır. Sahnedeki bir şarkıcı olarak konuşmuyorum, hayatımızdan bahsediyorum. Kendinizi oyunun yıldızı olarak görmeyi bırakmanıza, kendinizi düşünmeyi bırakmanıza sebep olan tek şey onlardır. Çocukların temsil ettiği öncelik ve talepler kaçınılmazdır. Bu nedenle sevmedim. Hem de hiç sevmedim. Tabi ki çocukları, oyun oynamayı seviyorsunuz ama ben bunu sürdürme kısmına takıldım. Ancak onlar olduğu için mutluyum, çünkü en iyi arkadaşlarım onlar.” (s.255)

“İncil’e ilişkin bir tutkum yok ve yaşadığım hayat, kişiliğimin kontrolünün, niyetlerimin yönünün çok ötesinde. Yaşlandıkça kontrol ettiğinize inandığınız güçlerden daha büyük güçlere sahip olduğunuzu anlıyorsunuz. Canlandırdığınız rol her ne ise güçleniyor, kendi başına, kendi enerjisiyle çalışıyor. Dolayısıyla peygamberliğe de, peygamber olmayan birine de özenmiyorum. Enerji kendi alanımda neredeyse oraya gidiyorum.” (s.256)

“Hiç kimse, kültürümüzün merkezi mitinin cennet bahçesinden kovulmamız olduğuna inanmak istemiyor, ama bu dünya, bir düşüş alanı. Doğumdan ölüme düşeriz, hayalden başarısızlığa, sağlıktan hastalığa. Durum budur. Cennette değiliz. Kimse bunu kabul etmek istemiyor. Muhteşem bir black blues şarkısında şöyle der: Herkes gülmek ister, kimse ağlamak istemez. Herkes cennete gitmek ister, kimse ölmek istemez.

Ancak her şeyde bir çatlak var, çünkü çatlağın, başarısızlığın, ölümün dünyası bu. Başarısızlığı ve ölümü kabul etmediğimiz sürece mutsuz olacağız. Ölümü ne kadar kabul edersek o kadar mutlu oluruz. Başarısızlığı ne kadar kabul edersek o kadar başarılı oluruz.” (s.260)

“Rehberiniz, ruhani arkadaşınız, bazen anne, bazen abi, bazen çocuktur. Ruhani rehber, belli bir kişiliğe sahip değildir. Aslında, ruhani rehberin özü, size değişken bir benlik sunmaktır. İyi bir ruhani rehber hiçbir zaman hayatınızda kati bir yer tutmaz; başka ilişki olanaklarını da sunar.” (s.262)

“Mucize, onu beklediğiniz ve olup olmayacağının belli olmadığı gerçeğine yakalandığınız yerde, mucizenin diğer tarafına hareket etmektir. Mucizeyi beklediğiniz, bunun böyle olmayacağı, her şeyde bir çatlak olduğu, istediğimizi elde edemeyeceğimizi, beklememiz gerektiği fakat beklemekten özgür olduğunuz, beklemenin diğer tarafına geçmeniz gerektiği düşüncesini bir kez benimsediğinizde... o çılgınlığa ulaşmış olursunuz.” (s.283)

“Babam öldüğünde kütüphanesi bana kaldı. Babam bana The Romance of the King’s Army adında bir kitap verdi. Kitabın başındaki alıntı beni çarpmıştı: “Oğlum, dünyanın yönettiği bilgeliğin ne kadar az olduğunu görsen çok şaşırırsın.” Kendi dini bakışım, bu dünyanın, Tanrı olmadan yönetilen bu dünyanın, bir delilikler dünyası olduğuydu. Böyle bir kitabı sekiz yaşındaki bir çocuğa vermek, ona miras bırakılabilecek en güçlü mesaj. Babam bundan kısa süre sonra öldü. Ancak bu kitapla birlikte babam bana tüm dünyevi konumu hafife almış gibi göründü. Dünyada bilgeliğin olmadığı, dönecek yerinizin olmaması...” (s.301)

