16 Haz 2020

Pascal Mercier - Lizbon'a Gece Treni


“Çoğu kez olduğu gibi düşünceleriyle baş başaydı, ruhunu dışarıya karşı kitlemişti.” (s.24)

“Yaşadığımız binlerce şeyden olsa olsa bir tanesini dile getiririz, onu da gelişigüzel ve hak ettiği özeni göstermeden yaparız. Dile getirilmemiş bütün o deneyimlerin arasında hayatımıza belli etmeden biçimini, rengini ve tınısını verenler de vardır. Bizler, ruhları araştıran arkeologlar olarak, bu hazinelere yöneldiğimizde, onların ne kadar dağınık olduklarını keşfederiz. İncelediğimiz şey, kımıldamadan durmak istemez, kelimeler yaşamanın üzerinden kayıp gider, sonunda kâğıdın üzerinde bir sürü çelişki kalır. Uzun zaman, bunun bir eksiklik, üstesinden gelinmesi gereken bir şey olduğuna inandım. Bugünse durumun başka türlü olduğunu düşünüyorum: bu bildik ama yine de gizemli deneyimlerin anlaşılabilmesi için geçerli çözüm yolu, dağınıklığı kabul etmektir. Kulağa tuhaf geliyor bu, evet, hatta aykırı, biliyorum. Ama olaya bu açıdan baktığımdan beri ilk kez gerçekten uyanık ve hayatta olduğumu hissediyorum.” (s.25)

“İçimizde olanın ancak küçük bir kısmını yaşayabiliyorsak- gerisine ne oluyor?” (s.25)

“En kötüsü kendime kulak vermem ve benim de hep aynı şeyleri söylediğimi saptamam. Müthiş aşınmış ve harap olmuş kelimeler bunlar, milyonlarca kez kullanılmaktan yıpranmışlar. Hâlâ bir anlam taşıyorlar mı? Elbette, kelimeler yer değiştiriyor, insanlar onlara göre hareket ediyorlar, gülüp ağlıyorlar, sola ya da sağa gidiyorlar, garson kahveyi ya da çayı getiriyor. Ama benim sormak istediğim bu değil. Sorum şu: Kelimeler düşüncelerin ifadesi mi hâlâ? Yoksa, lakırdıların içe kazılı izleri durmaksızın parladığı için insanları oraya buraya sürükleyen etkili ses oluşları mı sadece?” (s.33)

“Zor kullan bakalım, kendine zor kullan, şiddet uygula ruhum; ama daha sonra kendini saymaya, saygı göstermeye zaman bulamayacaksın. Çünkü insanın bir tane hayatı vardır, bir tek hayatı. Ama senin için bu hayat neredeyse bitmiştir, o hayatı yaşarken kendine hiç dikkat etmedin, başkalarının mutluluğunu kendi mutluluğun saydın… Oysa kendi ruhlarındaki hareketleri dikkatle izlemeyenler mutlaka mutsuz olurlar.” Marcus Aurelius (s.36)

“Bir şeyle vedalaşabilmek için, diye düşündü tren hareket ederken, öyle bir karşı durmalıyız ki o şeye, içimizde bir mesafe oluşsun. Onu kuşatan dile getirilmemiş, müphem tabiiliği, bizim için ne anlama geldiğini gösterecek bir berraklığa çevirmeliyiz. Bunun da anlamı, o şeyin somutlaşıp açıkça görülebilir dış hatları olan bir şeye dönüşmesidir.” (s.38)

“Bir hayatın bir daha dönmemek üzere alışıldık yönünden saptığı kritik anların sert ve çarpıcı bir dramatikliği olduğuna ve insanın ruhunda içten içe şiddetli bir kaynama oluştuğuna inanmak hatadır. Kafalarının içi bir bulvar gazetesine benzeyen ayyaş gazeteciler, projektör ışığı meraklısı film yapımcıları ve yazarların hazırlayıp sundukları zevksiz bir masaldır bu. Aslında, hayata yön veren olayların altında çoğunlukla inanılmaz derecede sessiz bir dramatiklik gizlidir. Patlamaya, yükselen alevlere ve yanardağın lav püskürtmesine o kadar benzemez ki, yaşandığı anda o deneyim çoğu kez fark edilmez bile. Devrimsel etkisi ortaya çıkarken ve bir hayatın bambaşka bir ışığa bürünüp, yepyeni bir melodiye kavuşmasını sağlarken, sessizce yapar bunu; ve bu muhteşem sessizlikte yatar onun asıl soyluluğu.” (s.45)

