“Özgürlük, hedeflerimizle nasıl ilişki kurduğumuzdur ve
kader de ancak biz özgürlüğe sahip olduğumuz için belirleyicidir. Kadere karşı
ve kaderle birlikte özgürlüğümüz için verdiğimiz savaştan, yaratıcılığımız ve
uygarlığımız doğmuştur.” (s.10)
“Özgürlük aynı zamanda bütün değerlerin anası olarak da
emsalsizdir. Dürüstlük, sevgi ya da cesaret gibi değerleri ele alırsak, garip
bir şekilde bunların özgürlüğün değerine paralel tutulamayacağını görürüz.
Diğer değerler, değerlerini özgür olmaktan alırlar, hepsi özgürlüğe
bağımlıdırlar. Sevginin değerini alın. Bir kimsenin sevgisine, eğer bu sevginin
belli bir ölçüde özgürce verilmemiş olduğunu bilirsem, nasıl değer verebilirim?
Sevgi denilen şey sadece bir bağımlılık ya da tekdüzelikten nasıl korunabilir?
Jacques Ellul “Çünkü, sevgi, ancak somut özgürlük içinde biçim bulur. O özgür
bir insanı sevgiye götürür; çünkü sevgi hem öbürünün umulmadık keşfi hem de
onun için bir şeyler yapmaya hazır oluştur.” diyor.” (s.16)
“Böylece özgürlük, bir değer olmaktan daha fazla bir
şeydir: O, değerlendirme olasılığından önce gelir, değerlendirme kapasitemizin
temelidir. Özgürlük olmaksızın adını hak eden hiçbir değer yoktur.” (s.17)
“Özgürlük sonsuz olarak kendi kendini yaratır, kendi
kendini doğurur. Özgürlük, gördüğümüz gibi kendi doğasını aşma yetisidir.”
(s.17)
“Özgürlüğün insan onurunun temeli olduğunu kabul etmek
için sağlam bir neden vardır. Von Humboldt bunu çok kesin olarak ortaya
koymaktadır: “İnsan doğasının varlığında bulunan onura ve bu saygınlığı tek
başına sağlayan özgürlüğe en derin saygı duygusuyla yaratılmış olduğumu hep
hissetmişimdir.” Rönesan’da Pico della Mirandola da özgürlüğü insan onuruyla eş
tutar. Yaratıcıyı şunları söylerken tasvir etmiştir: Seni ne semavi, ne
dünyevi, ne ölümlü, ne ölümsüz yarattık; öyle ki, sen kendi iraden ve onuruna
göre kendi yaratıcın ve inşacın olmakta özgür olasın. Yalnız sana, kendi hür
iradene göre büyüme ve gelişme olanağı verdik. Kendinde evrensel yaşamın
tohumlarını taşıyorsun. İnsan onuru özgürlük üzerine, özgürlük de insan onuru
üzerine dayanmaktadır. Biri diğerini öngörür.” (s.21)
“Özgürlük, olanaktır. Kierkegaard bunu bir buçuk yüz yıl
önce söylemişti ve bu tanım hâlâ özgürlüğün en iyi tanımıdır.” (s.22)
“Kişisel özgürlük insanın zihninde, o anda nasıl hareket
edilmesi gerektiği açık olmasa da çeşitli olasılıkların barınabilmesi olanağını
sağlar. Olasılıklar işe başlayabilmek için hazır bulunmalıdır, yoksa kişinin
yaşantısı banalleşir. Anksiyetenin er ya da geç özgürlük bilincini bloke ettiği
ve kendisini bir deli gömleği içinde hissetmesine neden olduğu nörotiğin
aksine, psikolojik bakımdan sağlıklı olan kimse bu durumlarda anksiyeteyi
karşılamaya ve onu yönetmeye muktedirdir. Özgürlük daima mümkün olanla
ilgilidir, bu da özgürlüğe esnekliğini, çekiciliğini ve tehlikelerini verir.”