“Sağ kalmanın tek lokomotifi sevgidir. Hayatta kalmak için ne gerektiğini biliyorum. İnsanların hayatta kalmaları için neye ihtiyaçları olduğunu biliyorum. Yaşlandıkça bu pozisyonları almak konusunda kendimi daha az ılımlı hissediyorum. Çünkü İncil’i yazanların bizler olduğunu fark ettim. En iyi halimizde, İncil’e ait bir yerimiz var ve kendimizi, özürsüzce konumlandırmamız gereken yer de burası.” (s.301)

“Kendinden emin bir insan özel değildir. Büyük bir din, diğer dinleri olumlar. Büyük bir ulus, diğer ulusları olumlar. Büyük bir insan, diğer insanları olumlar, diğerlerinin varlıklarını geçerli kılar. Hissettiklerim bunlar.” (s.302)

“SLD: Peki ama neden manastıra gitmek istediniz? Sizin çektiğiniz acıları halihazırda birçok kişi yaşıyor.
  LC: Uzun süre önce bu manastırla karşılaştığım ve bu yaşamın tadına bakabildiğim için kendimi çok şanslı sayıyorum. Burada başka hiçbir yerde yaşamadığım bir deneyim yaşadım. Tertemizdi. Hiçbir dogmatik bilgi yoktu. Kimse bir şey söylemiyor, yönlendirmiyordu. Bunu kendi başınıza çözmeniz gerekiyordu. Bir rehber vardı sadece; rehber, daha önemlisi çok insani biri, bu soruları bilincin temel seviyesinde deneyimleyip çözümleyen yaşlı bir adam.
  SLD: Ama hiçbir zaman terapiye inanmadınız.
  LC: Hiçbir zaman inanmadım demiyorum. İçine girmek istemedim sadece... Mantığında bazı hatalar varmış gibi geldi. Şimdi terapistler: İnkar evresinde, bize geleceği zamanı geciktirmeye çalışıyor, diyeceklerdir.” (s.322)

“SLD: Aşkı hayatınızda ne şekilde deneyimlediniz?
  LC: Ah, muhteşem aşk... Muhteşem aşklara sahip oldum ama karşılığında muhteşem aşklar veremedim. Beni çok çok derinden seven insanlar oldu ve ben onların sevgilerine karşılık veremedim.
  SLD: Neden?
  LC: Çünkü masanın öbür ucuna uzanmamı engelleyen kurgusal bir ayrılığa takılmıştım. Yatağın öbür ucuna ulaşamıyordum. Bana sunulan şeye uzanıp dokunamıyordum. Sevgi, her yerde ve herkes tarafından sunuluyordu. Her zaman, her an sunuluyordu ama kurgusal bir bariyer, kurgusal bir hastalık yaratıp en çok istediğim şeyden kurgusal şekilde ayrılıyordum. Bu da, evde bir başımıza kalmak anlamına geliyor.” (s.323)

“SLD: Sizin için aşk nedir?
 LC: Aşk, erkek ve kadının gücünü kalbinizle birleştiren, erkek ve kadını somutlaştıran, cennet ve cehennemi somutlaştıran bir düşünce. Erkek ve kadının, özünüz olduğu zamandır. Diğer bir deyişle, kadınınız sizin özünüz olunca ve siz de onun özü olunca, bu aşktır. Anladığım kadarıyla aşk ve aşkın mekaniği budur.
  LC: Kadın sizi dolduran şey oluyor, siz de onu dolduran şey oluyorsunuz. Bu değişimin tam eşitliğini fark ediyorsunuz, çünkü eğer o sizden küçükse sizi dolduramaz ve siz ondan büyükseniz siz de onu dolduramazsınız. Dolayısıyla aşk, tam bir güç eşitliği yanında farklı güç çeşitleri, farklı büyü şekilleri, farklı hareket şekilleri olduğu anlayışıdır. Gece ve gündüz, güneş ve ay, deniz ve kara, artı ve eksi, cennet ve cehennemdir. Tüm bu zıtlıklardır. Ancak hepsi temelde eşittir. Yani bir kadın özünüz olmazsa içinizdeki her alanı dolduramaz. Kadının sizinle aynı evrensel alanı kapladığını ve sizin de onunla aynı evrensel alanı kapladığınızı anlamanız gerekir. Ancak o zaman bir değiş tokuş ve aşk olur.” (s.323)
  SLD: Bu ne anlama geliyor, kadının sizin özünüz olması?

