10 Eki 2020

Mine Söğüt - Gergedan

“Korku nedir, artık hiç bimiyorum. Bildiğim tek şey… Bu hayat bir ada… Hayırsız bir ada. Bizi ta ne zaman atmışlar bu adaya. Birbirimizi yiyoruz iştahla.” (s.27)

“Zaman hep yuvarlak. O yüzden devamlı başa dönüyor kader.” (s.30)

“O kapıdan, o pencereden, o kurşunlardan, o piknik sepetinden, o geçmişten ve o gelecekten, korkulardan, şüphelerden, bayraklardan, dillerden, isimlerden, intikamlardan ve suçluluklardan, kinlerden, nefretlerden, sınırlardan, dağlardan, yollardan, sürgünlerden, çetelerden, her şeyden, var mı, her şeyden arkamıza bakmadan kaçıyoruz işte. Madem zaman bir türlü geçmiyor; biz geçeriz. Vazgeçeriz.” (s.43)

“Kimse bizi tanımazsa, kimse bize düşman da olmaz. Kırlarda yürüyoruz, bir yandan çiçek topluyoruz, bir yandan yeni isimler arıyoruz kendimize. Çiçek toplamak kolay, yeni isim bulmak zor. Hangi isme heveslensek içinde eski şeyleri anımsatan bir şey var. Eski şeylerin ne yasını tutmak istiyoruz, ne intikamını almak. Eski şeyler yinelenmesin yeter.” (s.43)

“Senin hem arkanda olacağım hem önünde…
Güvenli zannettiğin evinde…
Atalarından devraldığın fikrinde.
Hem geçmişinde, hem geleceğinde.
Denizlere de açılsan… Kırlara da çıksan peşinde…
Benden kaçarken vardığın her yerde.
Hayatının tam orta yerinde dev bir kafeste.” (s.45)

“Tanrılara inandığımız falan yok aslında. Olmadıklarını ikimiz de biliyoruz. Ama adlarını geçirerek kurduğumuz cümleler başka kelimelerle kurulduğunda aynı etkiyi yapmıyor.” (s.48)

“Dilimizdeki başka kelimeleri düşünüyorum. Ve başka dillerdeki başka kelimeleri. Onları anlamaya çalışırken insan hayatın anlamını çözüverir. Ama o çözdüğü anlam da o an ayağına, hatta boynuna dolanıverir. O yüzden anlamlar da kelimeler de aslen tehlikelidir. Denizden, fırtınadan ve yalnızlıktan daha tehlikeli.” (s.49)

“Hazır mıyım? Değilim aslında. Ne fırtınaya ne kadere ne denizkızına ne gergedana ne de bu derin ve uçsuz bucaksız yalnızlığa. Ama gemideyim. Herkes gibi. Hayalet gibi. Kadere doğru…” (s.50)

“Ceplerimizde huzursuz hikâyeler. Belleklerimizde irini kurumamış yaralar. Tırnaklarımızın arası hayattan kazıdığımız kirlerle dolu. Ne geçmişe güvenimiz var, ne bugüne, ne de geleceğe. Ölülerimizi sırtımızda taşıyoruz. İnatla doğurmuyoruz. Çoğalmıyoruz. Geceleri daracık mezarlarda uyuyoruz. Gündüzleri ha öldük ha öldürdük diye korkuyoruz. Kötüyü gördük. Unutamıyoruz.
Ama işte kırlardayız. Nergis tarlasına gidiyoruz. Haneke, Pasolini, Greenaway ve bir de ben. Sanki hiçbir şey olmamış gibi.
Yol bitmiyor. İyi ki bitmiyor.
Nergis tarlasına hiç varmıyoruz. İyi ki varmıyoruz.
Termosumuzda çayımız sıcacık.
Kurabiyelerimiz taptaze.
Dördümüz de biliyoruz, tanrı yok ama zaman var.” (s.55)

“Kaybetmekle kaybolmak bir midir?
Ben kaybettim… o kayboldu.
Kaybolmuş bir cambaza kaybettiklerimi anlatmayacağım. Onunla aynı ormanda doğduk. Onun bıktığı şeylere ben hâlâ tutkunum. Onun kurduğu hayaller benim için kâbus, sevdiği kadınlar çirkin, vurduğu kuşlar biçare. O sirkini kaybetmiş bir cambaz, ben geçmişini yitirmiş bir salyangoz. O dışına… Ben içime.” (s.61)