“Kelimelerin bir etkisinin olması, bir insanı harekete geçirmesi, durdurması, güldürüp ağlatması: Daha çocukken bile bir muamma gibi gelirdi bu ona ve bundan etkilenmekten hiç geri kalmamıştı. Nasıl başarıyordu bunu kelimeler? Büyüye benzemiyor muydu?” (s.49)

“Bazen bir şeyden korkar insan, çünkü başka bir şeyden korkmaktadır.” (s.50)

“Akan zamanı ve ölümü düşünmenin yol açtığı fikir, insanın ne istediğini aniden bilemez oluşu muydu? İnsanın, kendi arzularını tanımaz oluşu muydu? İnsanın kendi iradesiyle olan doğal yakınlığını kaybetmesi miydi? Ve bu yolla kendine yabancılaşması, sorun haline gelmesi miydi?” (s.77)

“Sen de kitaplara sığınıyorsun artık, demişti annesi, oğlu da okumayı keşfettiğinde. Annesinin bunu böyle görmesi, Gregorius iyi cümlelerin sahip olduğu büyüden ve aydınlatma gücünden söz ettiğinde bir şey anlamaması ona acı vermişti.
Okuyan insanlar vardı, bir de ötekiler. Birinin okuyan mı okumayan mı olduğu hemen anlaşılıyordu. İnsanlar arasında bundan daha büyük bir fark yoktu.” (s.77)

“İnsan onurunun bir kısmı, alın yazısının, ağır olanının bile, gözünün içine bakma gücünden oluşur.” (s.79)

“Evler, ağaçlar, yıldızlar gibi görmeyiz insanları. Onları belli bir biçimde karşılaşma ve böylece kendi içimizin bir parçası yapma beklentisiyle görürüz. Hayal gücümüz onları kendi arzularımıza ve umutlarımıza uyacak biçimde kesip biçer, ama aynı zamanda kendi korkularımız ve önyargılarımız da o insanlarda doğrulanabilmelidir. Bir başkasının dış görünümündeki hatlara bile kendimizden emin olarak ve tarafsızca ulaşamayız. O yolda bakışlarımız, bizi özel ve biricik kılan bütün arzulara ve hayallere kayar, gözümüzü alır bunlar. Bir iç dünyanın dış dünyası bile hâlâ iç dünyamızın bir parçasıdır, hele de bir yabancının iç dünyası hakkındaki düşüncelerimiz kesin ve dayanıklı olmaktan öylesine uzaktırlar ki, karşımızdakinden çok kendimizi ortaya koyarlar.” (s.80)

“Birbirimize iki kat yabancı olacağız, çünkü aramızda yalnızca aldatıcı dış dünya değil, o dünyanın her iç dünyada oluşan hayali de bulunacaktır.” (s.81)

“Kötü bir şey mi bu, bu yabancılık ve uzaklık? Bir ressam bizi kollarımız iki yana açık durumda mı resmetmeliydi, ötekilere ulaşmak için gösterdiğimiz nafile çaba içinde çaresiz halde? Yoksa yaptığı resim, aynı zamanda bir koruyucu duvar da olan bu çifte engelin var olmasından duyduğumuz ferahlığın ifade bulduğu bir konumda mı göstermeliydi bizi? Birbirimizin karşısında duyduğumuz yabancılığın sağladığı korumaya minnettar mı olmalıyız? Ve onun mümkün kıldığı özgürlüğe? İşaret edilen bedelin temsil ettiği çifte engel tarafından korunmadan karşı karşıya dursaydık ne olurdu? Aramızda bizi ayıran ve çarpıtan bir şey bulunmadan adeta birbirimizin içine dalsaydık?” (s.81)

