“İçinde yaşadığımız çağda bir paradoksla karşı
karşıyayız. Radyo, televizyon ve uydulardan adeta bardaktan boşanırcasına yağan
bilginin hiç bu kadarını görmemiş, kendi varlığımıza dair hiç bu kadar büyük
bir içsel belirsizlik yaşamamıştık. Nesnel hakikat arttıkça, içsel netliğimiz
de o kadar azalmakta.” (s.11)
“Atom kaosu döneminde yaşıyoruz… bu korkunç olgu… bu ulus
devlet… ve mutluluk adına çıkılan av bugünle yarın arasında yakalandığı andan
daha büyük olmayacak; zira yarından sonraki gün tüm av zamanlarının sonu gelmiş
olabilir.” Nietzsche (s.11)
“Bunu hisseden ve yaşamın anlamını bulma konusunda her
zamankinden daha büyük bir umutsuzluğa düşen insanlar varlıklarına dair
farkındalıklarını türlü yollarla bastırıyor ve apati (dış dünyaya karşı ilgisizlik),
manevi tembellik hissi ya da hedonizme başvuruyorlar.” (s.11)
“Varlığımızın üstünü örtmekle aslında yaşamda en çok
keyif almış olduğumuz şeyleri kaybediyoruz. Zira varlık duygusu en derin, en
temel sorularla, iç içedir: sevgi, ölüm, kaygı ve önemsemeye dair sorular.”
(s.12)
“Kaygı üzerine bugüne kadar yazılmış iki temel kaynak
kitap okudum. Bunlardan biri Freud’un Kaygı Sorunu, diğeri ise Kierkegaard’ın
Kaygı Kavramı adlı kitaplarıydı. Freud’un açıklamalarını; örneğin kaygının
bastırılmış libidonun ortaya çıkması olduğunu söyleyen ilk teorisini ve
kaygının sevilen nesneyi yitirme tehlikesine karşı egonun tepkisi olduğunu
anlatan ikinci teorisini son derece anlamlı buldum. Fakat bunlar halen teoride
kalan şeylerdi. Kierkegaard ise kaygıyı benim de aynen deneyimlediğim şekilde,
ölümle mücadele ya da ömür boyu sakat kalma ihtimalinde olduğu gibi, yaşayan
bir varlığın var olmamaya, yokluğa karşı verdiği mücadele olarak tanımlıyordu.”
(s.18)
“Bizim şu soruları sormamız gerekir: insan kendi gizil
güçleri ile nasıl bir ilişki içindedir? Bildiği bir şeyin farkına varmayı
engellemeyi seçtiğinde ya da seçmek zorunda bırakıldığında ama bir başka
seviyede bunu bildiğini de bildiğinde o insan neler yaşar? Psikoterapi
çalışmalarımda, günümüzde endişenin libidinal tatmin ya da emniyet eksikliğiyle
ilgili korkulardan değil, hastanın kendi güçlerinden korkmasıyla ve o korkudan
kaynaklanacak çatışmalarla ilgili olduğuna dair kanıtlarla her geçen gün daha
çok karşılaşıyorum. Bu belki de “zamanımızın nevrotik kişiliği”, “dışa
yönelmiş”, çağdaş, örgütsel insanımızın nevrotik motifi olabilir.” (s.22)
“Hastalar şöyle der: “Birini seversem, sanki içimde ne
var ne yok her şey bir ırmaktan boşanırcasına dışarı akıyor; geriye hiçbir şey
kalmayacakmış gibi hissediyorum.” İşte bence bu, aktarımı anlatan çok doğru bir
ifadedir. Yani kişinin sevgisi oraya ait olmayan bir şeyse, o zaman elbette
boşalacaktır. Bütün mesele Freud’un da dediği gibi ekonomik dengedir.