“Devrim düşleri yeniden kurulacakmış… gibi.
Zaman şehrin içinden bir ileri bir geri geçip gidecekmiş gibi.
Benim adımı sirkten silin, kabuğumu kırıp toprağa serpin.
Onun adını sirke verin, ipini yeniden gerin.
İkimiz de ormanda doğduk, şehirde ölüyoruz.
Beni ormanda yakın, onu şehirde.
Ben küllerimden yeniden… yeniden… yeniden doğacağım.
O hiç sönmeyecek.” (s.61)

“Seni bazen sırtıma alacağım bazen ayaklarımın altına.
Yanı başımda yatacaksın tüm uykularına.
Rüyalarında gezeceğim ve hayallerinde.
Kararlarında ve niyetlerinde.
İyiye dair ne varsa eze eze.
Yaşlı ve öfkeli bir gergedan.
İnsanlığın peşinde dolaşan.” (s.67)

“Saçlarımı o kadar sıkı toplamışım ki kökleri kalbimi yerinden sökecek gibi. Uzun upuzun saçlarım. Kısa kısacık saçlarım. Saçlarım.

İçim ne kadar ferahsa… o kadar sıkıntılıyım. İçim içime sığmıyor ve içim içimde kuruyor. Ben ve ben. Aramızda yarım asırlık bir zaman. Altımda bir pantolon kendi dizimin dibimde, eteklerimde oturuyorum nice zaman.” (s.71)

“Kalkıp pencereyi kapatıyorum. Oturduğum yerden pencereyi kapatışıma bakıyorum. Şehir dışarıda kalıyor. Kırmızı balıklar hayallerimden çıkıp pencerenin pervazına konuyor.” (s.71)

“Görmedim mi, diyorum eteklerimi düzelterek: Öldü, kuş cama çarptı ve gözlerimin içine baka baka öldü. Kuşa değil, kendime ağlıyorum ben diyorum. O camı oraya, kuşun yoluna takarken düşünecektim. Onu benim tercihlerim öldürdü. Tercihlerimin sonuçlarına ağlıyorsam, o zaman kuşa değil kendime üzülüyorum demektir.
Ne desem çok şaşırıyorum. Aklımdan geçen düşüncelere de, ağzımdan çıkan kelimelere de yabancıyım.
O an anlıyorum. Kadere inanmıyormuşum. Tanrı falan hep safsataymış benim için. Varsa yoksa tercihler. Kırmızı uçan balıkları tercih ediyormuşum. Açık camları ve gezgin kaplumbağaları. Ben karabasanlarla büyüdüm. Camları sıkı sıkı kapatmayı ve kapılara kilit üzerine kilit takmayı biliyorum.
Hep kendimi korumam gerektiğini sanıyorum. Kaybetmemem gerektiğine inanıyorum.

….

Aslında hiçbiri. Kaybetsem de olur kaybetmesem de olur. Kuş misal, kaybetti. Ama kaybedene kadar uçtu. Çünkü korku nedir bilmiyordu. Şu durumda ölümü bir kazanç mı kayıp mı?
Ama diyorum, bu canına mal oldu.
Uçabilecekken, sırf korktuğu için uçmayan kuşa bu korku neye mal olur, onu da düşün.
Düşünüyorum, içim ürperiyor.
Ben hiçbir şeyden korkmuyor muyum gerçekten, diye soruyorum.

Çok şeyden korkuyormuşum. Açık duran camdan içeri girebileceklerden ve dışarı çıkabileceklerden. Kırmızı balıkların beni götürdükleri yerden geri getirmemesinden. Kaplumbağanın beni bir gün sırtından atmasından. Öfkeli bir gergedandan. Alnımın ortasında çıkıntı çıkacak gibi duran bir boynuzdan. Korkuyormuşum hep.” (s.72)

“Elimde bir ayna. Kendime bakıyorum. Baktığım ve gördüğüm bir yana, bana anladığım lazım diyorum. Yaşadığım yeri cehennem yapan, hep yanlış anladıklarım ya da hiç anlamadıklarım.” (s.77)

“Kendimi biri zannettiğim için düştüğüm derin kuyuda alamadığım nefes benim kendi kafesim.” (s.78)

“Tapamayacağım tanrılar yaratıyorum. Yaşatamayacağım çocuklar doğuruyorum. Bitiremeyeceğim işler icat ediyorum. Çıkamayacağım yollarım, aşamayacağım dağlarım var. Uyuyamayacağım uykularım, uyanamayacağım kâbuslarım, konuşamayacağım dillerim. Çözemeyeceğim bilmecelerim. Sorgusuz sualsiz yüklendiğim sorumluluklarım. Cennete ait sandığım her şey benim topyekûn cinnetim.” (s.79)

“Tanrı dünyayı altı günde yarattı. Yedinci gün utandı.” (s.85)

“Kendi aklında yaptığın yıkılmaz demir bir kafesin içindesin.” (s.97)