(s.23)
“Daha birkaç on yıl önce akıl sağlığı hareketinin amacı
açıktı: Akıl sağlığı, anksiyetesiz yaşamaktır. Ama bu ibare kısa zamanda
kuşkulu hale geldi. Hidrojen bombalarının ve nükleer radyasyonun bulunduğu bir
dünyada anksiyetesiz yaşamak mı? Ölümün caddede karşıya geçerken herhangi bir
anda çarpabileceği bir dünyada anksiyete olmaksızın yaşamak mı?” (s.32)
“Psikolojik bir problem ateşin çıkması gibidir; kişinin
yapısı içinde bir şeylerin yolunda gitmediğini ve yaşamda tutunmak için bir
mücadelenin sürdüğünü gösterir. Bu da, giderek bize bir başka davranışın mümkün
olduğunun kanıtıdır. Eski tarz düşüncemiz, sorunları bir an önce baştan savmak
gerekir düşüncesi, her şeyin en önemlisini gözden kaçırmaktadır: Sorunların
yaşamın normal bir yönü ve insanın yaratıcılığına dayalı olduğunu. İster bir
şeyleri kurmak için, ister kendini yeniden kurmak için olsun, bu doğrudur.
Sorunlar, kullanılmamış iç olanakların dışarıdan görünüşüdür.” (s.35)
“İnsanlar, öfkenin insanın özgürlüğünü kısıtladığına
işaret ediyorlar. Bunların hepsi doğrudur. Fakat yanlıdır, öfkenin yapıcı
tarafını atlar. Toplumumuzda öfkeyi, içimizi sürekli kemiren bir tür
bastırılmış öfke olan dargınlıkla karıştırıyoruz. Dargınlıkta,
hemcinslerimizden intikam almak için cephane biriktirir ama asla sorunu
çözebilecek bir biçimde doğrudan iletişim kurmayız. Öfkenin dargınlığa bu
dönüşümü, Nietzsche’nin de vurgulayarak belirttiği gibi, orta sınıfın
hastalığıdır. İnsan olarak duruşumuzu çürütür.
Ya da öfkeyle; çoğu zaman bastırılmış öfkenin patlaması
olan huysuzluğu, patolojik bir öfke türü olan kini, çocuksu dargınlık olan
küslüğü ya da kişilik yapımıza sinip her hareketimizi enfekte eden düşmanlığı
karıştırıyoruz. Ben bu tür düşmanlık ya da dargınlığı kastetmiyorum. Ben daha
çok, kendiliğin çeşitli parçalarını bir araya getiren, kendiliği bütünleştiren,
bütün kendiliği hazır ve canlı tutan, bize enerji veren, görüşümüzü
keskinleştiren ve daha berrak düşünmeyi uyaran öfkeden söz ediyorum. Bu tür
öfke, kendisiyle birlikte bir kendine saygı ve kendi değerine güven de sağlar.
Bu özgürlüğü mümkün kılan sağlıklı öfke, insanın yaşamda gereksiz yüklerden
kurtulmasını sağlayan öfkedir.” (s.62)
“Keder, yalnız başına dünyaya bırakılmış olmanın
yasıdır.” (s.70)
“Kendi bilincimizde olduğumuz her an yalnızız. Kendi
kutsal köşemizin içine aslında hiç kimse giremez. Yalnız ölürüz. Kimse bundan
kaçamaz. Bu, en derin anlamıyla kaderimizdir. Bunu kavradığımız zaman
yalnızlığımızı bir ölçüde yeneriz. Bunun insan yalnızlığı olduğunu idrak
ederiz. Bu, hepimiz aynı kayıktayız demektir ve o zaman kendi yaşamımıza
başkalarını sokmak ya da sokmamak arasında seçim yapabiliriz. Al sana,
yalnızlığımızı daha az yalnız olmak için kullanırız o halde.” (s.71)
“Yaşadığı yasın gücünü elinden almadan inancını
güçlendirmek istedim. Çünkü keder, en derin içgörülere ve en değerli
değişimlere de götürebilir.” (s.74)
“Psikoterapide yas zamanlarının, danışan kişinin gizli
kapasite ve servetleri keşfetmesi için çok önemli olduğunu biliyoruz. Hastanın
kederli her anında onun güvenini tazelemek zorunda olduklarını düşünen
terapistler yanlış yönlendirilmişlerdir. Çünkü keder hissetmeyen hastanın yüzeyin
altındaki herhangi bir şeyi hissedebilmesi de çok kuşkuludur. Danışan kişinin
artık kaybedecek bir şeyi kalmadığı yaşantısı çok değerlidir; çünkü aynı