“İnsanın dış dünyasının görünen her bir parçası biraz da iç dünyasıydı.” (s.82)

“Sanki hep bir kitaba eğiliyormuş, durmadan okuyormuş gibi yaşıyorsun bu dünyada.” (s.82)

“Anevrizma. Her an son anım olabilir. En ufak bir uyarı gelmeden, tamamen habersizce, arkasında hiçbir şey, karanlık bile bulunmayan, görünmez bir duvarın öte tarafına geçeceğim. Son adımım, bu duvarı geçerken atacağım adım olabilir. Bu ani sonu kendim algılamayacağıma ve böyle olacağını bildiğime göre bundan korkmak mantıksız değil mi?” (s.85)

“Çoğu zaman bana öyle geliyor ki, insanların karşılaşmaları, gecenin karanlığında şuursuzca akıp giden trenlerin karşılaşması gibi. Donuk camların arkasında loş ışıkta oturan, tam olarak görmemize fırsat kalmadan görüş açımızdan çıkıverenlere hızla, telaşla göz atarız. Birden ortaya çıkıveren, insansız karanlığa anlamsızca, amaçsızca gömülmüşçesine duran ışıklı bir pencerenin çerçevesinden iki hayal misali hızla geçip gidenler gerçekten bir adamla bir kadın mıydı? O ikisi birbirlerini tanıyorlar mıydı? Konuşmuşlar mıydı? Gülmüşler miydi? Ağlamışlar mıydı? Şöyle denebilir: Gezintiye çıkmış yabancılar yağmurda ve rüzgârda birbirlerinin yanından böyle geçebilirler; o zaman kıyaslamanın bir anlamı olabilir. Ama pek çok kişiyle daha uzun süre otururuz, karşı karşıya, birlikte yer, birlikte çalışırız, yan yana yatar, bir çatı altında yaşarız. Geçicilik bunun neresinde? Ama bize tutarlılık, yakınlık ve yakından tanıma sunacağını ileri sürerek kandırmaya çalışan her şey, her an karşı koymamız mümkün olamayacağından, parlayıp sönen, huzursuz eden geçiciliğin üstünü örtmeye, onu engellemeye çalışırken, içimizi rahat ettirmek için bulduğumuz bir aldatmaca değil mi? Bir başkasını her görüşümüz, her bakışmamız, dayanılmaz hızdan ve her şeyi titretip sarsarak yumruk gibi inen hava basıncından sersemlemiş durumda birbirinin karşısından akıp geçen yolcuların gözlerinin kısacık bir an boyu buluşmasına benzemez mi? Bakışlarımız başkalarının üzerinden, gecenin çılgın buluşmasında olduğu gibi kaymaz mı hep ve bizi bir sürü varsayımla, düşünce kırıntısıyla ve onlara atfedilmiş özelliklerle bırakmaz mı geride? Aslında karşılaşanların insanlar değil de kafalarındaki hayallerin düşürdüğü gölgeler olduğu doğru değil mi?” (s.93)

“Geceleri uyuyamayınca okurdu ve yazardı. Ya da belki okuması, düşünmesi gerektiğini hissettiği için uyuyamazdı, bilmiyorum. Onun bu uykusuzluğu bir lanetti ve eminim ki çektiği bu acılar olmasaydı, huzursuzluğu olmasaydı, durup dinlenmeden kelimeleri arayıp durmasaydı, beyni çok daha uzun bir süre çalışırdı.” (s.103)

“Neden her şeyin ölçüsü senin ağrıların ve sana bahşettikleri vakar oluyordu? Sonsuzluğun bakış açısından bakılınca, diye tamamlardım bazen, önemi azalıyor.” (s.121)

“Kendini çok önemsiyorsun, dedin bana, bastonunun gümüş sapını okşayarak. Kendimi önemsemezsem, neyi önemseyeceğim diye sordum. Hem sonsuzluğun bakış açısı diye bir şey yok.” (s.121)

“Seni özledim, bu yüzden dün gece yazdıklarımı yolluyorum sana. Belki bu yolla, düşüncelerimle sana yaklaşabilirim.” (s.130)

