30 Ağu 2022

Ferhat Jak İçöz - Kendin Olmanın Dayanılmaz Hafifliği

“Bu dünyada kendimizden başka evimiz yok. Hatta Heidegger’e ve Sartre’a göre hiç evimiz yok; lakin kendilik dediğimiz de sürekli değişen, dönüşen ve çelişkili bir olgu olarak pek güvenli bir liman değildir. Ancak bu dünyada daha canlı  hissetmek istiyorsak, hayatlarımızı daha dolu dolu, doygun yaşamak istiyorsak, elimizden gelen tek bir şey var; kendimizi ve içinde yaşadığımız dünyayı yakından tanımak. Kendimize sorular sormanın, merakla bakmanın ve hazır cevaplara yerleşmemenin bize getireceği en büyük hediye kendimizi ve içinde yaşadığımız dünyayı daha yakından tanımak olacaktır. Bunu başarabildiğimiz ölçüde hayatta akışı yakalamak ve canlı hissetmek mümkün olur. Bu konuda Sokrates’çiyim. Gerçekten de incelenmeyen hayat yaşamaya değmez hale gelir.” (s.20)

“Felsefe tam olarak bilgelik aşkı olarak çevrilebilir. Yunanca’da aşk kelimesini karşılayan üç kelimeden biri olan filia, belli bir kişi, olgu veya eyleme tutkuyla adanmış olmak anlamına gelir. Sofya kelimesini bilgelik olarak çevirmekteyiz. Ama neye dair bilgelik? Felsefe en temelde kendimize ve içinde yaşadığımız dünyaya dair bir bilgelik aşkıdır. Hayata felsefi bir yerden bakan kişi, kendini ve içinde yaşadığı dünyayı anlamlandırmaya tutkuyla adanmış kişidir. Bunu yapmak için filozof veya psikolog olmak gerekmez. Bu bir yaşam tarzı seçimidir.” (s.21)

“Kendini tanımak ömür boyu süren bir yolculuk. Bunun sebebi çok karmaşık ve anlaşılmaz olmamız değil. İnsanlar olarak aslında çok tekdüze varlıklarız. Bir şey isteriz, yapabiliriz, yapamayız, üzülürüz, seviniriz. Bizleri karmaşık ve çok katmanlı hale getiren, zaman unsurudur.” (s.21)

“Karmaşık, çelişkili ve çok katmanlı insanlar olarak her zaman bazı yönlerimiz karanlıkta kalacaktır. Sabit değiliz. Her an yeni seçimler yapıp yeni binlerce şey deneyimlerken daha da karmaşık, çelişkili ve çok katmanlı bir hale geliyoruz. Bu, insan olmanın hem mükâfatı hem de laneti. Tahmin edersiniz ki böylesine karmaşık bir hayat soru sormakla tanınıp bitemez.” (s.22)

“Varoluşçu bakış açısına göre arzu her şeyden önce içten gelen bir enerjidir. Bu enerjinin her daim bir yönü, yani hedefi vardır. İlgilenmenin, merak etmenin çok ötesinde, arzu bizi yöneldiği tarafa sevk etmek için elinden geleni yapar. Bu açılardan deneyimlerimiz arasında önemli ve özel bir yer tutar. Arzu, dünyayla ihtiyaçlarımızın ötesinde buluşmanın temelidir. Arzu sayesinde tutkuyu yaşayabilir, oyuncu olabiliriz, yaratıcılığımızı ortaya koyabiliriz. İnsan sadece gerekliliklerde kaldığında, sadece ihtiyacı olan kadarı için dünyaya karıştığında zaman içerisinde ölü hissedebilir. Buna karşın arzu bizlere gerekenin ötesini, mümkün olanı gösterir.” (s.34)

“Bağımlılıklarımız birer hastalık değildir. Hayatımızı ezbere yaşamanın varabileceği son noktalardır. Bir nevi önümüzdeki ihtimaller denizini, özgürlüğümüzü reddedip, hayata sırt dönmemizdir. Hayatta olmanın beraberinde getirdiği özgürlüğü ve onun baş dönmesini, kaygısını yok etme çabasıdır. Kişinin varoluşunu tekdüzeleştirme denemesidir.” (s.44)

