“Aydınlanma öylesine güç bir süreçtir ki bir bakarsınız
her şeyin olabildiğince yanlış olduğu konusunda giderek güçlenerek büyüyen bir
anlayış, bir anda yerini her şeyin ne kadar doğru olabilirse o kadarına kadar
doğru olduğu yolunda bir anlayışa bırakıvermiş.” (s.9)
“Anlaşılıyor ki ağırlığı ve yoğunluğu olan maddesel
varlığımızın rüzgâr gibi uçucu bir hızı olan düşünceye boyun eğmesi ve bizim
zayıf ve nazik tenimizin oradan oraya uçup duran hayal gücümüze yenilmesi
beklentisi içindeyiz.” (s.50)
“Bir düşünelim bakalım düşünce ve ruh hiçbir engelle
karşılaşmadan alabildiğine gidebilselerdi, her şeye gücü yeten Tanrı örneği her
istek anında gerçekleşebilseydi, dünyada istenmeye değer bir şey kalacak mıydı?”
(s.58)
“Aşk yalnız ideal olanı değil, gerçek olanı da birlikte
getirir. Başkalarını daha yakından tanırken kendi bedenimizi de şöyle bir iyice
duyumsarız bu arada. Beden adını verdiğimiz şey bir soyutlamadan başka bir şey
değil aslında. Bedenden söz ederek bir nesnenin evrenle olan ilişkilerini, bu
ilişkiler bütünlüğü olmadan var olamayacağını görmezlikten gelerek herkesçe
benimsenmiş bir düzmeceye uymuş oluyoruz. Ama o gizemli, beklenmeden, aranmadan
aşk denen olayın ortaya çıkıvermesiyle yalnız o kimseyle yoğun bir ilişki içine
girmiş olmakla kalmıyoruz, tüm dünyayla olan ilişkilerimizde de büyük bir
değişim oluyor. Yalnız sevgilimizi başka türlü görmekle bitmiyor bu değişim,
dünyayı da bambaşka görmeye başlıyoruz. Zihnimiz sevdiğimizi tutkuyla
sahiplenilecek bir nesne olarak yaşamın geriye kalan bölümünden koparıp
yalnızca bu ilişkiyi belirleyen bir soyut kavrama dönüştürene kadar da bu böyle
sürüp gidiyor.” (s.61)
“Dünya parçalarının toplamından daha büyük bir bütündür. Çünkü
parçalar yalnızca bir araya gelmekle, bir araya toplanmakla kalmamış, aynı
zamanda bir takım karşılıklı ilişkiler içinde varlığa dönüşmüşlerdir.” (s.63)
“Bizim karşımızdaki güçlük insanların bilinçlerinin, doğanın
bir ilişkiler ve bağlantılar düzeni, bir bütün olarak algılanmasına göre
ayarlanmamış olmasından geliyor. Şunu iyice kafamıza sokmalıyız, bilinç ne bir
başına var olabilen bir ruh, ne de yalnız başına işlevini yürütebilen bir sinir
sisteminin çalışmasının ürünüdür. Bilinci daha çok bir sinir sisteminin var olabilirliğini
sağlayan birbiriyle ilişkili yıldızlar ve galaksiler bütünlüğü içinde yerine
oturtmalıyız.” (s.64)
“Bir insanın nefes alış veriş
biçimi, yaşama biçiminin bir göstergesidir.” (s.76)
“Akıl bir anlamda sistemleştirilmiş kuşkudur. Tam karşıtı
olan içgüdüsel inançla kucaklaşmadan pek uzaklara gidemez. Hem akıl hem de
içgüdü karşılıklı olarak birbirlerini dışlıyorlar gibi göründüğüne göre
çözümsüz bir çelişki çıkıyor ortaya. Akıl sistemleştirilmiş kuşku olduğuna göre
kendisine de güvenemez. İşte bunun için de kendine güvensizlik uygar insana
özgü bir ruhsal bozukluktur.” (s.100)
“Hani Çinlilerin, olan her şey Tao’dur, dedikleri ya da
Hintlilerin, her şeyin "böylesi"liği aynıdır diye anlatmaya çalıştıkları şey şu: Her
şey birbiriyle bağlantılıdır. Bunun için de bir şeye bütünden kopuk, ayrı bir
şey olarak baktığımız zaman hiçbir şeyin, hiçbir olayın kendi başına bir
varlığı, bir gerçekliği olmadığını anlarız.” (s.108)
“Denetlemeye çalıştığımız dünyanın bizim içimizde ve
dışımızda var olan doğal çevremizden başka bir şey olmadığını ve bize bir
şeyleri denetleme gücünü veren şeyin de bu doğal çevremiz olduğunu niçin
anlamıyoruz? Çünkü biz her şeye birden aynı anda bakacağımıza birer birer
bakıyoruz. Biz kendi durumumuzu denetlemek ya da değiştirmek çabasındayken
gücümüzün de bilincimizin de dış dünyaya bağımlı olduğunu bilinçleştiremiyor,
gözden kaçırıyoruz. Gene dış koşulların baskısı altında olduğumuzu, dış
dünyanın bizi istediği gibi davranmaya zorladığını fark ettiğimiz zaman bu dış
dünyayı yaratan şeyin bizim bilincimiz olduğunu unutuyoruz. Daha önce de
söylediğim gibi güneş ışıktır, çünkü onu ışık olarak gören gözler var. Gürültüler
de onları işiten kulaklar oldukça var olacaktır.” (s.110)
“Doğamızı denetleyebilmek için onu karşımıza almayı
sağduyunun gereği sanıyoruz. Ama bu tıpkı kayma yapan arabanın şoförünün
arabayı kayma yaptığı yöne değil de ters yöne direksiyon kırması gerektiğini