Fakat yaşadığımız konformizm ve dışadönük insan çağında
en yaygın nevrotik motif buna zıt bir biçim almıştır: fazla ileri giden bir
şekilde kişinin benliğini, kendi varlığı boşalana kadar başkalarına katılmak ve
onlarla özdeşleşmek için saçıp savurması. İşte organizasyon insanıyla tezahür
eden psikokültürel fenomen de budur.” (s.26)
“Gerçek bir karşılaşımda her iki kişi de, az da olsa
değişir.” (s.28)
“Sosyolojik kanadın ilk varoluşçularından biri olan
Ludwig Feuerbach şöyle bir davetkâr uyarıda bulunur: İnsan olmak yerine
felsefeci olmayı dilemeyin… bir düşünür olarak düşünmeyin… gerçek bir canlı,
yaşayan bir varlık olarak düşünün. Varoluş dahilinde düşünün.” (s.61)
“Nietszche, neşenin itaat ya da özveriden gelmediğini,
bir iddiayı ifade ettiğini iddia eder. “Neşe, kazanılan güç semptomundan başka
bir şey değildir,” der. Neşenin esası, yine, bir artı güç hissidir.” (s.104)
“Varlık duygusu kişinin kendisine saygı duyduğu bir temel
kazandırır, bu öz-saygı başkalarının kendisi hakkındaki görüşlerinin bir
yansıması değildir. Zira eğer öz-saygınız uzun vadede sosyal onaylanmaya
sırtını dayamak zorundaysa, sizdeki öz-saygı değil, daha karmaşık türdeki bir
konformitedir.” (s.131)
“Kişinin her davranışı, onun bütünlüğünden bir yansıma
içerir.” Sartre (s.139)
“Kaygı bireyin, varoluşunun imha edilebileceğine,
kendisini ve dünyasını kaybedebileceğine ve hiç olacağına dair farkındalığının
oluştuğu öznel haldir.” (s.143)
“Dünya, kişinin içinde var olduğu ve tasarımına katıldığı
anlamlı ilişkiler yapısıdır. Bu nedenle dünya, varoluşumu düzenleyen geçmiş
olaylar ve beni hedefleyen bir dolu belirlenimci etki içerir. Fakat ben ancak
onlarla ilişkide olduğumda onları fark ederim, ancak o zaman onları yanımda
taşırım ve ilişkinin her anında yeniden yoğurur, sonunda biçimlendirir ve
yerleştiririm. Keza insanın dünyasının farkında olması aynı zamanda onu
tasarlaması anlamını da taşır.” (s.162)
“Dünya asla statik bir şey değildir; öylesine insana
verilmiş ve sonrasında kişinin kabul ettiği ya da uyum sağladığı ya da
savaştığı bir şey de değildir. Öz-bilince sahip olduğum müddetçe, biçim verip
tasarlamakta olduğum dinamik bir örüntüdür.” (s.163)
“Nietzsche ve Kierkegaard, sevme eylemine girebilmek için
kişinin zaten “hakiki birey”, “tek başına kişi” olmuş olması gerektiğini
sürekli ifade ederler. Yani sevme eylemi için “bir başka insanı severken dahi
kendi kendine yetmesi gerektiği gibi derin bir sırra vâkıf olan kişi” olunması
gerekir.” (s.173)
“Varoluşçu terapistler en derin psikolojik deneyimlerin
özellikle bireyin zamanla olan ilişkisini sarsan deneyimler olduğunu
gözlemlemişlerdir. Ciddi oranda kaygı ve depresyon zamanı bozar ve geleceği yok
eder. Hatta Minkowski’nin de öne sürdüğü gibi hastanın zamanla ilişkili olarak
yaşadığı karışıklık ve bir geleceğe sahip olamaması hastanın kaygı duymasına ve
depresyona girmesine sebep olur. Her iki durumda da hastanın açmazındaki en acı
verici boyut kaygı ya da depresyondan kurtulduğu bir gelecek ânını hayal
edememesidir.” (s.183)
“İnsanın kendisiyle ilişkili olma becerisi ona dünyasını
nesneleştirme, sembollerle düşünme, konuşma ve daha da ötesini yapabilme
kapasitesini sunar.” (s.198)
“İnsanın benzersiz karakteristik özelliği her durumda
görülen geniş çeşitlilikteki imkânlardır. Söz konusu imkanlar da kişinin öz
farkındalığına ve karşılaştığı durumlara vereceği tepkinin farklı yollarını hayal
gücünün süzgecinden geçirme kapasitesine bağlıdır.” (s.199)
“Ormandaki ağaçları kesmeye gelen bir oduncu ve ormanın
resmini yapmaya gelen bir ressamın da yine farklı çevreleri vardır. Binswanger
bu metaforu insanın öz-dünya ilişkileri arasından seçebildiği farklı yolların
çeşitliliğini betimlemek için kullanır. Tüm bu yollar o anki durumu aşmanın
hayal gücü tabanlı ihtimallerine bağlıdır. Sahneye kendimizden önce sahip
olduğumuz amaçları koymamız bunun net bir örneğidir. İnsanlar bu pek çok
öz-dünya ilişkileri arasından çeşitli şekillerde seçimler yapabilirler. Benlik
ise kişinin kendisini bu farklı ihtimaller içerisinde görme kapasitesidir.
Dünyaya dair bu özgürlük, Binswanger’ın da belirttiği
gibi psikolojik açıdan sağlıklı bir insanın işaretidir; Ellen West’de olduğu
gibi belirli bir dünyanın içine katı bir şekilde hapsolmak ise psikolojik
bozukluğun bir göstergesidir. Binswager’ın dediği gibi önemli olan “dünyayı
tasarlama özgürlüğü” ya da “dünyanın kendisini oluşturmasına izin vermek”tir.”
(s.199)