“Çoğu kez olduğu gibi düşünceleriyle baş başaydı, ruhunu
dışarıya karşı kitlemişti.” (s.24)
“Yaşadığımız binlerce şeyden olsa olsa bir tanesini dile
getiririz, onu da gelişigüzel ve hak ettiği özeni göstermeden yaparız. Dile
getirilmemiş bütün o deneyimlerin arasında hayatımıza belli etmeden biçimini,
rengini ve tınısını verenler de vardır. Bizler, ruhları araştıran arkeologlar
olarak, bu hazinelere yöneldiğimizde, onların ne kadar dağınık olduklarını
keşfederiz. İncelediğimiz şey, kımıldamadan durmak istemez, kelimeler yaşamanın
üzerinden kayıp gider, sonunda kâğıdın üzerinde bir sürü çelişki kalır. Uzun
zaman, bunun bir eksiklik, üstesinden gelinmesi gereken bir şey olduğuna
inandım. Bugünse durumun başka türlü olduğunu düşünüyorum: bu bildik ama yine
de gizemli deneyimlerin anlaşılabilmesi için geçerli çözüm yolu, dağınıklığı
kabul etmektir. Kulağa tuhaf geliyor bu, evet, hatta aykırı, biliyorum. Ama
olaya bu açıdan baktığımdan beri ilk kez gerçekten uyanık ve hayatta olduğumu
hissediyorum.” (s.25)
“İçimizde olanın ancak küçük bir kısmını
yaşayabiliyorsak- gerisine ne oluyor?” (s.25)
“En kötüsü kendime kulak vermem ve benim de hep aynı
şeyleri söylediğimi saptamam. Müthiş aşınmış ve harap olmuş kelimeler bunlar,
milyonlarca kez kullanılmaktan yıpranmışlar. Hâlâ bir anlam taşıyorlar mı?
Elbette, kelimeler yer değiştiriyor, insanlar onlara göre hareket ediyorlar,
gülüp ağlıyorlar, sola ya da sağa gidiyorlar, garson kahveyi ya da çayı
getiriyor. Ama benim sormak istediğim bu değil. Sorum şu: Kelimeler
düşüncelerin ifadesi mi hâlâ? Yoksa, lakırdıların içe kazılı izleri durmaksızın
parladığı için insanları oraya buraya sürükleyen etkili ses oluşları mı
sadece?” (s.33)
“Zor kullan bakalım, kendine zor kullan, şiddet uygula
ruhum; ama daha sonra kendini saymaya, saygı göstermeye zaman bulamayacaksın.
Çünkü insanın bir tane hayatı vardır, bir tek hayatı. Ama senin için bu hayat
neredeyse bitmiştir, o hayatı yaşarken kendine hiç dikkat etmedin, başkalarının
mutluluğunu kendi mutluluğun saydın… Oysa kendi ruhlarındaki hareketleri
dikkatle izlemeyenler mutlaka mutsuz olurlar.” Marcus Aurelius (s.36)
“Bir şeyle vedalaşabilmek için, diye düşündü tren hareket
ederken, öyle bir karşı durmalıyız ki o şeye, içimizde bir mesafe oluşsun. Onu
kuşatan dile getirilmemiş, müphem tabiiliği, bizim için ne anlama geldiğini
gösterecek bir berraklığa çevirmeliyiz. Bunun da anlamı, o şeyin somutlaşıp
açıkça görülebilir dış hatları olan bir şeye dönüşmesidir.” (s.38)
“Bir hayatın bir daha dönmemek üzere alışıldık yönünden
saptığı kritik anların sert ve çarpıcı bir dramatikliği olduğuna ve insanın
ruhunda içten içe şiddetli bir kaynama oluştuğuna inanmak hatadır. Kafalarının
içi bir bulvar gazetesine benzeyen ayyaş gazeteciler, projektör ışığı meraklısı
film yapımcıları ve yazarların hazırlayıp sundukları zevksiz bir masaldır bu.
