“Martin Heidegger, 1926 yılında, ölüm fikrinin insanı
nasıl koruyabildiği sorusunu incelemiş ve kendi kişisel ölümümüzün farkında
olmanın, bizi bir varoluş şeklinden daha yüksek olana geçmeye sevk ettiği
şeklindeki önemli kavrayışa varmıştır. Heidegger dünyada iki türlü temel
varoluş şekli bulunduğuna inanmaktadır: (1) var olmayı unutma durumu ya da (2)
var olmayı düşünme durumu.
Bir kişi var olmayı unutma durumunda yaşıyorsa, madde
dünyasında yaşayıp kendisini sıradan hayat oyalamalarına kaptırmıştır: Düzeyi
düşmüştür, boş gevezeliğe kaptırmıştır kendini, onların içinde kaybolmuştur.
Kendini sıradan dünyaya, işlerin gidiş şekliyle ilgili kaygılara teslim
etmiştir.
Diğer durumda, var olmayı düşünen durumda, insan işlerin
gidişine değil, oluşuna hayran olur. Bu tarzda var olmak devamlı olarak var
olmanın farkında olmak demektir.” (s.49)
“Senatör Richard Neuberger kanserden ölmeden kısa bir
süre önce şu değişiklikleri ifade etmişti:
Dönüşü olmayacağını düşündüğüm değişiklikler oldu bende.
Saygınlık, politik başarı, mali durum gibi konular birdenbire önemsiz hale
geldi. Kanser olduğumu fark ettiğim o ilk saatler içinde parlamentodaki yerimi,
banka hesabımı ya da özgür dünyanın kaderini hiç düşünmedim. Karımın
arkadaşlığı, başucu lambamın ışığı altında bir kitap ya da dergi okumak, bir
bardak portakal suyu ya da bir dilim kek için buzdolabını talan etmek. Sanırım
ilk defa gerçekten hayatın tadını çıkarıyorum. Sonunda ölümsüz olmadığımı fark
ettim. Sahte gurur, yapay değerler ve kibirli bakışlarla -en sağlıklı olduğum
zamanlarda bile- kendi adıma yazık ettiğim bütün o anları hatırladığımda
ürperiyorum.” (s.55)
“Ölüm kavramı psikoterapide önemli bir rol oynamaktadır,
çünkü her birimizin hayatında önemli bir rol oynamaktadır. Hayat ve ölüm
birbirine bağımlıdır: Ölümün fizikselliği bizi yok etse de ölüm fikri bizi
kurtarır. Ölümün kabul edilmesi hayata bir keskinlik hissi vermekte, insanların
hayat görüşünde kökten değişiklikler yapmaktadır ve insanı oyalanmalar,
sakinleştiriciler ve önemsiz kaygılarla belirlenen bir yaşam tarzından daha
otantik bir tarza taşıyabilir.” (s.62)
“Ölümü hayal etmek, onun için endişelenmek karmaşık
zihinsel etkinlik gerektirmektedir -planlama ve benliğin geleceğe yansıtılması.
