Olmasaydı yalnızlık...” Emily Dickinson
“Bu kitapta, günlük hayatta yitirilen ve sık sık da,
yanılsamalardan ve sadece görünüşlerden, kayan yıldızlardan beslenen amaç
arayışlarının, dünyeviliğin yutuverdiği yalnızlığın varoluş biçimlerine,
dillerine doğru yol almaktayım ve bu yolda, öncelikle içsel yalnızlık, ruhun
yalnızlığı, yaratıcı yalnızlık ile acılı yalnızlık, olumsuz yalnızlık,
tecrit-yalnızlığını ayırt etmeyi arzu etmekteyim. Bunlar, yalnızlığın
birbirinden çok farklı iki resmidir; bununla birlikte, hayatta, iç içe
geçmeleri pek tabii ki mümkündür. Tefekkür ve meditasyon, huzur ve umut yüklü
ihtiyaçların izinden doğan içsel yalnızlıkta, yaşanmışlığın az ya da çok
derinliğine ve köktenliğine bağlı duygulanım farklılıkları belirir sadece.
Acılı yalnızlıkta, tecrit-yalnızlığında ise, hastalıktan, bedensel acıdan,
yoksunluktan, ideallerin yerle bir olmasından, insan ilişkilerinin ortadan
kaybolmasından kaynaklanan göstergeler ve dünyadan, insanların dünyasından ve
nesneler dünyasından, amaç ve arzular arayıp belirleme niyetinden istemli bir
kopuş seçilir; bunda, kendinden-başkasının kaderine yönelik kayıtsızlık,
özensizlik ve ilgisizlik damgası taşıyan, sadece bireysel olan amaç ve arzular
mevcuttur.” (s.13)
“Acı içimizde sessiz çığlık attığında, alışageldiğimiz
insan ilişkilerini ve toplumsal ilişkileri koparmaya ve genellikle içsel,
yaratıcı yalnızlığın değil de, öylesine hassas ve kırılgan, yıkılabilir ve
parçalara ayrışabilir, acılı, olumsuz yalnızlığın sınırlarına hapsolmaya
meylederiz. Bedensel acı, yaralı bir bedenin hummalı ve kanayan acısı, bizleri,
içine hemen hemen hiç nüfuz edilmeyecek bir tecrit yalnızlığına sürükler;
bununla birlikte depresif bir bilinçten ya da Simon Weil’in muhteşem tabiriyle
“talihsizlik”ten fışkıran ruhun acısında da insanın içini sızlatan bir
yalnızlık ortaya çıkar. Böylesi bir yalnızlığın içsel yalnızlık olduğunu
savunmak neredeyse olanak dışıdır, ancak bunda başka insanların dünyasıyla
iletişim kurmaya yönelik izler de mevcuttur. Bunlar, açık yalnızlık ile kapalı
yalnızlığın, içsel yalnızlık ile tecrit yalnızlığının karşılıklı sınır aşımına
tanıklık eden durumlardır.” (s.14)
“Başkalarının mutluluğunu dışlamayan yoğun ve derin
mutluluklar, büyük mutluluklar vardır ve de uçucu, geçici adını verdiğimiz
dünyevi, içselleştirilmemiş mutluluklar, küçük mutluluklar vardır ve de
özlemle, yitmişlik hissiyle, yaralanmış ama acıyla paramparça olmamış
hatıralarla dolu mutsuzluklar, yitirilmiş mutluluklar ve acılı, iç sızlatan,
zaman zaman da acımasız mutsuzluklar vardır. Mutlu ve mutsuz ruh hallerine
hangi yalnızlık türleri eşlik etmektedir? Mutluluk, derin mutluluk, kendi anlam
ufuklarını kavrayan içsel yalnızlığın gizliliğinde yaşamaya meyleder;
yitirilmiş mutluluğa ise, kâh tecrit yalnızlığı, kâh kırılgan ve gizli acımızın
ve özlemimizin sırrını çözümleyen içsel yalnızlık eşlik eder.” (s.15)
“Seçilen yalnızlık bizlere neler demektedir? Hiç olmazsa
görünüşte dünyadan kopup yalnızlığın ve sessizliğin içine geri dönüşsüz olarak
dalma durumu bizlere neler düşündürmektedir? Kalbimizde, manastırda yaşanan
berrak yalnızlıklara buzul misali yansıyan parçacıklar, içsel hayat adaları var
mıdır?
Yalnızlık, kırılgan ve gölgeli duyguları yansıtan ve hiç
unutulmayan bazı şiirlerin ana konusudur. Böylelikle Francesco Petrarca’nın,
Giacamo Leopardi’nin, Emily Dickinson’ın, Rainer Maria Rilke’nin ve Antonia
Pozzi’nin hem çok meşhur hem de neredeyse hiç bilinmeyen şiirlerini ele aldım;
her birinde hayatımızın bazı anlarında, yeniden dönüşüme uğramış,
vazgeçemeyeceğimiz bir yalnızlığın gizemli ve büyülü tınısı çınlamaktadır.
