23 Nis 2020

Javier Marias - Yarınki Yüzün


“Anlatmak hemen her zaman bir armağandır, anlatılan hikâye zehir taşısa ve saçsa bile; aynı zamanda bir bağdır, güven duymaktır; er veya geç ihanete uğramayan güven ise nadirdir; dolanıp düğümlenmeyen, sonunda sıktığı için bıçak ya da jiletle kesilmesi gerekmeyen bağ da nadirdir.” (s.11)

“Hayatla filmler arasındaki benzerlik, söylendiği gibi herhangi birinin ötekini taklit etmesinden kaynaklanmaz; sonsuz hayallerimizin aynı zamanda hayata ait olmasından, hayatı genişletip karmaşıklaştırmasından, onu daha açıklanabilir olmasa bile hem daha bulanık hem de daha kabullenilir kılmasından kaynaklanır. Gerçeği hayalden, hatta arzuyu tatminden, kurguyu olgudan ayıran çizgi pek incedir, çünkü aslında hayaller gerçektir, arzu tatminidir, kurgu da olgudur.” (s.21)

“Ben zihinden geçen her şeyden, hatta zihnin henüz bilmediği şeylerden korkmayı öğrendim; çünkü hemen her zaman, zihne ulaşmadan, zihinden geçmeden önce her şeyin zaten oralarda bir yerde olduğunu gördüm. Bu yüzden de yalnızca düşünülen fikirden değil, düşünceden önce gelen, ondan daha eski olan şeyden de korkmayı öğrendim. Çünkü kendi kendimin ıstırabı ve ateşiyim ben.” (s.21)

“Hayatta kaybettiklerimizin yerine başkalarını koyuşumuz, boşlukları doldurmak için gayret edişimiz, kadronun küçülmesini asla kabullenemeyişimiz, o kadro olmadan hayata katlanamayışımız, hatta neredeyse hayatta kalamayışımız, bir yandan da herkesi, dolayısıyla bizi de kapsayan bu evrensel ve sürekli ikame mekanizmasını ya da hareketini anladığımız ve ona katıldığımız, kötü taklitler olmayı kabullendiğimiz ve giderek kötü taklitlerle çevrili halde yaşadığımız için, vekâleten atandığımız boşlukları doldurmaya hazır oluşumuz korkunçtur.” (s.24)

“Ve insan aptal gibi sadakatle bekleneceğine inanır, özünde değilse de simgesel olarak, sanki simgeleri silip süpürmek fiilen cereyan etmiş olayları silip süpürmekten çok daha kolay değilmiş gibi, üstelik de olaylar fazla çaba göstermeden, sırf kararlılık gösterip anıları dizginleyerek bastırıldığı ve silindiği halde.” (s.31)

“Onun zamanı bizi içine almadan ilerliyor, bense kendi zamanımı nasıl kullanacağımı pek bilemiyorum; benim zamanım da aynı şekilde beni içine almadan ilerliyor, belki de ben henüz ona binmeyi öğrenemedim, belki hiç yakalayamayacağım onu ve hep zamanımın peşi sıra ilerleyeceğim.” (s.32)

“Bizim yerimizi kimin alacağını kim bilebilir, sadece her zaman birinin yerimizi alacağını biliriz; her durumda, her koşulda, ne yaparsak yapalım, aşkta, dostlukta, işte, nüfuzda, hâkimiyette, hatta sonunda bizden bıkan nefrette; yaşadığımız evlerde, bize razı olan kentlerde, bizi ikna eden ya da kulağımıza gülen, mırıldanarak onaylayan, sabırla dinleyen telefonlarda, oyunda ve işte, dükkânlarda ve bürolarda, yalnızca bize ait olduğunu zannettiğimiz çocukluk dünyasında ve onca kokuşmuşluğu görmekten bitkin düşmüş sokaklarda, restoranlarda, gezinti yollarında, koltuklarımızda ve çarşaflarımızda, üstlerinde hiçbir koku, hiçbir iz kalmayıncaya, yırtılıp bez olarak kullanılıncaya kadar; öpücüklerimizde de yerimizi başkası alır, öpüşürken gözler kapatılır, anılarda, düşüncelerde, hayallerde ve her yerde yerimiz doldurulur; omuzların üzerine yağan kardan ibaretim, kaygan ve yumuşak, kar daima diner.” (s.33)

