3 Ağu 2020

Rollo May - Özgürlük ve Kader


“Özgürlük, hedeflerimizle nasıl ilişki kurduğumuzdur ve kader de ancak biz özgürlüğe sahip olduğumuz için belirleyicidir. Kadere karşı ve kaderle birlikte özgürlüğümüz için verdiğimiz savaştan, yaratıcılığımız ve uygarlığımız doğmuştur.” (s.10)

“Özgürlük aynı zamanda bütün değerlerin anası olarak da emsalsizdir. Dürüstlük, sevgi ya da cesaret gibi değerleri ele alırsak, garip bir şekilde bunların özgürlüğün değerine paralel tutulamayacağını görürüz. Diğer değerler, değerlerini özgür olmaktan alırlar, hepsi özgürlüğe bağımlıdırlar. Sevginin değerini alın. Bir kimsenin sevgisine, eğer bu sevginin belli bir ölçüde özgürce verilmemiş olduğunu bilirsem, nasıl değer verebilirim? Sevgi denilen şey sadece bir bağımlılık ya da tekdüzelikten nasıl korunabilir? Jacques Ellul “Çünkü, sevgi, ancak somut özgürlük içinde biçim bulur. O özgür bir insanı sevgiye götürür; çünkü sevgi hem öbürünün umulmadık keşfi hem de onun için bir şeyler yapmaya hazır oluştur.” diyor.” (s.16)

“Böylece özgürlük, bir değer olmaktan daha fazla bir şeydir: O, değerlendirme olasılığından önce gelir, değerlendirme kapasitemizin temelidir. Özgürlük olmaksızın adını hak eden hiçbir değer yoktur.” (s.17)

“Özgürlük sonsuz olarak kendi kendini yaratır, kendi kendini doğurur. Özgürlük, gördüğümüz gibi kendi doğasını aşma yetisidir.” (s.17)

“Özgürlüğün insan onurunun temeli olduğunu kabul etmek için sağlam bir neden vardır. Von Humboldt bunu çok kesin olarak ortaya koymaktadır: “İnsan doğasının varlığında bulunan onura ve bu saygınlığı tek başına sağlayan özgürlüğe en derin saygı duygusuyla yaratılmış olduğumu hep hissetmişimdir.” Rönesan’da Pico della Mirandola da özgürlüğü insan onuruyla eş tutar. Yaratıcıyı şunları söylerken tasvir etmiştir: Seni ne semavi, ne dünyevi, ne ölümlü, ne ölümsüz yarattık; öyle ki, sen kendi iraden ve onuruna göre kendi yaratıcın ve inşacın olmakta özgür olasın. Yalnız sana, kendi hür iradene göre büyüme ve gelişme olanağı verdik. Kendinde evrensel yaşamın tohumlarını taşıyorsun. İnsan onuru özgürlük üzerine, özgürlük de insan onuru üzerine dayanmaktadır. Biri diğerini öngörür.” (s.21)

“Özgürlük, olanaktır. Kierkegaard bunu bir buçuk yüz yıl önce söylemişti ve bu tanım hâlâ özgürlüğün en iyi tanımıdır.” (s.22)

“Kişisel özgürlük insanın zihninde, o anda nasıl hareket edilmesi gerektiği açık olmasa da çeşitli olasılıkların barınabilmesi olanağını sağlar. Olasılıklar işe başlayabilmek için hazır bulunmalıdır, yoksa kişinin yaşantısı banalleşir. Anksiyetenin er ya da geç özgürlük bilincini bloke ettiği ve kendisini bir deli gömleği içinde hissetmesine neden olduğu nörotiğin aksine, psikolojik bakımdan sağlıklı olan kimse bu durumlarda anksiyeteyi karşılamaya ve onu yönetmeye muktedirdir. Özgürlük daima mümkün olanla ilgilidir, bu da özgürlüğe esnekliğini, çekiciliğini ve tehlikelerini verir.” (s.23)

“Daha birkaç on yıl önce akıl sağlığı hareketinin amacı açıktı: Akıl sağlığı, anksiyetesiz yaşamaktır. Ama bu ibare kısa zamanda kuşkulu hale geldi. Hidrojen bombalarının ve nükleer radyasyonun bulunduğu bir dünyada anksiyetesiz yaşamak mı? Ölümün caddede karşıya geçerken herhangi bir anda çarpabileceği bir dünyada anksiyete olmaksızın yaşamak mı?” (s.32)