Freud’un determinist şemasında çarpışan ve vektörleri davranışlarımızı
belirleyen bilinçdışı güçler ilkel ve içgüdüseldir. Ruhsal güç hücresinde
geleceğin hayal edilip ondan korkulduğu karmaşık zihinsel etkinlikler için yer
yoktur.” (s.101)
“Bir anne üç yıl dokuz aylık çocuğuyla arasında geçen
konuşmayı şöyle nakleder: Jane hiçbir dini eğitim almadı ve şu ana kadar
tanıdığı hiç kimsenin ölümüyle bağlantılı olarak ölümle karşılaşmadı. Birkaç
gün önce ölümle ilgili sorular sormaya başladı… Konuşma Jane’in insanların da
baharda çiçekler gibi geri gelip gelmediklerini sormasıyla başladı.” (s.127)
“Dokuz yaşındaki bir erkek çocuk, çocuk kalmak için
büyümesinin durmasını istediğini söylemişti, çünkü insan yaşlandıkça, içinde
daha az hayat kalır.” (s.139)
“Hayvan deneylerinden, yavrunun annesinden ayrılırsa
deneysel nevroz geliştireceğini ve strese karşı annesinin yanında bulunanlara
göre daha olumsuz bir şekilde tepki vereceklerini biliyoruz. İnsanlarda anne
figürünün yakında bulunması tanıdık olmayan olaylar karşısında yaşanan
anksiyeteyi azaltmaktadır. O halde annesini kaybeden bir çocuğun, karşılaşacağı
bütün streslere karşı çok daha duyarlı olduğu söylenebilir.” (s.150)
“Josephine Hilgard ve Martha Newman, hayatın erken
dönemlerinde ebeveynlerini kaybetmiş psikiyatri hastalarını incelemiş ve ilginç
bir bulguya erişmişlerdir (ve buna yıldönümü reaksiyonu adını vermişlerdir)
Hastanın psikiyatrik tedavi için hastaneye yatırılma yaşıyla ebeveynin ölüm
yaşı arasındaki korelasyondur bu. Başka bir deyişle, hasta hastaneye
yatırıldığında yaşının ebeveyninin öldüğü zamanki yaşıyla aynı olma olasılığı
şanstan daha fazla bir anlam ifade eder. Örneğin eğer hastanın annesi otuz
yaşında öldüyse, hasta otuz yaşında risk altında bulunmaktadır.” (s.151)
“Narsisizm: Temel anksiyeteyle özel olduğuna dair çok
güçlü bir inançla başa çıkan insan, genellikle kişilerarası ilişkilerde büyük
zorluklarla karşılaşacaktır. Eğer kişisel dokunulmazlığa dair inanca
başkalarının haklarının ve özel oluşlarının kabul edilmeyişi eşlik ederse, ki
çoğu kez böyle olur, bu durumda birey narsisistik kişiliği tamamen geliştirmiş
demektir.” (s.175)
“Birçok klinisyen “başarı nevrozu” üzerine yazılar
yazmıştır -insanların uzun süredir ulaşmak için çabaladıkları önemli bir
başarıyı elde ettiklerinde aşırı mutluluk yerine, çoğu kez başarılı
olmadıklarını onaylayan bir mutsuzluk duydukları ilginç bir durumdur bu. Freud
bu duruma “başarıyla mahvolma” sendromu der. Rank ise bunu “hayat anksiyetesi”
olarak tanımlamaktadır-diğer bir deyişle
hayatla ayrı bir varlık olarak yüzleşme korkusu. Maslow en yüksek
olanaklarımızdan (en düşükleri gibi) kaçtığımızı belirtmekte ve bu olguya
“Yunus Peygamber Kompleksi” demektedir, çünkü Yunus her birimiz gibi kendi
kişisel büyüklüğüne dayanamamış ve kaderinden kaçmaya çalışmıştır.” (s.179)
“Riske girmemek için bir başkasında gömülü kalan kişi
tehlikelerin en büyüğüyle karşı karşıya kalır -kendini kaybetme tehlikesi,
insanın içindeki çok çeşitli potansiyelleri keşfetme veya geliştirme
yetersizliğidir bu.” (s.182)
“Öyle görünüyor ki hastaların öğrenmesi gereken önemli
bir nokta da şu: Terapistler onlara yardımcı olabilseler de, artık herhangi bir
öneride bulunmayacakları bir nokta var. Terapide de, hayatta olduğu gibi,
insanın yalnız çalışmasını ve var olmasını gerektiren kaçınılmaz bir alt katman
bulunmaktadır.” (s.191)
“Suçluluk duygusu geleneksel olarak, gerçek ya da fantezi
şeklinde anneye karşı gelmekten kaynaklanan bir duygu olarak tarif edilir.