şekilde gerektiğinde sıçramayı da becerecektir. Bana kalırsa, keder ve güven
korkuyu giderir, halk deyişindeki anlam budur.” (s.74)
“Sanatçının işlevi, var olan değerleri yeni bir düzen
kurmak için fırlatıp atmaktır ve maya eker, öyle ki, duygusal olarak ölmüş
olanlar yaşama döndürülsün- gerçekten değerli bir amaç! Joyce’un, sanatçının
yaratılmamış olan bilincini yarattığını ileri sürmesine şaşmamalı.” (s.103)
“Özgürlük bir son değil,
bir başlangıç ve bir süreçtir. Bu bir gerçektir ki, özgürlük hiçbir
zaman bir defada kazanılmaz ve bu temel özgürlük her eylemde yeniden
sağlamlaştırılması gereken bir iç durumdur.” (s.106)
“Kader bu bağlamda; bulabilmek için yıllarımızı
harcadığımız, aradığımız ve el yordamıyla araştırdığımız, bazen başarı, bazen
hatayla şu veya bu işleri denediğimiz, şu kadını ya da erkeği ya da öbürünü
sevdiğimiz, şu veya bu terapistin muayenehanesine sendeleyerek girdiğimiz bir
yaşam taslağıdır. Özellikle şu aralar Amerika’da var olan, her şeyi istediğimiz
herhangi bir zamanda değiştirebileceğimize inanma eğilimi, hiçbir şeyin
karakterce ya da varlıkça sabit ya da verilmiş olmadığına, psikoterapiyle ya da
tarikatlarla yaşamlarımızı ve kişiliklerimizi bir hafta sonunda yeniden
yapabileceğimize inanma eğilimi, yalnızca yaşamın yanlış kavranması değil aynı
zamanda ona karşı yapılan saygısızlıktır. Psikanaliz ve türevleri, hepimizin bu
yaşam taslağını keşfetmesi için çeşitli yollar sunarlar. Gurular ya da bazı
dünyevi bağlantılar kurmak iddiasında olan kişiler, günümüzde bizim yaşamsal
tasarımımızın ne olduğunu bize anlatacaklarını farz ettikleri için böylesine
ödüllendirilmektedirler. Kaderimizi yaşayabildiğimiz ölçüde bir doygunluk ve
başarı duygusu, olmak istediğimizi olduğumuz inancı yaşarız. Bu bir
kendiliğindenlik duygusu, evrenle uyumlu olma duygusu ve gerçek özgürlük
inancıdır.” (s.128)
“İnsan sadece bir kamıştır, doğadaki en güçsüz kamış ama
düşünen bir kamış. Bütün evrenin onu imha etmek üzere silahlanmasına gerek
yoktur: Bir duman, bir su damlası onu öldürmeye yeter. Ama eğer evren onu ezmek
isterse, insan kendisini öldürenden daha soylu olmalıdır; çünkü öldüğünü bilir
ve evren onun üzerinde olmasının avantajına rağmen hiçbir şey bilmez. Böylece
bütün değerimiz ancak düşüncededir. Dolduramayacağımız mekân ve zamanca değil,
düşünce yoluyla yükselmeliyiz.” Pascal (s.140)
“İnsan ilişkilerinde sınırlar yoksa, kişinin gidemediği
diğer yerde yer yoksa, kişinin ondan öğreneceği doyurucu ilişki de yoktur. Bunu
sağlamak için bilinçdışı kavramı kullanıldı ama şimdi herkes düşlerini kolunda
taşırken artık bu yapılamaz. Tam bir öz saydamlık, ideal amaç olarak değerine karşı
koymadan, olanaksızdır ve aynı zamanda istenir bir şey de değildir. Gizli özü,
bu kutsalların kutsalını saklı tutmak, saydamlık kadar önemlidir.” (s.190)
“Bizi korkutan kişinin kendi gerçekliğindeki
belirsizliktir. Kendilik, teknoloji dünyamızda gittikçe önemsizleşmektedir. Geçmişten
ya da gelecekten bir teselli ya da yenilenme yeteneği olmadan şimdi yaşamaya
vurgu, kişinin bir kendiliği olduğundan emin olmadığı için karar vermedeki
yeteneksizliği, yaygın amaçsızlık duygusu ve müphem umutsuzluk her zaman ağır
depresyona girme tehdididir ve bunlar kişinin kendi dünyasında kendiliğiyle
olan ilişkilerinin kökten bozuk gittiğini gösteren semptomlardır. Yeni narsisizm
ve “ben” çağı, kişinin kendi gerçekliği ile bir şeylerin yanlış gittiğinin
