20 Nis 2024

Engin Geçtan - Kimbilir?

“Ölüm olmadan yaşamdan söz etmek mümkün değil, karanlık olmadan aydınlığı tanımlayamayacağımız gibi. Ölümden korkarız, çünkü bu korku hayatta kalmamızı sağlar, içgüdüseldir. Ama yaşamdan korktukça, ölüm korkularıyla yaşamayı seçmiş oluruz. Varoluşumuzdan kopuk, sahip olduğumuza kendimizi inandırmaya çalışsak da kendimize ait değilmiş duygusundan kurtulamadığımız bir yaşamı.” (s.18)

“Otto Rank sevgiyi, bir başka insanın istencini kendi istenci kadar sevebilmek olarak tanımlar.” (s.43)

“İnsanlara kendi acısından daha değerli gelen bir şey yoktur. Onu kaybetmekten korkarlar. Onu başlarına inen kırbaç darbeleri gibi hissederken bir yandan da onunla dost olurlar, çünkü acının açtığı yaralar onlara güvence sağlar.” Ugo Betti (s.46)

“İlişkilerdeki sorunlar ilişkisizlikten kaynaklanır.” (s.48)

“İnsanın ancak, ana-babasını kendi dünyaları olan ayrı varlıklar olarak görmeyi başarabildiğinde gerçek anlamda yetişkin sayılabileceğini düşünüyorum. Bunu başarabilmenin kolay olmadığını bilerek. Çünkü her insanın bir önceki kuşaktan bazı alacakları tahsil edilemeden kalıyor.

Gerçek anlamda yetişkin bir benlik oluşmadıkça, geçmişin alacakları karşı cins ilişkilerinde, hatta dostluklarda tahsil edilmek isteniyor. Bazen kısır döngülerde sıkışıp kalmamıza neden olarak.” (s.55)

“Albert Einstein, düş gücü bilgiden daha önemlidir, demişti, mantıklı düşünceye tapınan bilge eskilerinin aşağıladığı düş gücü için. çocuklara yasaklanmış, büyüklerde yadırganmış düş gücü. Afrika kökenli Amerikalılar “Konuşan herkes şarkı söyleyebilir,” derler, sarhoş olmaya ya da duşa girmeye gerek olmadan. Dans yaşamın ritmini yakalamayı tanımlar. Başkalarının koreografisini ya da moda figürleri izlemeyen, koreografın insanın yine kendisi olduğu dansı kastediyorum. Kozmosun dansıyla buluşma mucizesinin anahtarı yalnızca insanın kendinde olduğundan. Hepimiz her gece olağanüstü hikayeler yazarız düşlerimizde, genellikle başroldeyizdir, bazen seyirci. Geçmişin bitmemiş hesaplarından geleceğin provasına dek değişebilen bu hikayeler, günlük yaşamımız içe dönükse dışa dönük, dışa dönük bir dönem yaşıyorsak içe dönük olurlar.” “(s.59)

“Otto Rank’ın tanımladığı kişilik tiplerinden “sanatkar”, içinde yaşadığı durumda etkin olabileceği en uygun tepkiyi verebilen kişidir. Rank’ın “sanatkar”ının, sanat yapıları yaratan insanları tanımlamadığını anlamışsınızdır. Hatta, “sanatkar”, biçimsel olarak sıradan bir yaşam sürdüren biridir çoğu kez. Rank sanatkarı tanımlarken, saygı duyduğunu açıkça belli ettiği, kendi yaşamını yaratabilen insanları anlatır. Sanatkar hangi durumlarda nasıl davranılması gerektiğini tanımlayan yönergeler kullanmaz, rehberi kendi yüreğidir, yaşam dansının koreografı da kendisi.” (s.59)