“Kendim gibi olacağım, artık daha çok kendim gibi olacağım diyorum, kendi kendime. Yalnız yaşarken, yalnız var olurken; ara sıra bir yönleriyle bana benzeyen insanlar görüyorum, kimseyle birlikte yaşayamayan, olsa olsa misafir kabul eden kişiler.” (s.34)

“Genelde olayların nasıl sonuçlandığını, nasıl geliştiğini, bizi neyin beklediğini, neye doğru yöneldiğini, sonunun ne olacağını biliriz; her şey karşımızdadır, aslında dürüst anlatılarda olduğu kadar ilişkilerde de her şeyi daha en baştan görmek mümkündür, bakmaya cesaret etmek yeter; tek bir an, gelecek yılların, neredeyse bütün hayat hikâyemizin tohumunu içinde barındırır.” (s.36)

“İleriye dair çok şeyi haber veren bir ses tonu işitiriz, aslında birinin dilini tuttuğunu da işitiriz, iş işten geçtikten sonra; ensemizdeki bir bakışın mizacını ya da eğilimini hissederiz, görünmediğini, korunduğunu, güvende olduğunu bilen, çoğunlukla istemsiz bir bakışın; yumuşak başlılığı ya da sabırsızlığı fark ederiz, hiçbir zaman tam olarak gizlenmeyen gizli niyetleri veya bilinçdışı niyetleri algılarız, onları bilincinde saklayacak olan kişi bilincine varmadan önce; bazen bir kişiyi daha o kişi kendini öngörmezken öngörürüz ve henüz planlanmamış ihaneti, henüz hissedilmemiş küçümsemeyi tahmin ederiz; karşımızdakine hissettirdiğimiz sıkıntıyı da sezeriz, bıkkınlığı da, tiksintiyi de, bazen tam tersini de, ki bu da her zaman daha iyi değildir: bize beslenen kayıtsız şartsız bağlılığı, aşırı beklentiyi, teslimiyeti, karşımızdakinin hoşa gitme, bizim için vazgeçilmez olma ve daha sonra yerimizi alıp biz kimsek o olma hevesini; sahiplenme kaygısını, yarattığımız yanılgıyı, birinin yanımızda olma, olmaya devam etme, bizi fethetme kararlılığını ve mantıksız, saçma sadakatini; ne zaman heyecan olduğunu, ne zaman sadece yaltaklanma, ne zaman ikisinin karışımı olduğunu (hiçbir şey katışıksız değildir çünkü) fark ederiz; kimin sağlam pabuç olmadığını, kimin hırslı, kimin ilkesiz olduğunu, kimin bizi ezip geçeceğini, cesedimizi çiğneyeceğini, kimin naif olduğunu biliriz ve bu sonuncularla karşılaştığımızda başlarına gelecekleri, değişmedikleri, yozlaşmadıkları taktirde onları bekleyen kaderi, değiştikleri taktirde de ne olacağını, yani bizim kurbanımız olup olmayacaklarını biliriz.” (s.37)