“Her zaman böyledir bu. Bir başkasına bir şey söylemek: O sözlerin bir etkisi olacağını nasıl bekleyebiliriz? İçimizden her zaman akan düşünceler, resimler ve duygular ırmağı, bu azgın ırmak öyle şiddetli ki, bir başkasının bize söylediği bütün sözlerin, eğer o sözler tesadüfen, tamamıyla tesadüfen kendi sözlerimize uymuyorlarsa, sulara kapılıp gitmemesi, unutulmaya terk edilmemesi bir mucize olurdu. Benim için durum farklı mı diye düşündüm. Ben bir başkasına gerçekten kulak verdim mi hiç? Onu söyledikleriyle birlikte içime aldım mı, içimdeki ırmağın yönünün değişmesine izin verdim mi?” (s.131)

“Başkalarının bizim hakkımızda anlattığı hikâyeler ve insanın kendisi hakkında anlattığı hikâyeler: Hangisi gerçeğe daha çok yakındır? Kendi anlattıklarımızın doğruluğu o kadar kesin midir? İnsan kendisi hakkında otorite sayılır mı? Ama kafamı meşgul eden asıl soru bu değil. Asıl soru şu: bu tür hikâyelerde gerçekle yalan arasında bir fark var mı? Dış görünüşle ilgili hikâyelerde fark var. Ama bir insanın içini anlamaya hazırlanırsak? Herhangi bir zamanda sonlanacak bir yolculuk mu bu? Ruhumuz gerçeklerin bulunduğu bir yer mi? Yoksa gerçek denen şeyler yalnızca hikâyelerimizin aldatıcı gölgeleri mi?” (s.135)

“Konu yalnızca onu artık görmememiz, onunla artık karşılaşmamamız değildi. Onun yokluğunu görüyorduk ve bu yoklukla somut bir şeymiş gibi karşılaşıyorduk. Onun eksikliği bir fotoğraftan makasla dikkatle kesilip çıkarılan birinin bıraktığı keskin hatlı boşluk gibiydi; ve şimdi bu eksik kişi her şeyden daha önemli, daha baskın olmuştu. Amadeu’yu böyle özlüyorduk işte: Özgül yokluğuyla.” (s.148)

“Merak duymadan, soru sormadan, kuşkulanıp tartışmadan nasıl mutlu oluruz? Düşünmenin keyfine varmadan? Başımızı uçuran bir kılıç darbesine benzeyen o iki kelimenin anlamı, fikirlerimize zıt olsa da hissettiklerimizi ve yaptıklarımızı yaşamak talebinden daha az değildir, kapsamlı bir şekilde ikiye bölünme talebidir o kelimeler, her mutluluğun çekirdeği olan şeyi, hayatımızın ruhsal bütünlüğünü ve uyumunu feda etme emridirler. Kürek mahkûmu zincire vurulmuştur, ama canının istediğini düşünebilir. Oysa Tanrı bizden, köleliğimizi kendi ellerimizle ruhumuzun en derinlerine kadar sokmamızı ve bunu gönüllü olarak, keyif duyarak yapmamızı talep ediyor. Bundan daha büyük olay olur mu?” (s.161)

“Bir duygu ikinci kez hissedilirse aynı olamaz. Yeniden hissedildiğinin farkına varılmasıyla birlikte renk değiştirir. Sıklıkla gelirlerse ve çok uzun sürerlerse duygularımızdan bıkar, usanırız. O duygunun asla, hiçbir zaman sona ermeyeceğine emin olan ölümsüz ruhta müthiş bir bıkkınlık doğar, zapt edilemeyen bir umarsızlık büyür. Duygular gelişmek ister, biz de onlarla birlikte gelişmek isteriz.” (s.162)

“Ruh, kendi kendimizi aldatmalarımızın sergilendiği şirin bir sahnedir, güzel, yumuşak kelimelerle dokunmuştur, bu kelimeler kendimizle yanılgıdan uzak bir samimiyet kurduğumuza inandırırlar bizi, kendimiz tarafından şaşırtılmaktan korunacak kadar kendimizi tanıdığımıza inandırırlar. Böyle hiç çabalamadan kendinden emin olarak yaşamak ne kadar sıkıcı olurdu.” (s.183)