Kalbin huzursuz bir özlemle dolu olduğu, dikkatini tamamen dile getirilemez
olanın arayışına vermiş anlardır bunlar. İnsanın kendi içselliği ve bilinciyle,
kendi kendisine yaptığı iç sohbetin ön şartı olarak yeniden yaşadığı yalnızlık
anları.” (s.16)
“Yalnız başına ölünür; ama sevilen kişi öldüğünde de
yalnız kalınır. Bunlar farklı yalnızlıklardır elbette, öyle ki sevilen bir kişi
öldüğünde içimizde doğan yalnızlığı biliriz ama ölmekte olan kişinin hissettiği
ve öleceğimiz zaman hissedeceğimiz yalnızlığı bilmeyiz.” (s.17)
“Mekânın bir ıssızlığı vardır
Denizin bir ıssızlığı
Issızlığı ölümün, ama hepsi de
Kalabalık sayılır kıyaslandığında
Daha engin olan o yerle
Bir ruhun kendine açtığı
O kutup mahremiyetiyle-“ Emily Dickinson (s.19)
“Tecrit şeklinde olmayan yalnızlık, hayatın mihenk
taşlarından biridir ve her yalnızlık deneyiminin, kendine has psikolojik ve
insani bir yönü, kendine has zamansal bir açılımı vardır: Bu yalnızlık, her
halükârda gelecek zamana, istikbale, bekleyişlere ve umuda açıktır;
Augustinus’un söz ettiği geçmiş ve gelecekten kopuk bir şimdiki zaman
tarafından emilmemiştir; böylesi, tecride has bir durumdur ve tecridin,
yalnızlıkla (görünürdeki) tek ortaklığı başkalarından ve dünyadan kopma, insan
ilişkilerinin çözülmesidir. Yalnızlık ve tecridin içerikleri arasında yer alan
bu kökten farklılıklar her zaman göz önünde tutulmamaktadır; iç sızlatıcı bir
sorun olan, yalnız-olmak konusunda yapılan konuşmalarda da bu ayrım genellikle
dikkate alınmamaktadır. İnsan, pek tabii ki, kalabalık içinde de yalnız
olabilir, kendisini yalnız hissedebilir ve pek tabii ki çölde de yalnız
olmayabilir, kendini yalnız hissetmeyebilir: Bunun için kendi içinde,
kefaretini ödediği ve kurtulduğu bir alan, çarpıntılı bir açıklık olması
gerekir; işte o zaman yanında başkaları olmasa da kendisini yalnız
hissetmeyebilecektir insan. Çölde ya da kendi evimizde, bir manastır hücresinde
ya da bir dağın tepesinde yalnız bulunsak da, dayanışmaya ve iç diyaloğa, bizi
kendi bireyselliğimizin ve kendi “ben”imizin sınırlarının ötesine taşıyan
aşkınlığa açıksak eğer, ruhumuz yalnız olmanın kızgın dikenleri tarafından
sızlatılmayabilecektir.” (s.21)
“Yalnızlık, başkasıyla olan ilişkiyle tanımlanır;
tecritte ise bu böyle değildir. Belki şu söylenebilir: Tecrit yalnızlığa göre
ne ise, dilsizlik de sessizliğe göre odur. Susmak, sessizlik içinde olmak,
insanın canı söylemek istemese de, söyleyecek bir şeyleri olduğu ya da
olabileceği anlamına gelir; oysa dilsizlikte bir şey söyleme imkânı yoktur. Bir
diğer deyişle yalnızlıkta, insanların ve nesnelerin dünyasına açık olunur,
hatta başkalarıyla ilişki içinde olma arzusu ve özlemi de vardır; bunun karşı
savı ise tecrit, daha iyi bir tabirle, insanın kendi içine kapanma, dünyadan ve
dünyadaki aşkınlıktan elini ayağını çekme hali olan olumsuz yalnızlıktır.
Yalnızlık somut hedef ve sonuçların ateşli arayışıyla zarar görmüş ilişkilere
kök salıp daldığımız günlük hayattakinden farklı bir şekilde de olsa, insanın
kişiler arası ve toplumsal değerlerini gerçekleştirmeye devam ettiği bir hayat
dilimidir.” (s.23)
“Yalnızlık, içsel yalnızlık, ulaşılması ve yaşanması güç
bir şeydir; ancak sadece mistik yaşamda değil, günlük yaşamda da gereklidir.
Yalnızken, tecrit olmuşken de içimizdeki sonsuzluğu dinlememiz mümkündür: Bu
içsel atılım bizi kendi benimizin sınırlarının ötesine götürür. Bizden başka
olanlara karşı engin bir açıklık içinde bulunmamızı sağlar. Hayatın gizli
boyutu olan sonsuzluk içimizdedir: İçimizde atar ve canlıdır. Sonsuzluk, kendi
dışımızda olan şeylerin yanı sıra, bunlardan daha da yıkıcı olan şeylerin,
kuşatılmış içsel hayatımızda içimizde kıpırdanan şeylerin yarattığı karmaşanın
ve patırtının kendine çekmesine kapılmadığımız, bunlar tarafından
yutulmadığımız ölçüde içimizden silinmez. Yalnız olduğumuzda, tecrit
edildiğimizde, en ıssız yerlerde bile olsak, sonsuzluk metaforu olan umudun
kayan yıldızını görmemiz mümkündür, ne var ki bu yıldızın loş izini seçebilmek
herkesin yapabildiği bir şey değildir.” (s.27)
“Yalnızlığın Sınırları
Öte yandan yalnızlık, iletişimin unutulmuş bir
hakikatidir: Şöyle ki içsel yalnızlık, bir diğer deyişle sözcüklere kanat
taktıran ve onları sessizlik ve tefekkürle dolduran bir düşünüm olmaksızın, ne
anlamlı bir iletişim, ne de kurtarıcı bir görüşme vardır. Sessizlik olmadan
yalnızlık yoktur, sessizlik susmak, ama aynı zamanda da dinlemek demektir.
Yalnızlık sadece bir ilişki kurma arzusu, ilişkiye yönelik kuvvetli bir özlem
değildir, başkalığın üzerine temellenmiş ve gerek konuşan kişinin yalnızlığını
gerekse dinleyenin yalnızlığını göz önünde bulunduran her nevi ilişkinin asli
bir yönüdür de: Bu ikisi, zaman zaman karstik zaman zaman da görünmez yollar
boyunca birbirlerine bağlıdırlar, zaman zaman da bizden başka olanın gizine
yaklaşmamız için kaçınılmazdırlar. Tıpkı sessizlik gibi, yalnızlık da, günlük
hayatı daha iyi yaşamamızı sağlayan içsel bir deneyimdir; hayatta asli olan
ile, çoğu zaman fazla anlam yüklediğimiz, asli olmayan şeyleri ayırt etmemizi
sağlar. İçsel hayatımıza, yalnızlığa ve sessizliğe girdiğimizde, düşünüm ve içe
bakışın, duyarlılığın ve merhametin, beklentilerin ve umudun, tefekkür ve
duanın önemini fark ederiz: En nihayetinde bunlar, düşünce ve eylemlerimizi
emanet etmemiz gereken erdemlerdir. Kendini verme ve birliktelik, başkalarının
kaderine iştirak etme ve başkalarının sevinciyle acısına ortak olma gibi
hayattaki doğru değerlerin gerçekleşmesine ket vuran ve sıkça karşılaşılan kötü
eğilimler olarak kayıtsızlığın ve duyarsızlığın, bencilliğin ve sevgi
eksikliğinin çağrısından ancak böylelikle kaçınabiliriz.” (s.28)
“Hiçbir sevginin seni hapsetmesine izin verme.