Aslında, hayata yön veren olayların altında çoğunlukla inanılmaz derecede
sessiz bir dramatiklik gizlidir. Patlamaya, yükselen alevlere ve yanardağın lav
püskürtmesine o kadar benzemez ki, yaşandığı anda o deneyim çoğu kez fark
edilmez bile. Devrimsel etkisi ortaya çıkarken ve bir hayatın bambaşka bir
ışığa bürünüp, yepyeni bir melodiye kavuşmasını sağlarken, sessizce yapar bunu;
ve bu muhteşem sessizlikte yatar onun asıl soyluluğu.” (s.45)
“Kelimelerin bir etkisinin olması, bir insanı harekete
geçirmesi, durdurması, güldürüp ağlatması: Daha çocukken bile bir muamma gibi
gelirdi bu ona ve bundan etkilenmekten hiç geri kalmamıştı. Nasıl başarıyordu
bunu kelimeler? Büyüye benzemiyor muydu?” (s.49)
“Bazen bir şeyden korkar insan, çünkü başka bir şeyden
korkmaktadır.” (s.50)
“Akan zamanı ve ölümü düşünmenin yol açtığı fikir,
insanın ne istediğini aniden bilemez oluşu muydu? İnsanın, kendi arzularını
tanımaz oluşu muydu? İnsanın kendi iradesiyle olan doğal yakınlığını kaybetmesi
miydi? Ve bu yolla kendine yabancılaşması, sorun haline gelmesi miydi?” (s.77)
“Sen de kitaplara sığınıyorsun artık, demişti annesi,
oğlu da okumayı keşfettiğinde. Annesinin bunu böyle görmesi, Gregorius iyi
cümlelerin sahip olduğu büyüden ve aydınlatma gücünden söz ettiğinde bir şey
anlamaması ona acı vermişti.
Okuyan insanlar vardı, bir de ötekiler. Birinin okuyan mı
okumayan mı olduğu hemen anlaşılıyordu. İnsanlar arasında bundan daha büyük bir
fark yoktu.” (s.77)
“İnsan onurunun bir kısmı, alın yazısının, ağır olanının
bile, gözünün içine bakma gücünden oluşur.” (s.79)
“Evler, ağaçlar, yıldızlar gibi görmeyiz insanları.
Onları belli bir biçimde karşılaşma ve böylece kendi içimizin bir parçası yapma
beklentisiyle görürüz. Hayal gücümüz onları kendi arzularımıza ve umutlarımıza
uyacak biçimde kesip biçer, ama aynı zamanda kendi korkularımız ve
önyargılarımız da o insanlarda doğrulanabilmelidir. Bir başkasının dış
görünümündeki hatlara bile kendimizden emin olarak ve tarafsızca ulaşamayız. O
yolda bakışlarımız, bizi özel ve biricik kılan bütün arzulara ve hayallere
kayar, gözümüzü alır bunlar. Bir iç dünyanın dış dünyası bile hâlâ iç
dünyamızın bir parçasıdır, hele de bir yabancının iç dünyası hakkındaki
düşüncelerimiz kesin ve dayanıklı olmaktan öylesine uzaktırlar ki,
karşımızdakinden çok kendimizi ortaya koyarlar.” (s.80)
“Birbirimize iki kat yabancı olacağız, çünkü aramızda
yalnızca aldatıcı dış dünya değil, o dünyanın her iç dünyada oluşan hayali de
bulunacaktır.” (s.81)
“Kötü bir şey mi bu, bu yabancılık ve uzaklık? Bir ressam
bizi kollarımız iki yana açık durumda mı resmetmeliydi, ötekilere ulaşmak için
gösterdiğimiz nafile çaba içinde çaresiz halde? Yoksa yaptığı resim, aynı
zamanda bir koruyucu duvar da olan bu çifte engelin var olmasından duyduğumuz
ferahlığın ifade bulduğu bir konumda mı göstermeliydi bizi? Birbirimizin
karşısında duyduğumuz yabancılığın sağladığı korumaya minnettar mı olmalıyız?
Ve onun mümkün kıldığı özgürlüğe? İşaret edilen bedelin temsil ettiği çifte
engel tarafından korunmadan karşı karşıya dursaydık ne olurdu? Aramızda bizi
ayıran ve çarpıtan bir şey bulunmadan adeta birbirimizin içine dalsaydık?”