“Psikolojik bir problem ateşin çıkması gibidir; kişinin yapısı içinde bir şeylerin yolunda gitmediğini ve yaşamda tutunmak için bir mücadelenin sürdüğünü gösterir. Bu da, giderek bize bir başka davranışın mümkün olduğunun kanıtıdır. Eski tarz düşüncemiz, sorunları bir an önce baştan savmak gerekir düşüncesi, her şeyin en önemlisini gözden kaçırmaktadır: Sorunların yaşamın normal bir yönü ve insanın yaratıcılığına dayalı olduğunu. İster bir şeyleri kurmak için, ister kendini yeniden kurmak için olsun, bu doğrudur. Sorunlar, kullanılmamış iç olanakların dışarıdan görünüşüdür.” (s.35)

“İnsanlar, öfkenin insanın özgürlüğünü kısıtladığına işaret ediyorlar. Bunların hepsi doğrudur. Fakat yanlıdır, öfkenin yapıcı tarafını atlar. Toplumumuzda öfkeyi, içimizi sürekli kemiren bir tür bastırılmış öfke olan dargınlıkla karıştırıyoruz. Dargınlıkta, hemcinslerimizden intikam almak için cephane biriktirir ama asla sorunu çözebilecek bir biçimde doğrudan iletişim kurmayız. Öfkenin dargınlığa bu dönüşümü, Nietzsche’nin de vurgulayarak belirttiği gibi, orta sınıfın hastalığıdır. İnsan olarak duruşumuzu çürütür.

Ya da öfkeyle; çoğu zaman bastırılmış öfkenin patlaması olan huysuzluğu, patolojik bir öfke türü olan kini, çocuksu dargınlık olan küslüğü ya da kişilik yapımıza sinip her hareketimizi enfekte eden düşmanlığı karıştırıyoruz. Ben bu tür düşmanlık ya da dargınlığı kastetmiyorum. Ben daha çok, kendiliğin çeşitli parçalarını bir araya getiren, kendiliği bütünleştiren, bütün kendiliği hazır ve canlı tutan, bize enerji veren, görüşümüzü keskinleştiren ve daha berrak düşünmeyi uyaran öfkeden söz ediyorum. Bu tür öfke, kendisiyle birlikte bir kendine saygı ve kendi değerine güven de sağlar. Bu özgürlüğü mümkün kılan sağlıklı öfke, insanın yaşamda gereksiz yüklerden kurtulmasını sağlayan öfkedir.” (s.62)

“Keder, yalnız başına dünyaya bırakılmış olmanın yasıdır.” (s.70)

“Kendi bilincimizde olduğumuz her an yalnızız. Kendi kutsal köşemizin içine aslında hiç kimse giremez. Yalnız ölürüz. Kimse bundan kaçamaz. Bu, en derin anlamıyla kaderimizdir. Bunu kavradığımız zaman yalnızlığımızı bir ölçüde yeneriz. Bunun insan yalnızlığı olduğunu idrak ederiz. Bu, hepimiz aynı kayıktayız demektir ve o zaman kendi yaşamımıza başkalarını sokmak ya da sokmamak arasında seçim yapabiliriz. Al sana, yalnızlığımızı daha az yalnız olmak için kullanırız o halde.” (s.71)

“Yaşadığı yasın gücünü elinden almadan inancını güçlendirmek istedim. Çünkü keder, en derin içgörülere ve en değerli değişimlere de götürebilir.” (s.74)

“Psikoterapide yas zamanlarının, danışan kişinin gizli kapasite ve servetleri keşfetmesi için çok önemli olduğunu biliyoruz. Hastanın kederli her anında onun güvenini tazelemek zorunda olduklarını düşünen terapistler yanlış yönlendirilmişlerdir. Çünkü keder hissetmeyen hastanın yüzeyin altındaki herhangi bir şeyi hissedebilmesi de çok kuşkuludur. Danışan kişinin artık kaybedecek bir şeyi kalmadığı yaşantısı çok değerlidir; çünkü aynı şekilde gerektiğinde sıçramayı da becerecektir. Bana kalırsa, keder ve güven korkuyu giderir, halk deyişindeki anlam budur.” (s.74)

“Sanatçının işlevi, var olan değerleri yeni bir düzen kurmak için fırlatıp atmaktır ve maya eker, öyle ki, duygusal olarak ölmüş olanlar yaşama döndürülsün- gerçekten değerli bir amaç! Joyce’un, sanatçının yaratılmamış olan bilincini yarattığını ileri sürmesine şaşmamalı.” (s.103)