Yalnızlığını koru. Olur da sana gerçek bir sevginin sunulduğu bir gün gelirse,
içsel yalnızlığın ile dostluğun arasında bir karşıtlık olmayacaktır; aksine,
sen onu tam da yanılgıya mahal vermeyen bu işaretten tanıyacaksın.” Simon Weil
(s.28)
“Gözümüze kayıtsızlık ve dikkatsizlik çılgınlığına,
hayatta asli olan şeylerin sıradanlaştırılması ve değer kaybı deliliğine
kapılmış gibi görünen bir dünyayı deneyimlemekten kaçındığımızda yöneldiğimiz,
hayatımıza uzun ya da kısa süreli bir mevsim gibi yerleşen bir yalnızlık vardır
zannımca; bu köklü ve tükenmez bir deneyim olan dostluğa karışan ve bizi sonu
olmayan anlam ufuklarıyla ve sessizlikle saran bir yalnızlıktır. Bu yalnızlık,
her defasında içine hapsolma tehlikesine girdiğimiz sevgilerimizin varoluş
nedenini de aşan bir deneyim mahiyetinde kalbimizin uçurumlarında saklı
kalmadan edemez. Sadece, Simon Weil’in hayatın temel hali olarak gördüğü
dostluk büyük içsel yalnızlıkla yüzleşebilir.” (s.28)
“Hayatımız kendi içselliğimizin sessizliğinde ve gizinde
ilerlediğinde, yalnızlıkla damgalandığında bile, alacakaranlığı ve gün ışığını
yakalamayı bilen kişide tekrar tekrar parlayıveren, varoluşumuzun eşlikçisi bu
sabah yıldızına, umuda ihtiyacımız vardır.” (s.29)
“Konuşurken en çok kullandığımız sözcüktür zaman.
Zamandan söz ederken herhalde ne dediğimizi biliyoruz; bir başkası zamandan söz
edince de onu anlıyoruz. Öyleyse zaman nedir? Bunu bana kimse sormasa bile
biliyorum, ama biri sorarsa nasıl açıklayacağımı bilmiyorum. Ama şurasını kesin
olarak söyleyebilirim ki, hiçbir şey geçmeseydi (zamanda), geçmiş zaman
olmazdı; hiçbir şey olacak olmasaydı, gelecek zaman olmazdı; hiçbir şey
olmasaydı, şimdiki zaman olmazdı.
Şimdi bana açık gelen şu: Ne gelecek var ne geçmiş.
Kesinlikle geçmiş, şimdiki, gelecek diye üç zaman var, demek yerinde olmaz.
Belki de üç zaman vardır: Geçmiştekilere ilişkin şimdiki zaman, şimdikilere
ilişkin şimdiki zaman ve gelecektekilere ilişkin şimdiki zaman, demek daha
doğru olurdu. Çünkü bu üç çeşit zaman zihnimizde vardır, onları başka yerde
göremiyorum. Geçmişteki şimdiki zaman bellek; şimdiki şimdiki zaman doğrudan
sezgi; gelecekteki şimdiki zaman da beklenti olarak vardır. Bu şekilde ifade
etmeme izin verilirse, o zaman üç zaman olduğunu görüyorum ve bunu itiraf
ediyorum.” Augustinus (s.38)
“Yalnızlık, yalnız olma arzusu hayatın diyastolik anını
oluşturur ve buna, başkalarıyla ilişki kurma özlemi eşlik eder. Yalnız olmak
için yaratılmadık, sadece başkalarının kaderleriyle sürekli olarak yeniden
keşfedebileceğimiz ve kendimizi tam olarak gerçekleştirmemizi sağlayacak anlam
ufuklarında bulunmak üzere varız. Asla yalnız olmamalı, asla yalnız başına
kalmamalıyız. Her defasında kendimizle ve başkalarıyla Paulusvari umut
içimizdeyse, Tanrı’yla sonsuz bir diyalog kurmamızı ve bu diyaloğu yenilememizi
sağlayacak, bir vaha bir ara mahiyetinde yalnızlıktan e sessizlikten
vazgeçemeyecek olsak da, asla yalnız olmamalıyız. Yalnızlıkta insan hem
yalnızdır, hem değildir. Bu yalnızlığın dünyadan, insanlardan ve şeylerden uzak
kalmak niyetinde olunmasına ya da bunun dayatılmasına ya da içselliğe doğru
gizemli bir yol izleyen özgür bir seçim olmasına bağlı olarak değişmektedir.
