“Toplumumuzdaki şiddet eylemleri; çoğunlukla kendi
öz-saygılarını oturtmaya, kendi öz-imgelerini savunmaya ve kendilerinin de
önemli olduğunu ortaya koymaya çalışanlarca gerçekleşir. Şiddet, gücün
fazlalığından değil, güçsüzlükten doğar. Hannah Arendt’in çok güzel ifade
ettiği gibi, şiddet güçsüzlüğün ifadesidir.” (s.22)
“Güç ve önemli olma duygusu, söylediğim gibi birbirlerine
bağlıdır. Biri aynı tecrübenin nesnel biçimi olup ötekisi öznel biçimidir. Güç
tipik olarak dışarı yönelik olsa da, önem her zaman dışarı yönelik olmayabilir,
ancak meditasyon ya da başka içe dönük, öznel yöntemler yoluyla gösterilebilir.
Dolayısıyla kişi tarafından güç duygusu olarak tecrübe edilir, zira kendisini
başkalarıyla olan ilişkilere entegre etmesini ve sonunda bu ilişkilerde daha
etkili kılmasını sağlar.” (s.36)
“Hiç kimse önemli olduğunu hissetmeden uzun süre
varlığını sürdüremez.” (s.38)
“Her insanın hayatında gizil olarak beş güç seviyesi
olduğunu ileri sürüyorum. İlki var olma gücüdür.
İkinci aşama kişinin kendini onaylamasıdır. Her varlık
yalnızca var olmaya ihtiyaç duymaz, kendi varlığını onaylamaya da ihtiyaç
duyar. Kendini onaylama dirençle karşılaştığı zaman, daha çok çaba gösteririz,
tavrımızı güçlü kılarız, ne olduğumuzu ve neye inandığımızı açıkça ortaya
koyarız, muhalefet edene bunu ifade ederiz. Bu da üçüncü aşamadır, kendini
ortaya koyma.
Saldırganlık dördüncü aşamadır. Kendini ortaya koyma uzun
süre bastırılırsa, tepkinin daha kuvvetli bir biçiminin ortaya çıkması eğilimi
görülür.” (s.42)
“Arthur Miller’ın katılmadığım bir sözü vardır. Şöyle
der: Akıl hastanesinde insanlar hayatları boyunca -kendilerini hiç idrak
edemeden- gerçekten masum olarak sürüklenirler.
Bunun kendilerini idrak edememe olduğuna inanmıyorum.
Yalnızca dışarıdan bakıldığında bu bir masumiyettir. Müstakil masumiyetlerinde,
Hannah Green gibi, ruhlarla konuşurlar çünkü onları anlamaya istekli ve
anlayabilen kimseyi bulamazlar.” (s.53)
“Bizimki gibi bir geçiş döneminde -her ne pahasına olursa
olsun- kaçınılması gereken şey, statükoya katı bir biçimde tutunmaktır; geçiş
ile değiştirilmesi ve yeniden biçim kazandırılması gereken şey tam da budur.
Bir geçiş dönemini hakkıyla yaşamanın tek yolu, değişime uyum sağlama
esnekliğini göstermektir. Ve ne yazık ki, değişimin baş döndüren hızıyla kaygı
yaşayan insanların çoğu, böylesi bir esnekliğe sahip olmadıklarını
hissederler.” (s.62)
“Werner Heisenberg’ün eski bir Çin kıssasına göndermede
bulunarak yazdığı gibi, makinaya adanmak bizleri birer makine gibi hareket
etmeye sevk eder. İşini bir makine gibi görenin kalbi de makine gibi olur.