“Özgürlük bir son değil,  bir başlangıç ve bir süreçtir. Bu bir gerçektir ki, özgürlük hiçbir zaman bir defada kazanılmaz ve bu temel özgürlük her eylemde yeniden sağlamlaştırılması gereken bir iç durumdur.” (s.106)

“Kader bu bağlamda; bulabilmek için yıllarımızı harcadığımız, aradığımız ve el yordamıyla araştırdığımız, bazen başarı, bazen hatayla şu veya bu işleri denediğimiz, şu kadını ya da erkeği ya da öbürünü sevdiğimiz, şu veya bu terapistin muayenehanesine sendeleyerek girdiğimiz bir yaşam taslağıdır. Özellikle şu aralar Amerika’da var olan, her şeyi istediğimiz herhangi bir zamanda değiştirebileceğimize inanma eğilimi, hiçbir şeyin karakterce ya da varlıkça sabit ya da verilmiş olmadığına, psikoterapiyle ya da tarikatlarla yaşamlarımızı ve kişiliklerimizi bir hafta sonunda yeniden yapabileceğimize inanma eğilimi, yalnızca yaşamın yanlış kavranması değil aynı zamanda ona karşı yapılan saygısızlıktır. Psikanaliz ve türevleri, hepimizin bu yaşam taslağını keşfetmesi için çeşitli yollar sunarlar. Gurular ya da bazı dünyevi bağlantılar kurmak iddiasında olan kişiler, günümüzde bizim yaşamsal tasarımımızın ne olduğunu bize anlatacaklarını farz ettikleri için böylesine ödüllendirilmektedirler. Kaderimizi yaşayabildiğimiz ölçüde bir doygunluk ve başarı duygusu, olmak istediğimizi olduğumuz inancı yaşarız. Bu bir kendiliğindenlik duygusu, evrenle uyumlu olma duygusu ve gerçek özgürlük inancıdır.” (s.128)

“İnsan sadece bir kamıştır, doğadaki en güçsüz kamış ama düşünen bir kamış. Bütün evrenin onu imha etmek üzere silahlanmasına gerek yoktur: Bir duman, bir su damlası onu öldürmeye yeter. Ama eğer evren onu ezmek isterse, insan kendisini öldürenden daha soylu olmalıdır; çünkü öldüğünü bilir ve evren onun üzerinde olmasının avantajına rağmen hiçbir şey bilmez. Böylece bütün değerimiz ancak düşüncededir. Dolduramayacağımız mekân ve zamanca değil, düşünce yoluyla yükselmeliyiz.” Pascal (s.140)

“İnsan ilişkilerinde sınırlar yoksa, kişinin gidemediği diğer yerde yer yoksa, kişinin ondan öğreneceği doyurucu ilişki de yoktur. Bunu sağlamak için bilinçdışı kavramı kullanıldı ama şimdi herkes düşlerini kolunda taşırken artık bu yapılamaz. Tam bir öz saydamlık, ideal amaç olarak değerine karşı koymadan, olanaksızdır ve aynı zamanda istenir bir şey de değildir. Gizli özü, bu kutsalların kutsalını saklı tutmak, saydamlık kadar önemlidir.” (s.190)

“Bizi korkutan kişinin kendi gerçekliğindeki belirsizliktir. Kendilik, teknoloji dünyamızda gittikçe önemsizleşmektedir. Geçmişten ya da gelecekten bir teselli ya da yenilenme yeteneği olmadan şimdi yaşamaya vurgu, kişinin bir kendiliği olduğundan emin olmadığı için karar vermedeki yeteneksizliği, yaygın amaçsızlık duygusu ve müphem umutsuzluk her zaman ağır depresyona girme tehdididir ve bunlar kişinin kendi dünyasında kendiliğiyle olan ilişkilerinin kökten bozuk gittiğini gösteren semptomlardır. Yeni narsisizm ve “ben” çağı, kişinin kendi gerçekliği ile bir şeylerin yanlış gittiğinin semptomlarıdır. Bizler her ilintide sorular sorar gibiyiz ve yanıtlar kararsız olmayı sürdürüyorlar.” (s.191)