Ama yalnızlık için yaratılmadığımız varsayımı ile bunun
karşı savı olan yalnızlığın değerinin tanınmadığı yerde anlamlı bir hayat
olmadığı varsayımı arasında çelişki yok mudur? İçsel yaratıcı yalnızlık ile
tecrit adını verdiğimiz ve günümüzde yaygınlaştığını gördüğümüz olumsuz
yalnızlık arasındaki köklü semantik ayrımları bir kez daha hatırladığımız
taktirde bu çelişkiler çözülüverecektir.” (s.42)
“Tecride sürükleyen pek çok neden vardır: Hastalık, özellikle
de depresyon hastalığı, insanın hayatına anlam veren, sevilen kişilerin ölümü
ya da kaybı, anlamlı toplumsal rollerin yitimi ama, en sık rastlanan ve kaygı
verici neden, bizim kendi kayıtsızlığımız ve duyarsızlığımız, duygusal
çoraklığımız, François Mauriac’ın önceki ya da sonraki muhteşem romanlarında
öylesine açık bir şekilde betimlediği üzere sevginin reddidir.” (s.43)
“Ruh acısı, kaygıdan ve hüzünden, huzursuzluktan ve
özlemden, ölüm arzusundan ve umudun çöküşünden doğar ve başımıza gelenlerle depreşen
bu yaralı duygular ne zaman üzerimize inecek olsa, geleceğin, her nevi
geleceğin ufku kararır. Şimdiki zamanın, geçmiş tarafından yutulmuş ve
aşkınlığa varmaktan aciz olan bir şimdiki zamanın acımasız dikenleri ancak
beklenti ve umut kırıntılarının hayatta kalmasına izin verir. Hayatın anlamı,
hayata bir zamanlar anlam veren şeyler zarara uğrar ve yaşamanın, başkalarıyla
birlikte yaşamanın, hayatımıza anlam veren deneyimleri yeniden yaşamanın
zorluğu kati ve tehlikeli bir şekilde artar. Ruhun acısıyla, dünyada varoluş
şeklimiz kökten bir değişikliğe uğrar ve başkalarının, yakın ve uzak kişilerin
sevgi ve dayanışma sözleri de cılızlaşır; kadın olsun, erkek olsun hastalarda
herhangi bir yankı ya da rahatlama uyandıramaz.” (s.54)
“Yürekten doğan her yalnızlık, canlı bir taş gibidir:
Kayıtsızlığın durgun sularına atılınca, o suyun buz gibi bütünlüğünü
bozuverir.” (s.58)
“Ruh acısı hayata dair bir deneyimdir ve sadece bir
patolojinin uzantısı olarak görülmez. Ruh acısı, olaylar üzerine düşünmenin ve
onları içselleştirmenin de kaynağıdır ve her hâlükârda, bizden-başka-olanın
acısını tanımak, psikiyatriyi insanı kılmak ve bununla ilintili olarak da,
kişiler arası ilişkileri insani kılmak anlamına gelmektedir.” (s.59)
“Duygularımızın içeriğine, onları ifade etme şeklimize
ket vurabiliriz ancak duygularımızı ne silebilir ne de söndürebiliriz: Duygular
hayatımızın sonu olmayan kaynaklarıdır.” (s.67)
“Kaygı ve Korku Nedir?
Kaygı ve korku iki kardeş olarak tanımlayabileceğimiz
duygular olup sonsuz duygu dizisinde kökten bir önem taşımaktadır. Gerek
psikopatolojik bakımdan, gerekse felsefi bakımdan hayatın, her yaşantı
içeriğinin, sağlıklı ya da hastalıklı her varoluş içeriğinin mihenk taşlarını
kavramaya çalıştığımızda karşımıza bunlar çıkmaktadır.
Kaygı ve korku her birimizin hayatında yer alan temel
yapı taşlarıdır; ancak ortaya çıkışları, gelişimleri birbirinden farklıdır.
Kaygı, her bir deneyimimizin, her bir acımızın, başımıza gelen her insani
durumun ötesinde meydana gelmektedir. Kaygı, özellikle de hayattaki büyük
dönemeçlerde, büyük yaşamsal dönüşümlerde ortaya çıkmaktadır. Her dönemeç
karşımıza farklı manzaralar çıkarır, her dönemeç farklı bir hayat deneyiminin
eşlikçisidir ve büyük dönemeçlerde, bir yaşam biçiminden diğerine geçerken,
çocukluktan ergenliğe, gençlikten yetişkinliğe, yetişkinlikten yaşlılığa yol
alırken, hayatın bu can alıcı dönemeçlerinde en nihayetinde ölüm kaygısı olan
kaygının beklenmedik kaynaklarını karşımızda buluveririz. Korku ise hayatta yer
alan temel, görmezden gelinemeyecek ve silinemeyecek bir deneyim olmakla
birlikte, yaşamın her döneminde ortaya çıkmaktadır: Belli olayların sonucu
mahiyetindedir. Tek bir korku yoktur, sonsuz sayıda korku vardır. Her biri
belli başlı durumlara, belli başlı olaylara, belli başlı nedenlere bağlıdır.
Kaygıdan ve korkudan zaman zaman nasibini almamış,
bunlarla herhangi bir alakası olmamış bir hayat hikâyesi yoktur; kaygı ve korku
arasındaki olası farkları belirlemek üzere, konuyla ilgili olarak Sören
Kierkegaard’ın ve Martin Heidegger’in dediklerine değinmek isterim.
Kierkegaard’ın değerlendirmeleri şöyledir: Kaygı kavramı psikolojide hemen hiç
ele alınmadığı için, bu kavramın korkudan ve buna benzer, belirgin bir şeye
yönelik kavramlardan tamamen farklı olduğuna dikkat çekmek durumundayım, kaygı
olanak olarak olanak özgürlüğünün gerçekliğidir.
