19 May 2020

Irvin D. Yalom - Varoluşçu Psikoterapi


“Martin Heidegger, 1926 yılında, ölüm fikrinin insanı nasıl koruyabildiği sorusunu incelemiş ve kendi kişisel ölümümüzün farkında olmanın, bizi bir varoluş şeklinden daha yüksek olana geçmeye sevk ettiği şeklindeki önemli kavrayışa varmıştır. Heidegger dünyada iki türlü temel varoluş şekli bulunduğuna inanmaktadır: (1) var olmayı unutma durumu ya da (2) var olmayı düşünme durumu.
Bir kişi var olmayı unutma durumunda yaşıyorsa, madde dünyasında yaşayıp kendisini sıradan hayat oyalamalarına kaptırmıştır: Düzeyi düşmüştür, boş gevezeliğe kaptırmıştır kendini, onların içinde kaybolmuştur. Kendini sıradan dünyaya, işlerin gidiş şekliyle ilgili kaygılara teslim etmiştir.
Diğer durumda, var olmayı düşünen durumda, insan işlerin gidişine değil, oluşuna hayran olur. Bu tarzda var olmak devamlı olarak var olmanın farkında olmak demektir.” (s.49)

“Senatör Richard Neuberger kanserden ölmeden kısa bir süre önce şu değişiklikleri ifade etmişti:
Dönüşü olmayacağını düşündüğüm değişiklikler oldu bende. Saygınlık, politik başarı, mali durum gibi konular birdenbire önemsiz hale geldi. Kanser olduğumu fark ettiğim o ilk saatler içinde parlamentodaki yerimi, banka hesabımı ya da özgür dünyanın kaderini hiç düşünmedim. Karımın arkadaşlığı, başucu lambamın ışığı altında bir kitap ya da dergi okumak, bir bardak portakal suyu ya da bir dilim kek için buzdolabını talan etmek. Sanırım ilk defa gerçekten hayatın tadını çıkarıyorum. Sonunda ölümsüz olmadığımı fark ettim. Sahte gurur, yapay değerler ve kibirli bakışlarla -en sağlıklı olduğum zamanlarda bile- kendi adıma yazık ettiğim bütün o anları hatırladığımda ürperiyorum.” (s.55)

“Ölüm kavramı psikoterapide önemli bir rol oynamaktadır, çünkü her birimizin hayatında önemli bir rol oynamaktadır. Hayat ve ölüm birbirine bağımlıdır: Ölümün fizikselliği bizi yok etse de ölüm fikri bizi kurtarır. Ölümün kabul edilmesi hayata bir keskinlik hissi vermekte, insanların hayat görüşünde kökten değişiklikler yapmaktadır ve insanı oyalanmalar, sakinleştiriciler ve önemsiz kaygılarla belirlenen bir yaşam tarzından daha otantik bir tarza taşıyabilir.” (s.62)

“Ölümü hayal etmek, onun için endişelenmek karmaşık zihinsel etkinlik gerektirmektedir -planlama ve benliğin geleceğe yansıtılması. Freud’un determinist şemasında çarpışan ve vektörleri davranışlarımızı belirleyen bilinçdışı güçler ilkel ve içgüdüseldir. Ruhsal güç hücresinde geleceğin hayal edilip ondan korkulduğu karmaşık zihinsel etkinlikler için yer yoktur.” (s.101)

“Bir anne üç yıl dokuz aylık çocuğuyla arasında geçen konuşmayı şöyle nakleder: Jane hiçbir dini eğitim almadı ve şu ana kadar tanıdığı hiç kimsenin ölümüyle bağlantılı olarak ölümle karşılaşmadı. Birkaç gün önce ölümle ilgili sorular sormaya başladı… Konuşma Jane’in insanların da baharda çiçekler gibi geri gelip gelmediklerini sormasıyla başladı.” (s.127)

“Dokuz yaşındaki bir erkek çocuk, çocuk kalmak için büyümesinin durmasını istediğini söylemişti, çünkü insan yaşlandıkça, içinde daha az hayat kalır.” (s.139)