“Önemli olan tek şeyin sevgiyi ifade edebilmek, saygı duymak, sevginizin öznesinin önünde diz çökebilmek ve onun da sizin önünüzde diz çökebilmesi olduğunu biliyorum. Bunu artık biliyorum. O zamanlar bilmiyordum.” (s.324)

“Söylemesi zor. Bir şeylerin, özellikle de mahvolmuş ilişkilerin değişip değişmeyeceğini bilmiyorum. Onları düzeltmek çok zor, ama evet bir şeyler değişiyor. Ama neyin değiştiğini ifade edemiyorum.” (s.325)

“Baldy Dağı’nda başıma gelen muhteşem şeylerden birinin, dini yatkınlığım olmadığını keşfetmem olduğunu söyleyebilirim. Yani dindar bir adam olmak için gereken yetenek bende yok.” (s.339)

“Roshi’nin sevdiği; olduğunuzu sandığınız kişi değil, gerçekten olduğunuz kişidir. O, bunu sever ve bu sevgi aracılığıyla yerini belirlemenize izin verir. En özverili sevgi şekli bu: Birinin sizi gerçekten olduğunuz halinizle sevmesi.” (s.340)

“SLD: Artık daha iyi bir sevgili misiniz?
  LC: Gidip gelen bir sevgiliyim. Artık din arayışında olmadığımı fark ettiğimde beni saran rahatlamadan dolayı çok müteşekkirim. Aradığım şeyi bulduğumdan değil; sadece arayışın kendisi çözüldü ve bununla birlikte bir rahatlama hissi geldi. Bu, hayal kırıklığına uğramıyor veya sinirlenmiyorum anlamına gelmiyor ama arka plan bir şekilde rahat artık. Bu durumdayken diğer insanları hissedebiliyorsunuz. Bu, derin bir ilişkinin başlangıcı olmalı: Başka birisinin açmazını hissetmek.” (s.341)

“Hayat, sizi ya hayata küstürecek ya da şanslıysanız kalbinizi açmanızı sağlayacak bir yenilgi deneyimi.” (s.341)

“Bir Zen sözü vardır: Bahçede açan nilüfer çiçeği ilk ateşte yok olur. Ateşte açan nilüfer çiçeği ise sonsuza dek var olur.” (s.342)

“SLD: Çektiğinizi sandığınız hastalık neydi?
  LC: Sanırım herkesin muzdarip olduğu bir hastalık: İstediğinizi elde edememek ve eğer elde ederseniz istediğiniz şeyin o olmadığını anlamak. Arzuladığınız şeyler sürekli sizden kaçar. Eğer bu bilgiyi benimseyebilirseniz kendinizi stres ve acıdan kurtarırsınız. Bu istekleri hepimizi besliyoruz: Başka bir hayat daha iyi olurdu, başka bir yol daha iyi olurdu, başka bir sevgili, başka bir iş daha iyi olurdu...” (s.343)

