27 Eyl 2020

Eugenio Borgna - Ruhun Yalnızlığı

 

 “Daha yalnız olunurdu
Olmasaydı yalnızlık...” Emily Dickinson

“Bu kitapta, günlük hayatta yitirilen ve sık sık da, yanılsamalardan ve sadece görünüşlerden, kayan yıldızlardan beslenen amaç arayışlarının, dünyeviliğin yutuverdiği yalnızlığın varoluş biçimlerine, dillerine doğru yol almaktayım ve bu yolda, öncelikle içsel yalnızlık, ruhun yalnızlığı, yaratıcı yalnızlık ile acılı yalnızlık, olumsuz yalnızlık, tecrit-yalnızlığını ayırt etmeyi arzu etmekteyim. Bunlar, yalnızlığın birbirinden çok farklı iki resmidir; bununla birlikte, hayatta, iç içe geçmeleri pek tabii ki mümkündür. Tefekkür ve meditasyon, huzur ve umut yüklü ihtiyaçların izinden doğan içsel yalnızlıkta, yaşanmışlığın az ya da çok derinliğine ve köktenliğine bağlı duygulanım farklılıkları belirir sadece. Acılı yalnızlıkta, tecrit-yalnızlığında ise, hastalıktan, bedensel acıdan, yoksunluktan, ideallerin yerle bir olmasından, insan ilişkilerinin ortadan kaybolmasından kaynaklanan göstergeler ve dünyadan, insanların dünyasından ve nesneler dünyasından, amaç ve arzular arayıp belirleme niyetinden istemli bir kopuş seçilir; bunda, kendinden-başkasının kaderine yönelik kayıtsızlık, özensizlik ve ilgisizlik damgası taşıyan, sadece bireysel olan amaç ve arzular mevcuttur.” (s.13)

“Acı içimizde sessiz çığlık attığında, alışageldiğimiz insan ilişkilerini ve toplumsal ilişkileri koparmaya ve genellikle içsel, yaratıcı yalnızlığın değil de, öylesine hassas ve kırılgan, yıkılabilir ve parçalara ayrışabilir, acılı, olumsuz yalnızlığın sınırlarına hapsolmaya meylederiz. Bedensel acı, yaralı bir bedenin hummalı ve kanayan acısı, bizleri, içine hemen hemen hiç nüfuz edilmeyecek bir tecrit yalnızlığına sürükler; bununla birlikte depresif bir bilinçten ya da Simon Weil’in muhteşem tabiriyle “talihsizlik”ten fışkıran ruhun acısında da insanın içini sızlatan bir yalnızlık ortaya çıkar. Böylesi bir yalnızlığın içsel yalnızlık olduğunu savunmak neredeyse olanak dışıdır, ancak bunda başka insanların dünyasıyla iletişim kurmaya yönelik izler de mevcuttur. Bunlar, açık yalnızlık ile kapalı yalnızlığın, içsel yalnızlık ile tecrit yalnızlığının karşılıklı sınır aşımına tanıklık eden durumlardır.” (s.14)

“Başkalarının mutluluğunu dışlamayan yoğun ve derin mutluluklar, büyük mutluluklar vardır ve de uçucu, geçici adını verdiğimiz dünyevi, içselleştirilmemiş mutluluklar, küçük mutluluklar vardır ve de özlemle, yitmişlik hissiyle, yaralanmış ama acıyla paramparça olmamış hatıralarla dolu mutsuzluklar, yitirilmiş mutluluklar ve acılı, iç sızlatan, zaman zaman da acımasız mutsuzluklar vardır. Mutlu ve mutsuz ruh hallerine hangi yalnızlık türleri eşlik etmektedir? Mutluluk, derin mutluluk, kendi anlam ufuklarını kavrayan içsel yalnızlığın gizliliğinde yaşamaya meyleder; yitirilmiş mutluluğa ise, kâh tecrit yalnızlığı, kâh kırılgan ve gizli acımızın ve özlemimizin sırrını çözümleyen içsel yalnızlık eşlik eder.” (s.15)

“Seçilen yalnızlık bizlere neler demektedir? Hiç olmazsa görünüşte dünyadan kopup yalnızlığın ve sessizliğin içine geri dönüşsüz olarak dalma durumu bizlere neler düşündürmektedir? Kalbimizde, manastırda yaşanan berrak yalnızlıklara buzul misali yansıyan parçacıklar, içsel hayat adaları var mıdır?

Yalnızlık, kırılgan ve gölgeli duyguları yansıtan ve hiç unutulmayan bazı şiirlerin ana konusudur. Böylelikle Francesco Petrarca’nın, Giacamo Leopardi’nin, Emily Dickinson’ın, Rainer Maria Rilke’nin ve Antonia Pozzi’nin hem çok meşhur hem de neredeyse hiç bilinmeyen şiirlerini ele aldım; her birinde hayatımızın bazı anlarında, yeniden dönüşüme uğramış, vazgeçemeyeceğimiz bir yalnızlığın gizemli ve büyülü tınısı çınlamaktadır. Kalbin huzursuz bir özlemle dolu olduğu, dikkatini tamamen dile getirilemez olanın arayışına vermiş anlardır bunlar. İnsanın kendi içselliği ve bilinciyle, kendi kendisine yaptığı iç sohbetin ön şartı olarak yeniden yaşadığı yalnızlık anları.” (s.16)

“Yalnız başına ölünür; ama sevilen kişi öldüğünde de yalnız kalınır. Bunlar farklı yalnızlıklardır elbette, öyle ki sevilen bir kişi öldüğünde içimizde doğan yalnızlığı biliriz ama ölmekte olan kişinin hissettiği ve öleceğimiz zaman hissedeceğimiz yalnızlığı bilmeyiz.” (s.17)

“Mekânın bir ıssızlığı vardır
Denizin bir ıssızlığı
Issızlığı ölümün, ama hepsi de
Kalabalık sayılır kıyaslandığında
Daha engin olan o yerle
Bir ruhun kendine açtığı
O kutup mahremiyetiyle-“ Emily Dickinson (s.19)