sandıracak sağduyunun aynısıdır. Denetimi sürdürebilmek için tıpkı judo’da
olduğu gibi bir takım değişik tepkilere gerek vardır. Judo öğretisinin özü
saldırıya direnç göstermek yerine yana çekilerek saldırıyı geçiştirmektir. Judo
aslında Zen ve Taocu felsefedeki wu-wei anlayışının doğrudan doğruya güreşe
uygulanmasıdır. Yani doğanın güçlerine karşı çıkmaya çalışmayacaksın. Zen yaşam
biçiminin amacı; uyanma, aydınlanma yaşantısıdır. Şimdi çok kullanılan ruh
bilimsel bir terimi kullanarak iç görü kazanmak da diyebiliriz buna. İnsan aydınlanınca
böyle ne o yana ne bu yana gidememek, felçlilik, kasılıp kalmışlık durumundan,
ikici kendi kendini denetleyebilmek ve özbilinçlilik düşüncelerinin yol açtığı
kısır döngüden kurtarıyor kendini, aydınlanma yaşantısı o bölünmüşlük, kendi
kendinden kopukluk duygusunu alt ediyor.” (s.123)
“Zen yolunda ilerleyen kimse tıpkı bir ağacın ağaç olması
gibi hiçbir iç çelişki olmadan aynı rahatlıkla insan olmayı becerebilen
kimsedir. Böyle birisini dağlardan çağlaya çağlaya akıp gelen bir ırmakta yüzen
bir topa benzetebiliriz. Bu benzetmeyle anlatmak istediğim şey şu: Hiçbir durum
onun yolunu tıkayamaz, onu durduramaz, onu güç durumda bırakamaz. Böyle bir
kimse bir karar vereceğim diye iki yana sallanıp şaşkın şaşkın kararsızlık
içinde kıvranıp durmaz, hiçbir olayda kendini telaşa kaptırmaz. Olsa olsa şöyle
bir süre durup bir açık yol olup olmadığına bakar, zihnindeki bilinç akımı
kaygıların, tedirginliklerin, kararsızlıkların döngüsüne takılıp burgaçlar
yapmadan, çağıl çağıl akar gider. Acelesiz, telaşsız ama duraksamadan yapılması
gerekeni yapar. Zen’de kendini olaylara kaptırmamaktan, olayların dışında kalmaktan
söz edildiği zaman anlatılmak istenen şey budur. Kesinlikle duygusuz olmak,
heyecan duymamak anlamına alınmamalı bu. Yalnızca duyguların ve heyecanların
yapışıp kaldığı, tıkanıklıklara neden olduğu bir kimse olmamak anlamındadır. Nasıl
kuş uçup gidince kuşun sudaki yansısı da yok olursa, bunlar da öylece yok olup
gitmelidirler. Böyle bir kimse tam anlamıyla iç özgürlüğünü kazanmış bir kimse
olmakla birlikte, zevkinden başka bir şey düşünmeyen bir sefahat düşkünü de
değildir. Tam anlamıyla kendisiyle de doğayla da bütünleşmiştir. Onunla bir
arada olduğunuz zaman hiç kendini zorlamadan, hiçbir yapmacığın ardına
gizlenmeden her nasılsa öylece karşınızdadır. Saldırganlığın en küçük bir izini
bile bulamazsınız onda ama kendisine güveni tamdır. Soylu bir beyzadeye
benzetebilirsiniz onu, hani soylu olarak doğmuş olmalarının kendilerine
kazandırdığı haklardan öylesine güven duyup da ne alçak gönüllülük taslamaya ne
de hava atmaya gerek duymayan bu dünyanın soylularıyla karşılaştırabileceğiniz
manevilik alanının bir soylusu.” (s.124)
“Meditasyon odasına geri döndüğümde yerime oturacağım
sırada birden her şey değişiverdi. Önümde büyük bir genişlik oldu. Sanki yer
çökmüş gibiydi. Çevreme baktığımda duyularımızla algılanan sayısız nesnelerle
dolu olan tüm evren bambaşka göründü bana. Eskiden gözüme iğrenç görünen şeyler
yanılgı ve tutkularla birlikte benim en derindeki doğamdan dışa doğru akıp yitiyordu.
Geriye kalansa gerçekten ışıl ışıl bir saydamlıktı.” Suzuki
“Yaz başlarında bir sabahtı. Gümüş bir pus ıhlamur
ağaçlarının üstünde donuk pırıltılarla titreşiyordu. Hava ıhlamur çiçeklerinin
kokusuyla yüklüydü. Havanın ılıklığı sanki insanı okşuyordu. Anımsıyorum -anımsamama
bile gerek yok- kesilmiş bir ağacın toprakta kalan kök bölümünün üstüne
çıkmıştım. Birden ağacın ağaçlığının beni baştan aşağı kapladığını duyumsadım. O
zaman bu durumu burada olduğu gibi sözlendirmedim çünkü o zaman sözcüklere
gerek duymuyordum. Ağaç ve ben bir bütündük.” Bernard Berenson, Ana
Çizgileriyle Kendi Portrem (s.140)
“Aşk, insanın dört bir yanını kaplayan dünyanın olağanüstü
güzellikte bir mucize olduğu duygusunu
da birlikte getiriyor.” (s.145)
“Her şeyin iyi olduğunu bilen kimse için, her şey iyi
olacaktır.” (s.146)
“Anladım ki her şey, her olay, her yaşantı, kaçışı ve kurtuluşu
olmayan bir biçimde şu ânın içindeydi ve her bireye özgü bireysellikleriyle, ne
olması gerekiyorsa oydu ve böyle olduğu için de tanrısal bir özgünlük ve güce sahipti.”
(s.149)