Heidegger’in görüşü ise şudur: Kaygı korkudan temelde
farklıdır. Biz hep belirgin olan şu ya da bu bağlamda bizi tehdit eden,
belirgin şu ya da bu şeyden korkarız. Bir şeyden korkmak… daima belirgin bir
şeye yönelik bir korkudur. Kuşkusuz kaygı da hep -e yönelik bir kaygıdır…,
ancak bunun ya da şunun kaygısı değildir. -E yönelik kaygı… daima -den dolayı
kaygıdır ancak bu ya da şu şeye yönelik bir kaygı değildir.” (s.69)
“Normal korkular ve patolojik korkular, bize hayatımız
boyunca eşlik eden korkular ve hayatımızın çeşitli dönemlerinde yaşadığımız
korkular, kendi güvensizliklerimizle ve yarattığımız hayaletlerle beslenen
korkular ve kökten bir şekilde sosyolojik özellik gösteren korkular: Farklılık
ve yabancılık, kendi kimliğimizle çatışan hayat biçimleri karşısında duyduğumuz
korkular vardır. Korkunun özellikle de sosyolojik yönlerini betimlerken,
Zygmunt Bauman’ın çok güzel bazı düşüncelerine atıfta bulunmak isterim: En
ürkütücü şey, korkuların her yerde oluşudur. Evimizin ya da gezegenimizin
herhangi bir köşesinden ya da aralığından, sokakların karanlığından ya da
televizyon ekranlarının parıltısından bitiverebilir.” (s.71)
“Her duygusal deneyim, her zaman tahlil edilmeli ve
çözümlenmelidir, ancak bu, dış görünüş ve davranış üzerinden değil, içsel
içerik, onları harekete geçiren gizli niyetler, içlerinde oluşan ve katmanlaşan
anlam ve anlamsızlık ufukları üzerinden yapılmalıdır.” (s.73)
“Sözcüklerin dili ve beden dili, her birimizin, bilince
kapalı olan kapılarının ardındaki tutumları ve duyguları yorumlamada ve
anlamada birbirlerinden ayrı tutulamazlar. Psikiyatride olduğu gibi günlük ilişkilerde
de sözlerin asli bir önemi vardır; sözcükler canlı kanlı varlıklardır ve
sözcüklerle daima hesaplaşmamız gereklidir. Umutsuz bir kalbi ancak sözcükler
umuda açabilir, dengesiz bir seyir izleyen bir yaşamı uçurumdan aşağı
sürükleyen de daima sözcüklerdir. Sözcüklerin değerine, metaforik anlamına ve
sembolik değerine yeniden bakmak, psikiyatrinin ve doğal olarak ki felsefenin
günümüzde en çok eğildiği konulardan biridir.” (s.78)
“Korku ve umut insanlık halinin iki temel taşıdır.
Bunlar, birbirleriyle gerilim içinde, sürekli tartışma halinde bulunur. Her ikisi
de gelecek deneyimiyle: Augustinuscu anlamda, geçmiş ve şimdiki zaman
deneyimleriyle birlikte sonsuz bir döngüselliğe sahip içsel zamanın temel bir
öğesi mahiyetindeki gelecekle ilintili duygulardır. Ancak korkunun geleceği ile
umudun geleceği bir değildir: ilki beraberinde sadece umutsuzluk ve ölüm
bunalımı getiren bir şeylerin bekleyişidir; ikincisi, gelecek umudu ise,
hayatın anlam ufuklarına ve başkalarıyla diyalog kurmaya açıktır. Geleceğe yönelik
korku, bize her yerde, zaman zaman da sebepsiz yere musallat olur; bununla
birlikte onu tanımak ve farklı yönlerini, söylemimde vurgulamış olduğum
özelliklerini yakalamak gereklidir. Ancak gelecekte umut bulmak, bize, korku
tarafından emilmiş hayatlarda gerçekleşen kazalara direnme gücü verir ve umudun
kaynaklarını aramamıza, onları canlı, kıpır kıpır kılmamıza yardımcı olur. Bu,
hiçbirimizin yüzleşmeden edemeyeceği bir meydan okumadır: Aksi taktirde
yaşamanın ve ölmenin anlamı eksilir.” (s.80)
“Mutlu olduğumuzda içsel yalnızlığımız, bizi içimizdeki
gizli özsularına götüren yalnızlığımız her hâlükârda içimizdedir; mutsuz
olduğumuzda ise, içimizde olumsuz yalnızlık, bizi insanların ve nesnelerin
dünyasından koparan tecrit yalnızlığı mevcuttur. Yalnız olmak, salt yalnızlık;
sevgi ve umut çölünde su yüzüne çıkan mutsuzluğun olası nedenleri olarak
görülmeden edilemez. An gelip de mutluluk gidince, ardında, hiç olmazsa kısmen
depresyon demeye alışageldiğimiz klinik acı biçimiyle özdeşleşen yitik
mutluluğun acımasız gölgelerini bırakır.” (s.81)
“Mutlulukla ve de mutsuzlukla ilgili her söylemde,
mutlulukla sevincin kardeş olmakla birlikte, her birinin kendine has bir alana
ve zamansallığa ve kendine has bir anlam ufkuna sahip olduğunu vurgulamamak
mümkün değildir. Rainer Maria Rilke mutluluğun duygusal karşıt gerçekliğinin
mutsuzluk olduğunu söyler. Sevinçte ise bu yoktur.
Rilke: Mutluluk insanların içine dalar, mutluluk kaderdir;
sevinci ise insanlar kendi içlerinde filizlendirirler, sevinç kalbin üzerindeki
güzel bir mevsimdir sadece; sevinç insanların erkinde olan en büyük şeydir.”