semptomlarıdır. Bizler her ilintide sorular sorar gibiyiz ve yanıtlar kararsız
olmayı sürdürüyorlar.” (s.191)
“Biz kendimizi bir başka kimseye teslim etmeksizin
sevemeyiz. Başka kimselerle karışmaktan kurtulup özgürlüğe sarıldığımızda,
kendi şefkat ve adanmışlığımızdaki yetersizliğin, ki aslında otantik aşktaki
yetersizliktir bu, acısıyla karşılaşırız.” (s.194)
“Ben, yakınlaşma olmadan seks yapmanın bir ideal, uğraşılması
gereken bir şey olmasının narsisizmin bir dışavurumu olduğuna, aynı zamanda,
yakınlıktan korkunun ve kişiler arası ilişkilere kapalı oluşun rasyonalizasyonu
olduğuna ve bunun da kültürümüzdeki yabancılaşmadan kaynaklanıp bu
yabancılaşmayı artırdığına inanıyorum. Yakınlık, iki insan arasında yalnız
bedenlerini değil, aynı zamanda umutlarını, korkularını, kaygılarını ve
arzularını da paylaşmaktır. Yakınlık, bizim birbirimize tahammül etmemizi
sağlayan bütün küçük jest ve ifadelerdir. Yakınlık, duygulanım halinde çiçek
açan duygudur. İlişkinin yakın olması, birinin varoluşunu diğeriyle
paylaşmasıyla gelen zenginliktir.” (s.198)
“Meditasyon bizzat boşluğun konsantrasyonu, bir ara, bir “yok
şey”dir. O, kendiliğin, yaşamın koşuşmasından hoş bir baş dönmesi ve yumuşak
bir kendinden geçme deneyimi sağlayan serbest kalışıdır. Bu baş dönmesi
insanın, gün boyunca çeşitli anlarda en azından zihninde tekrar dönmek
isteyeceği çekici bir durumdur. Bu bağlamda meditasyon, alışverişlerden,
teknolojik kültürümüzden kurtuluş ve özgürlüktür. Meditasyon kişinin
görüşlerini açar ve yeni bir dünyada, parlak renkli bir dünyada, sükunet ve
huzura geçirgen bir durum sağladığından “büyüleyici” ve iyileştirici bir etki
yapar. Genel olarak bu dünya, mistiklerin tanımladığı dünyanın daha az yoğun
bir biçimidir ama niteliği aynı olan, içinde tatlılık, akan bir sevgi, her
şeyden önce güzellik bulunan bir dünyadır.
“Boşluk saf oluşla temasta gibidir ama ben, kişinin oluş
ışımalarını alması, hiçbirimiz çok ileri gidememişsek de bizi çağıran bir yolun
varlığının farkında olmak gibi, daha mütevazı bir hükmü yeğlerim. Kelimeler arasındaki
boşlukların, aralıkların, yaşamın verdiği araların üzerine yoğunlaşmak, vecd
duygusunun dokunuşunu verir. Ama kelimelerle formülasyon olduğu anda “hiçbir
şey” bir şey olur. Açıkça kişi, bu gibi anlarda formüle olabilecek herhangi bir
mesajı dikkatle dinler ve bunun kökenini de pek merak etmez. Bu, kişinin derin
kendiliğinden geldiği şeklinde ya da çeşitli kendine telkinlerle vuku bulduğu
anlamında ya da evrenin oluşuyla temas etmek olarak yorumlanabilir. Tanrı’nın
varoluşun temeli ve evrenin anlamı olduğu kabul edilince, Tanrı’nın bir
kıvılcımı olarak yaşanabilir. Bu noktada ben, bu bölümde sık yaptığım gibi
Wittgenstein’in uyarısını hissediyorum: “Üzerinde konuşamadığımız şeyleri
sessizliğe bırakmalıyız.”” (s.239)
“Psikoterapinin amacı, danışan kişileri konvansiyonel
bağlamda tedavi etmek değil, ne yaptıklarının farkında olmalarını ve kurban
rolünden çıkmalarını sağlamaktır.” (s.272)
“Bir hastalığı olmak, bir çatışma durumunu çözmenin bir
yoludur. Hastalık kişinin dünyasını, azaltılmış sorumluluklar ve işlerle
kişinin başa çıkmak için daha iyi bir şansının olacağı şekilde küçültmektir. Buna
karşılık sağlık, organizmayı kapasitesini gerçekleştirmede özgürleştirmektir. İnsanlar
hastalığı, eski kuşakların şeytanı kullandıkları gibi, nefret edilen
yaşantıları, onlar için sorumluluğu almaktan kaçınmak için yansıtacakları bir