“Hayvan deneylerinden, yavrunun annesinden ayrılırsa deneysel nevroz geliştireceğini ve strese karşı annesinin yanında bulunanlara göre daha olumsuz bir şekilde tepki vereceklerini biliyoruz. İnsanlarda anne figürünün yakında bulunması tanıdık olmayan olaylar karşısında yaşanan anksiyeteyi azaltmaktadır. O halde annesini kaybeden bir çocuğun, karşılaşacağı bütün streslere karşı çok daha duyarlı olduğu söylenebilir.” (s.150)

“Josephine Hilgard ve Martha Newman, hayatın erken dönemlerinde ebeveynlerini kaybetmiş psikiyatri hastalarını incelemiş ve ilginç bir bulguya erişmişlerdir (ve buna yıldönümü reaksiyonu adını vermişlerdir) Hastanın psikiyatrik tedavi için hastaneye yatırılma yaşıyla ebeveynin ölüm yaşı arasındaki korelasyondur bu. Başka bir deyişle, hasta hastaneye yatırıldığında yaşının ebeveyninin öldüğü zamanki yaşıyla aynı olma olasılığı şanstan daha fazla bir anlam ifade eder. Örneğin eğer hastanın annesi otuz yaşında öldüyse, hasta otuz yaşında risk altında bulunmaktadır.” (s.151)

“Narsisizm: Temel anksiyeteyle özel olduğuna dair çok güçlü bir inançla başa çıkan insan, genellikle kişilerarası ilişkilerde büyük zorluklarla karşılaşacaktır. Eğer kişisel dokunulmazlığa dair inanca başkalarının haklarının ve özel oluşlarının kabul edilmeyişi eşlik ederse, ki çoğu kez böyle olur, bu durumda birey narsisistik kişiliği tamamen geliştirmiş demektir.” (s.175)

“Birçok klinisyen “başarı nevrozu” üzerine yazılar yazmıştır -insanların uzun süredir ulaşmak için çabaladıkları önemli bir başarıyı elde ettiklerinde aşırı mutluluk yerine, çoğu kez başarılı olmadıklarını onaylayan bir mutsuzluk duydukları ilginç bir durumdur bu. Freud bu duruma “başarıyla mahvolma” sendromu der. Rank ise bunu “hayat anksiyetesi” olarak  tanımlamaktadır-diğer bir deyişle hayatla ayrı bir varlık olarak yüzleşme korkusu. Maslow en yüksek olanaklarımızdan (en düşükleri gibi) kaçtığımızı belirtmekte ve bu olguya “Yunus Peygamber Kompleksi” demektedir, çünkü Yunus her birimiz gibi kendi kişisel büyüklüğüne dayanamamış ve kaderinden kaçmaya çalışmıştır.” (s.179)

“Riske girmemek için bir başkasında gömülü kalan kişi tehlikelerin en büyüğüyle karşı karşıya kalır -kendini kaybetme tehlikesi, insanın içindeki çok çeşitli potansiyelleri keşfetme veya geliştirme yetersizliğidir bu.” (s.182)

“Öyle görünüyor ki hastaların öğrenmesi gereken önemli bir nokta da şu: Terapistler onlara yardımcı olabilseler de, artık herhangi bir öneride bulunmayacakları bir nokta var. Terapide de, hayatta olduğu gibi, insanın yalnız çalışmasını ve var olmasını gerektiren kaçınılmaz bir alt katman bulunmaktadır.” (s.191)

“Suçluluk duygusu geleneksel olarak, gerçek ya da fantezi şeklinde anneye karşı gelmekten kaynaklanan bir duygu olarak tarif edilir. Kierkegaard ve daha sonra da Rank ve Tillich bir diğer suçluluk kaynağına dikkat çekmişlerdir- kişinin kendine  karşı gelişi, kişinin kendisine ayrılan hayatı yaşamadaki başarısızlığıdır bu. Rank’ın ifadesiyle: Kendimizi çok yoğun ya da çok hızlı bir şekilde yaşayıp hayatı tüketmekten koruduğumuzda kullanılmamış hayat, içimizdeki yaşanmamış hayat adına kendimizi suçlu hissederiz.” (s.203)

