8 Ağu 2020

Alan Watts - Taoculuk Zen ve Batı Kültürü

“Aydınlanma öylesine güç bir süreçtir ki bir bakarsınız her şeyin olabildiğince yanlış olduğu konusunda giderek güçlenerek büyüyen bir anlayış, bir anda yerini her şeyin ne kadar doğru olabilirse o kadarına kadar doğru olduğu yolunda bir anlayışa bırakıvermiş.” (s.9)

“Anlaşılıyor ki ağırlığı ve yoğunluğu olan maddesel varlığımızın rüzgâr gibi uçucu bir hızı olan düşünceye boyun eğmesi ve bizim zayıf ve nazik tenimizin oradan oraya uçup duran hayal gücümüze yenilmesi beklentisi içindeyiz.” (s.50)

“Bir düşünelim bakalım düşünce ve ruh hiçbir engelle karşılaşmadan alabildiğine gidebilselerdi, her şeye gücü yeten Tanrı örneği her istek anında gerçekleşebilseydi, dünyada istenmeye değer bir şey kalacak mıydı?” (s.58)

“Aşk yalnız ideal olanı değil, gerçek olanı da birlikte getirir. Başkalarını daha yakından tanırken kendi bedenimizi de şöyle bir iyice duyumsarız bu arada. Beden adını verdiğimiz şey bir soyutlamadan başka bir şey değil aslında. Bedenden söz ederek bir nesnenin evrenle olan ilişkilerini, bu ilişkiler bütünlüğü olmadan var olamayacağını görmezlikten gelerek herkesçe benimsenmiş bir düzmeceye uymuş oluyoruz. Ama o gizemli, beklenmeden, aranmadan aşk denen olayın ortaya çıkıvermesiyle yalnız o kimseyle yoğun bir ilişki içine girmiş olmakla kalmıyoruz, tüm dünyayla olan ilişkilerimizde de büyük bir değişim oluyor. Yalnız sevgilimizi başka türlü görmekle bitmiyor bu değişim, dünyayı da bambaşka görmeye başlıyoruz. Zihnimiz sevdiğimizi tutkuyla sahiplenilecek bir nesne olarak yaşamın geriye kalan bölümünden koparıp yalnızca bu ilişkiyi belirleyen bir soyut kavrama dönüştürene kadar da bu böyle sürüp gidiyor.” (s.61)

“Dünya parçalarının toplamından daha büyük bir bütündür. Çünkü parçalar yalnızca bir araya gelmekle, bir araya toplanmakla kalmamış, aynı zamanda bir takım karşılıklı ilişkiler içinde varlığa dönüşmüşlerdir.” (s.63)

“Bizim karşımızdaki güçlük insanların bilinçlerinin, doğanın bir ilişkiler ve bağlantılar düzeni, bir bütün olarak algılanmasına göre ayarlanmamış olmasından geliyor. Şunu iyice kafamıza sokmalıyız, bilinç ne bir başına var olabilen bir ruh, ne de yalnız başına işlevini yürütebilen bir sinir sisteminin çalışmasının ürünüdür. Bilinci daha çok bir sinir sisteminin var olabilirliğini sağlayan birbiriyle ilişkili yıldızlar ve galaksiler bütünlüğü içinde yerine oturtmalıyız.” (s.64)

“Bir insanın nefes alış veriş biçimi, yaşama biçiminin bir göstergesidir.” (s.76)

“Akıl bir anlamda sistemleştirilmiş kuşkudur. Tam karşıtı olan içgüdüsel inançla kucaklaşmadan pek uzaklara gidemez. Hem akıl hem de içgüdü karşılıklı olarak birbirlerini dışlıyorlar gibi göründüğüne göre çözümsüz bir çelişki çıkıyor ortaya. Akıl sistemleştirilmiş kuşku olduğuna göre kendisine de güvenemez. İşte bunun için de kendine güvensizlik uygar insana özgü bir ruhsal bozukluktur.” (s.100)

“Hani Çinlilerin, olan her şey Tao’dur, dedikleri ya da Hintlilerin, her şeyin "böylesi"liği aynıdır diye anlatmaya çalıştıkları şey şu: Her şey birbiriyle bağlantılıdır. Bunun için de bir şeye bütünden kopuk, ayrı bir şey olarak baktığımız zaman hiçbir şeyin, hiçbir olayın kendi başına bir varlığı, bir gerçekliği olmadığını anlarız.” (s.108)

“Denetlemeye çalıştığımız dünyanın bizim içimizde ve dışımızda var olan doğal çevremizden başka bir şey olmadığını ve bize bir şeyleri denetleme gücünü veren şeyin de bu doğal çevremiz olduğunu niçin anlamıyoruz? Çünkü biz her şeye birden aynı anda bakacağımıza birer birer bakıyoruz. Biz kendi durumumuzu denetlemek ya da değiştirmek çabasındayken gücümüzün de bilincimizin de dış dünyaya bağımlı olduğunu bilinçleştiremiyor, gözden kaçırıyoruz. Gene dış koşulların baskısı altında olduğumuzu, dış dünyanın bizi istediği gibi davranmaya zorladığını fark ettiğimiz zaman bu dış dünyayı yaratan şeyin bizim bilincimiz olduğunu unutuyoruz. Daha önce de söylediğim gibi güneş ışıktır, çünkü onu ışık olarak gören gözler var. Gürültüler de onları işiten kulaklar oldukça var olacaktır.” (s.110)