(s.81)
“İnsanın dış dünyasının görünen her bir parçası biraz da
iç dünyasıydı.” (s.82)
“Sanki hep bir kitaba eğiliyormuş, durmadan okuyormuş
gibi yaşıyorsun bu dünyada.” (s.82)
“Anevrizma. Her an son anım olabilir. En ufak bir uyarı
gelmeden, tamamen habersizce, arkasında hiçbir şey, karanlık bile bulunmayan,
görünmez bir duvarın öte tarafına geçeceğim. Son adımım, bu duvarı geçerken
atacağım adım olabilir. Bu ani sonu kendim algılamayacağıma ve böyle olacağını
bildiğime göre bundan korkmak mantıksız değil mi?” (s.85)
“Çoğu zaman bana öyle geliyor ki, insanların
karşılaşmaları, gecenin karanlığında şuursuzca akıp giden trenlerin
karşılaşması gibi. Donuk camların arkasında loş ışıkta oturan, tam olarak
görmemize fırsat kalmadan görüş açımızdan çıkıverenlere hızla, telaşla göz
atarız. Birden ortaya çıkıveren, insansız karanlığa anlamsızca, amaçsızca gömülmüşçesine
duran ışıklı bir pencerenin çerçevesinden iki hayal misali hızla geçip gidenler
gerçekten bir adamla bir kadın mıydı? O ikisi birbirlerini tanıyorlar mıydı?
Konuşmuşlar mıydı? Gülmüşler miydi? Ağlamışlar mıydı? Şöyle denebilir:
Gezintiye çıkmış yabancılar yağmurda ve rüzgârda birbirlerinin yanından böyle
geçebilirler; o zaman kıyaslamanın bir anlamı olabilir. Ama pek çok kişiyle
daha uzun süre otururuz, karşı karşıya, birlikte yer, birlikte çalışırız, yan
yana yatar, bir çatı altında yaşarız. Geçicilik bunun neresinde? Ama bize
tutarlılık, yakınlık ve yakından tanıma sunacağını ileri sürerek kandırmaya
çalışan her şey, her an karşı koymamız mümkün olamayacağından, parlayıp sönen,
huzursuz eden geçiciliğin üstünü örtmeye, onu engellemeye çalışırken, içimizi
rahat ettirmek için bulduğumuz bir aldatmaca değil mi? Bir başkasını her
görüşümüz, her bakışmamız, dayanılmaz hızdan ve her şeyi titretip sarsarak
yumruk gibi inen hava basıncından sersemlemiş durumda birbirinin karşısından
akıp geçen yolcuların gözlerinin kısacık bir an boyu buluşmasına benzemez mi?
Bakışlarımız başkalarının üzerinden, gecenin çılgın buluşmasında olduğu gibi
kaymaz mı hep ve bizi bir sürü varsayımla, düşünce kırıntısıyla ve onlara
atfedilmiş özelliklerle bırakmaz mı geride? Aslında karşılaşanların insanlar
değil de kafalarındaki hayallerin düşürdüğü gölgeler olduğu doğru değil mi?”
(s.93)
“Geceleri uyuyamayınca okurdu ve yazardı. Ya da belki
okuması, düşünmesi gerektiğini hissettiği için uyuyamazdı, bilmiyorum. Onun bu
uykusuzluğu bir lanetti ve eminim ki çektiği bu acılar olmasaydı, huzursuzluğu
olmasaydı, durup dinlenmeden kelimeleri arayıp durmasaydı, beyni çok daha uzun
bir süre çalışırdı.” (s.103)
“Neden her şeyin ölçüsü senin ağrıların ve sana
bahşettikleri vakar oluyordu? Sonsuzluğun bakış açısından bakılınca, diye
tamamlardım bazen, önemi azalıyor.” (s.121)
“Kendini çok önemsiyorsun, dedin bana, bastonunun gümüş
sapını okşayarak. Kendimi önemsemezsem, neyi önemseyeceğim diye sordum. Hem
sonsuzluğun bakış açısı diye bir şey yok.” (s.121)
“Seni özledim, bu yüzden dün gece yazdıklarımı yolluyorum
sana. Belki bu yolla, düşüncelerimle sana yaklaşabilirim.” (s.130)
“Her zaman böyledir bu. Bir başkasına bir şey söylemek: O
sözlerin bir etkisi olacağını nasıl bekleyebiliriz? İçimizden her zaman akan
düşünceler, resimler ve duygular ırmağı, bu azgın ırmak öyle şiddetli ki, bir
başkasının bize söylediği bütün sözlerin, eğer o sözler tesadüfen, tamamıyla
tesadüfen kendi sözlerimize uymuyorlarsa, sulara kapılıp gitmemesi, unutulmaya
terk edilmemesi bir mucize olurdu. Benim için durum farklı mı diye düşündüm.