“Tecrit şeklinde olmayan yalnızlık, hayatın mihenk taşlarından biridir ve her yalnızlık deneyiminin, kendine has psikolojik ve insani bir yönü, kendine has zamansal bir açılımı vardır: Bu yalnızlık, her halükârda gelecek zamana, istikbale, bekleyişlere ve umuda açıktır; Augustinus’un söz ettiği geçmiş ve gelecekten kopuk bir şimdiki zaman tarafından emilmemiştir; böylesi, tecride has bir durumdur ve tecridin, yalnızlıkla (görünürdeki) tek ortaklığı başkalarından ve dünyadan kopma, insan ilişkilerinin çözülmesidir. Yalnızlık ve tecridin içerikleri arasında yer alan bu kökten farklılıklar her zaman göz önünde tutulmamaktadır; iç sızlatıcı bir sorun olan, yalnız-olmak konusunda yapılan konuşmalarda da bu ayrım genellikle dikkate alınmamaktadır. İnsan, pek tabii ki, kalabalık içinde de yalnız olabilir, kendisini yalnız hissedebilir ve pek tabii ki çölde de yalnız olmayabilir, kendini yalnız hissetmeyebilir: Bunun için kendi içinde, kefaretini ödediği ve kurtulduğu bir alan, çarpıntılı bir açıklık olması gerekir; işte o zaman yanında başkaları olmasa da kendisini yalnız hissetmeyebilecektir insan. Çölde ya da kendi evimizde, bir manastır hücresinde ya da bir dağın tepesinde yalnız bulunsak da, dayanışmaya ve iç diyaloğa, bizi kendi bireyselliğimizin ve kendi “ben”imizin sınırlarının ötesine taşıyan aşkınlığa açıksak eğer, ruhumuz yalnız olmanın kızgın dikenleri tarafından sızlatılmayabilecektir.” (s.21)

“Yalnızlık, başkasıyla olan ilişkiyle tanımlanır; tecritte ise bu böyle değildir. Belki şu söylenebilir: Tecrit yalnızlığa göre ne ise, dilsizlik de sessizliğe göre odur. Susmak, sessizlik içinde olmak, insanın canı söylemek istemese de, söyleyecek bir şeyleri olduğu ya da olabileceği anlamına gelir; oysa dilsizlikte bir şey söyleme imkânı yoktur. Bir diğer deyişle yalnızlıkta, insanların ve nesnelerin dünyasına açık olunur, hatta başkalarıyla ilişki içinde olma arzusu ve özlemi de vardır; bunun karşı savı ise tecrit, daha iyi bir tabirle, insanın kendi içine kapanma, dünyadan ve dünyadaki aşkınlıktan elini ayağını çekme hali olan olumsuz yalnızlıktır. Yalnızlık somut hedef ve sonuçların ateşli arayışıyla zarar görmüş ilişkilere kök salıp daldığımız günlük hayattakinden farklı bir şekilde de olsa, insanın kişiler arası ve toplumsal değerlerini gerçekleştirmeye devam ettiği bir hayat dilimidir.” (s.23)

“Yalnızlık, içsel yalnızlık, ulaşılması ve yaşanması güç bir şeydir; ancak sadece mistik yaşamda değil, günlük yaşamda da gereklidir. Yalnızken, tecrit olmuşken de içimizdeki sonsuzluğu dinlememiz mümkündür: Bu içsel atılım bizi kendi benimizin sınırlarının ötesine götürür. Bizden başka olanlara karşı engin bir açıklık içinde bulunmamızı sağlar. Hayatın gizli boyutu olan sonsuzluk içimizdedir: İçimizde atar ve canlıdır. Sonsuzluk, kendi dışımızda olan şeylerin yanı sıra, bunlardan daha da yıkıcı olan şeylerin, kuşatılmış içsel hayatımızda içimizde kıpırdanan şeylerin yarattığı karmaşanın ve patırtının kendine çekmesine kapılmadığımız, bunlar tarafından yutulmadığımız ölçüde içimizden silinmez. Yalnız olduğumuzda, tecrit edildiğimizde, en ıssız yerlerde bile olsak, sonsuzluk metaforu olan umudun kayan yıldızını görmemiz mümkündür, ne var ki bu yıldızın loş izini seçebilmek herkesin yapabildiği bir şey değildir.” (s.27)

“Yalnızlığın Sınırları

Öte yandan yalnızlık, iletişimin unutulmuş bir hakikatidir: Şöyle ki içsel yalnızlık, bir diğer deyişle sözcüklere kanat taktıran ve onları sessizlik ve tefekkürle dolduran bir düşünüm olmaksızın, ne anlamlı bir iletişim, ne de kurtarıcı bir görüşme vardır. Sessizlik olmadan yalnızlık yoktur, sessizlik susmak, ama aynı zamanda da dinlemek demektir. Yalnızlık sadece bir ilişki kurma arzusu, ilişkiye yönelik kuvvetli bir özlem değildir, başkalığın üzerine temellenmiş ve gerek konuşan kişinin yalnızlığını gerekse dinleyenin yalnızlığını göz önünde bulunduran her nevi ilişkinin asli bir yönüdür de: Bu ikisi, zaman zaman karstik zaman zaman da görünmez yollar boyunca birbirlerine bağlıdırlar, zaman zaman da bizden başka olanın gizine yaklaşmamız için kaçınılmazdırlar. Tıpkı sessizlik gibi, yalnızlık da, günlük hayatı daha iyi yaşamamızı sağlayan içsel bir deneyimdir; hayatta asli olan ile, çoğu zaman fazla anlam yüklediğimiz, asli olmayan şeyleri ayırt etmemizi sağlar. İçsel hayatımıza, yalnızlığa ve sessizliğe girdiğimizde, düşünüm ve içe bakışın, duyarlılığın ve merhametin, beklentilerin ve umudun, tefekkür ve duanın önemini fark ederiz: En nihayetinde bunlar, düşünce ve eylemlerimizi emanet etmemiz gereken erdemlerdir. Kendini verme ve birliktelik, başkalarının kaderine iştirak etme ve başkalarının sevinciyle acısına ortak olma gibi hayattaki doğru değerlerin gerçekleşmesine ket vuran ve sıkça karşılaşılan kötü eğilimler olarak kayıtsızlığın ve duyarsızlığın, bencilliğin ve sevgi eksikliğinin çağrısından ancak böylelikle kaçınabiliriz.” (s.28)