nesne olarak kullanırlar. Ama suçluluk duygusundan geçici bir kurtuluşun
ötesinde bu aldanış işe yaramaz. Sağlık ve hastalık, yaşam boyunca kendimizi
dünyamıza uygun ve dünyamızı da kendimize uygun hale getirmek için sürekli
yaşadığımız sürecin bir bölümü ve parçasıdır.” (s.276)
“Otantik keder, kişiyi kaderinin bağlamına getiren bir
duygulanımdır. Sahtenin büyük düşmanı, görmezden gelmenin hasmıdır. O, kişinin
yaşamının gerçeğiyle yüzleşme gereksinimidir. Kederde not ettiğimiz “boş verme”,
yanlış umutlara, yalancı sevgilere, çocuksulaştıran bağımlılıklara, kişinin
halkanın dışındaki kurtlardan korktukları için sürünün içine sıkışan koyunlar
gibi davranmasına yarayan boş konformizme boş vermektir. Keder, cevherdeki saf
olmayan kısımları ergitip çıkarmaya yarayan bir ergitme fırınıdır. Keder,
özgürlüğün kendisi değildir; ama özgürlüğe hazırlanmak için gereklidir. Büyük Engizitör
haklıdır: Eğer sadece akılcı seçimlerle gitseydik asla kedere düşmezdik. Ama kaderi
ya da kederi inkar eder etmez gerçeklik, yarı yolda bıraktığımız ölçüleri,
geçici ihtiyaçları ve kendimize karşı dürüst olmama yollarını talep ederek
gelir ve bizim çıplak yaşamlarımızı karşılar.” (s.305)
“Sevincin Doğası
“Mükemmel yaz”ı tarifinde Philip’in mutluluk değil sevinç
sözcüğünü kullandığını anımsayalım. Aradaki fark ne olabilir? Mutluluk, geçmiş
tarzların, umutların, amaçların tatminidir; fakat Philip’in bırakması gereken
de tam buydu. Bildiğimiz kadarıyla mutluluk; yemek yeme, hoşnutluk duyma,
dinlenme, huzurlu olmayla ilgili parasempatik sinir sistemiyle hissedilir. Sevinç
ise, karşıt bir sistemle, kişiye yemek yemeyi istetmeyen, araştırmayı teşvik
eden sempatik sinir sistemiyle oluşur. Mutluluk kişiyi gevşetir, sevinç ise
kişiyi yeni yaşantı düzeylerine davet eder. Mutluluk genellikle kişinin dış
durumuna dayanır, sevinç ise iç enerjilerin taşması olup, huşu ve hayranlığa götürür.
Sevinç bir salıvermedir, bir dışa açılımdır, kişinin gerçekten boş vermeye muktedir
olduğunda yaşanan bir şeydir. Mutluluk hoşnutlukla, sevinç özgürlük ve insan
ruhunun zenginliğiyle ilintilidir. Sevinç, yeni olasılıklardır; geleceğe
yöneliktir. Sevinç, bıçak sırtında yaşamaktır, mutluluk ise kişinin o andaki
durumundan doygunluktur ve eski özlemlerin doyurulmasını vaat eder. Sevinç keşfedilecek
yeni kıtaların heyecanıdır; yaşamın çiçek açmasıdır.
Mutluluk güvenle, korunmuşlukla, kendimizin ve ebeveynlerimizin
geçmişte yaptığı ve bizim de alışık olduğumuz şeylerle bağlantılıdır. Sevinç,
daha önce bilinmeyenin keşfidir. Mutluluk genellikle can sıkıntısının kıyısında
bir huzurla sonlanır. Mutluluk başarıdır. Ama sevinç uyarıcıdır, kişinin içinden
yükselen yeni kıtaların keşfidir.
Mutluluk uyumsuzluğun olmayışıdır; sevinç uyuşmazlığı,
yeni harmonilerin temeli olarak hoş karşılar. Mutluluk sorunlarımızı çözen bir
kurallar sistemi bulmaktır; sevinç yeni sınırları kırmak için gerekli olan
riski almaktır.” (s.313)
“İyi bir yaşam, açıktır ki, hem sevinç hem de mutluluğu
farklı zamanlarda içerir. Benim üzerinde durduğum doğru şekilde yüzleşilmiş
kederi izleyen sevinçtir. Sevinç olanaklar yaşamaktır, kişinin kaderi ile
yüzleşmesindeki özgürlüğünün bilincinde olmasıdır.” (s.313)
“Hepimiz yaşamın kenarında duruyoruz, ki yaşadığımız her
an bunu hissederiz. Önümüzdeki tek şey olasılıktır. Bu, “gelecek açık”
demektir.” (s.313)