“Bu dünyada kendimizden başka evimiz yok. Hatta Heidegger’e
ve Sartre’a göre hiç evimiz yok; lakin kendilik dediğimiz de sürekli değişen,
dönüşen ve çelişkili bir olgu olarak pek güvenli bir liman değildir. Ancak bu
dünyada daha canlı hissetmek istiyorsak,
hayatlarımızı daha dolu dolu, doygun yaşamak istiyorsak, elimizden gelen tek
bir şey var; kendimizi ve içinde yaşadığımız dünyayı yakından tanımak. Kendimize
sorular sormanın, merakla bakmanın ve hazır cevaplara yerleşmemenin bize
getireceği en büyük hediye kendimizi ve içinde yaşadığımız dünyayı daha
yakından tanımak olacaktır. Bunu başarabildiğimiz ölçüde hayatta akışı
yakalamak ve canlı hissetmek mümkün olur. Bu konuda Sokrates’çiyim. Gerçekten de
incelenmeyen hayat yaşamaya değmez hale gelir.” (s.20)
“Felsefe tam olarak bilgelik aşkı olarak çevrilebilir. Yunanca’da
aşk kelimesini karşılayan üç kelimeden biri olan filia, belli bir kişi, olgu
veya eyleme tutkuyla adanmış olmak anlamına gelir. Sofya kelimesini bilgelik
olarak çevirmekteyiz. Ama neye dair bilgelik? Felsefe en temelde kendimize ve
içinde yaşadığımız dünyaya dair bir bilgelik aşkıdır. Hayata felsefi bir yerden
bakan kişi, kendini ve içinde yaşadığı dünyayı anlamlandırmaya tutkuyla adanmış
kişidir. Bunu yapmak için filozof veya psikolog olmak gerekmez. Bu bir yaşam
tarzı seçimidir.” (s.21)
“Kendini tanımak ömür boyu süren bir yolculuk. Bunun sebebi
çok karmaşık ve anlaşılmaz olmamız değil. İnsanlar olarak aslında çok tekdüze
varlıklarız. Bir şey isteriz, yapabiliriz, yapamayız, üzülürüz, seviniriz. Bizleri
karmaşık ve çok katmanlı hale getiren, zaman unsurudur.” (s.21)
“Karmaşık, çelişkili ve çok katmanlı insanlar olarak her
zaman bazı yönlerimiz karanlıkta kalacaktır. Sabit değiliz. Her an yeni
seçimler yapıp yeni binlerce şey deneyimlerken daha da karmaşık, çelişkili ve
çok katmanlı bir hale geliyoruz. Bu, insan olmanın hem mükâfatı hem de laneti. Tahmin
edersiniz ki böylesine karmaşık bir hayat soru sormakla tanınıp bitemez.”
(s.22)
“Varoluşçu bakış açısına göre arzu her şeyden önce içten
gelen bir enerjidir. Bu enerjinin her daim bir yönü, yani hedefi vardır. İlgilenmenin,
merak etmenin çok ötesinde, arzu bizi yöneldiği tarafa sevk etmek için elinden
geleni yapar. Bu açılardan deneyimlerimiz arasında önemli ve özel bir yer
tutar. Arzu, dünyayla ihtiyaçlarımızın ötesinde buluşmanın temelidir. Arzu sayesinde
tutkuyu yaşayabilir, oyuncu olabiliriz, yaratıcılığımızı ortaya koyabiliriz. İnsan
sadece gerekliliklerde kaldığında, sadece ihtiyacı olan kadarı için dünyaya
karıştığında zaman içerisinde ölü hissedebilir. Buna karşın arzu bizlere
gerekenin ötesini, mümkün olanı gösterir.” (s.34)
“Bağımlılıklarımız birer hastalık değildir. Hayatımızı ezbere
yaşamanın varabileceği son noktalardır. Bir nevi önümüzdeki ihtimaller
denizini, özgürlüğümüzü reddedip, hayata sırt dönmemizdir. Hayatta olmanın beraberinde
getirdiği özgürlüğü ve onun baş dönmesini, kaygısını yok etme çabasıdır. Kişinin
varoluşunu tekdüzeleştirme denemesidir.” (s.44)
“Bağımlılıklar bir nevi otantiklik eksikliğine işaret
eder. Varoluşçu açıdan otantiklik özgünlükten ziyade sahip çıkmakla ilgilidir. Hayatımıza,
seçimlerimize, seçmeden başımıza gelenlere ne kadar sahip çıkabilirsek, o kadar
otantik olabiliriz. Burada sahip çıkmaktan kastım başımıza gelenlere şükretmek