“Hiçbir sevginin seni hapsetmesine izin verme. Yalnızlığını koru. Olur da sana gerçek bir sevginin sunulduğu bir gün gelirse, içsel yalnızlığın ile dostluğun arasında bir karşıtlık olmayacaktır; aksine, sen onu tam da yanılgıya mahal vermeyen bu işaretten tanıyacaksın.” Simon Weil (s.28)

“Gözümüze kayıtsızlık ve dikkatsizlik çılgınlığına, hayatta asli olan şeylerin sıradanlaştırılması ve değer kaybı deliliğine kapılmış gibi görünen bir dünyayı deneyimlemekten kaçındığımızda yöneldiğimiz, hayatımıza uzun ya da kısa süreli bir mevsim gibi yerleşen bir yalnızlık vardır zannımca; bu köklü ve tükenmez bir deneyim olan dostluğa karışan ve bizi sonu olmayan anlam ufuklarıyla ve sessizlikle saran bir yalnızlıktır. Bu yalnızlık, her defasında içine hapsolma tehlikesine girdiğimiz sevgilerimizin varoluş nedenini de aşan bir deneyim mahiyetinde kalbimizin uçurumlarında saklı kalmadan edemez. Sadece, Simon Weil’in hayatın temel hali olarak gördüğü dostluk büyük içsel yalnızlıkla yüzleşebilir.” (s.28)

“Hayatımız kendi içselliğimizin sessizliğinde ve gizinde ilerlediğinde, yalnızlıkla damgalandığında bile, alacakaranlığı ve gün ışığını yakalamayı bilen kişide tekrar tekrar parlayıveren, varoluşumuzun eşlikçisi bu sabah yıldızına, umuda ihtiyacımız vardır.” (s.29)

“Konuşurken en çok kullandığımız sözcüktür zaman. Zamandan söz ederken herhalde ne dediğimizi biliyoruz; bir başkası zamandan söz edince de onu anlıyoruz. Öyleyse zaman nedir? Bunu bana kimse sormasa bile biliyorum, ama biri sorarsa nasıl açıklayacağımı bilmiyorum. Ama şurasını kesin olarak söyleyebilirim ki, hiçbir şey geçmeseydi (zamanda), geçmiş zaman olmazdı; hiçbir şey olacak olmasaydı, gelecek zaman olmazdı; hiçbir şey olmasaydı, şimdiki zaman olmazdı.

Şimdi bana açık gelen şu: Ne gelecek var ne geçmiş. Kesinlikle geçmiş, şimdiki, gelecek diye üç zaman var, demek yerinde olmaz. Belki de üç zaman vardır: Geçmiştekilere ilişkin şimdiki zaman, şimdikilere ilişkin şimdiki zaman ve gelecektekilere ilişkin şimdiki zaman, demek daha doğru olurdu. Çünkü bu üç çeşit zaman zihnimizde vardır, onları başka yerde göremiyorum. Geçmişteki şimdiki zaman bellek; şimdiki şimdiki zaman doğrudan sezgi; gelecekteki şimdiki zaman da beklenti olarak vardır. Bu şekilde ifade etmeme izin verilirse, o zaman üç zaman olduğunu görüyorum ve bunu itiraf ediyorum.” Augustinus (s.38)

“Yalnızlık, yalnız olma arzusu hayatın diyastolik anını oluşturur ve buna, başkalarıyla ilişki kurma özlemi eşlik eder. Yalnız olmak için yaratılmadık, sadece başkalarının kaderleriyle sürekli olarak yeniden keşfedebileceğimiz ve kendimizi tam olarak gerçekleştirmemizi sağlayacak anlam ufuklarında bulunmak üzere varız. Asla yalnız olmamalı, asla yalnız başına kalmamalıyız. Her defasında kendimizle ve başkalarıyla Paulusvari umut içimizdeyse, Tanrı’yla sonsuz bir diyalog kurmamızı ve bu diyaloğu yenilememizi sağlayacak, bir vaha bir ara mahiyetinde yalnızlıktan e sessizlikten vazgeçemeyecek olsak da, asla yalnız olmamalıyız. Yalnızlıkta insan hem yalnızdır, hem değildir. Bu yalnızlığın dünyadan, insanlardan ve şeylerden uzak kalmak niyetinde olunmasına ya da bunun dayatılmasına ya da içselliğe doğru gizemli bir yol izleyen özgür bir seçim olmasına bağlı olarak değişmektedir.

Ama yalnızlık için yaratılmadığımız varsayımı ile bunun karşı savı olan yalnızlığın değerinin tanınmadığı yerde anlamlı bir hayat olmadığı varsayımı arasında çelişki yok mudur? İçsel yaratıcı yalnızlık ile tecrit adını verdiğimiz ve günümüzde yaygınlaştığını gördüğümüz olumsuz yalnızlık arasındaki köklü semantik ayrımları bir kez daha hatırladığımız taktirde bu çelişkiler çözülüverecektir.” (s.42)

“Tecride sürükleyen pek çok neden vardır: Hastalık, özellikle de depresyon hastalığı, insanın hayatına anlam veren, sevilen kişilerin ölümü ya da kaybı, anlamlı toplumsal rollerin yitimi ama, en sık rastlanan ve kaygı verici neden, bizim kendi kayıtsızlığımız ve duyarsızlığımız, duygusal çoraklığımız, François Mauriac’ın önceki ya da sonraki muhteşem romanlarında öylesine açık bir şekilde betimlediği üzere sevginin reddidir.” (s.43)

