21 Ağu 2022

Rollo May - Güç ve Masumiyet

“Toplumumuzdaki şiddet eylemleri; çoğunlukla kendi öz-saygılarını oturtmaya, kendi öz-imgelerini savunmaya ve kendilerinin de önemli olduğunu ortaya koymaya çalışanlarca gerçekleşir. Şiddet, gücün fazlalığından değil, güçsüzlükten doğar. Hannah Arendt’in çok güzel ifade ettiği gibi, şiddet güçsüzlüğün ifadesidir.” (s.22)

“Güç ve önemli olma duygusu, söylediğim gibi birbirlerine bağlıdır. Biri aynı tecrübenin nesnel biçimi olup ötekisi öznel biçimidir. Güç tipik olarak dışarı yönelik olsa da, önem her zaman dışarı yönelik olmayabilir, ancak meditasyon ya da başka içe dönük, öznel yöntemler yoluyla gösterilebilir. Dolayısıyla kişi tarafından güç duygusu olarak tecrübe edilir, zira kendisini başkalarıyla olan ilişkilere entegre etmesini ve sonunda bu ilişkilerde daha etkili kılmasını sağlar.” (s.36)

“Hiç kimse önemli olduğunu hissetmeden uzun süre varlığını sürdüremez.” (s.38)

“Her insanın hayatında gizil olarak beş güç seviyesi olduğunu ileri sürüyorum. İlki var olma gücüdür.

İkinci aşama kişinin kendini onaylamasıdır. Her varlık yalnızca var olmaya ihtiyaç duymaz, kendi varlığını onaylamaya da ihtiyaç duyar. Kendini onaylama dirençle karşılaştığı zaman, daha çok çaba gösteririz, tavrımızı güçlü kılarız, ne olduğumuzu ve neye inandığımızı açıkça ortaya koyarız, muhalefet edene bunu ifade ederiz. Bu da üçüncü aşamadır, kendini ortaya koyma.

Saldırganlık dördüncü aşamadır. Kendini ortaya koyma uzun süre bastırılırsa, tepkinin daha kuvvetli bir biçiminin ortaya çıkması eğilimi görülür.” (s.42)

“Arthur Miller’ın katılmadığım bir sözü vardır. Şöyle der: Akıl hastanesinde insanlar hayatları boyunca -kendilerini hiç idrak edemeden- gerçekten masum olarak sürüklenirler.

Bunun kendilerini idrak edememe olduğuna inanmıyorum. Yalnızca dışarıdan bakıldığında bu bir masumiyettir. Müstakil masumiyetlerinde, Hannah Green gibi, ruhlarla konuşurlar çünkü onları anlamaya istekli ve anlayabilen kimseyi bulamazlar.” (s.53)

“Bizimki gibi bir geçiş döneminde -her ne pahasına olursa olsun- kaçınılması gereken şey, statükoya katı bir biçimde tutunmaktır; geçiş ile değiştirilmesi ve yeniden biçim kazandırılması gereken şey tam da budur. Bir geçiş dönemini hakkıyla yaşamanın tek yolu, değişime uyum sağlama esnekliğini göstermektir. Ve ne yazık ki, değişimin baş döndüren hızıyla kaygı yaşayan insanların çoğu, böylesi bir esnekliğe sahip olmadıklarını hissederler.” (s.62)

“Werner Heisenberg’ün eski bir Çin kıssasına göndermede bulunarak yazdığı gibi, makinaya adanmak bizleri birer makine gibi hareket etmeye sevk eder. İşini bir makine gibi görenin kalbi de makine gibi olur. Göğsünde bir makine kalp taşıyan, sadeliğini kaybeder. Sadeliğini kaybeden ruhunun dürtülerinden emin olmaz. Ruhun dürtülerindeki belirsizlik, hakikat ile uyumsuzdur.” (s.67)

“Şiddet ve iletişim birbirini dışlar. Daha basit ifade edilecek olursa, biri düşmanınız olduğu sürece, onunla konuşamazsınız ve onunla konuşabilirseniz, sizin düşmanınız olmaktan çıkar.” (s.71)

“Evrim geçiren bir kültürde dilin önemi; kendimizi açıkça ortaya koyabileceğimiz ve başkalarının bize kendilerini açacağı simgesel biçimler sağlamasından gelir. İletişim kurmak, insanların birbirlerini anlamalarının bir yoludur; böylesi bir yol yok ise, her birimiz sanki bir rüyada kendisini yabancı bir diyarda bulup etrafında söylenenleri anlayamayan ya da yanındaki insana dair bir şey hissedemeyen birine dönüşürüz. Onun muazzam bir yalnızlığı vardır gerçekten.” (s.81)