demek değil. Hayatımıza karşı koşulsuz şartsız iyi hissetmek ise hiç değil. Sadece
seçtiklerimizin ve de başımıza gelenlerin hayatımızın bir parçası olduğunu ve
aslında böylelikle bizim bir parçamız olduğunu kabul etmek. Bunlarla ilgili
kötü, suçlu, pişman hissedebiliriz, lanet edebiliriz. Ancak otantiklik demek,
hissimiz ne olursa olsun “bu benim, bu bana ait” diyebilmektir.” (s.47)
“Viktor Frankl’a göre hayatta anlam bulamadığımız zaman
ortaya çıkan boşlukla baş etmenin bir yöntemi olarak bağımlılıklara sarılırız. Bağımlılık,
kişinin hayatında anlam bulamadığı, arzusuna temas edemediği ve hayattaki
yönünü kaybettiği anlamına gelebilir. Frankl’a göre bağımlılıklardan kalıcı ve
sürdürülebilir bir şekilde çıkmanın yolu anlam bulduğumuz, bulduğumuz anlamlara
sahip çıktığımız hayatlar sürmektir.” (s.47)
“Jean Paul Sartre direkt olarak evsizlik veya
yurtsuzluktan bahsetmese de, insanın her şeyden önce bir hiçlik olduğunu iddia
eder. Başka bir deyişle, biz kendimizi ne yaparsak, kim haline getirirsek o
oluruz, çünkü bir nevi temelimiz hiçliktir. Bu hiçlik bizi hem çılgınlar gibi
korkutur (bu yüzden baştan belirlenmiş ve değiştiremeyeceğimiz özelliklerimiz
olduğunu iddia ederek ortalıkta dolanırız), ancak aynı zamanda da bütün
canlılığımızın, yaratıcılığımızın, kısacası insan oluşumuzun kalbidir.” (s.51)
“Duygular, yaşadığımız dünyayla aramızdaki iletişimdir,
bir dildir, bir diyalogdur. Gökten zembille inmezler. Durduk yere yaşıyormuşuz
gibi geldikleri anlarda bile kaynaklandıkları bir yer vardır. Duygular,
kendimize nasıl bir dünya yarattığımızı, kendimiz için nasıl bir dünya
seçtiğimizi anlatırlar. Duygular, sadece birer mesajdır.” (s.67)
“Jean Paul Sartre kurduğumuz bağlara ve bağlanmalarımıza
dair kışkırtıcı bir iddia ortaya koyar: cehennem ötekidir.
Kola dövmesi yapılan bu laf, yine çok yanlış anlaşılmaya
müsaittir. Sartre’ın burada ne kastettiğine girmeden evvel ne kastetmediğini
netleştirmek daha faydalı olacaktır. “Cehennem ötekidir” derken insanların
güvenilmezliğine, hep kazık atmalarına, adiliğine vurgu yapılmamaktadır (en
nihayetinde bu bir atarlı giderli pop şarkısı değil). Ötekine olan derin,
ruhsal ihtiyacımız, tabiri caizse bağımlılığımız ötekini tam olarak bizim için
cehennem kılar. İnsan münferit olamaz. Kendimizi dağ başlarında inzivalara
kapatsak bile öteki hep bizimledir; anılarımızda, duygularımızdadır. Bağlarımız
olmadan kendimiz olamayız.” (s.73)
“Martin Heidegger konuyu farklı bir noktadan ele alır. Henüz
kendimizi tanımadıysak, henüz kendimize sahip çıkmaya başlamadıysak ilişkiler
yumağında kendimizi kolaylıkla kaybedebiliriz. Heidegger’e göre anonim, bizden
daha güçlü ve büyük bir insanlar topluluğunun içine doğarız. Daha kendimizi
tanıma fırsatına erişmeden birçok fikirle yoğruluruz. Eğer uyanmazsak, eğer
kendimizi dinlemezsek, başkalarının genel geçer fikirleriyle bir ömür
geçebilir. Heidegger’e göre öteki, kendimiz olmamız yolunda bir engel gibi
görünmektedir. Ancak ilişkiseliz, hep ilişkiler içinde olacağız. Bu durumda
bize düşen kendimizi tanımak ve kendimize sahip çıkarak ilişkiler içinde varlık
göstermektir. Ben gerçekten ne istediğimi bilmezsem, her akşam evde pişen yemeği
yerim. Anlamadığım bir mutsuzlukla yaşarım. Oysa kendimi bir bilsem, belki de
dünyamı kendime iyi gelecek şekilde şekillendirebilirim; bunu yaparken de yine
bağ kurmaya devam edebilirim.