“Ruh acısı, kaygıdan ve hüzünden, huzursuzluktan ve özlemden, ölüm arzusundan ve umudun çöküşünden doğar ve başımıza gelenlerle depreşen bu yaralı duygular ne zaman üzerimize inecek olsa, geleceğin, her nevi geleceğin ufku kararır. Şimdiki zamanın, geçmiş tarafından yutulmuş ve aşkınlığa varmaktan aciz olan bir şimdiki zamanın acımasız dikenleri ancak beklenti ve umut kırıntılarının hayatta kalmasına izin verir. Hayatın anlamı, hayata bir zamanlar anlam veren şeyler zarara uğrar ve yaşamanın, başkalarıyla birlikte yaşamanın, hayatımıza anlam veren deneyimleri yeniden yaşamanın zorluğu kati ve tehlikeli bir şekilde artar. Ruhun acısıyla, dünyada varoluş şeklimiz kökten bir değişikliğe uğrar ve başkalarının, yakın ve uzak kişilerin sevgi ve dayanışma sözleri de cılızlaşır; kadın olsun, erkek olsun hastalarda herhangi bir yankı ya da rahatlama uyandıramaz.” (s.54)

“Yürekten doğan her yalnızlık, canlı bir taş gibidir: Kayıtsızlığın durgun sularına atılınca, o suyun buz gibi bütünlüğünü bozuverir.” (s.58)

“Ruh acısı hayata dair bir deneyimdir ve sadece bir patolojinin uzantısı olarak görülmez. Ruh acısı, olaylar üzerine düşünmenin ve onları içselleştirmenin de kaynağıdır ve her hâlükârda, bizden-başka-olanın acısını tanımak, psikiyatriyi insanı kılmak ve bununla ilintili olarak da, kişiler arası ilişkileri insani kılmak anlamına gelmektedir.” (s.59)

“Duygularımızın içeriğine, onları ifade etme şeklimize ket vurabiliriz ancak duygularımızı ne silebilir ne de söndürebiliriz: Duygular hayatımızın sonu olmayan kaynaklarıdır.” (s.67)

“Kaygı ve Korku Nedir?

Kaygı ve korku iki kardeş olarak tanımlayabileceğimiz duygular olup sonsuz duygu dizisinde kökten bir önem taşımaktadır. Gerek psikopatolojik bakımdan, gerekse felsefi bakımdan hayatın, her yaşantı içeriğinin, sağlıklı ya da hastalıklı her varoluş içeriğinin mihenk taşlarını kavramaya çalıştığımızda karşımıza bunlar çıkmaktadır.

Kaygı ve korku her birimizin hayatında yer alan temel yapı taşlarıdır; ancak ortaya çıkışları, gelişimleri birbirinden farklıdır. Kaygı, her bir deneyimimizin, her bir acımızın, başımıza gelen her insani durumun ötesinde meydana gelmektedir. Kaygı, özellikle de hayattaki büyük dönemeçlerde, büyük yaşamsal dönüşümlerde ortaya çıkmaktadır. Her dönemeç karşımıza farklı manzaralar çıkarır, her dönemeç farklı bir hayat deneyiminin eşlikçisidir ve büyük dönemeçlerde, bir yaşam biçiminden diğerine geçerken, çocukluktan ergenliğe, gençlikten yetişkinliğe, yetişkinlikten yaşlılığa yol alırken, hayatın bu can alıcı dönemeçlerinde en nihayetinde ölüm kaygısı olan kaygının beklenmedik kaynaklarını karşımızda buluveririz. Korku ise hayatta yer alan temel, görmezden gelinemeyecek ve silinemeyecek bir deneyim olmakla birlikte, yaşamın her döneminde ortaya çıkmaktadır: Belli olayların sonucu mahiyetindedir. Tek bir korku yoktur, sonsuz sayıda korku vardır. Her biri belli başlı durumlara, belli başlı olaylara, belli başlı nedenlere bağlıdır.

Kaygıdan ve korkudan zaman zaman nasibini almamış, bunlarla herhangi bir alakası olmamış bir hayat hikâyesi yoktur; kaygı ve korku arasındaki olası farkları belirlemek üzere, konuyla ilgili olarak Sören Kierkegaard’ın ve Martin Heidegger’in dediklerine değinmek isterim. Kierkegaard’ın değerlendirmeleri şöyledir: Kaygı kavramı psikolojide hemen hiç ele alınmadığı için, bu kavramın korkudan ve buna benzer, belirgin bir şeye yönelik kavramlardan tamamen farklı olduğuna dikkat çekmek durumundayım, kaygı olanak olarak olanak özgürlüğünün gerçekliğidir.

Heidegger’in görüşü ise şudur: Kaygı korkudan temelde farklıdır. Biz hep belirgin olan şu ya da bu bağlamda bizi tehdit eden, belirgin şu ya da bu şeyden korkarız. Bir şeyden korkmak… daima belirgin bir şeye yönelik bir korkudur. Kuşkusuz kaygı da hep -e yönelik bir kaygıdır…, ancak bunun ya da şunun kaygısı değildir. -E yönelik kaygı… daima -den dolayı kaygıdır ancak bu ya da şu şeye yönelik bir kaygı değildir.” (s.69)

“Normal korkular ve patolojik korkular, bize hayatımız boyunca eşlik eden korkular ve hayatımızın çeşitli dönemlerinde yaşadığımız korkular, kendi güvensizliklerimizle ve yarattığımız hayaletlerle beslenen korkular ve kökten bir şekilde sosyolojik özellik gösteren korkular: Farklılık ve yabancılık, kendi kimliğimizle çatışan hayat biçimleri karşısında duyduğumuz korkular vardır. Korkunun özellikle de sosyolojik yönlerini betimlerken, Zygmunt Bauman’ın çok güzel bazı düşüncelerine atıfta bulunmak isterim: En ürkütücü şey, korkuların her yerde oluşudur. Evimizin ya da gezegenimizin herhangi bir köşesinden ya da aralığından, sokakların karanlığından ya da televizyon ekranlarının parıltısından bitiverebilir.” (s.71)

