“Yas, sevme cesareti gösterenlerin ödediği bedeldir.”
(s.5)
“Irv, 1980 tarihli Varoluşçu Psikoterapi adlı
kitabında, yaşadığınız hayatla ilgili ne kadar az pişmanlığınız olursa ölümle
yüzleşmenin o kadar kolay olacağını yazmıştı. Birlikte yaşadığımız hayata dönüp
baktığımız zaman, pişmanlık duyacağımız çok az şey görüyorum. Ama bu, şimdi her
gün yaşadığımız bedensel zorluklara tahammülümüzü kolaylaştırmadığı gibi
birbirimizden ayrılma fikrini de yatıştırmıyor. Çaresizlikle nasıl savaşabiliriz?
En sonuna kadar nasıl anlamlı yaşayabiliriz?” Marilyn (s.11)
“Bu kitap her şeyden önce hayatın sonuna uzanan yolu
bulmamıza yardımcı olmak amacını taşıyor.” (s.11)
“Umutsuz ve çaresiz hissediyorum. Hiçbir şey onun
acısından daha fazla acı vermiyor bana.” Irvin (s.23)
“Herkes için tek bir tarif yok; herkes kendisi için
nelerin önemli olduğunu kendisi bulmalı. Ama yol üstünde ipucu ve tabelalar
var. Ben en iyi halimi yazılmış ve yazılmamış pek çok kaynaktan bulmayı
öğrendim: İngiliz ve Amerikalı şairlerden, İncil’den, Proust’tan, bir bıldırcın
sürüsünün görüntüsünden, bir gül tomurcuğunun açmasından.” (Irvin) (s.61)
“Acaba günün birinde hastalığım gerileyecek mi? Bu yaz
son yazım mı olacak? Vaiz’deki şu cümlelere sığınıyorum: Her mevsimin bir
zamanı var. Doğmanın zamanı var, ölmenin zamanı var.” Marilyn (s.63)
“Ona yetmiş üç sene önce aşık olmuştum ve birkaç ay
önce altmış beşinci evlilik yıl dönümümüzü kutlamıştık. Bir başka insana bu
kadar çok ve bu kadar uzun süre hayran kalmanın sıradışı olduğunu biliyorum.
Ama bugün bile ne zaman odaya girse içim aydınlanıyor. Onun zarafetine,
güzelliğine, iyiliğine, bilgeliğine, her şeyine hayranım.” Irvin (s.65)
“Çoğu insanı ölüm konusunda dehşete düşüren şey
geleceğin kaybı değil, geçmişin kaybıdır. Aslında unutma davranışı hayatın
içinde her zaman var olan bir ölüm biçimidir.” Milan Kundera (s.68)
Bu bana son derece önemli gelmişti ve terapi çalışmalarımın özünü oluşturmuştu. Senelerce ölüm kaygısı ve yaşanmamış hayat hissi arasında pozitif bağıntı olduğuna inandım. Başka bir deyişle, hayatınızı ne kadar yaşamazsanız ölüm kaygınız o kadar artıyordu.” Irvin (s.74)
“Bizi ölümlülükle, sevdiğimiz kişinin ölümü kadar
şiddetli bir şekilde yüzleştiren şey çok azdır.” Irvin (s.74)
“Karımın hastalığı muhtemelen benden önce öleceği
anlamına geliyor. Ama benim sıram da çok yakında gelecek. Tuhaf bir şekilde
kendi ölümüm için hiç korku duymuyorum. Dehşetim Marilyn’siz bir hayat
düşüncesinden kaynaklanıyor.” Irvin (s.75)
“Ben ölümle yüz yüze geldiğim zaman o güne dek her
zaman yanımda, erişebileceğim bir mesafede durmuş Marilyn yanı başımda
olmayacak. Elimi tutan kimse olmayacak. Evet, dört çocuğum, sekiz torunum ve
sayısız dostum benimle zaman geçirecekler ama gelin görün ki onlar
yalnızlığımın derinliklerine süzülecek güce sahip olmayacaklar.” Irvin (s.83)
“Oldum olası demanstan. Ölümden daha çok korkmuşumdur.
Ama şimdi Jerry Frank’in, “O kadar kötü değil Irv,” demesi beni irkiltmiş ve
duygulandırmıştı. Eski akıl hocam bana “Irv, sen olarak sadece bir hayatın var.