“İnsanlar sessizliğe katlanamıyorlar. Katlansalardı, kendilerine katlanmış olurlardı.” (s.202)

“Hayatın olmayacak talepleri, baş etmemiz gereken her şey, ne yazık ki pek çoktular, çok güçlüydüler, bu yüzden duygularımız yara almadan uğraşamazdık onlarla. Bu yüzden sadakat önemliydi. Onun bir duygu olmadığını söylerdi, bir arzuydu o, bir karardı, ruhun taraf tutmasıydı. Karşılaşmaların tesadüfiliğini ve duyguların rasgeleliğini bir zorunluğa dönüştürürdü. Bir tutam sonsuzluk derdi, sadece bir tutam, ama olsun. Yanıldı. İkimiz de yanıldık.” (s.206)

“Hayal kırıklığının kötü olduğu söylenir. Düşüncesizce varılmış bir önyargı. Hayal kırıklığı yoluyla değilse hangi yolla keşfedebiliriz neler beklemiş, neler ummuş olduğumuzu? Bu keşifte değilse, nerede yatar insanın kendini tanıması? Hayal kırıklığı olmazsa, insan kendisi hakkında aydınlığa kavuşur mu? Hayal kırıklıklarına, onlar olmasaydı hayatımız daha iyi olurdu diyerek, içimizi çekerek katlanmamalıyız. Onları biriktirmeli, bulmalı, toplamalıyız.” (s.211)

“Kim olduğunu gerçekten öğrenmek isteyen biri, hayal kırıklıklarını durup dinlenmeden, tutkuyla biriktirmelidir ve hayal kırıklığı doğuran deneyimleri biriktirmek bir hastalık gibi olmalıdır, hayatının her şeyi belirleyen hastalığı; çünkü öyle olursa, hayal kırıklığının yakıcı, zararlı bir zehir olmadığını, bizi oluşturan gerçek çizgiler konusunda gözlerimizi açan serin, yatıştırıcı bir merhem olduğunu apaçık görebilir.
Sadece başkalarını ya da durumu ilgilendiren hayal kırıklıklarıyla ilgilenmemelidir kişi. İnsan, hayal kırıklığının, kendisini kendisine götüren bir el kitabı olduğunu keşfederse, yaşadığı hayal kırıklıklarını öğrenmeyi arzular: Cesaret eksikliği ve yetersiz samimiyet gibi, ya da insanın kendi duygularına, eylemlerine ve sözlerine çektiği korkunç derecede dar sınırlar gibi. Öyleyse kendimizden ne bekledik, ne umduk? Sınırlarımız olmadığını mı ya da olduğumuzdan bambaşka kişiler olduğumuzu mu?” (s.211)

“Dünya, hayallerimizin önemli ve üzücü, gülünç ve önemsiz dramasını sahneye koymamızı bekleyen bir sahne. Bu fikir ne kadar dokunaklı ve şirin! Ve ne kadar kaçınılmaz!” (s.221)

“İç Genişlik. Burada ve şimdi yaşıyoruz, daha önce ve başka yerlerde olan her şey geçmiştir, büyük bölümü unutulmuştur ve geri kalan küçük bölümüne belleğin, yer yer, rasgele, şurada burada yanıp sönen küçük parçalarında ulaşabiliriz.” (s.226)

“Zamanı hızlandırmış olan binlerce değişiklik -hissetmenin zamanla bağımlı olmayan şimdisinde ölçülürse bir düş gibi geçici ve gerçek dışılar, hayaller kadar da aldatıcı.” (s.227)