Göğsünde bir makine kalp taşıyan, sadeliğini kaybeder. Sadeliğini kaybeden
ruhunun dürtülerinden emin olmaz. Ruhun dürtülerindeki belirsizlik, hakikat ile
uyumsuzdur.” (s.67)
“Şiddet ve iletişim birbirini dışlar. Daha basit ifade
edilecek olursa, biri düşmanınız olduğu sürece, onunla konuşamazsınız ve onunla
konuşabilirseniz, sizin düşmanınız olmaktan çıkar.” (s.71)
“Evrim geçiren bir kültürde dilin önemi; kendimizi açıkça
ortaya koyabileceğimiz ve başkalarının bize kendilerini açacağı simgesel
biçimler sağlamasından gelir. İletişim kurmak, insanların birbirlerini
anlamalarının bir yoludur; böylesi bir yol yok ise, her birimiz sanki bir
rüyada kendisini yabancı bir diyarda bulup etrafında söylenenleri anlayamayan
ya da yanındaki insana dair bir şey hissedemeyen birine dönüşürüz. Onun muazzam
bir yalnızlığı vardır gerçekten.” (s.81)
“Antik Yunan’daki filozoflar, gücü varlık olarak
tanımlamışlardı, yani gücü olmayan varlık yoktur. Güç, değişebilme yetisi
olduğu için, Heraklitus, varlığın sürekli değişim halinde olduğunu ileri
sürerdi. Bu tanım; gücü benzer bir biçimde “var olma gücü” olarak tarif eden
Paul Tillich gibi çağdaş ontolojik düşünürlere kadar çağlar boyunca ana akım ve
yan akım felsefede yerini bulmuştur. Güç istenci ile Nietszche ve elan vital
ile Bergson gibi yaşam felsefesi yapanlar bütün canlılardaki güç öğesinin
altını çizerler. Onlar için güç, yaşam sürecinin bir ifadesidir.” (s.110)
“Güç en başında sosyolojik bir terimdi, başta ulusların
ve orduların hareketlerini tarif etmek için kullanılan bir kategoriydi. Ne var
ki, meseleyi inceleyenler; gücün duygulara, tutumlara ve güdümlere dayandığını
giderek artan bir biçimde fark ettikçe, gerekli açıklama için psikolojiye
döndüler. Psikolojide güç; başka insanlar üzerinde etki yaratma, onlara tesir
etme ve onları değiştirme yetisi anlamına gelir. Her insan; manyetik kuvvet
alanlarına benzeyen, insanlardan oluşan bir ağ içinde var olur ve her bir insan
başkalarını iter, püskürtür, onlarla bağ kurar ve bir olur.” (s.110)
“Güç ve sevginin birbirleriyle bağlantılı olması, her
şeyden çok kişinin sevebilmesi için öncelikle kendi içinde güce sahip olması
gerektiği gerçeğiyle ispat olunur.” (s.126)
“Güç ile sevginin ampirik ilişkisi, şiddet meselesinde
ikisinin yakınlığında, güç karşıtlığında resmedilir. Şiddet; duygusal olarak
yakın bağı olanlar ve dolayısıyla birbirlerine karşı savunmasız olanlar
arasında görülmeye meyillidir.” (s.127)
“Kıskançlık, kişinin sevgiden çok güç aradığı bir
ilişkiyi anlatır. Kişinin yeterli özsaygı geliştiremediği, yeterli güce sahip
olmadığı, Mercedes’in ifadesini kullanacak olursam, kendi “yaşama hakkını”
eline almadığı ilişkide olur. Nevrotik kıskançlık, yeterince tuhaf bir biçimde,
sevgi çok somut ya da sevginin temeli sağlam olmadığında en güçlü haliyle
görülebilir. Kişinin ötekini geri kazanma kabiliyetinin olmadığını
hissetmesinin bir yansımasıdır. Gücün yolunu şaşırmasıdır ve çok zaman alıcı ve
yıkıcı olabilir. Kıskanç kişi, bütün enerjisini kıskançlık krizine vermek,
kısmen de içten içe çok sorunlu olduğunu hissettiği bir sevgiyi ispat etmek
zorundaymış gibi görünür.” (s.129)
“İnsan, kendi gelişimine dahil olduğu kadar kendi olur.
Benlik asla kendiliğinden gelişmez; insan yalnızca bilebildiği, onaylayabildiği
ve ortaya koyabildiği ölçüde kendi olur. Nietzsche’nin bağlanma ve kendini
adama ihtiyacını sürekli öne sürmesinin sebebi budur; içgüdüleriyle daha az
yönlendirildiğinden insan kendi farkındalığı sayesinde kendi evrimini bir
ölçüye kadar etkileyebilir. Burada insan olmanın toplu utancı ve hayreti,
ayrıca insan olmanın büyüklüğü de yatar.” (s.157)
“Hayat, kişinin kendisini yenmesinden ibarettir.”
Nietzsche (s.161)
“Eylem ya da duygu olarak şiddetimizin kalbinde kendimizi
irade sahibi insanlar olarak gösterme arzusu yatar. Ancak toplumun
karmaşıklığı, insanın kalbini yitirmesine sebep olur. Yaptığı hiçbir şey, hep
bir başkasının manşet olduğu bir dünyada gurur duyacağı bir beceri olarak
görünmez. Bir üniformanın çelişik hisler içeren kimliğini onlara sunacak
herhangi özel bir orduya neşeyle katılan insanların çaresizliğinde bu makul bir
resimdir: selam verme ve selam verilme hakkı.” Jacob Bronowski (s.183)
“Soruları şimdi yaşa. Belki sonra… uzaklarda bir gün
yanıtı yaşarken bulursun.” Rilke (s.220)
“Masumiyetin kalp ile ilgisi vardır, çünkü hissetme
haliyle, hesaplamadan hayatı algılama biçimiyle ilgilidir. Hayattaki muazzam
cinsellik, yumuşaklık, sömürü ve ihanet ihtimallerine uyanmadan önceki hâl
olduğu için “bekâretten” söz edilir. Bunun içerik değil, simge olduğunun
unutulmaması gerekmesine rağmen, cinsel tecrübenin olmayışı, geçmişten bu yana
masumiyetin simgesi olarak görülmüştür.” (s.220)
“Düzen, insan zihninin dünyadaki daimî anlam arayışının
bir ürünüdür, dünyada ise zihinlerimiz dışında bir anlam yoktur. Doğrudur,
doğanın gündüzün ve gecenin arka arkaya gelişiyle bir ritmi vardır; bir
dengesi, ahengi, yazı, kışı vardır. “Yazı, kışı” diye yazarak, insan zihninin
niteliğini açığa vuruyorum; örüntülerimiz olmadan işlevler kördür ve anlamsız
bir biçimde tekrar eder. Ancak insan zihni bu kaosa bakar bakmaz, düzen doğar.