“Bir işin ne zaman çetrefilleşip çıkmaza girdiğini ya da yüz seksen derecelik bir dönüşle tersyüz olduğunu, her şeyin berbat olduğunu fark ederiz, hangi anda artık eskisi gibi sevmediğimizi ya da sevilmediğimizi, kimin bizimle yatıp kimin yatmayacağını, bir dostun kendi kıskançlığını ne zaman keşfettiğini, daha doğrusu ona teslim olmaya karar verip bundan böyle sadece kıskançlığının gösterdiği yoldan gitmeye razı olduğunu, ne zaman hınçlandığını, hıncını etrafa yaydığını algılarız; hangi yanımızın başkalarını çileden çıkardığını, öfkelendirdiğini, mahvımıza sebep olduğunu, neyi söylememiz gerekip de söylemediğimizi, neyi söylemememiz gerekip de söylediğimizi biliriz; neden ötürü günün birinde bize başka gözle-şüpheyle ya da kötü gözle: kötü niyetle- bakıldığını anlarız; ne zaman hayal kırıklığı yaşattığımızı, ne zaman henüz hayal kırıklığı yaşatmadığımız ve kovulmak için beklenen mazereti sunmadığımızı biliriz; hangi ayrıntının tahammülü zorlayacağını, temelli dayanılmaz olduğumuzu işaret edeceğini biliriz; kimin bizi ölünceye kadar, sonsuza kadar, bazen bize rağmen, bizim ya da kendisinin ya da ikimizin ölümünden sonra bile… bazen istemediğimiz halde seveceğini de biliriz. Ama kimse hiçbir şeyi görmek istemez ve bu yüzden hiçbirimiz gözümüzün önündeki şeyi, bizi bekleyen, er veya geç başımıza gelecek şeyi neredeyse hiçbir zaman görmeyiz; bize pişmanlık, uyumsuzluk, zehir ve yakınmadan başka şey vermeyecek biriyle ya da bizim bunları vereceğimiz biriyle bile bile sohbete, dostluğa girişiriz, daha ilk anda anlasak da, açıkça belli edilse de. Olayların olduklarından ve göründüklerinden farklı olmasına çalışırız, başından beri peki hoşumuza gitmeyen kişi hoşumuza gitsin diye, belirgin bir güvensizlik duyduğumuz kişiye güvenebilmek için mantıksızca didiniriz; sanki sık sık bildiklerimize aykırı hareket ederiz, çünkü çoğu kez bunun içgüdüden, izlenimden, önseziden ziyade bilgi olduğunu hissederiz; bütün bunların malum olmayla hiç ilgisi yoktur, doğaüstü ya da esrarengiz bir yanı yoktur, esrarengiz olan bilgimize kulak vermeyişimizdir. Bunca insanın paylaştığı bir şeyin basit bir açıklaması olması gerekir; sadece bilir ve bundan nefret ederiz; görmeye tahammülümüz yoktur; bilgiden, kesinlikten, kani olmaktan nefret ederiz ve kimse kendi ıstırabına, ateşine düşmek istemez.” (s.38)

“Bende uyandırdıkları his tembellik ve kıdemlilik, eski sevgililer gibi – kelime kelime çevrildiğinde eski alev anlamına gelen old flame tabirini kullanmıştım. Hâlâ görüşen ama birbirini ezbere bilen ve birbirlerine tahammül edip birazcık özlem duymakla birlikte birbirlerinden çok çabuk sıkılan ve aslında her biri diğerini kendi geçmişinin temsilcisi olarak gören iki kişi.” (s.81)

“Sonunda her şey kopar. Veya kopmaz da esneyip uzar, içten içe kanıksanır, dış görünüşte sakinleşir ve gevşer ya da aynı zamanda saklanır ve sessizce, gizliden gizliye çürür, gömülmüş gibi. Artık hiçbir şeyin geçerliliği kalmadığı halde iki kişi birlikteliğini sürdürür.” (s.85)

“Uzun sayılabilecek her ömrün sonunda, istediği kadar tekdüze, anlamsız, olaysız ve sıradan geçsin, mutlaka fazlasıyla anı, çelişki, vazgeçiş, ihmal ve değişiklik olacaktır; çok fazla geri adım atılmış, çok fazla bayrak indirilmiş, ayrıca fazlasıyla sadakatsizlik yaşanmış olacaktır, buna hiç kuşku yok. Bütün bunları bir düzene sokmak ise, kendi kendine anlatmak için bile olsa kolay değildir. Aşırı birikim. Üst üste yığılmış ama aynı zamanda da dağınık – çok fazla muğlak malzeme olacaktır, bir anlatıya, sadece düşüncedeki bir anlatıya bile bu kadar malzeme fazladır.” (s.90)

“Biliyorsun kadınlar genç olmadıklarını düşündükleri zaman yaşlanırlar, başlangıçta yaştan ziyade düşünceleri yaşlandırır kadınları.” (s.94)