Kierkegaard ve daha sonra da Rank ve Tillich bir diğer suçluluk kaynağına
dikkat çekmişlerdir- kişinin kendine
karşı gelişi, kişinin kendisine ayrılan hayatı yaşamadaki
başarısızlığıdır bu. Rank’ın ifadesiyle: Kendimizi çok yoğun ya da çok hızlı
bir şekilde yaşayıp hayatı tüketmekten koruduğumuzda kullanılmamış hayat,
içimizdeki yaşanmamış hayat adına kendimizi suçlu hissederiz.” (s.203)
“Ölüm korkusu, bedenlerimizde yaşanmamış hayatlarla ölmek
korkusudur.” Norman Brown (s.209)
“Konu basit bir şekilde özetlenebilir: Varoluş
ertelenemez. Kanser hastalarının çoğu o anda yaşamlarını gelecekteki bir döneme
ertelememektedirler. İnsanın yalnızca şimdide yaşayabileceğinin farkına
varırlar; aslında insan şimdiyi bırakamaz – o her zaman size yetişir. İnsanın
geriye bakma anında bile, hâlâ oradadır, yaşıyordur. Gelecek değil, şimdiki
zamandır ebedi zamanın kipi.” (s.222)
“Nevrotik kişi geçmişi gelecekte bulmaya çalışarak
yaşadığı anı yok eder.” (s.222)
“Neden, diye sorar Kazancakis, hayat ziyafetini; iyice
doymuş bir konuk olarak terk etmeyelim?” (s.222)
“İnsan, büyük bir boşluktan, ciddi bir hastalıktan, yeni
doğmuş gibi, derisini dökmüş bir şekilde, daha duyarlı ve kötücül, neşe için
daha duyarlı bir damak zevkiyle, bütün iyi şeyler için daha duyarlı bir dille,
daha büyük bir keyifle, tehlikeli bir masumiyetle, daha çocuksu bir şekilde,
ama daha önce hiç olmadığı kadar kurnaz bir şekilde çıkar.” Nietzsche (s.224)
“Eski bir söz vardır: Kendi ışığını taşıyan kişi,
karanlıktan korkmaz.” (s.275)
“Sorumluluğun farkında olmak, kişinin kendi özünü,
kaderini, hayat durumunu, duygularını ve hatta acı çekişini yarattığının
farkında olmaktır. Böyle bir sorumluluğu kabul etmeyen, çektiği sıkıntı için
başkalarını -başka insanları ya da başka güçleri- suçlamaya devam eden hasta
için hiçbir terapi olası değildir.” (s.295)
“Dünya ancak insanoğlunun kurduğu şekliyle bir anlam
kazanır. Sartre’ın deyimiyle “kendisi için.” Dünyada kendisi için’in dışında ya
da ondan bağımsız başka bir anlam yoktur.” (s.297)
“Birey dünyayı çok çeşitli şekillerde oluşturacak kadar
özgür olmadıkça sorumluluk kavramının bir anlamı yoktur. Evren rastlantısaldır;
her bir şey farklı biçimde de yaratılabilirdi. Sartre’ın özgürlük görüşü çok
geniş kapsamlıdır: İnsanoğlu yalnızca özgür değildir, özgürlüğe mahkumdur da.
Ayrıca özgürlük, dünyadan sorumlu olmanın (yani dünyayı anlamla doldurmaktan da
sorumludur) ötesine geçmektedir. İnsan ayrıca kendi hayatından da tamamen
sorumludur; yalnızca eylemlerinden değil, eyleme geçmediği durumlardan da
sorumludur.” (s.298)
“İnsan arzularının ve kararlarının tamamen farkında
olduğunda sorumlulukla yüz yüzedir. Bir sonraki bölümün temel tezi, arzu etme
ve karar vermenin, yaratmanın yapı taşları olduğudur. Sartre’ın sık sık
söylediği gibi, bireyin hayatı kendi seçimleriyle oluşur. İnsan, iradesiyle
kendisini olduğu şey haline getirir.” (s.311)
“Boğazına kadar suya batmış olsa da insanoğlu özgürdür:
İçinde bulunduğu durumla ilgili olarak ne hissedeceğini, hangi tutumu
takınacağını, cesaretli mi donuk mu, kaderci mi becerikli mi olacağını, yoksa
paniğe i kapılacağını seçebilir. Olası psikolojik seçimlerin bir sınırı yoktur.
Hemen hemen iki bin yıl önce Epiktetos şunları söylemiştir: Ölmeliyim.
Hapsedilmeliyim. Sürgüne gitmeliyim. Ama inleyerek mi ölmeliyim? Ben de mi
sızlanmalıyım? Sürgüne gülümseyerek gitmeme kimse engel olabilir mi? Efendim
beni zincire vurmakla tehdit ediyor: Ne diyorsun sen? Beni zincirlemek mi?