Bilinç denen bu müthiş fenomenin her zerresinin tadını çıkar ve kendini bir
zamanlar sahip oldukların için duyduğun pişmanlıkta boğma!” demişti. Sözleri
bende büyük etki yaratmış ve demans korkumu yatıştırmıştı.” Irvin (s.86)
“İnsanın gözlerinin aşktan kör olmasının, diğer bütün
kaygıları nasıl ortadan kaldırdığından bahsediyorum. Gergin bir çocuğun
annesinin kucağına çıktığı anda, bütün kaygılarının buharlaşmasıyla nasıl hızla
yatıştığını düşünün. Ben bunu “yalnız ‘ben’in ‘biz’de çözünmesi” olarak tarif
etmiştim. Yalnızlık acısının buharlaşması olarak. Bu şimdi bana çok anlamlı
geliyor. Neredeyse bütün ömrüm boyunca Marilyn’e aşık olmak beni tecrit halinin
derin yalnızlığını tecrübe etmekten korudu ve hâlihazırdaki acımın büyük bir
kısmı, beklenen yalnızlıktan kaynaklanıyor.
Marilyn’in ölümünden sonraki hayatımı hayal ediyorum
ve gözümde kocaman, bomboş evimde geçecek bitmek bilmeyen geceler canlanıyor.
Birçok arkadaşım, çocuğum ve torunum, hatta bir torunumun çocuğu, ilgili, nazik
komşularım var ama onlarda Marilyn’in sihri eksik. Böyle temel bir yalnızlığa
katlanma görevi sarsıcı görünüyor. Sonra yine Jerry Frank’in sözlerinde teselli
buluyorum: Bu koltukta oturup hayatın geçmesini izliyorum. O kadar kötü değil
Irv.” Irvin (s.86)
“Ölüm fikri beni korkutmuyor. Kozmosa yeniden entegre
olmanın ötesinde bir ölümden sonraki hayata inanmıyorum ve artık var
olmayacağım fikrini kabullenebilirim. Bedenim eninde sonunda toprağa
karışacak.” Marilyn (s.117)
“En saygın Stanford sosyal bilimler profesörlerinden
biri olan Robert Harrison, ölümü hayatın “doruk noktası” olarak adlandırırdı.
Doruk noktasını, katolik anlayışla Tanrı’yla barışma ve son nefeste yapılan
kutsama ayini gibi düşünmüş olabilir. Bu doruk noktası, dini inançları olmayan
biri için bir anlam ifade edebilir mi? Fiziksel acının sefaletinden
kaçınabilirsem, gündelik hayatın basit hazlarından keyif alabilirsem, en
sevdiğim dostlarıma veda edebilirsem, kendimin en iyi haline yükselebilir ve
dostlarıma olan sevgimi ifade edebilirsem ve kaderimi zarafetle
kabullenebilirsem, belki de ölüm anı bir tür doruk noktası olabilir.” Marilyn
(s.136)
“Hiçbir şey Marilyn’le el ele tutuşmaktan daha fazla
haz vermiyor. Ona doyamıyorum. Ortaokuldan beri hep öyle oldu. Insanlar
Roosevelt Lisesi yemekhanesinde sürekli el ele tutuştuğumuz için bizimle dalga
geçerdi ve yetmiş yıl sonra biz hâlâ ele eleyiz. Bu sözcükleri yazarken
ağlamamak için kendimi zor tutuyorum.” Irvin (s.141)
“Ölüm, hayatı ve bütün anıları çiğ çiğ yiyordu.” Irvin
(s.141)
“Saatler sonra gece yatağa girerken kendimi köksüz ve
düşte gibi hissediyordum. Marilyn’siz ilk gecem olacaktı. Ömrümün sonuna dek
yalnız gecelerimin ilki. Ah, evet, başka şehirlerde konuşma yapmaya gittiğimde
ya da o Paris’i ziyaret ederken, Marilyn’siz çok gece geçirmiştim ama bu,
Marilyn’in olmadığı, Marilyn’in artık var olmadığı bir dünyada uyuyacağım ilk
geceydi.” Irvin (s.159)
“Bu açık ara geçirdiğim en aktif hafta oldu ve
Marilyn’in daha az aklıma geldiğinin farkındayım. Bu satırları yazarken son
birkaç gündür Marilyn’in portresine bakmadığımı fark ettim ve hemen yazmayı
bıraktım. Marilyn’in oturma odasının zemininde, yüzü hala duvara dönük duran
portresine bakmak için ofis ile ev arasındaki 35 metrelik mesafeyi yürüdüm.