“Geçmişte var olan hiçbir şey tamamen silinmez; ova ova temizlenen kan lekesiyle çeperi bile; hiç kuşkusuz bir süre sonra ahşabı inceleyen bir mikroskobik bir iz bulabilir, hafızamızın derinliklerinde de -nadiren ziyaret edilen derinliklerinde- elinde büyüteci yada mikroskobuyla incelemeyi bekleyen biri vardır (bu yüzden unutuşun tek gözü daima kördür). Daha da beteri, bazen incelemek üzere bekleyen bu kişi, başkalarının bizim ulaşamadığımız hafızasındadır. Hatırlayacak mı, farkına varacak mı diye merak ederiz korkarak. Hatırlıyor mudur, unutmuş mudur?” (s.129)

“Bana bakışından anlarım, ama belki tam da bu yüzden anlayamam, beni bakışıyla yanıltmaya çalışacağı için. Benim kendi hafızamda bile  bana ait olan ve olmayan çok şey var. Kim bilebilirdi, kim bilir, kimse bilmez.” (s.129)

“Bunca ihanetin gerçekleşmesi ya da başarıyla gerçekleşmesi, yani gerçekleşmeden önce şüphelenilip fark edilmemesi nasıl mümkün olmuştu? Güvenmeye böylesine eğimli olmamız ne kadar garip! Belki de güvenmeye değil, görmek, öğrenmek istememeye, iyimserliğe, hoşgörüyle aldanmaya eğilimliyizdir, belki de gururumuz yüzünden benzerlerimizin başına gelen, öteden beri gelmiş olan şeyin bizim başımıza gelmeyeceğine inanırız; başkalarına sadakatsizlik etmiş kişilerin, sanki biz diğerlerinden farklıymışız gibi bize saygı göstereceğine inanırız; aynı gurur, hiçbir nedeni olmadığı halde, bizden önce yaşamış olanların maruz kaldığı aksiliklerin, hatta çağdaşlarımızın uğradığı hayal kırıklıklarının bizim başımıza gelmeyeceğini düşündürür bize; herhalde bütün bunların “ben” olmayanların, şu anda da, gelecekte de, geçmişte de “ben” olmayanların başına gelebileceğine inanırız. Sanıyorum günün birinde kuralların, akışın, geleneğin ve tarihin tersine döneceğine ve bunun bize nasip olacağına dair itiraf etmediğimiz bir umut besleriz. Muhtemelen daima seçilmişler arasında olmayı umarız. Aksi taktirde kısa da olsa uzun da olsa bize boyun eğdiren bütün bir hayatı yaşamaya pek hazır olmazdık.” (s.135)

“Sonunda bizi mahvedecek olan ve gerçekten de mahveden kişinin bizi mahvedeceği uzun vadede nasıl anlaşılmaz? Komplosu, entrikası, çevirdiği dolap nasıl sezilmez, tahmin edilmez; nefretinin kokusu nasıl alınmaz, sefilliği nasıl solunmaz; telaşsız gözetlemesi, ağır, gevşek bekleyişi ve bundan dolayı kim bilir kaç yıl boyunca bastırmak zorunda kaldığı sabırsızlığı nasıl fark edilmez? Senin yarınki yüzünü, gösterdiğin yüzünün ya da taktığın maskenin ardında var olan ya da biçimlenen ve ancak benim beklemediğim bir anda göstereceğin yüzünü bugün nasıl tanımam?” (s.140)

“Uyuklarken bir gözünü açık tut, diye alıntı yaptım içimden. Çünkü aslında istesek -kendimizi aldatmamayı istesek- kendimizi aldatmamız imkansız olurdu, beyhude bir çaba, boşa emek olurdu. Ama eğilimimiz bu yönde değildir. Bunu istemek eğiliminde değilizdir: Koruma, önleme ve tetikte olma canımızı sıkar; kalkanımızı uzaklara fırlatıp atmak ve mızrağımızı gururla havaya kaldırıp hafifleyerek yürümek hepimizin hoşuna gider.” (s.141)

“Senin olaylara takılıp kalma eğilimin var Jacobo, bazı şeylerden kolay kolay sıyrılamıyorsun, bir defteri kapatmayı her zaman bilemiyorsun. Ama her şeyden çok, kendini hala çok genç hissettiğinin bir göstergesi bu. Hâlâ sonsuz vaktin olduğunu, zamanını boşa harcayabileceğini zannediyorsun.” (s.154)