“Daha fazla olanağınız olduğunda derdiniz de artıyor mu bilmiyorum. Kimin daha çok üzüntü çektiğini ölçecek bir standardımız olduğunu sanmıyorum. Ancak herkesin bir yarım kalmışlık, anlaşılmamak, deneyimlememişlik hissi yaşadığını ve bunun da çoğunlukla kıtlık gibi doğal felaketleri çok yaşamadığımız Batı’da olduğunu kabul etmeliyiz. Dert, genelde kalp seviyesindedir. Sevgiyi yeterince hissetmiyoruz veya yeterince sevgimiz yok.” (s.344)

“Depresyonun sebebi anılar değildi. Hayatımda çok muhteşem kadınlar oldu. Aşkı bulamadığımdan, kabul edemediğimden de değildi, çünkü aşkın nasıl olduğunu bilmiyordum. Belki de Marianne’den ayrılmamın bu depresyonda bir rolü vardı. Depresif halimin nereden geldiğini hiçbir zaman bilmedim ama galiba kendimi izole etmemle bir ilgisi bulunuyordu. Hayata karşı bu tavrı takınmamı sağlayan, belirleyici mekanizma ve güç olmuştur. Bundan kaçınmaya, kaçmaya, anlamaya, bununla başa çıkmaya çalıştım. Bu da beni içkiye, uyuşturuculara ve Zen’e itti.” (s.361)

“Marianne’ye ilgi duymayan erkek yoktu. Bu güzelliğe, bu cömertliğe yaklaşmak istemeyen tek bir kişi olamazdı... Marianne tartışmasız, geleneksel bir Nordik güzelliğine sahipti. Aynı zamanda çok kibardı ve kendisi gibi güzel insanlar içinde en alçakgönüllü olanlardan biriydi. Ona belli bir uzaklıktan kırk ya da kırk beş yıl boyunca bakınca bu özelliklerin ne kadar nadir olduğunu görüyorum. Bir gün İdra’ya giden bir tekneyi yakalamamız gerekiyordu. Kalktık ve taksi tuttuk. Bunu hiç unutmuyorum. Marianne ile taksinim arka tarafında oturuyorduk, sigara yaktım ve düşündüm: Ben bir yetişkinim. Bu güzel kadınla birlikteyim ve cebimizde çok az paramız var. O duygular... Sanırım o günden sonra yüzlerce kere o duyguları yeniden oluşturmaya çalıştım ama olmadı. Sadece bir yetişkin olma duygusu, yanında olmaktan mutlu olduğunuz güzel biriyle dünyanın önünüzde olduğu duygusu. Vücudunuz bronzlaşmış ve tekneye bineceksiniz...” (s.384)

“Hayat; adil olabilmek, doğru şeyi yapmak için kendine saygını ve değerini korumak konusunda sürekli mücadele etmek demek.” (s.399)

“Her zaman ekmem gereken küçük bir bahçem olduğunu düşündüm. Hiçbir zaman büyük adamlardan biri olduğum fikrine kapılmadım. Yani önümdeki iş, alanın sadece küçük bir köşesini ekmekti ve bu konuda bir şeyler bildiğimi sanıyordum. Tek yapmam gereken, keyfine düşkünlük yapmadan kendini araştırmaktı. Rahatına düşkünlüğü hiç sevmedim. Hiç hissetmediğim saf yetenek gerçekten ilgi çekicidir, ama çok çalışma geleneği ile şekillenen yetenek bana hep daha ilgi çekici gelir. Bu da benim küçük köşemdi ve bildiğimi sandığım ya da öğrenmek istediğim şeyler hakkında yazmaya başladım.” (s.416)

“JG: Aşkın güçlendirici, yetki verici olduğunu düşünüyor musunuz?
 LC: Aşk; yenilgi, kabullenme ve sevinci deneyimlediğiniz şiddetli bir duygu. Bu konuda sabit bir fikre sahip olmak, size kesinlike acı getirecektir. Kolay olacağına dair bir düşünceniz varsa hayal kırıklığına uğrayacaksınız. Cehennem gibi olacağını düşünüyorsanız şaşırabilirsiniz.” (s.418)