“Yaşam konuşulmaz, yaşanır, sözcükler yaşamın içinde paylaşılır. Doğulular bunun yüzyıllardır farkındalar. Bir Japon atasözüne göre, “Yaşantıya dönüşmeyen bilgi, bilmek değildir. Bizlere gelince, yaşadığımızdan çok konuşuyoruz sanki. Oysa simyacılar sürekli deneyen insanlardı, yaşamı ayinler dizisi haline getirmeden ve gevezelik etmeden. Çünkü ayinler ve gevezelik düş gücünün belirebilmesine izin vermez. Düşlemekten değil, yaşantıya dönüşebilen yaratıcı düş gücünden söz ediyorum tabii. Tamaro’nun kitabının başlığına gelince, yüreğimizin götürdüğü yere gidebilmemiz için önce yüreğimizi dinlemeyi bilmek gerekiyor, üretilmiş sorunların narkotize eden etkisinden sıyrılıp yüreğimize  ulaşabilirsek tabii. Sonra da, inişiyle, çıkışıyla, riskleriyle, şikayet etmeden çıkılacak yola koyulmak üzere. O zaman dünyaya daha az kızıyoruz.” (s.60)

“Günümüz insanının yaşamını kurutan en önemli etmenlerden biridir geleceği denetleme kaygıları. Geleceğin güvencesiyle uğraşırken yaşanmakta olan anı kaçırıvermek. Oysa biz geleceği yazmaya çalıştıkça gelecek kendini yeniden yazar, gelecek düz bir çizgi üzerinde art arda dizilen olaylar şeklinde tasarlanamayacağı için. Düz çizgi üzerinde tasarılar geliştirebiliriz, ama yola çıkıldığı andan itibaren geleceğin bizimle satranç oynamaya başlayacağını da hesaba katarak. Bunu hesaba katmadığımızda, yolumuzda ilerlerken karşılaşıverdiğimiz bir fırtına paniğe kapılmamıza neden olabilir. Paniğe kapılıp fırtınayı durdurmaya ya da yönünü değiştirmeye çalışırsak işler daha da karışır ve baş edemeyeceğimiz bir güç karşısında yenik düşme olasılığı da artar. Yaşamı kendimize bir takım kesin çizgilerle ısmarlayamayacağımızı kabul etmişsek, telaşa kapılmayıp satranç oyununu bundan böyle fırtınanın bizi götürdüğü yerde sürdürebiliriz. Orada yenilirsek, bu bir yenilgi değil, deneyim olur.” (s.61)

“Roma imparatorluğunun ayrıksı düşünürü Seneca “Başlayan her şey biter” demişti, zamanın bir çizgi üzerinde hareket ettiğine inanan düşüncenin yüzyıllar sürecek egemenliğinin erken dönemlerinde. Oysa, yaşadığımız her bir zaman parçacığının sonsuza dek sürecek bir süreksizlikte seyahat ettiği anlatılır oldu yüzyılımızda. Dünyaca izlenen bir yabancı televizyon kanalında “Vakit nakittir” sloganının sık sık ekranda göründüğü bir dünyada, zamanın daha farklı bir anlamının da olduğunu anlatabilmek için uygun sözcüklere ulaşabilmek pek kolay değil.” (s.61)

“Doğu düşüncelerinin zamana bakışı, özdeş olmamakla birlikte, modern fizikçilerin görüşlerini çağrıştıran benzerlikler gösterir. “Bu spiritüel dünyada, geçmiş, şimdi ve gelecek gibi zaman dilimleri yoktur. Çünkü bunlar, yaşamın gerçek anlamının bulunduğu şimdiki anda birleşmişlerdir. Şimdiki an hareketsiz halde duran bir şey değildir, durmaksızın devinir” der Suzuki. Dogan’ın sözleriyle: Çoğu insan zamanın geçip gittiğine inanır, oysa zaman olduğu yerde kalmaktadır. Zamanı yalnızca geçip giderken gören birisi, zamanın yerinde durduğunu ve yalnızca sonsuz şimdiki anın sürekli hareket halinde olduğunu anlayamaz.” (s.64)