“Ölüm korkusu, bedenlerimizde yaşanmamış hayatlarla ölmek korkusudur.” Norman Brown (s.209)

“Konu basit bir şekilde özetlenebilir: Varoluş ertelenemez. Kanser hastalarının çoğu o anda yaşamlarını gelecekteki bir döneme ertelememektedirler. İnsanın yalnızca şimdide yaşayabileceğinin farkına varırlar; aslında insan şimdiyi bırakamaz – o her zaman size yetişir. İnsanın geriye bakma anında bile, hâlâ oradadır, yaşıyordur. Gelecek değil, şimdiki zamandır ebedi zamanın kipi.” (s.222)

“Nevrotik kişi geçmişi gelecekte bulmaya çalışarak yaşadığı anı yok eder.” (s.222)

“Neden, diye sorar Kazancakis, hayat ziyafetini; iyice doymuş bir konuk olarak terk etmeyelim?” (s.222)

“İnsan, büyük bir boşluktan, ciddi bir hastalıktan, yeni doğmuş gibi, derisini dökmüş bir şekilde, daha duyarlı ve kötücül, neşe için daha duyarlı bir damak zevkiyle, bütün iyi şeyler için daha duyarlı bir dille, daha büyük bir keyifle, tehlikeli bir masumiyetle, daha çocuksu bir şekilde, ama daha önce hiç olmadığı kadar kurnaz bir şekilde çıkar.” Nietzsche (s.224)

“Eski bir söz vardır: Kendi ışığını taşıyan kişi, karanlıktan korkmaz.” (s.275)

“Sorumluluğun farkında olmak, kişinin kendi özünü, kaderini, hayat durumunu, duygularını ve hatta acı çekişini yarattığının farkında olmaktır. Böyle bir sorumluluğu kabul etmeyen, çektiği sıkıntı için başkalarını -başka insanları ya da başka güçleri- suçlamaya devam eden hasta için hiçbir terapi olası değildir.” (s.295)

“Dünya ancak insanoğlunun kurduğu şekliyle bir anlam kazanır. Sartre’ın deyimiyle “kendisi için.” Dünyada kendisi için’in dışında ya da ondan bağımsız başka bir anlam yoktur.” (s.297)

“Birey dünyayı çok çeşitli şekillerde oluşturacak kadar özgür olmadıkça sorumluluk kavramının bir anlamı yoktur. Evren rastlantısaldır; her bir şey farklı biçimde de yaratılabilirdi. Sartre’ın özgürlük görüşü çok geniş kapsamlıdır: İnsanoğlu yalnızca özgür değildir, özgürlüğe mahkumdur da. Ayrıca özgürlük, dünyadan sorumlu olmanın (yani dünyayı anlamla doldurmaktan da sorumludur) ötesine geçmektedir. İnsan ayrıca kendi hayatından da tamamen sorumludur; yalnızca eylemlerinden değil, eyleme geçmediği durumlardan da sorumludur.” (s.298)

“İnsan arzularının ve kararlarının tamamen farkında olduğunda sorumlulukla yüz yüzedir. Bir sonraki bölümün temel tezi, arzu etme ve karar vermenin, yaratmanın yapı taşları olduğudur. Sartre’ın sık sık söylediği gibi, bireyin hayatı kendi seçimleriyle oluşur. İnsan, iradesiyle kendisini olduğu şey haline getirir.” (s.311)

“Boğazına kadar suya batmış olsa da insanoğlu özgürdür: İçinde bulunduğu durumla ilgili olarak ne hissedeceğini, hangi tutumu takınacağını, cesaretli mi donuk mu, kaderci mi becerikli mi olacağını, yoksa paniğe i kapılacağını seçebilir. Olası psikolojik seçimlerin bir sınırı yoktur. Hemen hemen iki bin yıl önce Epiktetos şunları söylemiştir: Ölmeliyim. Hapsedilmeliyim. Sürgüne gitmeliyim. Ama inleyerek mi ölmeliyim? Ben de mi sızlanmalıyım? Sürgüne gülümseyerek gitmeme kimse engel olabilir mi? Efendim beni zincire vurmakla tehdit ediyor: Ne diyorsun sen? Beni zincirlemek mi? Bacaklarımı zincirleyebilirsin – evet, ama irademi değil – hayır, Zeus bile ele geçiremez onu.” (s.367)