“Her duygusal deneyim, her zaman tahlil edilmeli ve çözümlenmelidir, ancak bu, dış görünüş ve davranış üzerinden değil, içsel içerik, onları harekete geçiren gizli niyetler, içlerinde oluşan ve katmanlaşan anlam ve anlamsızlık ufukları üzerinden yapılmalıdır.” (s.73)

“Sözcüklerin dili ve beden dili, her birimizin, bilince kapalı olan kapılarının ardındaki tutumları ve duyguları yorumlamada ve anlamada birbirlerinden ayrı tutulamazlar. Psikiyatride olduğu gibi günlük ilişkilerde de sözlerin asli bir önemi vardır; sözcükler canlı kanlı varlıklardır ve sözcüklerle daima hesaplaşmamız gereklidir. Umutsuz bir kalbi ancak sözcükler umuda açabilir, dengesiz bir seyir izleyen bir yaşamı uçurumdan aşağı sürükleyen de daima sözcüklerdir. Sözcüklerin değerine, metaforik anlamına ve sembolik değerine yeniden bakmak, psikiyatrinin ve doğal olarak ki felsefenin günümüzde en çok eğildiği konulardan biridir.” (s.78)

“Korku ve umut insanlık halinin iki temel taşıdır. Bunlar, birbirleriyle gerilim içinde, sürekli tartışma halinde bulunur. Her ikisi de gelecek deneyimiyle: Augustinuscu anlamda, geçmiş ve şimdiki zaman deneyimleriyle birlikte sonsuz bir döngüselliğe sahip içsel zamanın temel bir öğesi mahiyetindeki gelecekle ilintili duygulardır. Ancak korkunun geleceği ile umudun geleceği bir değildir: ilki beraberinde sadece umutsuzluk ve ölüm bunalımı getiren bir şeylerin bekleyişidir; ikincisi, gelecek umudu ise, hayatın anlam ufuklarına ve başkalarıyla diyalog kurmaya açıktır. Geleceğe yönelik korku, bize her yerde, zaman zaman da sebepsiz yere musallat olur; bununla birlikte onu tanımak ve farklı yönlerini, söylemimde vurgulamış olduğum özelliklerini yakalamak gereklidir. Ancak gelecekte umut bulmak, bize, korku tarafından emilmiş hayatlarda gerçekleşen kazalara direnme gücü verir ve umudun kaynaklarını aramamıza, onları canlı, kıpır kıpır kılmamıza yardımcı olur. Bu, hiçbirimizin yüzleşmeden edemeyeceği bir meydan okumadır: Aksi taktirde yaşamanın ve ölmenin anlamı eksilir.” (s.80)

“Mutlu olduğumuzda içsel yalnızlığımız, bizi içimizdeki gizli özsularına götüren yalnızlığımız her hâlükârda içimizdedir; mutsuz olduğumuzda ise, içimizde olumsuz yalnızlık, bizi insanların ve nesnelerin dünyasından koparan tecrit yalnızlığı mevcuttur. Yalnız olmak, salt yalnızlık; sevgi ve umut çölünde su yüzüne çıkan mutsuzluğun olası nedenleri olarak görülmeden edilemez. An gelip de mutluluk gidince, ardında, hiç olmazsa kısmen depresyon demeye alışageldiğimiz klinik acı biçimiyle özdeşleşen yitik mutluluğun acımasız gölgelerini bırakır.” (s.81)

“Mutlulukla ve de mutsuzlukla ilgili her söylemde, mutlulukla sevincin kardeş olmakla birlikte, her birinin kendine has bir alana ve zamansallığa ve kendine has bir anlam ufkuna sahip olduğunu vurgulamamak mümkün değildir. Rainer Maria Rilke mutluluğun duygusal karşıt gerçekliğinin mutsuzluk olduğunu söyler. Sevinçte ise bu yoktur.

Rilke: Mutluluk insanların içine dalar, mutluluk kaderdir; sevinci ise insanlar kendi içlerinde filizlendirirler, sevinç kalbin üzerindeki güzel bir mevsimdir sadece; sevinç insanların erkinde olan en büyük şeydir.” (s.82)

“Mutlu yaşam insanların hepsinin arzuladıkları şey değil midir? Mutlu olmayı istemeyen kimse var mıdır? İnsanlar mutluluğu bu kadar arzuladıklarına göre onu bir yerlerde tanımış olmalılar. Mutluluğu sevmeleri için onu bir yerlerde görmüş olmalılar. Kuşkusuz bu duygu içimizde, ama nasıl, bilmiyorum. Mutluluğa fiili bir şekilde sahip olmak da bir çeşit mutluluktur. Kimileri de sadece umut ederek mutlu olurlar. Bunlar mutluluğa fiili anlamda sahip olanlardan bir derece daha düşük seviyede sahipler. Bununla birlikte bunlar mutluluğu hiç tanımayanlardan daha üstündür. Mutluluğu hiç tanımayanlar bu şekilde mutlu olmak istemezler, ancak mutluluğu istedikleri kuşku götürmez.” Augustinus (s.83)

“Augustinus, sonra, mutluluğun bellekte değilse nerede bulunduğunu sorar; ve işte o zaman, mutluluğu tanımasaydık onu o kadar sevmezdik savının izini sürerek, mutluluğun bellekte saklandığını, bunun böyle olduğunu söyler. Bellekte, sadece önceden yaşanmış olan mutlu olunmuş zamanın anısı yoktur, mutluluk umudu, gelecek ile geçmişin ve geçmiş ile geleceğin bu sırlı bağıntısı da vardır.” (s.83)