Portreyi elime alıp çevirdim. Güzelliği beni sarstı. Bin kadınla dolu bir odaya
bile girsem gözümün ondan başkasını görmeyeceğini düşündüm. Belki de bu hafta
iyiye işaretti. Kendime daha az işkence ettim. Marilyn’i daha az düşündüm. Ve
en önemlisi, onu daha az düşündüğümü fark edeceğine inanmayı bırakıyorum.”
(s.213)
“Sadece seni, dünyadaki en değerli insanı kaybetmedim;
dünyanın büyük kısmı da seninle birlikte yok oldu.
Hayatımın sonuna yaklaştığımdan eminim ama tuhaf bir
şekilde, ölüm konusunda çok az kaygılıyım. Garip bir iç huzuru yaşıyorum. Artık
ne zaman ölümü düşünsem, Marilyn’e kavuşma düşüncesi beni yatıştırıyor. Belki
bu kadar ferahlatıcı ve yatıştırıcı bir düşünceyi sorgulamamalıyım ama
şüpheciliğimden kaçamıyorum. Sonuçta Marilyn’e kavuşmak tam olarak ne anlama
geliyor?
Seninle aynı tabutun içinde yan yana gömülme isteğimi
dile getirdiğim konuşmayı hatırlıyor musun? Bana Amerikan mezarlıkları konulu
kitabını yazdığın senelerde iki kişilik bir tabut hiç duymadığını söylemiştin.
Bunun benim için bir önemi yoktu: İkimizin aynı tabutta olması düşüncesinin
beni sakinleştirdiğini söylemiştim. Evet, elbette mantıklı düşünce bana senin
ve benim aslında orada olmayacağımızı, geriye sadece hissiz, ruhsuz ve çürümeye
mahkum et ve kemikler kalacağını söylüyor. Buna rağmen gerçeklik değil, bu
fikir beni rahatlatıyor. Coşkulu bir materyalist olan ben, aklımı forlatıp
atıyorum, sen ve ben aynı tabutun içinde olursak sonsuza dek birlikte
olacağımız gibi fantastik bir düşünceden arsızca keyif alıyorum.
Elbette gerçek değil bu. Elbette sana asla kavuşamam.
Sen ve ben artık olmayacağız ki. Bu bir peri masalı. 13. Yaşımdan beri ister
dini ister spiritüel hiçbir ölümden sonraki hayat düşüncesini ciddiye almadım.
Buna rağmen yürekten şüpheci ve bilim insanı olan benim, ölmüş eşime kavuşma
fikriyle teselli bulmam biz insanların olağanüstü güçlü kalıcı olma arzumuzun
ve unutulma korkumuzun kanıtıdır. Spiritüel düşünmenin gücüne ve
yatıştırıcılığına tazelenmiş bir saygı duyuyorum.
Bu son satırları yazarken olağanüstü bir tesadüf
gerçekleşti. Bir Psikiyatristin Anıları kitabımı okumuş bir okuyucudan bir
e-posta aldım. Sözlerini şu satırlarla tamamlamış: “Peki ama ölümden bunca
korkmamız neden, Dr. Yalom? Beden ölür ama bilinç aynı zamanda akan bir nehir
gibidir ve ölümün gelmesi bu dünyaya, insan bedenine ve aileye veda etme zamanı
olsa da… Bu bir son değil.”
“Son değil.” Biz insanlar kayıtlı tarihin başından
beri bu düşünceyi ne çok benimsedik ve ona nasıl sıkı sıkı tutunduk. Ölümden
hepimiz korkuyoruz ve her birimiz o korkuyla baş etmenin bir yolunu bulmak
zorundayız. Marilyn, çok sık tekrarladığın şu yorumunu çok net hatırlıyorum:
“Hayatı hakkında hiçbir pişmanlığı olmayan 87 yaşında bir kadının ölümü trajedi
değildir.” Bu kavram, hayatını ne kadar dolu dolu yaşarsan ölümünün o kadar az
trajik olacağı düşüncesi bana çok doğru geliyor.
“Kitabımızı Nabokov’un otobiyografisi Konuş Hafıza’nın unutulmaz açılış sözleriyle bitiriyorum: “Beşik bir uçurumun üstünde sallanır ve sağduyu bize, varlığımızın iki sonsuz karanlık arasında çakan kısa bir ışık olduğunu söyler.” Bu imge beni hem sarsıyor hem sakinleştiriyor. Arkama yaslanıyorum, gözlerimi kapatıyorum ve huzur buluyorum.” (s.238)