(s.82)
“Mutlu yaşam insanların hepsinin arzuladıkları şey değil
midir? Mutlu olmayı istemeyen kimse var mıdır? İnsanlar mutluluğu bu kadar
arzuladıklarına göre onu bir yerlerde tanımış olmalılar. Mutluluğu sevmeleri
için onu bir yerlerde görmüş olmalılar. Kuşkusuz bu duygu içimizde, ama nasıl,
bilmiyorum. Mutluluğa fiili bir şekilde sahip olmak da bir çeşit mutluluktur. Kimileri
de sadece umut ederek mutlu olurlar. Bunlar mutluluğa fiili anlamda sahip
olanlardan bir derece daha düşük seviyede sahipler. Bununla birlikte bunlar
mutluluğu hiç tanımayanlardan daha üstündür. Mutluluğu hiç tanımayanlar bu
şekilde mutlu olmak istemezler, ancak mutluluğu istedikleri kuşku götürmez.” Augustinus
(s.83)
“Augustinus, sonra, mutluluğun bellekte değilse nerede
bulunduğunu sorar; ve işte o zaman, mutluluğu tanımasaydık onu o kadar sevmezdik
savının izini sürerek, mutluluğun bellekte saklandığını, bunun böyle olduğunu
söyler. Bellekte, sadece önceden yaşanmış olan mutlu olunmuş zamanın anısı yoktur,
mutluluk umudu, gelecek ile geçmişin ve geçmiş ile geleceğin bu sırlı bağıntısı
da vardır.” (s.83)
“Otto Friedrich Bollnow çok güzel bir kitabında hüznün ve
acının insanın diğer insanlarla ve olaylarla bağını kopardığını ileri
sürmektedir; keyifli, mutlu ruh hallerinin ise bizim ve başkalarının yaşadığı
deneyimlere yönelik bilgi alanımızı genişlettiğini, bizleri aksi taktirde
ulaşamayacağımız gerçekliklere, algı ve sezgilere götürdüğünü söylemektedir. Alman
filozof bunu söylerken, Goethe’den sonra en büyük Alman lirik şairi olan Eduar
Mörike’nin, mutluluğa ilişkin duygusal bir durumu tanımlarken, muhteşem bir
imgeyle, ruhum ayçiçeği gibi açık, dizesini hatırlatmaktadır.” (s.86)
“Bollnow, mutlu ruh hallerinin ulaştığı bilişsel
ufukların daha başka duygusal kaynağı olan ruh halleriyle kıyaslanamayacağı
savını vurgular. Bollnow, gerçekliğe özellikle de duygusal gerçekliğe dair çok
yönlü, bütüncül bilgiye ulaşmada her bir ruh halinin kendine has ve yeri dolmaz
bir işlevi olduğunu kabul etmekle birlikte, mutluluk ruh halini, Stimmungunu
bir insanın varoluşsal bütünlüğünün kavranmasını sağlayan biricik duygusal
durum olarak belirler.” (s.86)
“Zaman zaman fanatik, her hâlükârda sürekli ve
bastırılmaz bir tutkuyla içi boş mutluluklar, cam gibi kırılgan mutluluklar
aranmaktadır. Günümüzdeki anlayışın mutluluk kaynağı olarak kabul ettiği şeyler
her fırsatta, her durumda ve her yolla istenmekte ve aranmakta; bazı ilaçlar,
bazı antidepresanlar da çoğu zaman işe yaramaz birer havai fişek olmaktan öteye
gidemeyen, zafer haline getirilmiş bir mutluluğa ulaşmanın aracı ve yolu olarak
kullanılmaktadır. Bunu da, mutsuzluk ve depresyona yol açan sonsuz hayal
kırıklıkları ve tatminsizlikler izlemektedir; bunun nedeni de, anlamlı, derin,
büyük mutluluklar gibi, uçup kaçıcı, ancak bir sabah süren, ardında sadece
küller bırakan, görünüşten ibaret, küçük mutlulukların da olmasıdır. Bunlar şematik
ve soyut ayrımlar değildir, mutluluk konusunda asli ve belirleyici bir önem
taşıyan ayrımlardır.” (s.88)
“Öyle mutluluklar vardır ki, kolay kolay un ufak olmazlar:
Kaybedilseler, gözden yitirilseler bile, kuyruklu yıldızlar misali, ışıltılı ve
silinmez izleriyle yaşamayı sürdürürler. Bu mutluluklar, her ıstırap ve acıdan,
her özlem ve kaygıdan, zaman zaman da her tür dünyevilikten kurtuluşla tezahür
eder. Yalnızlıkla, içsel yalnızlıkla, yaratıcı yalnızlıkla beslenen ve
başkalarının mutluluklarından, mutlu deneyimlerinden sevinç duyan
mutluluklardır bunlar. Zaman zaman, sevinçten uzak düşmeyen mistik deneyimlerle
birleşirler, sıklıkla ise aşkınlığı ve içsel, kökten temelleri kavranmış olan,
varoluşsal tatmin taşıyan deneyimlerdir.” (s.89)
“Kalbin belleğine kazınmamış kaynaklardan doğan ve
refahın çorak ve soğuk formülüyle özetlenebilecek hisler, mutluluk sayılamaz;
çünkü, bana öyle geliyor ki, bunlarda içselliğe dair bir kıvılcım ya da ize
rastlanmamaktadır.” (s.89)
“Büyük mutluluk, hayata anlam veren ve zamana meydan
okuyan mutluluk ile küçük mutluluk, zayıf ve uçup kaçıcı, kırılgan ve
dayanıksız, geçip gidici ve gezgin deneyimlerde hayatın anlamını keşfetme yanılsamasına
kapılan mutluluk arasında var olan farkları hep daha somut ve gözle görülür
kılmanın ne kadar gerekli olduğunu vurgulamak isterim. Büyük mutluluk, içsel
deneyim anlamındaki mutluluk, her zaman çözümlenemeyen gizli patikalarla da
olsa, daima geleceğin hafızası olan ve tıpkı kendi gibi, geçmişten geleceğe dur
duraksız uzanan umutla ilintili olmak zorundadır. İçsel mutluluk, tıpkı umut ve
yalnızlık gibi, bizi öznelliğin sınırlarının bariyerlerinin ötesine taşır;
özneler arasının, başkalarıyla ilişki kurmanın bitmez tükenmez yaylalarına
daldırır ve yalnızlıkta, ruhun yalnızlığında, belki de sadece bu noktada, içsel
ışığın aydınlık günlerinde mutluluk adını verdiğimiz o göz kamaştırıcı ve
alacakaranlık, karanlık ve dillere sığmaz duygulanımın gerçekten ne olduğunu
seçebilir ve hatta kavrayabiliriz.” (s.90)
“Havayı bölen ve ayağını yerden kesen kuşlar gibi değil
de, ekinlerin arasında salınan rüzgar gibi, denizin tatlı titrekliği gibi ve