İnsan zihni ile doğanın kaosu buluşunca sayesinde kendimize bir yön
belirleyebileceğimiz bir anlam peyda olur.” (s.263)
“Ne yaparsak yapalım, insanın kalbinde, o tenhalıkta
aşırılık hep yerini koruyacaktır. Hepimiz içimizde kendi sürgün yerimizi,
suçlarımızı ve harabiyetimizi taşırız. Ancak vazifemiz, bunları dünyanın üstüne
salıvermek değildir; kendi içimizde ve başkalarının içinde onlarla savaşmaktır.
İsyan, teslim olmamaya, boyun eğmemeye dair dünyevi irade… bugün halen daha
mücadelenin temelini oluşturur.” Albert Camus (s.264)
“İyinin ve kötünün hepimizin içinde mevcut olduğu
gerçeği; herkesi ahlaki kibirden alıkoyar. Hiç kimse kendi ahlaki üstünlüğü
konusunda ısrarcı olamaz. İşte bu kısıtlamadan da affetme olasılığı doğar.”
(s.264)
“İletişim için güç şarttır. Kayıtsız ya da hasmane bir
topluluğun önünde durup sözünü söylemek ya da bir dosta dürüstçe derinlere inip
inciten gerçeklerden bahsetmek, bütün bunlar kişinin kendini ortaya koymasını,
onaylamasını ve hatta kimi zaman saldırganlığı gerekli kılar. Bu husus o kadar
aşikârdır ki, genellikle görmezden gelinir. Psikoterapi tecrübem; en çok
cesaret gerektiren hareketin, kişinin bir başkasına en derindeki düşüncelerini
-öfke ya da hiddet ona yön vermeden- basit, samimi bir biçimde iletmesi
olduğuna beni ikna ediyor. Genellikle yalnızca eşit güce sahip olduğumuz
kişilerle en açık iletişimi kurabiliriz.” (s.270)
“Psikoterapide bir adam ile karısının ilişkilerinde
yaşadıkları zorlukların, birbirleriyle iletişim kurarken kabaca ne kadar sorun
yaşadıklarıyla ölçülebildiğini görüyoruz. Ötekinin ne söylediğini (ya da ne
söylemediğini) anlamakta zorlanıldığında, birbirlerine yabancı olduklarını
varsayabiliriz. Bu durumda kişi, ötekinin dalga boyunda değildir (ya da belki
olmak da istemiyordur) mantık çerçevesinde ya da soyut konuşmak da aynı şeyin
bir belirtisidir – kişinin gerçek duygularını iletmek istememesinin, kendi
benliğini karşı tarafa toptan kapatmasının göstergesidir. Düşmanlık büyüdükçe,
yansıtma da artar; büyük ölçüde suçlama ve mesafede artış eğilimi de görülür;
bütün bunlar düşmanlığın artmasının göstergeleridir. Psikoterapi, insanların
aynı dalga boyunda konuşabilmeleri için süreci tersine çevirir.” (s.271)
“Şefkat, kişinin bir nebze güven duymasını, başkasına
özen gösterebilecek kadar güç sahibi olmasını gerektirir. Kendine saygı
duymanın ve kendini onaylamanın eksik olması, başkalarına verebilecek bir şey
kalmasını çok zorlaştırır; bireyin başkasına bir şey verebilmesi için önce
kendisinde “motoru çalıştıracak” bir şey olması gerekir.” (s.275)
“Şefkat, birbirimizi tanımamıza dayalı olan sevgi türünün
adıdır.
Şefkat, potansiyellerini gerçekleştirdiği için bir
başkasına hissedilen bağ değildir. Şefkat, potansiyellerini gerçekleştirmediği
zaman da birine hissedilir; başka deyişle, potansiyelini gerçekleştirme ve
gerçekleştirmeme arasında mücadele edip duran-sizin gibi, benim gibi- insan
olduğu için de birine hissedilir. Sonra insanlığa acılarında ve kaderinde eşlik
etmek için kusursuz ilahi bir varlık olma talebinden de vazgeçeriz. Jacob
Bronowski’nin dediği gibi: Hepimiz, yalnızız. Birbirimize yalnız olduğumuz için
acımayı öğrendik. Şefkat dışında hiçbir şey keşfedilemeyeceğini öğrendik.
Şefkat, insana dair hiçbir şeyin bana yabancı olmadığı inancının kabul edilmesidir.” (s.277)