Ben bir başkasına gerçekten kulak verdim mi hiç? Onu söyledikleriyle birlikte
içime aldım mı, içimdeki ırmağın yönünün değişmesine izin verdim mi?” (s.131)
“Başkalarının bizim hakkımızda anlattığı hikâyeler ve
insanın kendisi hakkında anlattığı hikâyeler: Hangisi gerçeğe daha çok
yakındır? Kendi anlattıklarımızın doğruluğu o kadar kesin midir? İnsan kendisi
hakkında otorite sayılır mı? Ama kafamı meşgul eden asıl soru bu değil. Asıl
soru şu: bu tür hikâyelerde gerçekle yalan arasında bir fark var mı? Dış
görünüşle ilgili hikâyelerde fark var. Ama bir insanın içini anlamaya
hazırlanırsak? Herhangi bir zamanda sonlanacak bir yolculuk mu bu? Ruhumuz
gerçeklerin bulunduğu bir yer mi? Yoksa gerçek denen şeyler yalnızca
hikâyelerimizin aldatıcı gölgeleri mi?” (s.135)
“Konu yalnızca onu artık görmememiz, onunla artık
karşılaşmamamız değildi. Onun yokluğunu görüyorduk ve bu yoklukla somut bir
şeymiş gibi karşılaşıyorduk. Onun eksikliği bir fotoğraftan makasla dikkatle
kesilip çıkarılan birinin bıraktığı keskin hatlı boşluk gibiydi; ve şimdi bu
eksik kişi her şeyden daha önemli, daha baskın olmuştu. Amadeu’yu böyle
özlüyorduk işte: Özgül yokluğuyla.” (s.148)
“Merak duymadan, soru sormadan, kuşkulanıp tartışmadan
nasıl mutlu oluruz? Düşünmenin keyfine varmadan? Başımızı uçuran bir kılıç
darbesine benzeyen o iki kelimenin anlamı, fikirlerimize zıt olsa da
hissettiklerimizi ve yaptıklarımızı yaşamak talebinden daha az değildir,
kapsamlı bir şekilde ikiye bölünme talebidir o kelimeler, her mutluluğun
çekirdeği olan şeyi, hayatımızın ruhsal bütünlüğünü ve uyumunu feda etme
emridirler. Kürek mahkûmu zincire vurulmuştur, ama canının istediğini
düşünebilir. Oysa Tanrı bizden, köleliğimizi kendi ellerimizle ruhumuzun en
derinlerine kadar sokmamızı ve bunu gönüllü olarak, keyif duyarak yapmamızı
talep ediyor. Bundan daha büyük olay olur mu?” (s.161)
“Bir duygu ikinci kez hissedilirse aynı olamaz. Yeniden
hissedildiğinin farkına varılmasıyla birlikte renk değiştirir. Sıklıkla
gelirlerse ve çok uzun sürerlerse duygularımızdan bıkar, usanırız. O duygunun
asla, hiçbir zaman sona ermeyeceğine emin olan ölümsüz ruhta müthiş bir
bıkkınlık doğar, zapt edilemeyen bir umarsızlık büyür. Duygular gelişmek ister,
biz de onlarla birlikte gelişmek isteriz.” (s.162)
“Ruh, kendi kendimizi aldatmalarımızın sergilendiği şirin
bir sahnedir, güzel, yumuşak kelimelerle dokunmuştur, bu kelimeler kendimizle
yanılgıdan uzak bir samimiyet kurduğumuza inandırırlar bizi, kendimiz
tarafından şaşırtılmaktan korunacak kadar kendimizi tanıdığımıza inandırırlar.