Bacaklarımı zincirleyebilirsin – evet, ama irademi değil – hayır, Zeus bile ele
geçiremez onu.” (s.367)
“İnsanın içinde bulunduğu duruma karşı tutumu
insanoğlunun en can alıcı noktasıdır ve yalnızca ölçülebilir davranışa dayanan
insan doğasıyla ilgili olarak varılan sonuçlar bu doğanın çarpıtılmasıdır.
Çevrenin, kalıtımın ve şansın insan hayatında büyük rol oynadığı inkâr
edilemez. Sınırlayıcı şartlar belirgindir. Sartre terslik katsayısından söz
eder. Hepimiz hayatımızı etkileyen doğal tersliklerle karşılaşırız. Örneğin
olasılıklar herhangi birimizin bir iş ya da eş bulmasına engel olabilir-
fiziksel engeller, yetersiz eğitim, hastalıklar vs.- fakat bu demek değildir ki
bizim bu durumda hiç sorumluluğumuz (veya seçimimiz) yok. Engellerimize nasıl
baktığımızdan; onlara karşı tutumumuzdan; bir engelin bir bireyi yok etmesini
sağlamak için yeterli olacak orijinal terslik katsayısıyla birlikte hareket
eden nefret, öfke ve depresyondan sorumluyuz.” (s.368)
“Bir insanın dileme yeterliliği, eğer o kişinin hissetmesine
yardım edilirse otomatik olarak kolaylaşır. Eğer bir insanın dilekleri
duygularından başka bir şeye dayanıyorsa -örneğin mantıksal düşüncelere ya da
ahlaki zorunluluklara- onlar artık dilek değil, gereklilik ve yükümlülüktür ve
kişinin benliğiyle iletişimi engellenmiştir.” (s.412)
“Kişi dileği tam olarak deneyimledikten sonra karar veya
seçimle karşı karşıya kalır. Karar, dilemek ve eyleme geçmek arasındaki
köprüdür. Karar vermek bir davranış biçimine, eylem planına uygun hareket etmek
demektir. Eğer ardından hiçbir eylem gelmiyorsa bunun gerçek bir karar değil,
kararla flört etmek olduğuna, başarısız bir niyet olduğuna inanıyorum ben.
Samuel Beckett’in Godot’yu Beklerken’i yarıda kesilen kararlar abidesidir.
Karakterler düşünür, plan yapar, bunu kesinleştirir, fakat karar vermezler.
Oyun, şu konuşmayla sona erer.
Vladimir. Gidelim mi?
Estragon: Hadi gidelim.
Kimse kıpırdamaz.” (s.424)
“Her evet için bir hayır olmalıdır. Bir şeye karar vermek
her zaman başka bir şeyden vazgeçmek anlamına gelir. Bir terapist kararsız bir
hastasına şunları söylemişti, kararlar çok pahalıdır, verdiğiniz kararın
bedelini başka her şeyle ödersiniz. Vazgeçmek karara eşlik eder hep. İnsan
seçeneklerden, çoğu zaman bir daha ele geçmeyecek seçeneklerden vazgeçmek
zorunda kalır. Kararlar acı verir, çünkü olasılıkların sınırlılığını ifade
ederler ve insanın olasılıkları ne kadar sınırlıysa insan ölüme o kadar yaklaşır.”
(s.428)
“Bazı insanlar yol ayrımlarında oturur, aynı anda ikisine
de giremedikleri için iki yola da girmezler, orada yeterince uzun süre
otururlarsa yolların sonunda birleşeceği ve böylece her ikisini de seçmenin
olası hale geleceği yanılsamasının tadını çıkarırlar. Olgunluk ve cesaretin
büyük bir kısmı böylesi feragatlerde bulunabilme yeteneğidir ve bilgeliğin
büyük bir kısmı da insanın mümkün olduğunca az şeyden vazgeçmenin yollarını
bulma yeteneğidir.” Wheelis (s.429)
“İnsanın, varoluşsal durumunun tam anlamıyla farkında
olması, kendini yarattığının farkında olması demektir. İnsanın kendini
oluşturduğu gerçeğinin, mutlak bir dış kavramın olmadığının, insanın dünyaya
keyfi bir anlam yüklediğinin farkında olmaktır; insanın temel zeminsizliğinin
farkında olmasıdır bu.” (s.430)
“Eğer kişi kendini sevmek istiyorsa, kendisinin hayranlık
duyacağı şekilde hareket etmelidir.” (s.449)
“Hastanın değişmemesinin nedeni yeterince içgörü
kazanmamış olmasıdır. İçgörünün kesin bir tanımının yapılmamasıyla konu biraz
daha sorunlu bir hal almıştır. En geniş klinik anlamında içgörü kendini
keşfetmek -içe bakmak- demektir.”