“Antik Yunan’daki filozoflar, gücü varlık olarak tanımlamışlardı, yani gücü olmayan varlık yoktur. Güç, değişebilme yetisi olduğu için, Heraklitus, varlığın sürekli değişim halinde olduğunu ileri sürerdi. Bu tanım; gücü benzer bir biçimde “var olma gücü” olarak tarif eden Paul Tillich gibi çağdaş ontolojik düşünürlere kadar çağlar boyunca ana akım ve yan akım felsefede yerini bulmuştur. Güç istenci ile Nietszche ve elan vital ile Bergson gibi yaşam felsefesi yapanlar bütün canlılardaki güç öğesinin altını çizerler. Onlar için güç, yaşam sürecinin bir ifadesidir.” (s.110)

“Güç en başında sosyolojik bir terimdi, başta ulusların ve orduların hareketlerini tarif etmek için kullanılan bir kategoriydi. Ne var ki, meseleyi inceleyenler; gücün duygulara, tutumlara ve güdümlere dayandığını giderek artan bir biçimde fark ettikçe, gerekli açıklama için psikolojiye döndüler. Psikolojide güç; başka insanlar üzerinde etki yaratma, onlara tesir etme ve onları değiştirme yetisi anlamına gelir. Her insan; manyetik kuvvet alanlarına benzeyen, insanlardan oluşan bir ağ içinde var olur ve her bir insan başkalarını iter, püskürtür, onlarla bağ kurar ve bir olur.” (s.110)

“Güç ve sevginin birbirleriyle bağlantılı olması, her şeyden çok kişinin sevebilmesi için öncelikle kendi içinde güce sahip olması gerektiği gerçeğiyle ispat olunur.” (s.126)

“Güç ile sevginin ampirik ilişkisi, şiddet meselesinde ikisinin yakınlığında, güç karşıtlığında resmedilir. Şiddet; duygusal olarak yakın bağı olanlar ve dolayısıyla birbirlerine karşı savunmasız olanlar arasında görülmeye meyillidir.” (s.127)

“Kıskançlık, kişinin sevgiden çok güç aradığı bir ilişkiyi anlatır. Kişinin yeterli özsaygı geliştiremediği, yeterli güce sahip olmadığı, Mercedes’in ifadesini kullanacak olursam, kendi “yaşama hakkını” eline almadığı ilişkide olur. Nevrotik kıskançlık, yeterince tuhaf bir biçimde, sevgi çok somut ya da sevginin temeli sağlam olmadığında en güçlü haliyle görülebilir. Kişinin ötekini geri kazanma kabiliyetinin olmadığını hissetmesinin bir yansımasıdır. Gücün yolunu şaşırmasıdır ve çok zaman alıcı ve yıkıcı olabilir. Kıskanç kişi, bütün enerjisini kıskançlık krizine vermek, kısmen de içten içe çok sorunlu olduğunu hissettiği bir sevgiyi ispat etmek zorundaymış gibi görünür.” (s.129)

“İnsan, kendi gelişimine dahil olduğu kadar kendi olur. Benlik asla kendiliğinden gelişmez; insan yalnızca bilebildiği, onaylayabildiği ve ortaya koyabildiği ölçüde kendi olur. Nietzsche’nin bağlanma ve kendini adama ihtiyacını sürekli öne sürmesinin sebebi budur; içgüdüleriyle daha az yönlendirildiğinden insan kendi farkındalığı sayesinde kendi evrimini bir ölçüye kadar etkileyebilir. Burada insan olmanın toplu utancı ve hayreti, ayrıca insan olmanın büyüklüğü de yatar.” (s.157)

“Hayat, kişinin kendisini yenmesinden ibarettir.” Nietzsche (s.161)

“Eylem ya da duygu olarak şiddetimizin kalbinde kendimizi irade sahibi insanlar olarak gösterme arzusu yatar. Ancak toplumun karmaşıklığı, insanın kalbini yitirmesine sebep olur. Yaptığı hiçbir şey, hep bir başkasının manşet olduğu bir dünyada gurur duyacağı bir beceri olarak görünmez. Bir üniformanın çelişik hisler içeren kimliğini onlara sunacak herhangi özel bir orduya neşeyle katılan insanların çaresizliğinde bu makul bir resimdir: selam verme ve selam verilme hakkı.” Jacob Bronowski (s.183)

“Soruları şimdi yaşa. Belki sonra… uzaklarda bir gün yanıtı yaşarken bulursun.” Rilke (s.220)

“Masumiyetin kalp ile ilgisi vardır, çünkü hissetme haliyle, hesaplamadan hayatı algılama biçimiyle ilgilidir. Hayattaki muazzam cinsellik, yumuşaklık, sömürü ve ihanet ihtimallerine uyanmadan önceki hâl olduğu için “bekâretten” söz edilir. Bunun içerik değil, simge olduğunun unutulmaması gerekmesine rağmen, cinsel tecrübenin olmayışı, geçmişten bu yana masumiyetin simgesi olarak görülmüştür.” (s.220)