Böyle hiç çabalamadan kendinden emin olarak yaşamak ne kadar sıkıcı olurdu.”
(s.183)
“İnsanlar sessizliğe katlanamıyorlar. Katlansalardı,
kendilerine katlanmış olurlardı.” (s.202)
“Hayatın olmayacak talepleri, baş etmemiz gereken her
şey, ne yazık ki pek çoktular, çok güçlüydüler, bu yüzden duygularımız yara
almadan uğraşamazdık onlarla. Bu yüzden sadakat önemliydi. Onun bir duygu
olmadığını söylerdi, bir arzuydu o, bir karardı, ruhun taraf tutmasıydı.
Karşılaşmaların tesadüfiliğini ve duyguların rasgeleliğini bir zorunluğa
dönüştürürdü. Bir tutam sonsuzluk derdi, sadece bir tutam, ama olsun. Yanıldı.
İkimiz de yanıldık.” (s.206)
“Hayal kırıklığının kötü olduğu söylenir. Düşüncesizce
varılmış bir önyargı. Hayal kırıklığı yoluyla değilse hangi yolla
keşfedebiliriz neler beklemiş, neler ummuş olduğumuzu? Bu keşifte değilse,
nerede yatar insanın kendini tanıması? Hayal kırıklığı olmazsa, insan kendisi
hakkında aydınlığa kavuşur mu? Hayal kırıklıklarına, onlar olmasaydı hayatımız
daha iyi olurdu diyerek, içimizi çekerek katlanmamalıyız. Onları biriktirmeli,
bulmalı, toplamalıyız.” (s.211)
“Kim olduğunu gerçekten öğrenmek isteyen biri, hayal
kırıklıklarını durup dinlenmeden, tutkuyla biriktirmelidir ve hayal kırıklığı
doğuran deneyimleri biriktirmek bir hastalık gibi olmalıdır, hayatının her şeyi
belirleyen hastalığı; çünkü öyle olursa, hayal kırıklığının yakıcı, zararlı bir
zehir olmadığını, bizi oluşturan gerçek çizgiler konusunda gözlerimizi açan
serin, yatıştırıcı bir merhem olduğunu apaçık görebilir.
Sadece başkalarını ya da durumu ilgilendiren hayal
kırıklıklarıyla ilgilenmemelidir kişi. İnsan, hayal kırıklığının, kendisini
kendisine götüren bir el kitabı olduğunu keşfederse, yaşadığı hayal
kırıklıklarını öğrenmeyi arzular: Cesaret eksikliği ve yetersiz samimiyet gibi,
ya da insanın kendi duygularına, eylemlerine ve sözlerine çektiği korkunç
derecede dar sınırlar gibi. Öyleyse kendimizden ne bekledik, ne umduk? Sınırlarımız
olmadığını mı ya da olduğumuzdan bambaşka kişiler olduğumuzu mu?” (s.211)
“Dünya, hayallerimizin önemli ve üzücü, gülünç ve önemsiz
dramasını sahneye koymamızı bekleyen bir sahne. Bu fikir ne kadar dokunaklı ve
şirin! Ve ne kadar kaçınılmaz!” (s.221)
“İç Genişlik. Burada ve şimdi yaşıyoruz, daha önce ve
başka yerlerde olan her şey geçmiştir, büyük bölümü unutulmuştur ve geri kalan
küçük bölümüne belleğin, yer yer, rasgele, şurada burada yanıp sönen küçük
parçalarında ulaşabiliriz.” (s.226)
“Zamanı hızlandırmış olan binlerce değişiklik
-hissetmenin zamanla bağımlı olmayan şimdisinde ölçülürse bir düş gibi geçici
ve gerçek dışılar, hayaller kadar da aldatıcı.” (s.227)
“Sadece zaman içinde yayılmış değiliz. Mekân içinde de
görülebilenin çok ötesine uzuyoruz. Bir yerden ayrılırken geride kendimizden
bir şey bırakıyoruz, oradan gitsek de orada kalıyoruz. Öyle şeyler var ki
bizde, ancak oraya geri dönerek bulabiliriz onları. Tekerleklerin tekdüze
tıkırtısı bizi hayatımızın, ne kadar kısa olursa olsun, bir dilimini geride
bırakmış olduğumuz bir yere doğru götürürken, kendimize doğru ilerleriz,
kendimize doğru yolculuk ederiz. Ayağımızı yabancı istasyonun peronuna ikinci
kez bastığımızda, hoparlörlerden yükselen sesleri duyduğumuzda, kendilerine
özgü kokuları kokladığımızda, sadece o uzak yere varmış olmayız, kendi içimizin
uzaklarına da, kendimizin, belki de çok uzaklardaki, biz başka bir yerdeyken