(s.455)
“Ölmek en temel düzeyde en yalnız insani deneyimdir.”
(s.479)
“İnsan hayatından sorumlu olduğu derecede yalnızdır.
Sorumluluk, yaratıcılığı gerektirir; insanın yaratıcılığının farkında olması
bir başka yaratıcı ve koruyucu olduğu inancını bırakması anlamına gelir. Derin
yalnızlık, kendini yaratma hareketinin yapısında vardır, insan evrenin kozmik
kayıtsızlığının farkına varır.” (s.480)
“Tek başınalığının ve ayrılığının, doğa ve toplum
güçlerinin karşısındaki çaresizliğinin farkında olmak; tüm bunlar insanın ayrı,
parçalanmış varoluşunu dayanılmaz bir hapishaneye çevirir. Ayrılığın yaşanması
anksiyete uyandırır; bu gerçekten bütün anksiyetelerin kaynağıdır. Ayrı olmak
demek, insani güçlerini kullanma kapasitesi olmaksızın hayat bağının kesilmesi
demektir. Bu nedenle ayrı olmak çaresiz olmak, dünyayı -şeyleri ve insanları-
etkin bir biçimde kavrayamamak anlamına gelir; benim karşılık verme yeteneğim
olmaksızın dünyanın beni istila etmesidir.” Erich Fromm (s.481)
“İnsan kendi ıssız yerlerine düşünce dünya birden bildik
olmaktan çıkar. Böyle durumlarda Kurt Reinhardt şunları söyler: Son derece
esrarengiz bir şey kişi ile dünyasının bildik nesneleri arasına, onun ve
arkadaşlarının arasına, onun ve değerlerinin arasına girer. Kendisinin olarak
gördüğü her şey solup gözden kaybolunca tutunabileceği hiçbir şey kalmaz.
Tehdit eden şey hiç’tir ve kendisini tek başına ve boşlukta bulur. Ama bu
karanlık ve korkunç ızdırap gecesi geçince insan rahat bir soluk alır ve kendi
kendine, bunun sonuçta hiçbir şey olduğunu söyler. Hiçliği yaşamıştır.” (s.483)
“Kişilerarası ve varoluşsal yalıtım birbirlerine giden
yoldaki istasyonlardır. İnsanın yalıtımla karşılaşması için önce kendini
diğerinden ayırması gerekir; insanın yalnızlığı yaşaması için önce yalnız
olması gerekir. Ama daha sonra anlatacağım gibi, insanın en sonunda bir
başkasına derin ve anlamlı bir biçimde bağlanmasını sağlayan şey yalnızlıkla
yüzleşmektir.” (s.487)
“Gelişmeyle güdülenenle eksiklikle güdülenen bireylerin
farklı kişilerarası ilişki şekilleri vardır. Gelişmeyle güdülenen birey daha az
bağımlıdır, başkalarına daha az minnettardır, başkalarının övgü ve şefkatine
daha az muhtaçtır, onur, prestij ve ödül için daha az kaygılıdır. Sürekli
kişilerarası gereksinim tatmini istemez ve aslında bazen başkaları tarafından
engellendiğini düşünür ve mahremiyeti tercih eder. Sonuç olarak gelişmeyle
güdülenen birey başkalarıyla bazı şeyler tedarik eden bir kaynak olarak ilişki
kurmaz, onları karmaşık, eşsiz, bütün varlıklar olarak görür. Diğer taraftan
eksiklikle güdülenen bireyler başkalarıyla faydalılık bakış açısından ilişki
kurar. Diğeri’nin, algılayanın gereksinimleriyle yönleri ya hepten gözden kaçar
ya da sinirlendirici veya tehdit edici olarak görülür.” (s.496)