“Doğamızı denetleyebilmek için onu karşımıza almayı sağduyunun gereği sanıyoruz. Ama bu tıpkı kayma yapan arabanın şoförünün arabayı kayma yaptığı yöne değil de ters yöne direksiyon kırması gerektiğini sandıracak sağduyunun aynısıdır. Denetimi sürdürebilmek için tıpkı judo’da olduğu gibi bir takım değişik tepkilere gerek vardır. Judo öğretisinin özü saldırıya direnç göstermek yerine yana çekilerek saldırıyı geçiştirmektir. Judo aslında Zen ve Taocu felsefedeki wu-wei anlayışının doğrudan doğruya güreşe uygulanmasıdır. Yani doğanın güçlerine karşı çıkmaya çalışmayacaksın. Zen yaşam biçiminin amacı; uyanma, aydınlanma yaşantısıdır. Şimdi çok kullanılan ruh bilimsel bir terimi kullanarak iç görü kazanmak da diyebiliriz buna. İnsan aydınlanınca böyle ne o yana ne bu yana gidememek, felçlilik, kasılıp kalmışlık durumundan, ikici kendi kendini denetleyebilmek ve özbilinçlilik düşüncelerinin yol açtığı kısır döngüden kurtarıyor kendini, aydınlanma yaşantısı o bölünmüşlük, kendi kendinden kopukluk duygusunu alt ediyor.” (s.123)

“Zen yolunda ilerleyen kimse tıpkı bir ağacın ağaç olması gibi hiçbir iç çelişki olmadan aynı rahatlıkla insan olmayı becerebilen kimsedir. Böyle birisini dağlardan çağlaya çağlaya akıp gelen bir ırmakta yüzen bir topa benzetebiliriz. Bu benzetmeyle anlatmak istediğim şey şu: Hiçbir durum onun yolunu tıkayamaz, onu durduramaz, onu güç durumda bırakamaz. Böyle bir kimse bir karar vereceğim diye iki yana sallanıp şaşkın şaşkın kararsızlık içinde kıvranıp durmaz, hiçbir olayda kendini telaşa kaptırmaz. Olsa olsa şöyle bir süre durup bir açık yol olup olmadığına bakar, zihnindeki bilinç akımı kaygıların, tedirginliklerin, kararsızlıkların döngüsüne takılıp burgaçlar yapmadan, çağıl çağıl akar gider. Acelesiz, telaşsız ama duraksamadan yapılması gerekeni yapar. Zen’de kendini olaylara kaptırmamaktan, olayların dışında kalmaktan söz edildiği zaman anlatılmak istenen şey budur. Kesinlikle duygusuz olmak, heyecan duymamak anlamına alınmamalı bu. Yalnızca duyguların ve heyecanların yapışıp kaldığı, tıkanıklıklara neden olduğu bir kimse olmamak anlamındadır. Nasıl kuş uçup gidince kuşun sudaki yansısı da yok olursa, bunlar da öylece yok olup gitmelidirler. Böyle bir kimse tam anlamıyla iç özgürlüğünü kazanmış bir kimse olmakla birlikte, zevkinden başka bir şey düşünmeyen bir sefahat düşkünü de değildir. Tam anlamıyla kendisiyle de doğayla da bütünleşmiştir. Onunla bir arada olduğunuz zaman hiç kendini zorlamadan, hiçbir yapmacığın ardına gizlenmeden her nasılsa öylece karşınızdadır. Saldırganlığın en küçük bir izini bile bulamazsınız onda ama kendisine güveni tamdır. Soylu bir beyzadeye benzetebilirsiniz onu, hani soylu olarak doğmuş olmalarının kendilerine kazandırdığı haklardan öylesine güven duyup da ne alçak gönüllülük taslamaya ne de hava atmaya gerek duymayan bu dünyanın soylularıyla karşılaştırabileceğiniz manevilik alanının bir soylusu.” (s.124)

“Meditasyon odasına geri döndüğümde yerime oturacağım sırada birden her şey değişiverdi. Önümde büyük bir genişlik oldu. Sanki yer çökmüş gibiydi. Çevreme baktığımda duyularımızla algılanan sayısız nesnelerle dolu olan tüm evren bambaşka göründü bana. Eskiden gözüme iğrenç görünen şeyler yanılgı ve tutkularla birlikte benim en derindeki doğamdan dışa doğru akıp yitiyordu. Geriye kalansa gerçekten ışıl ışıl bir saydamlıktı.” Suzuki

“Yaz başlarında bir sabahtı. Gümüş bir pus ıhlamur ağaçlarının üstünde donuk pırıltılarla titreşiyordu. Hava ıhlamur çiçeklerinin kokusuyla yüklüydü. Havanın ılıklığı sanki insanı okşuyordu. Anımsıyorum -anımsamama bile gerek yok- kesilmiş bir ağacın toprakta kalan kök bölümünün üstüne çıkmıştım. Birden ağacın ağaçlığının beni baştan aşağı kapladığını duyumsadım. O zaman bu durumu burada olduğu gibi sözlendirmedim çünkü o zaman sözcüklere gerek duymuyordum. Ağaç ve ben bir bütündük.” Bernard Berenson, Ana Çizgileriyle Kendi Portrem (s.140)

“Aşk, insanın dört bir yanını kaplayan dünyanın olağanüstü güzellikte  bir mucize olduğu duygusunu da birlikte getiriyor.” (s.145)

“Her şeyin iyi olduğunu bilen kimse için, her şey iyi olacaktır.” (s.146)

“Anladım ki her şey, her olay, her yaşantı, kaçışı ve kurtuluşu olmayan bir biçimde şu ânın içindeydi ve her bireye özgü bireysellikleriyle, ne olması gerekiyorsa oydu ve böyle olduğu için de tanrısal bir özgünlük ve güce sahipti.” (s.149)