bulutların hülyalı seyri gibi hafifti yürüyüşüm. Varlığım, denizin
derinliklerinin şeffaflığıydı, gecenin sessiz ve eskilerde kalmış mutluluğuydu,
öğlenin sessizliğinde konuşan yalnızlık yankısıydı. Her duygu ezgili bir
yankıyla ruhumda tatmin ve istirahat buluyordu. Her bir düşünce zihnimde
mutluluğun yüce ışığında dönüşüyor, en uçup kaçıcı ve en tuhaf fikir, en zengin
ve en derin düşünce oluveriyordu.” Kierkegaard (s.90)
“Umberto Galimberti, mutluluğu etik bir şekilde yeniden
temellendirirken ve kendi mutsuzluğumuzdan sorumlu olmadığımız savına karşı
çıkarken, mutluluğun tam anlamıyla etik bir görev olduğunu kesin bir şekilde
savunmaktadır: Sadece etrafımızdaki insanları olumlulukla beslediği için değil,
doğrudan doğruya sınır tanımaz isteklerimizin önüne geçip yalnızca kendi
imkanlarımıza uygun olanlarını kabul ederek kendimizi bilmemizi gerektirdiği
için de bu böyledir. Mutluluk isteklerimizin doyumsuzluğuna demir atmadığında,
ruhun eğilimine eudaimona (iyi bir ilahi
varlığa, ruha, kadere sahip olan) demir attığında, işte o zaman, kendini
gerçekleştirmeyle birlikte ilerler ve bu özelliği nedeniyle de yitirilmesi ya
da bizden alınması zordur. Dolayısıyla mutluluk, isteklerini tatmin etmek ve
erdeme karşılık, alınan ödül anlamı taşımamaktadır, mutluluk erdemin
kendisidir, insanın kendi öz başarısı için kendini yönetmesidir, çünkü insanın
ölçüsü budur.” (s.93)
“Mutluluğun içsel bilincinde zaman, kum saatindeki kum
taneleri gibi akar ve zamanın bu kesintisiz akışını neredeyse unuturuz. Geçmişteki
deneyimler unutulmaz ama acılı izlerini yitirirler: Korku ve endişelerin
ortadan kaybolduğu bir geleceğe dalmışlardır ve orada, sadece üzerine gölge düşmemiş
beklentiler akmaktadır. Mutluluk zamanında, hayatın gölgelerini ve acının kaçınılmaz mevcudiyetini bilmezden gelen
sakin ve su gibi bir halde yaşanır. Mutsuzlukta, mutsuz ruh hallerinde ise;
geleceği olmayan, insanı geçmişin suçlarıyla ve şimdiki zamanın, hiçbir ışık
emaresi bulunmayan, kuru ve soğuk bir doku dokuyan bir şimdiki zamanın acısıyla
yiyip bitiren bir zamanda hapsolunmuştur. Umut yoktur ve kişi, kendi öznelliğinin
tecrit yalnızlığının içine kapanıvermiştir. İnsanın artık ne kendi için ne de
başkası için dilediği bir şey vardır. İçinde duygusal yankılar uyanmaz, buna
yabancılaşmıştır. Mutsuzluk zamanı, kısmen, depresyon zamanıyla örtüşür;
bununla birlikte, ikincisi bir hastalıkken diğeri değildir. Mutsuzluk halinde
artık duygulanımsal deneyimler yaşanmaz olur; içimizde ve dışımızda olup
bitenler bizi alakadar etmez gibidir.” (s.94)
“Gençliğin gözüyle bakıldığında, yaşam sonsuz uzunluktaki
bir gelecektir; yaşlılık gözüyle ise, oldukça kısa bir geçmiştir. Gençliğimizde
zaman bile daha yavaş atar adımlarını; bu yüzden yaşamımızın ilk çeyreği sadece
en mutlu olanı değil, aynı zamanda en uzun olanıdır da, böylelikle geride de
daha çok anı bırakır ve herkesin, sırası geldiğinde, sonraki iki çeyrekten daha
çok bu dönemden anlatacak şeyi olacaktır. Hatta yılın ilkbaharındaki gibi,
yaşamın ilkbaharında da, günler önce sıkıcı bir uzunlukta olacaklardır. Sonbaharda
ise kısalırlar ama daha neşeli ve durağan geçerler.” Schopenhauer
Felsefi değil de, psikolojik olan bu kavrayışlar, zamanı
yaşama ve mutlu olma şekillerinin ve farklı yaş kesitlerinin birbirleriyle olan
gizemli bağını ânında anlamamızı sağlamaktadır.” (s.94)
“Harika bir kelebek misalidir mutluluk, kısacık uçuşu
süresince hemen kaçıverir. Yakalanması imkansızdır.” (s.96)
“En küçük mutlulukta da en büyük mutlulukta da mutluluğu
mutluluk yapan hep tek bir şey vardır: Unutabilme ya da daha bilgince
söylenirse, mutluluğun sürüp gittiği sürece tarihdışı olarak duyumlama yetisi.
Tüm geçmişi unutarak kendini anın eşiğine bırakmasını bilmeyen bir kimse, bir
zafer tanrıçası gibi başı dönmeden ve korku duymadan bir noktada durmasını
beceremeyen bir kimse, hiçbir zaman mutluluğun ne olduğunu bilemeyecektir; daha
da kötüsü, başkalarını mutlu kılan herhangi bir şeyi de hiçbir zaman
yapamayacaktır.” Nietzsche (s.98)
Nietzsche’nin mutlulukla ilgili söylemi, özetle, kökten
bir olumsuzluktur. Mutluluk ancak ve ancak unutmanın uçurumlarında: Özlem ve
isteklere sahip olmayan bir şimdiki zamanın geçici süreksizliğinde yaşayan
içsel bir zamanın olanaksız parçalanışında var olabilmektedir. Buna göre
mutluluk, Augustinus’un dediği gibi bellekte değil, belleğin yadsınmasında
yatmaktadır; insanın mutsuzluğunun nedeni de, unutmanın, hatıraların amansız
boyunduruğundan kurtulmanın imkansızlığındadır.” (s.99)
“Canlı, mutluluğu asla elde edemez çünkü başka yerde de
izah edildiği üzere, mutluluğun sonsuz olmasını ister, bunu diler, bu da fiilen
gerçekleşemeyecektir. Dolayısıyla canlı, arzu nesnesine hiçbir zaman sahip
olmaz ve olamaz. Arzuladığı sürece de mecburen hep mutsuz olur; onu mutsuz eden
başka her nevi mutsuzluğu bir yana bırakalım, bu boş arzunun kendisidir de;
çünkü gerçekleşmemiş bir arzu, acı veren bir şeydir, dolayısıyla mutsuzluk
haline sebebiyet verir. Ve ne kadar tutkuyla istenirse, o kadar mutsuz olunur.”