“Çoğumuz içinde yaşadığımız bu şehirden zaman zaman bunalıp şikayet ettiğimiz halde, neden bir başka yerde yaşamayı seçmiyoruz ya da seçmeyi arada bir düşünsek bile yerimizden kıpırdayamıyoruz? Bu sorunun psikolojik bağımlılık çerçevesinde sorulmuş olması çok yerinde bir seçim gibi geldiği sorulduğu anda. Çünkü yaşadığımız şehrin çeşnisinin ve titreşimlerinin, keyfiyle ve eziyetiyle, içinde yaşayanların çoğunu uyaran bağımlısı haline getirdiğine inanıyorum. Sanırım çoğumuz buralarda sürüp giden kozmik dansın ritmiyle savrulup durmanın sarhoşuyuz ve “Hadi gel köyümüze geri dönelim” gibi şarkılar da bana, doğaya dönüş yolunu yitirmiş olmanın ağıtıymış gibi geliyor. Üstelik, türlü vesileler yaratarak arada bir bu şehre gelmeyi adet haline getirmiş bazı yabancıların varlığından da haberdarım, çoğu Batılı. Müzeleşmiş dünyalarının katlanılmaz durağanlığından kaçıp kaosun kenarında biraz soluk almaya çalışan ruhlar. Virüs onlara da bulaşmış gibi.

Tabii uyaran bağımlılığının yarattığı sarhoşluğun karanlık yönleri de var, diğer bağımlılıklarda olduğu gibi. Yürekleri dinleyecek zaman bırakmayan bir tempo ve günlük yaşamda nerede ne zaman çıkacağı belli olmayan savaşlarla baş etme zorunluluğu sonucu yaşanan yabancılaşma ve yalnızlık

Bir başka deyişle, dış dünyadan gelen uyaran bombardımanıyla zenginleşen beyin/zihinler, iç dünyalarından giderek daha az uyaran alır hale gelerek bir başka yönden fakirleşiyorlar. Üstelik buna, kentle bütünleşememiş bölgelerde yaşayan insanlarda  soyutlanmışlık duyguları da eklenebiliyor. “Bir şeyler var, ama herkes için değil” düşüncesi eşliğinde yaşanan. Hatta bazıları, kuşaklardır yakın dostları olan doğadan kopmanın yarattığı köksüzlük duygularının acısı ve yasıyla birlikte. Üstesinden gelinmesi kolay olmayan yaşantılar bunlar ve işte o zaman bazı beyin/zihinler uyaran fakiri iç ve dış dünyalarda sıkışıp kalıyorlar, çevrelerinde ne olup bittiğini kavrayamadan, kimi ise dış dünya uyaranlarıyla aşırı beslenirken, iç dünyalarından ulaşan uyaranların sesi giderek duyulmaz oluyor.” (s.72)

“Erich Fromm’a göre olgun ve üretken bireyin kimlik duygusu, benliğini kendisine yön verecek güçleri yine kendi elinde bulunduran bir varlık olarak algılamasından kaynaklanır.” (s.89)

“Durumla süreç arasındaki farkı kavradıktan sonra da yıllarca, süreçlerin bir çizgi üzerinde aktıkları yanılgısını yaşadım. Oysa hayvanlar ve bebekler şimdiki anın sonsuz sürekliliğini yaşayabiliyor olmalılar, doğmuş olduklarını ve bir gün öleceklerini bilmediklerinden zamanı ölçmeyi de bilmiyorlar, gerekmediğinden.

Öyle insanlar var hala vardır herhalde dünyanın bir yerlerinde, pek kimsenin uğramadığı mekanlarda şimdi ve oradayı yaşayan, kendilerini kabul ettirme ihtiyacını duymadıkları için başkalarına karşı sosyallik maskesi takmak zorunda olmayan, tümden yitirmedikleri içgüdüleri sayesinde yaşamla varoluşun tekliğini yaşayabilen. “Yaşamın amacı ölümdür” ilkesiyle yaşayanlara böyle insanların yaşamı sıkıcı ve tekdüze gelir, onlar sürekli bir yerden başka bir yere, gündüzden geceye, bugünden yarına koşmak zorundadırlar. Zamanın hareket etmediğini, değişim içinde olanın kendileri olduğunu fark edebilmelerine izin verilmediğinden.” (s.132)