“Bağımlılıklar bir nevi otantiklik eksikliğine işaret eder. Varoluşçu açıdan otantiklik özgünlükten ziyade sahip çıkmakla ilgilidir. Hayatımıza, seçimlerimize, seçmeden başımıza gelenlere ne kadar sahip çıkabilirsek, o kadar otantik olabiliriz. Burada sahip çıkmaktan kastım başımıza gelenlere şükretmek demek değil. Hayatımıza karşı koşulsuz şartsız iyi hissetmek ise hiç değil. Sadece seçtiklerimizin ve de başımıza gelenlerin hayatımızın bir parçası olduğunu ve aslında böylelikle bizim bir parçamız olduğunu kabul etmek. Bunlarla ilgili kötü, suçlu, pişman hissedebiliriz, lanet edebiliriz. Ancak otantiklik demek, hissimiz ne olursa olsun “bu benim, bu bana ait” diyebilmektir.” (s.47)

“Viktor Frankl’a göre hayatta anlam bulamadığımız zaman ortaya çıkan boşlukla baş etmenin bir yöntemi olarak bağımlılıklara sarılırız. Bağımlılık, kişinin hayatında anlam bulamadığı, arzusuna temas edemediği ve hayattaki yönünü kaybettiği anlamına gelebilir. Frankl’a göre bağımlılıklardan kalıcı ve sürdürülebilir bir şekilde çıkmanın yolu anlam bulduğumuz, bulduğumuz anlamlara sahip çıktığımız hayatlar sürmektir.” (s.47)

“Jean Paul Sartre direkt olarak evsizlik veya yurtsuzluktan bahsetmese de, insanın her şeyden önce bir hiçlik olduğunu iddia eder. Başka bir deyişle, biz kendimizi ne yaparsak, kim haline getirirsek o oluruz, çünkü bir nevi temelimiz hiçliktir. Bu hiçlik bizi hem çılgınlar gibi korkutur (bu yüzden baştan belirlenmiş ve değiştiremeyeceğimiz özelliklerimiz olduğunu iddia ederek ortalıkta dolanırız), ancak aynı zamanda da bütün canlılığımızın, yaratıcılığımızın, kısacası insan oluşumuzun kalbidir.” (s.51)

“Duygular, yaşadığımız dünyayla aramızdaki iletişimdir, bir dildir, bir diyalogdur. Gökten zembille inmezler. Durduk yere yaşıyormuşuz gibi geldikleri anlarda bile kaynaklandıkları bir yer vardır. Duygular, kendimize nasıl bir dünya yarattığımızı, kendimiz için nasıl bir dünya seçtiğimizi anlatırlar. Duygular, sadece birer mesajdır.” (s.67)

“Jean Paul Sartre kurduğumuz bağlara ve bağlanmalarımıza dair kışkırtıcı bir iddia ortaya koyar: cehennem ötekidir.

Kola dövmesi yapılan bu laf, yine çok yanlış anlaşılmaya müsaittir. Sartre’ın burada ne kastettiğine girmeden evvel ne kastetmediğini netleştirmek daha faydalı olacaktır. “Cehennem ötekidir” derken insanların güvenilmezliğine, hep kazık atmalarına, adiliğine vurgu yapılmamaktadır (en nihayetinde bu bir atarlı giderli pop şarkısı değil). Ötekine olan derin, ruhsal ihtiyacımız, tabiri caizse bağımlılığımız ötekini tam olarak bizim için cehennem kılar. İnsan münferit olamaz. Kendimizi dağ başlarında inzivalara kapatsak bile öteki hep bizimledir; anılarımızda, duygularımızdadır. Bağlarımız olmadan kendimiz olamayız.” (s.73)

“Martin Heidegger konuyu farklı bir noktadan ele alır. Henüz kendimizi tanımadıysak, henüz kendimize sahip çıkmaya başlamadıysak ilişkiler yumağında kendimizi kolaylıkla kaybedebiliriz. Heidegger’e göre anonim, bizden daha güçlü ve büyük bir insanlar topluluğunun içine doğarız. Daha kendimizi tanıma fırsatına erişmeden birçok fikirle yoğruluruz. Eğer uyanmazsak, eğer kendimizi dinlemezsek, başkalarının genel geçer fikirleriyle bir ömür geçebilir. Heidegger’e göre öteki, kendimiz olmamız yolunda bir engel gibi görünmektedir. Ancak ilişkiseliz, hep ilişkiler içinde olacağız. Bu durumda bize düşen kendimizi tanımak ve kendimize sahip çıkarak ilişkiler içinde varlık göstermektir. Ben gerçekten ne istediğimi bilmezsem, her akşam evde pişen yemeği yerim. Anlamadığım bir mutsuzlukla yaşarım. Oysa kendimi bir bilsem, belki de dünyamı kendime iyi gelecek şekilde şekillendirebilirim; bunu yaparken de yine bağ kurmaya devam edebilirim.