Uzun lafın kısası, bağlar bizi besleyebilir de, işgal de
edebilir. Pazarlık yapamayacağımız tek kısım öyle ya da böyle ötekilerle
bağlarımızın olacağıdır. Bu bağları şekillendirmekse bize düşer.” (s.76)
“İnsan olma halleri içerisinde aşk, kendimizi en çok açık
ettiğimiz deneyimlerden biri olduğu için özel bir yere sahiptir. Başka bir
tabirle, mutluluğu uçurur, yarası ağırdır. Tam da bu sebeple zihinlerimizi
meşgul etmeye devam eder.” (s.78)
“Öyle ya da böyle aşktan bahseden bütün filozoflar, bir
duygu, bir deneyim, bir eylem olan aşk ile günümüzde aşkımızı ifade etme, canlı
tutma ve yaşama yöntemlerimizi birbirinden ayırır. Örneğin Nietzsche aşkı böylesine
kutsal bir yere koyarken, bizleri aşkı yaşama şeklimiz sebebiyle eleştirir. Aşık
olan kişileri yeni bulduğu altın madenini kanı canı pahasına koruyan bekçilere
benzeten Nietzsche, aşık olduğumuz kişiyi kaçmasını ve çalınmasını engellememiz
gereken egzotik bir kuşa döndürmememiz için bizleri uyarır. Eğer böyle bir
yolda ilerliyorsak, bu aşk değildir; toplumun bize dayattığı romantizm mitine
uymak ve onu yaşamaya çalışmak çabasından ibarettir. Bu açıdan baktığımızda
aşkımızı garantilemek için yüzükler taşımamız, aşk köprülerine asma kilitler
takmamız, ortak sosyal medya hesapları açmamız veya bağımsız hareket etmeyi
reddetmemiz gerçekten aşkın ifadesi değildir. Bunlar sadece aşkı garantileme
çabalarıdır. Çok çelişkili bir şekilde aşkı garantileme çabası da, aşkı içten
içe kemiren bir kurt gibidir; eninde sonunda aşkı öldürecektir.” (s.80)
“Garantiler, aşkı ezbere yaşanan bir zemine oturtur.” (s.81)
“Varoluşçu bakış açısına göre aşk, bir hal veya bir duygu
olmaktan öte eylemlerimizin sonucunda ortaya çıkan bir yankıdır. Aşkı nedense
hissederek bulabileceğimizi sanırız. Aslında biriyle beraber olduğumuzda,
onunla bir şeyler paylaştığımızda, bir şey yaptığımızda, yani ortaya bir eylem
koyduğumuzda ve bu eylemin yankısı canlılık, neşe, heyecan, daha fazlasını
istemek ise bu aşktır.” (s.81)
“Aşık olup bir çift haline geldikten sonra da karşımıza önemli
bir çelişki ve hiç bitmeyecek bir iş çıkar; bu da bir yandan özgür kalırken
diğer yandan ortak bir zeminde buluşma çabasıdır. Bu da aşkın her zaman gül bahçesi
olmayacağının en önemli işaretidir. Aşıksanız çatışacaksınız, müzakere
edeceksiniz, bazen mutsuz olacaksınız, bazen görülmemiş ve duyulmamış
hissedeceksiniz, ancak en nihayetinde ortak bir zemin bulup kendinizi orada var
etmeyi her seçtiğinizde aşkınızı bir daha teyit etmiş olacaksınız.” (s.81)
“Nietzsche amor fati’den yani kaderimize aşık olmaktan
bahseder. Başımıza gelenleri olduğu gibi kabul etmek, onlara ve onlarla ilgili tüm
hislerimize sahip çıkmak sanırım kaderimize aşık olmanın tam tanımı olurdu.”
(s.105)
“Kendimiz için anlamlı olanın peşinden gidince, sırf
tanıdık olduğu için bize acı verenlere tutunmayı bırakınca, yaslarımızı tutacak
alanı kendimize açınca ve hayatın getirdiklerine gözlerimizi açıp “bu da benim
hayatım” deyip içimize derin bir nefes çekince dayanılmaz bir hafifliğe
ulaşırız..
Merak etmeyin, sonra da bu hafifliği kaybedebiliriz. Önemli
olan nasıl ağırlaştığımızı görebilmek ve sonra tekrar hafiflemeyi başarmak. Ve sonra
tekrar kaybederiz ve bu döngüde yaşar gideriz.” (s.207)
“İnsan neden bir şeyleri görmez, çünkü kendi gölge ettiği
için.” Nietzsche (s.228)