“İnsan herhangi birinin güvenini kazanıp kazanmadığını asla tam olarak bilemez, kaybettiğini ise hiç bilemez.” (s.161)

“Yakında onlarla, dışlanmışlarla ya da ölülerle birlikte olacağımızı fark etmeyiz bile; o zaman… o zaman en merhametli ve keskin hükümlerimiz bile boş ve naif olarak damgalanacaktır; seninle ilgili olarak, bunu niye yaptı diyeceklerdir; onca sıkıntı, onca çarpıntı niyeydi; benimle ilgili olarak da niçin konuştu ya da sustu, niçin onca zaman sadakatle bekledi; o baş dönmesi, onca şüphe ve o işkence niyeydi, niye o adımları attı ve o kadar çok adım attı. Ve ikimiz hakkında da: Niye çatıştılar, niye onca çaba gösterdiler, bakmak ve sakin olmak yerine niye savaştılar, niye görüşmeyi ya da görüşmeye devam etmeyi beceremediler, onca rüya ve o sıyrık, benim acım, benim sözüm, senin ateşin ve onca şüphe, onca işkence niyeydi?” (s.163)

“Söylediklerimizi duyduklarımızdan çok daha fazla, yazdıklarımızı okuduklarımızdan çok daha fazla, gönderdiklerimizi bize ulaşanlardan çok daha fazla unuturuz, bu yüzden yol açtığımız kırgınlıkları pek hesaba katmaz, buna karşılık kendi kırgınlıklarımızı önemseriz, dolayısıyla hemen herkes birilerine karşı hınç besler.” (s.175)

“Bizim bilmediğimiz gizli bir düzen ve bilinçli şekilde dahil olmak istediğimiz bir olay örgüsü olduğunu düşünme eğilimindeyizdir; bu örgünün bizim içinde yer aldığımız ya da öyle görünen tek bir olayını gördüğümüzde, zayıf çarkında bir an döndüğümüzü hissettiğimizde, o görür gibi olduğumuz, kısmi, sezilen -hayal edilen- örgüden artık kendimizi bir daha asla ayrı düşünemez olabiliriz rahatlıkla. Anlam aramaktan ya da bir anlam olduğunu zannetmekten daha kötü bir şey yoktur.” (s.193)

“Evet, insanlar tek yönlü değildir Jacobo, baban da haklı. Hiç kimse temelli şöyle ya da böyle değildir; bir sevdiğimizin beklenmedik, ürkütücü bir yönünün ansızın ortaya çıktığını hepimiz görmüşüzdür (böyle durumlarda dünya başımıza yıkılır); daima tetikte olmak, hiçbir şeye asla kesin gözüyle bakmamak gerekir; daha doğrusu her şeye, çünkü bazı şeyler gerçekten de geri dönüşsüzdür. Buna rağmen, hem başkalarında hem de kendimizde ta başından beri adını koyduklarımızdan çok daha fazla şey gördüğümüz de doğrudur. Daha önce de dediğim gibi, en büyük sorun genellikle görmeyi istemeyişimiz, görmeye cesaret edemeyişimizdir. Neredeyse hiç kimse gerçekten bakmaya cesaret edemez, hele gele gerçekten gördüklerini kendine itiraf etmeye ya da söylemeye hiç cesaret edemez, çünkü o yanılmaz bakışla, bütün katmanları aşmakla asla yetinmeyen, sonuncu katmandan sonra hâlâ ısrar eden en derin bakışla seyredilenler ya da şöyle bir görülenler çoğunlukla hoş şeyler değildir. Genellikle böyledir, hem başkalarıyla hem de kendimizle ilgili olarak; çoğu insan biraz olsun güven ve sükunetle yaşamaya devam edebilmek için kendini kandırmaya ve biraz iyimser olmaya ihtiyaç duyar; ben bunu anlamakla kalmıyorum, ayrıca uzun hayatım boyunca huzurun ve güvenin müthiş eksikliğini de çektim; bilerek, beklemeyerek yaşamak tatsızdır, zordur.” (s.326)

“İnsanlar ihtimallerini damarlarında taşırlar; o ihtimalleri gerçekleştirmeleri sadece zaman, dürtü ve koşullara bağlıdır.” (s.326)