“Otto Friedrich Bollnow çok güzel bir kitabında hüznün ve acının insanın diğer insanlarla ve olaylarla bağını kopardığını ileri sürmektedir; keyifli, mutlu ruh hallerinin ise bizim ve başkalarının yaşadığı deneyimlere yönelik bilgi alanımızı genişlettiğini, bizleri aksi taktirde ulaşamayacağımız gerçekliklere, algı ve sezgilere götürdüğünü söylemektedir. Alman filozof bunu söylerken, Goethe’den sonra en büyük Alman lirik şairi olan Eduar Mörike’nin, mutluluğa ilişkin duygusal bir durumu tanımlarken, muhteşem bir imgeyle, ruhum ayçiçeği gibi açık, dizesini hatırlatmaktadır.” (s.86)

“Bollnow, mutlu ruh hallerinin ulaştığı bilişsel ufukların daha başka duygusal kaynağı olan ruh halleriyle kıyaslanamayacağı savını vurgular. Bollnow, gerçekliğe özellikle de duygusal gerçekliğe dair çok yönlü, bütüncül bilgiye ulaşmada her bir ruh halinin kendine has ve yeri dolmaz bir işlevi olduğunu kabul etmekle birlikte, mutluluk ruh halini, Stimmungunu bir insanın varoluşsal bütünlüğünün kavranmasını sağlayan biricik duygusal durum olarak belirler.” (s.86)

“Zaman zaman fanatik, her hâlükârda sürekli ve bastırılmaz bir tutkuyla içi boş mutluluklar, cam gibi kırılgan mutluluklar aranmaktadır. Günümüzdeki anlayışın mutluluk kaynağı olarak kabul ettiği şeyler her fırsatta, her durumda ve her yolla istenmekte ve aranmakta; bazı ilaçlar, bazı antidepresanlar da çoğu zaman işe yaramaz birer havai fişek olmaktan öteye gidemeyen, zafer haline getirilmiş bir mutluluğa ulaşmanın aracı ve yolu olarak kullanılmaktadır. Bunu da, mutsuzluk ve depresyona yol açan sonsuz hayal kırıklıkları ve tatminsizlikler izlemektedir; bunun nedeni de, anlamlı, derin, büyük mutluluklar gibi, uçup kaçıcı, ancak bir sabah süren, ardında sadece küller bırakan, görünüşten ibaret, küçük mutlulukların da olmasıdır. Bunlar şematik ve soyut ayrımlar değildir, mutluluk konusunda asli ve belirleyici bir önem taşıyan ayrımlardır.” (s.88)

“Öyle mutluluklar vardır ki, kolay kolay un ufak olmazlar: Kaybedilseler, gözden yitirilseler bile, kuyruklu yıldızlar misali, ışıltılı ve silinmez izleriyle yaşamayı sürdürürler. Bu mutluluklar, her ıstırap ve acıdan, her özlem ve kaygıdan, zaman zaman da her tür dünyevilikten kurtuluşla tezahür eder. Yalnızlıkla, içsel yalnızlıkla, yaratıcı yalnızlıkla beslenen ve başkalarının mutluluklarından, mutlu deneyimlerinden sevinç duyan mutluluklardır bunlar. Zaman zaman, sevinçten uzak düşmeyen mistik deneyimlerle birleşirler, sıklıkla ise aşkınlığı ve içsel, kökten temelleri kavranmış olan, varoluşsal tatmin taşıyan deneyimlerdir.” (s.89)

“Kalbin belleğine kazınmamış kaynaklardan doğan ve refahın çorak ve soğuk formülüyle özetlenebilecek hisler, mutluluk sayılamaz; çünkü, bana öyle geliyor ki, bunlarda içselliğe dair bir kıvılcım ya da ize rastlanmamaktadır.” (s.89)

“Büyük mutluluk, hayata anlam veren ve zamana meydan okuyan mutluluk ile küçük mutluluk, zayıf ve uçup kaçıcı, kırılgan ve dayanıksız, geçip gidici ve gezgin deneyimlerde hayatın anlamını keşfetme yanılsamasına kapılan mutluluk arasında var olan farkları hep daha somut ve gözle görülür kılmanın ne kadar gerekli olduğunu vurgulamak isterim. Büyük mutluluk, içsel deneyim anlamındaki mutluluk, her zaman çözümlenemeyen gizli patikalarla da olsa, daima geleceğin hafızası olan ve tıpkı kendi gibi, geçmişten geleceğe dur duraksız uzanan umutla ilintili olmak zorundadır. İçsel mutluluk, tıpkı umut ve yalnızlık gibi, bizi öznelliğin sınırlarının bariyerlerinin ötesine taşır; özneler arasının, başkalarıyla ilişki kurmanın bitmez tükenmez yaylalarına daldırır ve yalnızlıkta, ruhun yalnızlığında, belki de sadece bu noktada, içsel ışığın aydınlık günlerinde mutluluk adını verdiğimiz o göz kamaştırıcı ve alacakaranlık, karanlık ve dillere sığmaz duygulanımın gerçekten ne olduğunu seçebilir ve hatta kavrayabiliriz.” (s.90)

“Havayı bölen ve ayağını yerden kesen kuşlar gibi değil de, ekinlerin arasında salınan rüzgar gibi, denizin tatlı titrekliği gibi ve bulutların hülyalı seyri gibi hafifti yürüyüşüm. Varlığım, denizin derinliklerinin şeffaflığıydı, gecenin sessiz ve eskilerde kalmış mutluluğuydu, öğlenin sessizliğinde konuşan yalnızlık yankısıydı. Her duygu ezgili bir yankıyla ruhumda tatmin ve istirahat buluyordu. Her bir düşünce zihnimde mutluluğun yüce ışığında dönüşüyor, en uçup kaçıcı ve en tuhaf fikir, en zengin ve en derin düşünce oluveriyordu.” Kierkegaard (s.90)