“İnsanın içinde bulunduğu duruma karşı tutumu insanoğlunun en can alıcı noktasıdır ve yalnızca ölçülebilir davranışa dayanan insan doğasıyla ilgili olarak varılan sonuçlar bu doğanın çarpıtılmasıdır. Çevrenin, kalıtımın ve şansın insan hayatında büyük rol oynadığı inkâr edilemez. Sınırlayıcı şartlar belirgindir. Sartre terslik katsayısından söz eder. Hepimiz hayatımızı etkileyen doğal tersliklerle karşılaşırız. Örneğin olasılıklar herhangi birimizin bir iş ya da eş bulmasına engel olabilir- fiziksel engeller, yetersiz eğitim, hastalıklar vs.- fakat bu demek değildir ki bizim bu durumda hiç sorumluluğumuz (veya seçimimiz) yok. Engellerimize nasıl baktığımızdan; onlara karşı tutumumuzdan; bir engelin bir bireyi yok etmesini sağlamak için yeterli olacak orijinal terslik katsayısıyla birlikte hareket eden nefret, öfke ve depresyondan sorumluyuz.” (s.368)

“Bir insanın dileme yeterliliği, eğer o kişinin hissetmesine yardım edilirse otomatik olarak kolaylaşır. Eğer bir insanın dilekleri duygularından başka bir şeye dayanıyorsa -örneğin mantıksal düşüncelere ya da ahlaki zorunluluklara- onlar artık dilek değil, gereklilik ve yükümlülüktür ve kişinin benliğiyle iletişimi engellenmiştir.” (s.412)

“Kişi dileği tam olarak deneyimledikten sonra karar veya seçimle karşı karşıya kalır. Karar, dilemek ve eyleme geçmek arasındaki köprüdür. Karar vermek bir davranış biçimine, eylem planına uygun hareket etmek demektir. Eğer ardından hiçbir eylem gelmiyorsa bunun gerçek bir karar değil, kararla flört etmek olduğuna, başarısız bir niyet olduğuna inanıyorum ben. Samuel Beckett’in Godot’yu Beklerken’i yarıda kesilen kararlar abidesidir. Karakterler düşünür, plan yapar, bunu kesinleştirir, fakat karar vermezler. Oyun, şu konuşmayla sona erer.
Vladimir. Gidelim mi?
Estragon: Hadi gidelim.
Kimse kıpırdamaz.” (s.424)

“Her evet için bir hayır olmalıdır. Bir şeye karar vermek her zaman başka bir şeyden vazgeçmek anlamına gelir. Bir terapist kararsız bir hastasına şunları söylemişti, kararlar çok pahalıdır, verdiğiniz kararın bedelini başka her şeyle ödersiniz. Vazgeçmek karara eşlik eder hep. İnsan seçeneklerden, çoğu zaman bir daha ele geçmeyecek seçeneklerden vazgeçmek zorunda kalır. Kararlar acı verir, çünkü olasılıkların sınırlılığını ifade ederler ve insanın olasılıkları ne kadar sınırlıysa insan ölüme o kadar yaklaşır.” (s.428)

“Bazı insanlar yol ayrımlarında oturur, aynı anda ikisine de giremedikleri için iki yola da girmezler, orada yeterince uzun süre otururlarsa yolların sonunda birleşeceği ve böylece her ikisini de seçmenin olası hale geleceği yanılsamasının tadını çıkarırlar. Olgunluk ve cesaretin büyük bir kısmı böylesi feragatlerde bulunabilme yeteneğidir ve bilgeliğin büyük bir kısmı da insanın mümkün olduğunca az şeyden vazgeçmenin yollarını bulma yeteneğidir.” Wheelis (s.429)

“İnsanın, varoluşsal durumunun tam anlamıyla farkında olması, kendini yarattığının farkında olması demektir. İnsanın kendini oluşturduğu gerçeğinin, mutlak bir dış kavramın olmadığının, insanın dünyaya keyfi bir anlam yüklediğinin farkında olmaktır; insanın temel zeminsizliğinin farkında olmasıdır bu.” (s.430)