Leopardi (s.100)
“İnsan mutluluğu arzularsa mutlu olamaz: Mutluluğu ne
kadar az arzularsa, o kadar az mutsuz olacaktır; hiçbir şey arzulamazsa mutsuz
değil demektir. Dolayısıyla insan ve canlı, mutluluk düşüncesine odaklanmadığı,
başka yerde söylemiş olduğum üzere eyleme ve iç ve dış meşgalelere kapıldığı
ölçüde daha az mutsuz olacaktır.” Leopardi (s.100)
“Mutsuzluklar hayatımızı sardığında, derinden değişiriz;
farklı duygulanımsal özelliklerine karşın mutsuzluğun olası imgeleri olabilen hüznün,
kaygının, umutsuzluğun, depresyonun karanlık göllerine dalarız. Ancak yitirilmiş
mutluluklara duyulan özlemden, bir zamanlar yaşanmış olup da artık ulaşılmaz
olmuş duygulanım yağmurundan, kırılmış umutlardan ve imgelerden yıpranmış bir
bilinçten, yitirilene yeniden sahip olmaya yönelik imkansız arzudan kaynaklanan
mutsuzluklar da vardır. Yitirilmiş mutluluğun bilgisine sahip olmasaydık mutsuz
olmazdık; zira, hayatında mutluluğu deneyimlemiş insan, daima mutlu olmak ister
ve böyle olmadığında umudunu yitirir.” (s.102)
“Yitirilmiş mutluluklar asla anlamdan muaf değildir,
mümkünse onarılırlar, mümkün değilse kabullenilirler.” (s.103)
“Kanaatimce mistik hayatın insani ve ruhsal ifadelerinde,
içselliğe ve sessizliğe dair sonsuz bir arayış mahiyetindeki yalnızlığı ve her
birimiz için alışageldik olan dünyadan kökten bir kopma noktası mahiyetindeki yalnızlığı
görebiliriz; bu, gizle kaplı olan ve ancak hafiflikle yaklaşılabilecek bir
yaşam biçimidir.” (s.104)
“Yalnız kişi için tüm uzaklıklar değişir, değişir tüm
ölçüler ve dağın doruğundaki o insan gibi alışılmadık birtakım kuruntular,
tuhaf birtakım duygular içte doğar. Öylesine duygular ki, gelişip büyüyerek tüm
katlanılabirliğin sınırlarını aşar gibidir. Ama işte bunu da yaşamamız
gereklidir bizim. Kendi varlığımızı alabildiğine geniş kapsamlı bir nesne gibi
görmek zorundayız; bu varlık içinde her şeyin, o ana dek işitilmedik şeylerin bile
duyulması mümkündür. Doğrusu bizlerde aranan tek cesaret: En acayip, en
şaşılacak, en açıklanamaz şeyler karşısında gözüpek davranmaktır.” Rilke
(s.124)
“Yanılsamadan çıkmış, yorgun, uzman, bütün arzuları
tükenmiş insan, yalnızlıkta yavaş yavaş yine güç bulur, kendine gelir, hani
neredeyse tenine, nefesine kavuşmuş gibi olur ve içinden zeka fışkırsa ve pek
talihsiz de olsa, ama az ama çok coşkulu bir şekilde dirilir.” Leopardi (s.128)
“Öyle yalnızlıklar vardır ki, melankolinin hafif ve
nostaljik kanatlarıyla hareket eder, depresyona dönüşmez, Leopardi ve Dickinson’ın,
Rilke’nin ve Bachmann’ınki gibi içli bir Stimmungun, bir ruh halinin sınırları
içinde kalır; kırılgan ve narin, canlı ve elemli, sessiz ve alacakaranlık,
duyarlı ve hassas, içsel ışıkla ve zaman zaman sırrına erilmez bir gizle kaplı
yalnızlıklardır bunlar.” (s.129)
Denizin bir ıssızlığı
Issızlığı ölümün, ama hepsi de
Kalabalık sayılır kıyaslandığında
Daha engin olan o yerle
Bir ruhun kendine açtığı
O kutup mahremiyetiyle” Emily Dickinson (s.130)
“Biz yalnızız, korku yalnızıyız.” Rilke (s.131)
“Psikotik durumdan ayrı olarak, bizleri sosyal tecridin
ıssız mekanlarına sürükleyebilecek ne vardır? Hayatımızı anlamsızlığın karanlık
ve hareketsiz gölüne batıran ve hayat yollarımızı parçalayan, Kierkegaard’ın
sözünü ettiği ölümcül hastalık; her türlü insani olanaklarımızı tüketen
acımasız bir deneyimle sonuçlanan varlıksal bir mat olma; sessizlik içinde ve
terk edilişlerle ilerleyen yaş; başkalarının kalbimizin yüksek sessizliğinde
neler olup bittiğini dinlemek konusundaki yeteneksizliği; sevgi çölü;
depresyona teğet geçen gölgeler…” (s.139)
“Yalnız ölünür.” Georges Bernanos (s.167)
“Herkesin kendi keder ritmi vardır.” Georges Bernanos (s.174)
“Sözcük seçimi öncelikle duyguların seçimi ve
arındırılmasıdır. Her duygu uygun düşmez. Ah! İnanın bana bu konuda çalışmak
lazımdır. Sözcüklerin üzerinde çalışmak, insanın kendi üzerinde çalışması demektir.”
Marina Tsvetayera
“Ve her hâlükârda, ancak kendimizi sonuna dek tahlil
ederek ve sözcüklerimizin başkalarında uyandırdığı duygusal yankıları içimizde
yeniden yaşayarak, insanı yalnızlığın kaygısından ve acısından kurtarabilecek
sözcüklerin neler olduğunu çıkarsayabiliriz.” (s.202)
“Hayatımızın her anında duyguların içinde yer alırız; ama
eğer içimize bakmaya, yalnızlığın açık ve kapalı alanları üzerine düşünmeye
meyletmezsek, bu duyguları her zaman kendi aşkınlıkları ve doğalarıyla
tanıyamayabiliriz. Tanıyamadığımız için de, içimizden kayanın üzerinden akan su
misali hızlı ve hafif akarlar; içselliğimize değmezler bile ve de hiçbir iz
bırakmazlar.” (s.213)