karanlıkta kalan ve görünmeyen bir köşesine de varmış oluruz.” (s.228)
“Yolculuk edemeyen insanlara neden acırız? Dıştan
genişleyemeyecekleri için içlerinde de yayılıp genişleyemezler de ondan;
kendilerini çoğaltamazlar, böylece kendi içlerinde kapsamlı gezilere
çıkamazlar, başka kim ve ne olabileceklerini keşfetme fırsatından yoksun
kalırlar.” (s.228)
“Neden bir ömür boyu, ruh insanın utanması gereken bir
şeymiş gibi davrandın, uygunsuz bir şeymiş gibi, neredeyse ne pahasına olursa
olsun saklı tutulması gereken bir zayıf noktaymış gibi.” (s.258)
“Birbirlerine bakmaktan kaçınmaları, aralarında, her
türlü bakışmanın sağlayabileceğinden çok daha büyük bir yakınlık doğurdu.”
(s.266)
“Ama birinin ruhunu anlayabilmek için kendimizi açarsak?
Günün birinde sona eren bir yolculuk mudur bu? Ruh, gerçekten bulunduğu bir yer
midir? Yoksa sözüm ona gerçekler sadece hikâyelerimizin aldatıcı gölgeleri
midirler?” (s.271)
“Kimi zaman Amadeu’nun ruhunun her şeyden önce dil
olduğunu düşündüm. Ruhunun, kelimelerden oluştuğunu; onun dışında hiç kimsede
böyle bir şeye tanık olmadım.” (s.285)
“Gerçek bir veda için yüz yüze gelmek gerekir. Çok fazla
bekledim; ve bir rastlantı değil bu. Açık yürekli bir vedalaşmayı korkakça bir
vedalaşmadan ayıran nedir? Senden açık yüreklilikle ayrılmak demek, bizim,
seninle benim, aramızda ne olduğuna dair seninle bir fikir birliğine varmak
için çaba göstermemiz olurdu. Çünkü kelimenin tam ve eksiksiz anlamıyla bir
veda bu anlama gelir: İki insan birbirinden kopmadan önce, birbirlerini nasıl
görmüş, nasıl tanımış oldukları hususunda anlaşırlar. Aralarında neyin hedefine
ulaştığı, neyin yarım kaldığı hususunda. Bunun için korkusuz olmak gerekir.
Uyumsuzlukların verdiği acıya katlanabilmelidir insan. Olanaksız olanı da kabul
edebilmelidir. Vedalaşmak, insanın kendi kendisiyle de yaptığı bir şeydir:
Başkalarının bakışları altında kendine arka çıkmasıdır. Vedalaşmaktan korkmanın
temelinde ise tapınmak yatar: Olanları altın ışığa daldırmak ve karanlığı
yalanla yok etmeye kalkışmak. Bunu yaparken kaybedilen şey, en azından,
karanlığı doğuran o hamlelerde kişinin kendini tanımasıdır.” (s.286)
“Şunu biliyorum ki, insanlar hiç farkında olmaksızın en
derin noktalarına kadar birbirleriyle iç içe geçip birbirinin içinde var
olabilirler.” (s.287)
“Çok erken evlenmenin sana neler kaybettirdiğini şimdi
keşfeder olmuştun: Aile içindeki rolünün dışında kendine ait bir hayat. Kitap
sormaya başladın, meraklı bir öğrenci gibi çevirdin sayfalarını, beceriksizce,
acemice, ama gözlerin parlayarak. Bir keresinde kitabevinde bir rafın önünde
dururken gördüm seni, sen beni fark etmemiştin, elindeki kitap açıktı. İşte o
an seni sevdim anne, içimden yanına gitmek geldi. Ama bu tam bir hata olurdu:
Seni yine eski hayatına gönderirdi.” (s.290)
“Yalnızlık dediğimiz şey nedir aslında, derdi sadece
başkalarının eksikliği olmamalı, insan bir başına olabilir ama yalnız olmaz; ve
insanların yanındayken de yalnız olabilir, o zaman nedir yalnızlık? Tamam,
diyordu başkalarının da yanımızda olması, yanı başımızdaki boşluğu doldurmaları
önemli değil. Bizi överlerken bile, ya da dostça bir konuşma sırasında
akıllıca, kendilerini bizim yerimize koyarak öğüt verirlerken bile yalnız
olabiliriz. Demek ki yalnızlık salt başkalarının mevcudiyetiyle ilgili bir şey
değil; ve yaptıkları şeyle de. Öyleyse neyle ilgili? Neyle Tanrı aşkına?”