“Eğer kişi kendini sevmek istiyorsa, kendisinin hayranlık duyacağı şekilde hareket etmelidir.” (s.449)

“Hastanın değişmemesinin nedeni yeterince içgörü kazanmamış olmasıdır. İçgörünün kesin bir tanımının yapılmamasıyla konu biraz daha sorunlu bir hal almıştır. En geniş klinik anlamında içgörü kendini keşfetmek -içe bakmak-  demektir.” (s.455)

“Ölmek en temel düzeyde en yalnız insani deneyimdir.” (s.479)

“İnsan hayatından sorumlu olduğu derecede yalnızdır. Sorumluluk, yaratıcılığı gerektirir; insanın yaratıcılığının farkında olması bir başka yaratıcı ve koruyucu olduğu inancını bırakması anlamına gelir. Derin yalnızlık, kendini yaratma hareketinin yapısında vardır, insan evrenin kozmik kayıtsızlığının farkına varır.” (s.480)

“Tek başınalığının ve ayrılığının, doğa ve toplum güçlerinin karşısındaki çaresizliğinin farkında olmak; tüm bunlar insanın ayrı, parçalanmış varoluşunu dayanılmaz bir hapishaneye çevirir. Ayrılığın yaşanması anksiyete uyandırır; bu gerçekten bütün anksiyetelerin kaynağıdır. Ayrı olmak demek, insani güçlerini kullanma kapasitesi olmaksızın hayat bağının kesilmesi demektir. Bu nedenle ayrı olmak çaresiz olmak, dünyayı -şeyleri ve insanları- etkin bir biçimde kavrayamamak anlamına gelir; benim karşılık verme yeteneğim olmaksızın dünyanın beni istila etmesidir.” Erich Fromm (s.481)

“İnsan kendi ıssız yerlerine düşünce dünya birden bildik olmaktan çıkar. Böyle durumlarda Kurt Reinhardt şunları söyler: Son derece esrarengiz bir şey kişi ile dünyasının bildik nesneleri arasına, onun ve arkadaşlarının arasına, onun ve değerlerinin arasına girer. Kendisinin olarak gördüğü her şey solup gözden kaybolunca tutunabileceği hiçbir şey kalmaz. Tehdit eden şey hiç’tir ve kendisini tek başına ve boşlukta bulur. Ama bu karanlık ve korkunç ızdırap gecesi geçince insan rahat bir soluk alır ve kendi kendine, bunun sonuçta hiçbir şey olduğunu söyler. Hiçliği yaşamıştır.” (s.483)

“Kişilerarası ve varoluşsal yalıtım birbirlerine giden yoldaki istasyonlardır. İnsanın yalıtımla karşılaşması için önce kendini diğerinden ayırması gerekir; insanın yalnızlığı yaşaması için önce yalnız olması gerekir. Ama daha sonra anlatacağım gibi, insanın en sonunda bir başkasına derin ve anlamlı bir biçimde bağlanmasını sağlayan şey yalnızlıkla yüzleşmektir.” (s.487)

“Gelişmeyle güdülenenle eksiklikle güdülenen bireylerin farklı kişilerarası ilişki şekilleri vardır. Gelişmeyle güdülenen birey daha az bağımlıdır, başkalarına daha az minnettardır, başkalarının övgü ve şefkatine daha az muhtaçtır, onur, prestij ve ödül için daha az kaygılıdır. Sürekli kişilerarası gereksinim tatmini istemez ve aslında bazen başkaları tarafından engellendiğini düşünür ve mahremiyeti tercih eder. Sonuç olarak gelişmeyle güdülenen birey başkalarıyla bazı şeyler tedarik eden bir kaynak olarak ilişki kurmaz, onları karmaşık, eşsiz, bütün varlıklar olarak görür. Diğer taraftan eksiklikle güdülenen bireyler başkalarıyla faydalılık bakış açısından ilişki kurar. Diğeri’nin, algılayanın gereksinimleriyle yönleri ya hepten gözden kaçar ya da sinirlendirici veya tehdit edici olarak görülür.” (s.496)