“Umberto Galimberti, mutluluğu etik bir şekilde yeniden temellendirirken ve kendi mutsuzluğumuzdan sorumlu olmadığımız savına karşı çıkarken, mutluluğun tam anlamıyla etik bir görev olduğunu kesin bir şekilde savunmaktadır: Sadece etrafımızdaki insanları olumlulukla beslediği için değil, doğrudan doğruya sınır tanımaz isteklerimizin önüne geçip yalnızca kendi imkanlarımıza uygun olanlarını kabul ederek kendimizi bilmemizi gerektirdiği için de bu böyledir. Mutluluk isteklerimizin doyumsuzluğuna demir atmadığında, ruhun eğilimine  eudaimona (iyi bir ilahi varlığa, ruha, kadere sahip olan) demir attığında, işte o zaman, kendini gerçekleştirmeyle birlikte ilerler ve bu özelliği nedeniyle de yitirilmesi ya da bizden alınması zordur. Dolayısıyla mutluluk, isteklerini tatmin etmek ve erdeme karşılık, alınan ödül anlamı taşımamaktadır, mutluluk erdemin kendisidir, insanın kendi öz başarısı için kendini yönetmesidir, çünkü insanın ölçüsü budur.” (s.93)

“Mutluluğun içsel bilincinde zaman, kum saatindeki kum taneleri gibi akar ve zamanın bu kesintisiz akışını neredeyse unuturuz. Geçmişteki deneyimler unutulmaz ama acılı izlerini yitirirler: Korku ve endişelerin ortadan kaybolduğu bir geleceğe dalmışlardır ve orada, sadece üzerine gölge düşmemiş beklentiler akmaktadır. Mutluluk zamanında, hayatın gölgelerini ve  acının kaçınılmaz mevcudiyetini bilmezden gelen sakin ve su gibi bir halde yaşanır. Mutsuzlukta, mutsuz ruh hallerinde ise; geleceği olmayan, insanı geçmişin suçlarıyla ve şimdiki zamanın, hiçbir ışık emaresi bulunmayan, kuru ve soğuk bir doku dokuyan bir şimdiki zamanın acısıyla yiyip bitiren bir zamanda hapsolunmuştur. Umut yoktur ve kişi, kendi öznelliğinin tecrit yalnızlığının içine kapanıvermiştir. İnsanın artık ne kendi için ne de başkası için dilediği bir şey vardır. İçinde duygusal yankılar uyanmaz, buna yabancılaşmıştır. Mutsuzluk zamanı, kısmen, depresyon zamanıyla örtüşür; bununla birlikte, ikincisi bir hastalıkken diğeri değildir. Mutsuzluk halinde artık duygulanımsal deneyimler yaşanmaz olur; içimizde ve dışımızda olup bitenler bizi alakadar etmez gibidir.” (s.94)

“Gençliğin gözüyle bakıldığında, yaşam sonsuz uzunluktaki bir gelecektir; yaşlılık gözüyle ise, oldukça kısa bir geçmiştir. Gençliğimizde zaman bile daha yavaş atar adımlarını; bu yüzden yaşamımızın ilk çeyreği sadece en mutlu olanı değil, aynı zamanda en uzun olanıdır da, böylelikle geride de daha çok anı bırakır ve herkesin, sırası geldiğinde, sonraki iki çeyrekten daha çok bu dönemden anlatacak şeyi olacaktır. Hatta yılın ilkbaharındaki gibi, yaşamın ilkbaharında da, günler önce sıkıcı bir uzunlukta olacaklardır. Sonbaharda ise kısalırlar ama daha neşeli ve durağan geçerler.” Schopenhauer

Felsefi değil de, psikolojik olan bu kavrayışlar, zamanı yaşama ve mutlu olma şekillerinin ve farklı yaş kesitlerinin birbirleriyle olan gizemli bağını ânında anlamamızı sağlamaktadır.” (s.94)

“Harika bir kelebek misalidir mutluluk, kısacık uçuşu süresince hemen kaçıverir. Yakalanması imkansızdır.” (s.96)

“En küçük mutlulukta da en büyük mutlulukta da mutluluğu mutluluk yapan hep tek bir şey vardır: Unutabilme ya da daha bilgince söylenirse, mutluluğun sürüp gittiği sürece tarihdışı olarak duyumlama yetisi. Tüm geçmişi unutarak kendini anın eşiğine bırakmasını bilmeyen bir kimse, bir zafer tanrıçası gibi başı dönmeden ve korku duymadan bir noktada durmasını beceremeyen bir kimse, hiçbir zaman mutluluğun ne olduğunu bilemeyecektir; daha da kötüsü, başkalarını mutlu kılan herhangi bir şeyi de hiçbir zaman yapamayacaktır.” Nietzsche (s.98)

Nietzsche’nin mutlulukla ilgili söylemi, özetle, kökten bir olumsuzluktur. Mutluluk ancak ve ancak unutmanın uçurumlarında: Özlem ve isteklere sahip olmayan bir şimdiki zamanın geçici süreksizliğinde yaşayan içsel bir zamanın olanaksız parçalanışında var olabilmektedir. Buna göre mutluluk, Augustinus’un dediği gibi bellekte değil, belleğin yadsınmasında yatmaktadır; insanın mutsuzluğunun nedeni de, unutmanın, hatıraların amansız boyunduruğundan kurtulmanın imkansızlığındadır.” (s.99)

“Canlı, mutluluğu asla elde edemez çünkü başka yerde de izah edildiği üzere, mutluluğun sonsuz olmasını ister, bunu diler, bu da fiilen gerçekleşemeyecektir. Dolayısıyla canlı, arzu nesnesine hiçbir zaman sahip olmaz ve olamaz. Arzuladığı sürece de mecburen hep mutsuz olur; onu mutsuz eden başka her nevi mutsuzluğu bir yana bırakalım, bu boş arzunun kendisidir de; çünkü gerçekleşmemiş bir arzu, acı veren bir şeydir, dolayısıyla mutsuzluk haline sebebiyet verir. Ve ne kadar tutkuyla istenirse, o kadar mutsuz olunur.” Leopardi (s.100)