“Buna uygun olarak, Maslow, bu iki tip, motivasyonla
uyumlu iki tip sevgi tanımlar: eksiklik ve gelişme. E sevgisi (eksiklik
sevgisi), bencil sevgi veya sevgi gereksinimi iken; V sevgisi (diğer insanın
varlığını sevmek), gereksinim duymayan ya da bencil olmayan sevgidir. V
sevgisinin sahiplenici olmadığını ve gereksinim duymaktan çok hayran olmak
olduğunu düşünür; E sevgisine göre daha zengin, daha yüksek ve daha değerli bir
öznel deneyimdir. E sevgisi memnun edilebilir, oysa memnun etme kavramı V
sevgisine hiç uymaz. V sevgisi içinde en az oranda anksiyete-düşmanlık
barındırır (fakat bu, diğeri için anksiyete olabilir tabi ki.) V sevgisi
olanlar birbirlerinden daha bağımsızdırlar, daha özerktirler, daha az
kıskançtırlar ya da daha az tehdit hissederler, daha az gereksinim duyarlar,
daha dürüsttürler, ama aynı zamanda diğerinin kendini gerçekleştirmesine daha
fazla yardımcı olur, diğerinin başarılarından daha fazla gurur duyarlar, daha
yardımsever, cömert ve destekleyicidirler. Derin anlamıyla V sevgisi, partneri
yaratır, sürekli gelişimi güçlendiren kendini kabulü ve sevginin değerliliği
duygusunu sağlar.” (s.497)
“Erich Fromm’un başlangıç noktası insanoğlunun en temel
kaygısının varoluşsal yalıtım olduğu, ayrılığın farkındalığının bütün
anksiyetenin kaynağı olduğu ve bizim en önemli psikolojik görevimizin çağlar
boyunca ayrılığın üstesinden gelmek olduğu şeklindedir. Fromm çözüm önerisinde
birkaç tarihi çabayı tartışmıştır: yaratıcı etkinlik (sanatçının malzeme ve
ürünle birleşmesi), zevk verici durumlar (dini, cinsel, uyuşturucu kökenli) ve
grubun adet ve inançlarıyla uyum. Bütün bu çabalar yetersiz kalmıştır: Üretken
işte birlik kişilerarası değildir; zevk verici birleşmede başarılan birlik geçicidir;
uyumla başarılan birlik yalancı birliktir. Bu nedenle bunlar varoluş problemine
kısmi yanıtlar oluşturmaktadırlar. Tam yanıt kişilerarası birlikte, başka bir
insanla birleşmede, sevgide yatmaktadır.” (s.497)
“Ama insan diğerini derinden bilmedikçe ona tamamen saygı
gösteremez.” (s.499)
“Son zamanlarda meditasyona gösterilen artmış ilgi kısmen
yeniliğinden ve insana verdiği hâkimiyet duygusundan kaynaklanır. Gerçekten
Batı dünyasındaki bir bireyin yalnızca kendisiyle olması ve zamanı hızla tüketmek
yerine yaşaması çok nadirdir. Bir kerede birçok şey yapmak öğretilmiştir bize.”
(s.506)
“İnsanoğlunun evrensel çatışması, kişinin bir birey olmak
için çabalaması ve fakat birey olmanın korkunç bir yalıtıma karşı katlanmayı da
gerektirmesidir. Bu çatışmayla başa çıkmanın en yaygın yolu inkârdır: İnsan
birleşme sanrısını oluşturur ve “Yalnız değilim, başkalarının parçasıyım,”
anlamına gelecek şeyler iddia eder. Ve böylece kişi ego sınırlarını zayıflatır
ve başka bir bireyin veya bireyi aşan bir grubun bir parçası haline gelir.”