“Buna uygun olarak, Maslow, bu iki tip, motivasyonla uyumlu iki tip sevgi tanımlar: eksiklik ve gelişme. E sevgisi (eksiklik sevgisi), bencil sevgi veya sevgi gereksinimi iken; V sevgisi (diğer insanın varlığını sevmek), gereksinim duymayan ya da bencil olmayan sevgidir. V sevgisinin sahiplenici olmadığını ve gereksinim duymaktan çok hayran olmak olduğunu düşünür; E sevgisine göre daha zengin, daha yüksek ve daha değerli bir öznel deneyimdir. E sevgisi memnun edilebilir, oysa memnun etme kavramı V sevgisine hiç uymaz. V sevgisi içinde en az oranda anksiyete-düşmanlık barındırır (fakat bu, diğeri için anksiyete olabilir tabi ki.) V sevgisi olanlar birbirlerinden daha bağımsızdırlar, daha özerktirler, daha az kıskançtırlar ya da daha az tehdit hissederler, daha az gereksinim duyarlar, daha dürüsttürler, ama aynı zamanda diğerinin kendini gerçekleştirmesine daha fazla yardımcı olur, diğerinin başarılarından daha fazla gurur duyarlar, daha yardımsever, cömert ve destekleyicidirler. Derin anlamıyla V sevgisi, partneri yaratır, sürekli gelişimi güçlendiren kendini kabulü ve sevginin değerliliği duygusunu sağlar.” (s.497)

“Erich Fromm’un başlangıç noktası insanoğlunun en temel kaygısının varoluşsal yalıtım olduğu, ayrılığın farkındalığının bütün anksiyetenin kaynağı olduğu ve bizim en önemli psikolojik görevimizin çağlar boyunca ayrılığın üstesinden gelmek olduğu şeklindedir. Fromm çözüm önerisinde birkaç tarihi çabayı tartışmıştır: yaratıcı etkinlik (sanatçının malzeme ve ürünle birleşmesi), zevk verici durumlar (dini, cinsel, uyuşturucu kökenli) ve grubun adet ve inançlarıyla uyum. Bütün bu çabalar yetersiz kalmıştır: Üretken işte birlik kişilerarası değildir; zevk verici birleşmede başarılan birlik geçicidir; uyumla başarılan birlik yalancı birliktir. Bu nedenle bunlar varoluş problemine kısmi yanıtlar oluşturmaktadırlar. Tam yanıt kişilerarası birlikte, başka bir insanla birleşmede, sevgide yatmaktadır.” (s.497)

“Ama insan diğerini derinden bilmedikçe ona tamamen saygı gösteremez.” (s.499)

“Son zamanlarda meditasyona gösterilen artmış ilgi kısmen yeniliğinden ve insana verdiği hâkimiyet duygusundan kaynaklanır. Gerçekten Batı dünyasındaki bir bireyin yalnızca kendisiyle olması ve zamanı hızla tüketmek yerine yaşaması çok nadirdir. Bir kerede birçok şey yapmak öğretilmiştir bize.” (s.506)

“İnsanoğlunun evrensel çatışması, kişinin bir birey olmak için çabalaması ve fakat birey olmanın korkunç bir yalıtıma karşı katlanmayı da gerektirmesidir. Bu çatışmayla başa çıkmanın en yaygın yolu inkârdır: İnsan birleşme sanrısını oluşturur ve “Yalnız değilim, başkalarının parçasıyım,” anlamına gelecek şeyler iddia eder. Ve böylece kişi ego sınırlarını zayıflatır ve başka bir bireyin veya bireyi aşan bir grubun bir parçası haline gelir.” (s.509)

“Sevgi, Kant Bach’ın söylediği gibi, “ bir soru olmadığı zamanki yanıttır. Kierkegaard der ki: Bilinç seviyesi arttıkça umutsuzluğun yoğunluğu da aynı oranda artar: Bilinçlilik ne kadar çoksa umutsuzluk da o kadar yoğundur.” (s.512)

“Bireyin her ilişkisi bir başka ilişkisini yansıtır: Bence bir insanın bazı kişilerle kötü niyetli, seçtiği başka kişilerle ise otantik, ilgili bir ilişki kurabilmesi çok nadirdir.” (s.525)