“İnsan mutluluğu arzularsa mutlu olamaz: Mutluluğu ne kadar az arzularsa, o kadar az mutsuz olacaktır; hiçbir şey arzulamazsa mutsuz değil demektir. Dolayısıyla insan ve canlı, mutluluk düşüncesine odaklanmadığı, başka yerde söylemiş olduğum üzere eyleme ve iç ve dış meşgalelere kapıldığı ölçüde daha az mutsuz olacaktır.” Leopardi (s.100)

“Mutsuzluklar hayatımızı sardığında, derinden değişiriz; farklı duygulanımsal özelliklerine karşın mutsuzluğun olası imgeleri olabilen hüznün, kaygının, umutsuzluğun, depresyonun karanlık göllerine dalarız. Ancak yitirilmiş mutluluklara duyulan özlemden, bir zamanlar yaşanmış olup da artık ulaşılmaz olmuş duygulanım yağmurundan, kırılmış umutlardan ve imgelerden yıpranmış bir bilinçten, yitirilene yeniden sahip olmaya yönelik imkansız arzudan kaynaklanan mutsuzluklar da vardır. Yitirilmiş mutluluğun bilgisine sahip olmasaydık mutsuz olmazdık; zira, hayatında mutluluğu deneyimlemiş insan, daima mutlu olmak ister ve böyle olmadığında umudunu yitirir.” (s.102)

“Yitirilmiş mutluluklar asla anlamdan muaf değildir, mümkünse onarılırlar, mümkün değilse kabullenilirler.” (s.103)

“Kanaatimce mistik hayatın insani ve ruhsal ifadelerinde, içselliğe ve sessizliğe dair sonsuz bir arayış mahiyetindeki yalnızlığı ve her birimiz için alışageldik olan dünyadan kökten bir kopma noktası mahiyetindeki yalnızlığı görebiliriz; bu, gizle kaplı olan ve ancak hafiflikle yaklaşılabilecek bir yaşam biçimidir.” (s.104)

“Yalnız kişi için tüm uzaklıklar değişir, değişir tüm ölçüler ve dağın doruğundaki o insan gibi alışılmadık birtakım kuruntular, tuhaf birtakım duygular içte doğar. Öylesine duygular ki, gelişip büyüyerek tüm katlanılabirliğin sınırlarını aşar gibidir. Ama işte bunu da yaşamamız gereklidir bizim. Kendi varlığımızı alabildiğine geniş kapsamlı bir nesne gibi görmek zorundayız; bu varlık içinde her şeyin, o ana dek işitilmedik şeylerin bile duyulması mümkündür. Doğrusu bizlerde aranan tek cesaret: En acayip, en şaşılacak, en açıklanamaz şeyler karşısında gözüpek davranmaktır.” Rilke (s.124)

“Yanılsamadan çıkmış, yorgun, uzman, bütün arzuları tükenmiş insan, yalnızlıkta yavaş yavaş yine güç bulur, kendine gelir, hani neredeyse tenine, nefesine kavuşmuş gibi olur ve içinden zeka fışkırsa ve pek talihsiz de olsa, ama az ama çok coşkulu bir şekilde dirilir.” Leopardi (s.128)

“Öyle yalnızlıklar vardır ki, melankolinin hafif ve nostaljik kanatlarıyla hareket eder, depresyona dönüşmez, Leopardi ve Dickinson’ın, Rilke’nin ve Bachmann’ınki gibi içli bir Stimmungun, bir ruh halinin sınırları içinde kalır; kırılgan ve narin, canlı ve elemli, sessiz ve alacakaranlık, duyarlı ve hassas, içsel ışıkla ve zaman zaman sırrına erilmez bir gizle kaplı yalnızlıklardır bunlar.” (s.129)

“Mekanın bir ıssızlığı vardır
Denizin bir ıssızlığı
Issızlığı ölümün, ama hepsi de
Kalabalık sayılır kıyaslandığında
Daha engin olan o yerle
Bir ruhun kendine açtığı
O kutup mahremiyetiyle” Emily Dickinson (s.130)

“Biz yalnızız, korku yalnızıyız.” Rilke (s.131)

“Psikotik durumdan ayrı olarak, bizleri sosyal tecridin ıssız mekanlarına sürükleyebilecek ne vardır? Hayatımızı anlamsızlığın karanlık ve hareketsiz gölüne batıran ve hayat yollarımızı parçalayan, Kierkegaard’ın sözünü ettiği ölümcül hastalık; her türlü insani olanaklarımızı tüketen acımasız bir deneyimle sonuçlanan varlıksal bir mat olma; sessizlik içinde ve terk edilişlerle ilerleyen yaş; başkalarının kalbimizin yüksek sessizliğinde neler olup bittiğini dinlemek konusundaki yeteneksizliği; sevgi çölü; depresyona teğet geçen gölgeler…” (s.139)

“Yalnız ölünür.” Georges Bernanos (s.167)

“Herkesin kendi keder ritmi vardır.” Georges Bernanos (s.174)

“Sözcük seçimi öncelikle duyguların seçimi ve arındırılmasıdır. Her duygu uygun düşmez. Ah! İnanın bana bu konuda çalışmak lazımdır. Sözcüklerin üzerinde çalışmak, insanın kendi üzerinde çalışması demektir.” Marina Tsvetayera

“Ve her hâlükârda, ancak kendimizi sonuna dek tahlil ederek ve sözcüklerimizin başkalarında uyandırdığı duygusal yankıları içimizde yeniden yaşayarak, insanı yalnızlığın kaygısından ve acısından kurtarabilecek sözcüklerin neler olduğunu çıkarsayabiliriz.” (s.202)

“Hayatımızın her anında duyguların içinde yer alırız; ama eğer içimize bakmaya, yalnızlığın açık ve kapalı alanları üzerine düşünmeye meyletmezsek, bu duyguları her zaman kendi aşkınlıkları ve doğalarıyla tanıyamayabiliriz. Tanıyamadığımız için de, içimizden kayanın üzerinden akan su misali hızlı ve hafif akarlar; içselliğimize değmezler bile ve de hiçbir iz bırakmazlar.” (s.213)