(s.509)
“Sevgi, Kant Bach’ın söylediği gibi, “ bir soru olmadığı
zamanki yanıttır. Kierkegaard der ki: Bilinç seviyesi arttıkça umutsuzluğun
yoğunluğu da aynı oranda artar: Bilinçlilik ne kadar çoksa umutsuzluk da o
kadar yoğundur.” (s.512)
“Bireyin her ilişkisi bir başka ilişkisini yansıtır:
Bence bir insanın bazı kişilerle kötü niyetli, seçtiği başka kişilerle ise
otantik, ilgili bir ilişki kurabilmesi çok nadirdir.” (s.525)
“İstediği şeyi almayı başaramıyordu, çünkü ona çok fazla
gereksinim duyuyordu.” (s.530)
“Camus şunları söyler: İnsan, acısıyla tek başına kalmayı
ve kaçma isteğinin üstesinden nasıl geleceğini öğrendiğinde -ama kağıt üzerinde
değil- öğrenecek çok az şey kalmıştır. Benzer şekilde Robert Hobson, “İnsan olmak
demek, yalnız olmak demektir, insan olmaya devam etmek yalnızlığımızda
dinlenmenin yeni yollarını keşfetmek anlamına gelir”, demiştir. Yalnızlığımızda
dinlenmenin yeni yollarını keşfetmek ifadesine bayılıyorum. Terapistin işinin
tanımının dikkat çekici bir şekilde ifade edilmesidir bu. Ama aynı zamanda
klinik problemin özünü de taşıyor: Psikoterapi hastası, yalnızlığında dinlenmek
yerine kıvranmaktadır. Problem öyle görünüyor ki, zenginin daha zengin,
yoksulun da daha yoksul hale gelmesidir. Yüzleşip yalıtımlarını
keşfedebilenler, diğerleriyle olgun sevgi dolu bir tarzda ilişki
kurabiliyorlar; ama ancak diğerleriyle hâlihazırda ilişki kurabilen ve birazcık
olgunluğa erişmiş olanlar yalıtıma katlanabiliyorlar. Örneğin Robert
Bollendorf, bireyin kendini gerçekleştirme düzeyi ne kadar fazlaysa, on altı
saat boyunca tek başına bir yere kapatıldığında yaşadığı yalıtım anksiyetesinin
de o kadar az olduğunu göstermiştir.
Otto Will, hasta ergenleri ve genç yetişkinleri tedavi
sonucunda edindiği uzun süreli deneyim perspektifine dayanarak, sevgi dolu ve
karşılıklı saygının bulunduğu ailelerden gelen bireylerin göreli olarak daha
kolay bir şekilde ailelerinden ayrılabildiğini, ayrılığa ve genç yetişkin
yalnızlığına daha kolay katlanabildiklerini gözlemlemiştir. Peki ya sıkıntı
veren, oldukça çatışmalı ailelerde büyüyenlere ne olmaktadır? İnsan birinin
böyle bir aileden ayrılma olanağı karşısında sevinçten havaya zıplayacağını
düşünür. Ama tersi gerçekleşmektedir. Aile ne kadar dengesizse çocukların
ayrılması o kadar zor olmaktadır; ayrılmak için yeterince donanımlı değillerdir
ve yalıtım anksiyetesine karşı korunmak için ailelerine sıkıca sarılırlar.”
(s.536)
“Buber’in Ben-Sen ilişkisi hakkındaki yorumunu
hatırlayın: “Ben” birisiyle gerçekten ilişkiye girdiğinde değişir, önceki
Ben-Sen’deki “Ben”den farklıdır artık. Kendisinin farklı yönlerini deneyimler;
yalnızca diğerine değil, kendisine de açılır. Hastanın terapistle olan ilişkisi
“geçici” de olsa, içtenlik deneyimi kalıcıdır. Hiçbir zaman yok edilemez,
insanın içinde kalıcı bir referans noktası olarak var olmaya devam eder:
Kişinin içtenlik potansiyelinin hatırlatıcısıdır bu. İçtenliğin sonucu olarak
gerçekleşen benliğin keşfi de kalıcıdır.” (s.544)
“Örneğin C. G. Jung, anlamsızlığın hayatın tamlığını
engellediğini ve bu nedenle hastalığa eş değer olduğunu düşünmekteydi. Hayatta anlam
yokluğu nevrozların başlangıcında önemli bir rol oynamaktadır. Nevroz, anlamını
bulamamış olan ruhun acı çekmesi olarak anlaşılmalıdır.” (s.563)