“Sadece zaman içinde yayılmış değiliz. Mekân içinde de görülebilenin çok ötesine uzuyoruz. Bir yerden ayrılırken geride kendimizden bir şey bırakıyoruz, oradan gitsek de orada kalıyoruz. Öyle şeyler var ki bizde, ancak oraya geri dönerek bulabiliriz onları. Tekerleklerin tekdüze tıkırtısı bizi hayatımızın, ne kadar kısa olursa olsun, bir dilimini geride bırakmış olduğumuz bir yere doğru götürürken, kendimize doğru ilerleriz, kendimize doğru yolculuk ederiz. Ayağımızı yabancı istasyonun peronuna ikinci kez bastığımızda, hoparlörlerden yükselen sesleri duyduğumuzda, kendilerine özgü kokuları kokladığımızda, sadece o uzak yere varmış olmayız, kendi içimizin uzaklarına da, kendimizin, belki de çok uzaklardaki, biz başka bir yerdeyken karanlıkta kalan ve görünmeyen bir köşesine de varmış oluruz.” (s.228)

“Yolculuk edemeyen insanlara neden acırız? Dıştan genişleyemeyecekleri için içlerinde de yayılıp genişleyemezler de ondan; kendilerini çoğaltamazlar, böylece kendi içlerinde kapsamlı gezilere çıkamazlar, başka kim ve ne olabileceklerini keşfetme fırsatından yoksun kalırlar.” (s.228)

“Neden bir ömür boyu, ruh insanın utanması gereken bir şeymiş gibi davrandın, uygunsuz bir şeymiş gibi, neredeyse ne pahasına olursa olsun saklı tutulması gereken bir zayıf noktaymış gibi.” (s.258)

“Birbirlerine bakmaktan kaçınmaları, aralarında, her türlü bakışmanın sağlayabileceğinden çok daha büyük bir yakınlık doğurdu.” (s.266)

“Ama birinin ruhunu anlayabilmek için kendimizi açarsak? Günün birinde sona eren bir yolculuk mudur bu? Ruh, gerçekten bulunduğu bir yer midir? Yoksa sözüm ona gerçekler sadece hikâyelerimizin aldatıcı gölgeleri midirler?” (s.271)

“Kimi zaman Amadeu’nun ruhunun her şeyden önce dil olduğunu düşündüm. Ruhunun, kelimelerden oluştuğunu; onun dışında hiç kimsede böyle bir şeye tanık olmadım.” (s.285)

“Gerçek bir veda için yüz yüze gelmek gerekir. Çok fazla bekledim; ve bir rastlantı değil bu. Açık yürekli bir vedalaşmayı korkakça bir vedalaşmadan ayıran nedir? Senden açık yüreklilikle ayrılmak demek, bizim, seninle benim, aramızda ne olduğuna dair seninle bir fikir birliğine varmak için çaba göstermemiz olurdu. Çünkü kelimenin tam ve eksiksiz anlamıyla bir veda bu anlama gelir: İki insan birbirinden kopmadan önce, birbirlerini nasıl görmüş, nasıl tanımış oldukları hususunda anlaşırlar. Aralarında neyin hedefine ulaştığı, neyin yarım kaldığı hususunda. Bunun için korkusuz olmak gerekir. Uyumsuzlukların verdiği acıya katlanabilmelidir insan. Olanaksız olanı da kabul edebilmelidir. Vedalaşmak, insanın kendi kendisiyle de yaptığı bir şeydir: Başkalarının bakışları altında kendine arka çıkmasıdır. Vedalaşmaktan korkmanın temelinde ise tapınmak yatar: Olanları altın ışığa daldırmak ve karanlığı yalanla yok etmeye kalkışmak. Bunu yaparken kaybedilen şey, en azından, karanlığı doğuran o hamlelerde kişinin kendini tanımasıdır.” (s.286)

“Şunu biliyorum ki, insanlar hiç farkında olmaksızın en derin noktalarına kadar birbirleriyle iç içe geçip birbirinin içinde var olabilirler.” (s.287)

“Çok erken evlenmenin sana neler kaybettirdiğini şimdi keşfeder olmuştun: Aile içindeki rolünün dışında kendine ait bir hayat. Kitap sormaya başladın, meraklı bir öğrenci gibi çevirdin sayfalarını, beceriksizce, acemice, ama gözlerin parlayarak. Bir keresinde kitabevinde bir rafın önünde dururken gördüm seni, sen beni fark etmemiştin, elindeki kitap açıktı. İşte o an seni sevdim anne, içimden yanına gitmek geldi. Ama bu tam bir hata olurdu: Seni yine eski hayatına gönderirdi.” (s.290)