“İstediği şeyi almayı başaramıyordu, çünkü ona çok fazla gereksinim duyuyordu.” (s.530)

“Camus şunları söyler: İnsan, acısıyla tek başına kalmayı ve kaçma isteğinin üstesinden nasıl geleceğini öğrendiğinde -ama kağıt üzerinde değil- öğrenecek çok az şey kalmıştır. Benzer şekilde Robert Hobson, “İnsan olmak demek, yalnız olmak demektir, insan olmaya devam etmek yalnızlığımızda dinlenmenin yeni yollarını keşfetmek anlamına gelir”, demiştir. Yalnızlığımızda dinlenmenin yeni yollarını keşfetmek ifadesine bayılıyorum. Terapistin işinin tanımının dikkat çekici bir şekilde ifade edilmesidir bu. Ama aynı zamanda klinik problemin özünü de taşıyor: Psikoterapi hastası, yalnızlığında dinlenmek yerine kıvranmaktadır. Problem öyle görünüyor ki, zenginin daha zengin, yoksulun da daha yoksul hale gelmesidir. Yüzleşip yalıtımlarını keşfedebilenler, diğerleriyle olgun sevgi dolu bir tarzda ilişki kurabiliyorlar; ama ancak diğerleriyle hâlihazırda ilişki kurabilen ve birazcık olgunluğa erişmiş olanlar yalıtıma katlanabiliyorlar. Örneğin Robert Bollendorf, bireyin kendini gerçekleştirme düzeyi ne kadar fazlaysa, on altı saat boyunca tek başına bir yere kapatıldığında yaşadığı yalıtım anksiyetesinin de o kadar az olduğunu göstermiştir.
Otto Will, hasta ergenleri ve genç yetişkinleri tedavi sonucunda edindiği uzun süreli deneyim perspektifine dayanarak, sevgi dolu ve karşılıklı saygının bulunduğu ailelerden gelen bireylerin göreli olarak daha kolay bir şekilde ailelerinden ayrılabildiğini, ayrılığa ve genç yetişkin yalnızlığına daha kolay katlanabildiklerini gözlemlemiştir. Peki ya sıkıntı veren, oldukça çatışmalı ailelerde büyüyenlere ne olmaktadır? İnsan birinin böyle bir aileden ayrılma olanağı karşısında sevinçten havaya zıplayacağını düşünür. Ama tersi gerçekleşmektedir. Aile ne kadar dengesizse çocukların ayrılması o kadar zor olmaktadır; ayrılmak için yeterince donanımlı değillerdir ve yalıtım anksiyetesine karşı korunmak için ailelerine sıkıca sarılırlar.” (s.536)

“Buber’in Ben-Sen ilişkisi hakkındaki yorumunu hatırlayın: “Ben” birisiyle gerçekten ilişkiye girdiğinde değişir, önceki Ben-Sen’deki “Ben”den farklıdır artık. Kendisinin farklı yönlerini deneyimler; yalnızca diğerine değil, kendisine de açılır. Hastanın terapistle olan ilişkisi “geçici” de olsa, içtenlik deneyimi kalıcıdır. Hiçbir zaman yok edilemez, insanın içinde kalıcı bir referans noktası olarak var olmaya devam eder: Kişinin içtenlik potansiyelinin hatırlatıcısıdır bu. İçtenliğin sonucu olarak gerçekleşen benliğin keşfi de kalıcıdır.” (s.544)

“Örneğin C. G. Jung, anlamsızlığın hayatın tamlığını engellediğini ve bu nedenle hastalığa eş değer olduğunu düşünmekteydi. Hayatta anlam yokluğu nevrozların başlangıcında önemli bir rol oynamaktadır. Nevroz, anlamını bulamamış olan ruhun acı çekmesi olarak anlaşılmalıdır.” (s.563)