“Biz kendimizi bir başka kimseye teslim etmeksizin sevemeyiz. Başka kimselerle karışmaktan kurtulup özgürlüğe sarıldığımızda, kendi şefkat ve adanmışlığımızdaki yetersizliğin, ki aslında otantik aşktaki yetersizliktir bu, acısıyla karşılaşırız.” (s.194)

“Ben, yakınlaşma olmadan seks yapmanın bir ideal, uğraşılması gereken bir şey olmasının narsisizmin bir dışavurumu olduğuna, aynı zamanda, yakınlıktan korkunun ve kişiler arası ilişkilere kapalı oluşun rasyonalizasyonu olduğuna ve bunun da kültürümüzdeki yabancılaşmadan kaynaklanıp bu yabancılaşmayı artırdığına inanıyorum. Yakınlık, iki insan arasında yalnız bedenlerini değil, aynı zamanda umutlarını, korkularını, kaygılarını ve arzularını da paylaşmaktır. Yakınlık, bizim birbirimize tahammül etmemizi sağlayan bütün küçük jest ve ifadelerdir. Yakınlık, duygulanım halinde çiçek açan duygudur. İlişkinin yakın olması, birinin varoluşunu diğeriyle paylaşmasıyla gelen zenginliktir.” (s.198)

“Meditasyon bizzat boşluğun konsantrasyonu, bir ara, bir “yok şey”dir. O, kendiliğin, yaşamın koşuşmasından hoş bir baş dönmesi ve yumuşak bir kendinden geçme deneyimi sağlayan serbest kalışıdır. Bu baş dönmesi insanın, gün boyunca çeşitli anlarda en azından zihninde tekrar dönmek isteyeceği çekici bir durumdur. Bu bağlamda meditasyon, alışverişlerden, teknolojik kültürümüzden kurtuluş ve özgürlüktür. Meditasyon kişinin görüşlerini açar ve yeni bir dünyada, parlak renkli bir dünyada, sükunet ve huzura geçirgen bir durum sağladığından “büyüleyici” ve iyileştirici bir etki yapar. Genel olarak bu dünya, mistiklerin tanımladığı dünyanın daha az yoğun bir biçimidir ama niteliği aynı olan, içinde tatlılık, akan bir sevgi, her şeyden önce güzellik bulunan bir dünyadır.

“Boşluk saf oluşla temasta gibidir ama ben, kişinin oluş ışımalarını alması, hiçbirimiz çok ileri gidememişsek de bizi çağıran bir yolun varlığının farkında olmak gibi, daha mütevazı bir hükmü yeğlerim. Kelimeler arasındaki boşlukların, aralıkların, yaşamın verdiği araların üzerine yoğunlaşmak, vecd duygusunun dokunuşunu verir. Ama kelimelerle formülasyon olduğu anda “hiçbir şey” bir şey olur. Açıkça kişi, bu gibi anlarda formüle olabilecek herhangi bir mesajı dikkatle dinler ve bunun kökenini de pek merak etmez. Bu, kişinin derin kendiliğinden geldiği şeklinde ya da çeşitli kendine telkinlerle vuku bulduğu anlamında ya da evrenin oluşuyla temas etmek olarak yorumlanabilir. Tanrı’nın varoluşun temeli ve evrenin anlamı olduğu kabul edilince, Tanrı’nın bir kıvılcımı olarak yaşanabilir. Bu noktada ben, bu bölümde sık yaptığım gibi Wittgenstein’in uyarısını hissediyorum: “Üzerinde konuşamadığımız şeyleri sessizliğe bırakmalıyız.”” (s.239)

“Psikoterapinin amacı, danışan kişileri konvansiyonel bağlamda tedavi etmek değil, ne yaptıklarının farkında olmalarını ve kurban rolünden çıkmalarını sağlamaktır.” (s.272)

“Bir hastalığı olmak, bir çatışma durumunu çözmenin bir yoludur. Hastalık kişinin dünyasını, azaltılmış sorumluluklar ve işlerle kişinin başa çıkmak için daha iyi bir şansının olacağı şekilde küçültmektir. Buna karşılık sağlık, organizmayı kapasitesini gerçekleştirmede özgürleştirmektir. İnsanlar hastalığı, eski kuşakların şeytanı kullandıkları gibi, nefret edilen yaşantıları, onlar için sorumluluğu almaktan kaçınmak için yansıtacakları bir nesne olarak kullanırlar. Ama suçluluk duygusundan geçici bir kurtuluşun ötesinde bu aldanış işe yaramaz. Sağlık ve hastalık, yaşam boyunca kendimizi dünyamıza uygun ve dünyamızı da kendimize uygun hale getirmek için sürekli yaşadığımız sürecin bir bölümü ve parçasıdır.” (s.276)