“Yalnızlık dediğimiz şey nedir aslında, derdi sadece başkalarının eksikliği olmamalı, insan bir başına olabilir ama yalnız olmaz; ve insanların yanındayken de yalnız olabilir, o zaman nedir yalnızlık? Tamam, diyordu başkalarının da yanımızda olması, yanı başımızdaki boşluğu doldurmaları önemli değil. Bizi överlerken bile, ya da dostça bir konuşma sırasında akıllıca, kendilerini bizim yerimize koyarak öğüt verirlerken bile yalnız olabiliriz. Demek ki yalnızlık salt başkalarının mevcudiyetiyle ilgili bir şey değil; ve yaptıkları şeyle de. Öyleyse neyle ilgili? Neyle Tanrı aşkına?” (s.293)

“Başkaları bizden ilgilerini, saygılarını ve takdirlerini esirgerlerse neden onlara şunu söyleyemiyoruz: Bütün bunlara ihtiyacım yok, ben kendime yetiyorum.
Bunun elimizden gelmemesi korkunç bir özgür olamama biçimi değil mi? Bu bizi başkalarının kölesi yapmıyor mu? Buna karşı hangi duyguları bent olarak, koruma duvarı olarak koyabiliriz? İçimizdeki sağlamlık ne türde olmalı?” (s.294)

“Yaptığımız her şeyin yalnızlık korkusundan yapıldığı doğru mu? Hayatımızın sonunda pişmanlık duyacağımız her şeyden vazgeçmemiz bu yüzden mi? Düşündüklerimizi bu kadar nadiren söylememizin nedeni bu mu? Yoksa niye bütün o şiddetli geçimsizlik çekilen evliliklere, yalancı arkadaşlıklara, can sıkıcı doğum günü yemeklerine tutunup kalıyoruz ki? Bütün bunlardan vazgeçseydik, sinsice gelişen şantaja bir son verseydik ve kendimize tutunsaydık ne olurdu? Bastırılmış arzularımızın ve onların tutsaklaştırılmasına duyduğumuz öfkenin bir fıskiye gibi fışkırmasına izin verseydik? Çünkü korkulan yalnızlığın temelinde ne vardır aslında? Söylenmeyen sitemlerin sessizliği mi? Evlilik yalanlarının ve dostane yarı-gerçeklerin mayın tarlasından soluğunu tutarak görünmeden geçmek için duyulan zorunluluğun olmaması mı? Yemek yerken karşımızda kimsenin oturmaması özgürlüğü mü? Yaylım ateşi gibi süren buluşmalar kesildiğinde önümüzde açılan zamanın bolluğu mu? Bunlar harika şeyler değil mi? Cennetsi bir durum. Öyleyse neden korkuyoruz bunlardan? Nesnesini düşünmediğimiz için var olan bir korku mu duyuyoruz sonunda? Düşüncesiz ana babalar, öğretmenler ve papazlar tarafından kafamıza sokulmuş bir korku? Özgürlüğümüzün ne kadar büyüdüğünü görselerdi başkalarının bize imrenmeyeceklerinden nasıl bu kadar emin olabiliyoruz?” (s.303)

“Sadece bana duyduğu ilgiyle değil de gerçekten benimle ilgilenen biri var mıdır?” (s.332)

“Kişinin ne pahasına olursa olsun yapmayacağı ya da izin vermeyeceği şeylerin olması: Belki de onurlu olmak budur.” (s.335)

“Aradığı ben değildim, hayattı.” (s.384)

“Ruh, gerçeklerin olduğu bir yer midir? Yoksa gerçek denen şeyler, sadece hikâyelerimizin aldatıcı gölgeleri midir?” (s.393)

“Hayat, yaşadığımız şey değildir; yaşadığımızı hayal ettiğimiz şeydir.” (s.397)