“Varoluşçu görüş dünyanın rastlantısal olduğunu, yani olan her şeyin başka şekillerde de olabileceği; insanın kendisini, dünyasını ve o dünya içindeki durumunu oluşturduğu; insanların yarattığından başka bir anlamın; evrende mükemmel bir düzenin var olmadığı, yaşam için bir kılavuz bulunmadığı görüşünü ileri sürmektedir. O halde problem en yalın haliyle şöyledir: Anlama gereksinim duyan bir varlık, anlamı olmayan bir evrende, nasıl anlam bulacaktır.” (s.566)

“Bir dal, ağacın anlamını bilmeyi ümit edemez.” Pascal (s.567)

“Anlam bir çok şeyi -belki de her şeyi- dayanılır hale getirir.” Jung (s.578)

“Yaratıcılık. Çoğumuz başkalarına hizmet etmenin ve kendimizi bir davaya adamanın bize bir anlam duygusu kazandırdığını kabul ederiz, aynı şey yaratıcı hayatın anlamlı olduğu konusu için de geçerlidir. Yeni bir şey, insanda güzellik ve ahenk duygusu yaratan bir şey yaratmak anlamsızlık hissine karşı güçlü bir panzehirdir. Yaratım, kendisini doğrular. Ne için sorusuna meydan okur. O, kendi varlığının bahanesidir. Bir şey yaratmak doğrudur ve insanın kendini yaratmaya adaması da doğrudur.” (s.582)

“Yan yana konmuş iki resmi gördüğüm bir psikoloji ders kitabı geldi aklıma. Resimlerden biri çocukluk coşkusu ve masumiyetin getirdiği doğallık ve tazelikle birbirleriyle oynayan çocukları gösteriyordu; diğeri ise, tutacaklara ve direklere asılan New York metrosu yolcularının boş ifadeleri ve alaca gri yüzlerine aitti; iki resmin altında kısa bir yazı vardı: Ne oldu?” (s.587)

“Varoluşsal boşluk -veya bazen ifade ettiği şekliyle varoluşsal hayal kırıklığı- yaygın bir olgudur ve can sıkıntısı, duygusuzluk ve boşluk gibi öznel durumlarla nitelendirilir. Kişi kinik olduğunu hisseder, yön duygusundan yoksundur ve hayattaki etkinliklerinin birçoğunu sorgular. Yoğun bir hafta sona erdiğinde boş ve belirsiz bir hoşnutsuzluk duygusundan yakınır (Pazar nevrozu). Boş zaman, insanın hiçbir şey istemediği gerçeğinin farkına varmasını sağlar.” (s.601)

“İnsan, Erik Erikson’un ileri sürdüğü gibi, tatmin edici bir anlam duygusu geliştirmek için önce benlik değeri ve kişisel kimlik oluşturma problemini çözmelidir. Araştırmalar olumlu hayat anlamının, kişinin amaçları ve değerleri ile ağına düştüğü toplumsal yapının gereksinimleri ve rolleri arasında bir uyuma bağlı olduğunu ileri sürer.” (s.615)

“Tolstoy hayatında kendisini bekleyen kaçınılmaz ölümle tahrip olmayacak herhangi bir anlam olmamasından yakınırken, ölümün, anlamı tahrip ettiğini değil, kendisinin ölümü tahrip edecek bir anlam bulamadığını ifade ediyordu.” (s.622)

“Her şey bir başka şeye hazırlıktır. William Butler Yeats şöyle yakınır: Okuduğum kitapları, duyduğum bilgece sözleri, aileme verdiğim sıkıntıları, sahip olduğum umutları düşününce, tüm yaşam, kendi hayatımın terazisinde tarttığımda asla gerçekleşmeyecek bir şeye hazırlık gibi görünüyor.” (s.628)

“Bir Batı miti, kültürel bir kurgudur, trajiksel bir varoluşsal hayat gerçeği değil. Doğu dünyası hiçbir zaman hayatta bir anlam bulunduğunu ya da hayatın çözülmesi gereken bir problem olduğunu varsaymaz; onun yerine hayatın yaşanması gereken bir gizem olduğunu düşünür. Hintli Bilge Bhaqway Shree şöyle der: Varoluşun bir amacı yoktur. Yalnızca bir yolculuktur. Hayattaki yolculuk o kadar güzel ki kim neden varacağı yeri dert etsin ki?” (s.628)