(s.293)
“Başkaları bizden ilgilerini, saygılarını ve takdirlerini
esirgerlerse neden onlara şunu söyleyemiyoruz: Bütün bunlara ihtiyacım yok, ben
kendime yetiyorum.
Bunun elimizden gelmemesi korkunç bir özgür olamama
biçimi değil mi? Bu bizi başkalarının kölesi yapmıyor mu? Buna karşı hangi
duyguları bent olarak, koruma duvarı olarak koyabiliriz? İçimizdeki sağlamlık
ne türde olmalı?” (s.294)
“Yaptığımız her şeyin yalnızlık korkusundan yapıldığı
doğru mu? Hayatımızın sonunda pişmanlık duyacağımız her şeyden vazgeçmemiz bu
yüzden mi? Düşündüklerimizi bu kadar nadiren söylememizin nedeni bu mu? Yoksa
niye bütün o şiddetli geçimsizlik çekilen evliliklere, yalancı arkadaşlıklara,
can sıkıcı doğum günü yemeklerine tutunup kalıyoruz ki? Bütün bunlardan
vazgeçseydik, sinsice gelişen şantaja bir son verseydik ve kendimize
tutunsaydık ne olurdu? Bastırılmış arzularımızın ve onların
tutsaklaştırılmasına duyduğumuz öfkenin bir fıskiye gibi fışkırmasına izin
verseydik? Çünkü korkulan yalnızlığın temelinde ne vardır aslında? Söylenmeyen
sitemlerin sessizliği mi? Evlilik yalanlarının ve dostane yarı-gerçeklerin
mayın tarlasından soluğunu tutarak görünmeden geçmek için duyulan zorunluluğun
olmaması mı? Yemek yerken karşımızda kimsenin oturmaması özgürlüğü mü? Yaylım
ateşi gibi süren buluşmalar kesildiğinde önümüzde açılan zamanın bolluğu mu?
Bunlar harika şeyler değil mi? Cennetsi bir durum. Öyleyse neden korkuyoruz
bunlardan? Nesnesini düşünmediğimiz için var olan bir korku mu duyuyoruz
sonunda? Düşüncesiz ana babalar, öğretmenler ve papazlar tarafından kafamıza
sokulmuş bir korku? Özgürlüğümüzün ne kadar büyüdüğünü görselerdi başkalarının
bize imrenmeyeceklerinden nasıl bu kadar emin olabiliyoruz?” (s.303)
“Sadece bana duyduğu ilgiyle değil de gerçekten benimle
ilgilenen biri var mıdır?” (s.332)
“Kişinin ne pahasına olursa olsun yapmayacağı ya da izin
vermeyeceği şeylerin olması: Belki de onurlu olmak budur.” (s.335)
“Aradığı ben değildim, hayattı.” (s.384)
“Ruh, gerçeklerin olduğu bir yer midir? Yoksa gerçek
denen şeyler, sadece hikâyelerimizin aldatıcı gölgeleri midir?” (s.393)
“Hayat, yaşadığımız şey değildir; yaşadığımızı hayal
ettiğimiz şeydir.” (s.397)