“Düzen, insan zihninin dünyadaki daimî anlam arayışının bir ürünüdür, dünyada ise zihinlerimiz dışında bir anlam yoktur. Doğrudur, doğanın gündüzün ve gecenin arka arkaya gelişiyle bir ritmi vardır; bir dengesi, ahengi, yazı, kışı vardır. “Yazı, kışı” diye yazarak, insan zihninin niteliğini açığa vuruyorum; örüntülerimiz olmadan işlevler kördür ve anlamsız bir biçimde tekrar eder. Ancak insan zihni bu kaosa bakar bakmaz, düzen doğar. İnsan zihni ile doğanın kaosu buluşunca sayesinde kendimize bir yön belirleyebileceğimiz bir anlam peyda olur.” (s.263)

“Ne yaparsak yapalım, insanın kalbinde, o tenhalıkta aşırılık hep yerini koruyacaktır. Hepimiz içimizde kendi sürgün yerimizi, suçlarımızı ve harabiyetimizi taşırız. Ancak vazifemiz, bunları dünyanın üstüne salıvermek değildir; kendi içimizde ve başkalarının içinde onlarla savaşmaktır. İsyan, teslim olmamaya, boyun eğmemeye dair dünyevi irade… bugün halen daha mücadelenin temelini oluşturur.” Albert Camus (s.264)

“İyinin ve kötünün hepimizin içinde mevcut olduğu gerçeği; herkesi ahlaki kibirden alıkoyar. Hiç kimse kendi ahlaki üstünlüğü konusunda ısrarcı olamaz. İşte bu kısıtlamadan da affetme olasılığı doğar.” (s.264)

“İletişim için güç şarttır. Kayıtsız ya da hasmane bir topluluğun önünde durup sözünü söylemek ya da bir dosta dürüstçe derinlere inip inciten gerçeklerden bahsetmek, bütün bunlar kişinin kendini ortaya koymasını, onaylamasını ve hatta kimi zaman saldırganlığı gerekli kılar. Bu husus o kadar aşikârdır ki, genellikle görmezden gelinir. Psikoterapi tecrübem; en çok cesaret gerektiren hareketin, kişinin bir başkasına en derindeki düşüncelerini -öfke ya da hiddet ona yön vermeden- basit, samimi bir biçimde iletmesi olduğuna beni ikna ediyor. Genellikle yalnızca eşit güce sahip olduğumuz kişilerle en açık iletişimi kurabiliriz.” (s.270)

“Psikoterapide bir adam ile karısının ilişkilerinde yaşadıkları zorlukların, birbirleriyle iletişim kurarken kabaca ne kadar sorun yaşadıklarıyla ölçülebildiğini görüyoruz. Ötekinin ne söylediğini (ya da ne söylemediğini) anlamakta zorlanıldığında, birbirlerine yabancı olduklarını varsayabiliriz. Bu durumda kişi, ötekinin dalga boyunda değildir (ya da belki olmak da istemiyordur) mantık çerçevesinde ya da soyut konuşmak da aynı şeyin bir belirtisidir – kişinin gerçek duygularını iletmek istememesinin, kendi benliğini karşı tarafa toptan kapatmasının göstergesidir. Düşmanlık büyüdükçe, yansıtma da artar; büyük ölçüde suçlama ve mesafede artış eğilimi de görülür; bütün bunlar düşmanlığın artmasının göstergeleridir. Psikoterapi, insanların aynı dalga boyunda konuşabilmeleri için süreci tersine çevirir.” (s.271)

“Şefkat, kişinin bir nebze güven duymasını, başkasına özen gösterebilecek kadar güç sahibi olmasını gerektirir. Kendine saygı duymanın ve kendini onaylamanın eksik olması, başkalarına verebilecek bir şey kalmasını çok zorlaştırır; bireyin başkasına bir şey verebilmesi için önce kendisinde “motoru çalıştıracak” bir şey olması gerekir.” (s.275)

“Şefkat, birbirimizi tanımamıza dayalı olan sevgi türünün adıdır.

Şefkat, potansiyellerini gerçekleştirdiği için bir başkasına hissedilen bağ değildir. Şefkat, potansiyellerini gerçekleştirmediği zaman da birine hissedilir; başka deyişle, potansiyelini gerçekleştirme ve gerçekleştirmeme arasında mücadele edip duran-sizin gibi, benim gibi- insan olduğu için de birine hissedilir. Sonra insanlığa acılarında ve kaderinde eşlik etmek için kusursuz ilahi bir varlık olma talebinden de vazgeçeriz. Jacob Bronowski’nin dediği gibi: Hepimiz, yalnızız. Birbirimize yalnız olduğumuz için acımayı öğrendik. Şefkat dışında hiçbir şey keşfedilemeyeceğini öğrendik.

Şefkat, insana dair hiçbir şeyin bana yabancı olmadığı inancının kabul edilmesidir.” (s.277)