“Otantik keder, kişiyi kaderinin bağlamına getiren bir duygulanımdır. Sahtenin büyük düşmanı, görmezden gelmenin hasmıdır. O, kişinin yaşamının gerçeğiyle yüzleşme gereksinimidir. Kederde not ettiğimiz “boş verme”, yanlış umutlara, yalancı sevgilere, çocuksulaştıran bağımlılıklara, kişinin halkanın dışındaki kurtlardan korktukları için sürünün içine sıkışan koyunlar gibi davranmasına yarayan boş konformizme boş vermektir. Keder, cevherdeki saf olmayan kısımları ergitip çıkarmaya yarayan bir ergitme fırınıdır. Keder, özgürlüğün kendisi değildir; ama özgürlüğe hazırlanmak için gereklidir. Büyük Engizitör haklıdır: Eğer sadece akılcı seçimlerle gitseydik asla kedere düşmezdik. Ama kaderi ya da kederi inkar eder etmez gerçeklik, yarı yolda bıraktığımız ölçüleri, geçici ihtiyaçları ve kendimize karşı dürüst olmama yollarını talep ederek gelir ve bizim çıplak yaşamlarımızı karşılar.” (s.305)

“Sevincin Doğası

“Mükemmel yaz”ı tarifinde Philip’in mutluluk değil sevinç sözcüğünü kullandığını anımsayalım. Aradaki fark ne olabilir? Mutluluk, geçmiş tarzların, umutların, amaçların tatminidir; fakat Philip’in bırakması gereken de tam buydu. Bildiğimiz kadarıyla mutluluk; yemek yeme, hoşnutluk duyma, dinlenme, huzurlu olmayla ilgili parasempatik sinir sistemiyle hissedilir. Sevinç ise, karşıt bir sistemle, kişiye yemek yemeyi istetmeyen, araştırmayı teşvik eden sempatik sinir sistemiyle oluşur. Mutluluk kişiyi gevşetir, sevinç ise kişiyi yeni yaşantı düzeylerine davet eder. Mutluluk genellikle kişinin dış durumuna dayanır, sevinç ise iç enerjilerin taşması olup, huşu ve hayranlığa götürür. Sevinç bir salıvermedir, bir dışa açılımdır, kişinin gerçekten boş vermeye muktedir olduğunda yaşanan bir şeydir. Mutluluk hoşnutlukla, sevinç özgürlük ve insan ruhunun zenginliğiyle ilintilidir. Sevinç, yeni olasılıklardır; geleceğe yöneliktir. Sevinç, bıçak sırtında yaşamaktır, mutluluk ise kişinin o andaki durumundan doygunluktur ve eski özlemlerin doyurulmasını vaat eder. Sevinç keşfedilecek yeni kıtaların heyecanıdır; yaşamın çiçek açmasıdır.

Mutluluk güvenle, korunmuşlukla, kendimizin ve ebeveynlerimizin geçmişte yaptığı ve bizim de alışık olduğumuz şeylerle bağlantılıdır. Sevinç, daha önce bilinmeyenin keşfidir. Mutluluk genellikle can sıkıntısının kıyısında bir huzurla sonlanır. Mutluluk başarıdır. Ama sevinç uyarıcıdır, kişinin içinden yükselen yeni kıtaların keşfidir.

Mutluluk uyumsuzluğun olmayışıdır; sevinç uyuşmazlığı, yeni harmonilerin temeli olarak hoş karşılar. Mutluluk sorunlarımızı çözen bir kurallar sistemi bulmaktır; sevinç yeni sınırları kırmak için gerekli olan riski almaktır.” (s.313)

“İyi bir yaşam, açıktır ki, hem sevinç hem de mutluluğu farklı zamanlarda içerir. Benim üzerinde durduğum doğru şekilde yüzleşilmiş kederi izleyen sevinçtir. Sevinç olanaklar yaşamaktır, kişinin kaderi ile yüzleşmesindeki özgürlüğünün bilincinde olmasıdır.” (s.313)

“Hepimiz yaşamın kenarında duruyoruz, ki yaşadığımız her an bunu hissederiz. Önümüzdeki tek şey olasılıktır. Bu, “gelecek açık” demektir.” (s.313)