Uzun lafın kısası, bağlar bizi besleyebilir de, işgal de edebilir. Pazarlık yapamayacağımız tek kısım öyle ya da böyle ötekilerle bağlarımızın olacağıdır. Bu bağları şekillendirmekse bize düşer.” (s.76)

“İnsan olma halleri içerisinde aşk, kendimizi en çok açık ettiğimiz deneyimlerden biri olduğu için özel bir yere sahiptir. Başka bir tabirle, mutluluğu uçurur, yarası ağırdır. Tam da bu sebeple zihinlerimizi meşgul etmeye devam eder.” (s.78)

“Öyle ya da böyle aşktan bahseden bütün filozoflar, bir duygu, bir deneyim, bir eylem olan aşk ile günümüzde aşkımızı ifade etme, canlı tutma ve yaşama yöntemlerimizi birbirinden ayırır. Örneğin Nietzsche aşkı böylesine kutsal bir yere koyarken, bizleri aşkı yaşama şeklimiz sebebiyle eleştirir. Aşık olan kişileri yeni bulduğu altın madenini kanı canı pahasına koruyan bekçilere benzeten Nietzsche, aşık olduğumuz kişiyi kaçmasını ve çalınmasını engellememiz gereken egzotik bir kuşa döndürmememiz için bizleri uyarır. Eğer böyle bir yolda ilerliyorsak, bu aşk değildir; toplumun bize dayattığı romantizm mitine uymak ve onu yaşamaya çalışmak çabasından ibarettir. Bu açıdan baktığımızda aşkımızı garantilemek için yüzükler taşımamız, aşk köprülerine asma kilitler takmamız, ortak sosyal medya hesapları açmamız veya bağımsız hareket etmeyi reddetmemiz gerçekten aşkın ifadesi değildir. Bunlar sadece aşkı garantileme çabalarıdır. Çok çelişkili bir şekilde aşkı garantileme çabası da, aşkı içten içe kemiren bir kurt gibidir; eninde sonunda aşkı öldürecektir.” (s.80)

“Garantiler, aşkı ezbere yaşanan bir zemine oturtur.” (s.81)

“Varoluşçu bakış açısına göre aşk, bir hal veya bir duygu olmaktan öte eylemlerimizin sonucunda ortaya çıkan bir yankıdır. Aşkı nedense hissederek bulabileceğimizi sanırız. Aslında biriyle beraber olduğumuzda, onunla bir şeyler paylaştığımızda, bir şey yaptığımızda, yani ortaya bir eylem koyduğumuzda ve bu eylemin yankısı canlılık, neşe, heyecan, daha fazlasını istemek ise bu aşktır.” (s.81)

“Aşık olup bir çift haline geldikten sonra da karşımıza önemli bir çelişki ve hiç bitmeyecek bir iş çıkar; bu da bir yandan özgür kalırken diğer yandan ortak bir zeminde buluşma çabasıdır. Bu da aşkın her zaman gül bahçesi olmayacağının en önemli işaretidir. Aşıksanız çatışacaksınız, müzakere edeceksiniz, bazen mutsuz olacaksınız, bazen görülmemiş ve duyulmamış hissedeceksiniz, ancak en nihayetinde ortak bir zemin bulup kendinizi orada var etmeyi her seçtiğinizde aşkınızı bir daha teyit etmiş olacaksınız.” (s.81)

“Nietzsche amor fati’den yani kaderimize aşık olmaktan bahseder. Başımıza gelenleri olduğu gibi kabul etmek, onlara ve onlarla ilgili tüm hislerimize sahip çıkmak sanırım kaderimize aşık olmanın tam tanımı olurdu.” (s.105)

“Kendimiz için anlamlı olanın peşinden gidince, sırf tanıdık olduğu için bize acı verenlere tutunmayı bırakınca, yaslarımızı tutacak alanı kendimize açınca ve hayatın getirdiklerine gözlerimizi açıp “bu da benim hayatım” deyip içimize derin bir nefes çekince dayanılmaz bir hafifliğe ulaşırız..

Merak etmeyin, sonra da bu hafifliği kaybedebiliriz. Önemli olan nasıl ağırlaştığımızı görebilmek ve sonra tekrar hafiflemeyi başarmak. Ve sonra tekrar kaybederiz ve bu döngüde yaşar gideriz.” (s.207)

“İnsan neden bir şeyleri görmez, çünkü kendi gölge ettiği için.” Nietzsche (s.228)