“Varoluşçu görüş dünyanın rastlantısal olduğunu, yani
olan her şeyin başka şekillerde de olabileceği; insanın kendisini, dünyasını ve
o dünya içindeki durumunu oluşturduğu; insanların yarattığından başka bir
anlamın; evrende mükemmel bir düzenin var olmadığı, yaşam için bir kılavuz
bulunmadığı görüşünü ileri sürmektedir. O halde problem en yalın haliyle
şöyledir: Anlama gereksinim duyan bir varlık, anlamı olmayan bir evrende, nasıl
anlam bulacaktır.” (s.566)
“Bir dal, ağacın anlamını bilmeyi ümit edemez.” Pascal (s.567)
“Anlam bir çok şeyi -belki de her şeyi- dayanılır hale
getirir.” Jung (s.578)
“Yaratıcılık. Çoğumuz başkalarına hizmet etmenin ve
kendimizi bir davaya adamanın bize bir anlam duygusu kazandırdığını kabul
ederiz, aynı şey yaratıcı hayatın anlamlı olduğu konusu için de geçerlidir. Yeni
bir şey, insanda güzellik ve ahenk duygusu yaratan bir şey yaratmak anlamsızlık
hissine karşı güçlü bir panzehirdir. Yaratım, kendisini doğrular. Ne için
sorusuna meydan okur. O, kendi varlığının bahanesidir. Bir şey yaratmak
doğrudur ve insanın kendini yaratmaya adaması da doğrudur.” (s.582)
“Yan yana konmuş iki resmi gördüğüm bir psikoloji ders kitabı
geldi aklıma. Resimlerden biri çocukluk coşkusu ve masumiyetin getirdiği
doğallık ve tazelikle birbirleriyle oynayan çocukları gösteriyordu; diğeri ise,
tutacaklara ve direklere asılan New York metrosu yolcularının boş ifadeleri ve
alaca gri yüzlerine aitti; iki resmin altında kısa bir yazı vardı: Ne oldu?”
(s.587)
“Varoluşsal boşluk -veya bazen ifade ettiği şekliyle
varoluşsal hayal kırıklığı- yaygın bir olgudur ve can sıkıntısı, duygusuzluk ve
boşluk gibi öznel durumlarla nitelendirilir. Kişi kinik olduğunu hisseder, yön
duygusundan yoksundur ve hayattaki etkinliklerinin birçoğunu sorgular. Yoğun bir
hafta sona erdiğinde boş ve belirsiz bir hoşnutsuzluk duygusundan yakınır (Pazar
nevrozu). Boş zaman, insanın hiçbir şey istemediği gerçeğinin farkına varmasını
sağlar.” (s.601)
“İnsan, Erik Erikson’un ileri sürdüğü gibi, tatmin edici
bir anlam duygusu geliştirmek için önce benlik değeri ve kişisel kimlik
oluşturma problemini çözmelidir. Araştırmalar olumlu hayat anlamının, kişinin
amaçları ve değerleri ile ağına düştüğü toplumsal yapının gereksinimleri ve
rolleri arasında bir uyuma bağlı olduğunu ileri sürer.” (s.615)
“Tolstoy hayatında kendisini bekleyen kaçınılmaz ölümle
tahrip olmayacak herhangi bir anlam olmamasından yakınırken, ölümün, anlamı
tahrip ettiğini değil, kendisinin ölümü tahrip edecek bir anlam bulamadığını
ifade ediyordu.” (s.622)
“Her şey bir başka şeye hazırlıktır. William Butler Yeats
şöyle yakınır: Okuduğum kitapları, duyduğum bilgece sözleri, aileme verdiğim
sıkıntıları, sahip olduğum umutları düşününce, tüm yaşam, kendi hayatımın
terazisinde tarttığımda asla gerçekleşmeyecek bir şeye hazırlık gibi görünüyor.”
(s.628)
“Bir Batı miti, kültürel bir kurgudur, trajiksel bir
varoluşsal hayat gerçeği değil. Doğu dünyası hiçbir zaman hayatta bir anlam
bulunduğunu ya da hayatın çözülmesi gereken bir problem olduğunu varsaymaz;
onun yerine hayatın yaşanması gereken bir gizem olduğunu düşünür. Hintli Bilge
Bhaqway Shree şöyle der: Varoluşun bir amacı yoktur. Yalnızca bir yolculuktur. Hayattaki
yolculuk o kadar güzel ki kim neden varacağı yeri dert etsin ki?” (s.628)