“Anlatmak hemen her zaman bir armağandır, anlatılan
hikâye zehir taşısa ve saçsa bile; aynı zamanda bir bağdır, güven duymaktır; er
veya geç ihanete uğramayan güven ise nadirdir; dolanıp düğümlenmeyen, sonunda
sıktığı için bıçak ya da jiletle kesilmesi gerekmeyen bağ da nadirdir.” (s.11)
“Hayatla filmler arasındaki benzerlik, söylendiği gibi
herhangi birinin ötekini taklit etmesinden kaynaklanmaz; sonsuz hayallerimizin
aynı zamanda hayata ait olmasından, hayatı genişletip karmaşıklaştırmasından,
onu daha açıklanabilir olmasa bile hem daha bulanık hem de daha kabullenilir
kılmasından kaynaklanır. Gerçeği hayalden, hatta arzuyu tatminden, kurguyu
olgudan ayıran çizgi pek incedir, çünkü aslında hayaller gerçektir, arzu
tatminidir, kurgu da olgudur.” (s.21)
“Ben zihinden geçen her şeyden, hatta zihnin henüz
bilmediği şeylerden korkmayı öğrendim; çünkü hemen her zaman, zihne ulaşmadan,
zihinden geçmeden önce her şeyin zaten oralarda bir yerde olduğunu gördüm. Bu
yüzden de yalnızca düşünülen fikirden değil, düşünceden önce gelen, ondan daha
eski olan şeyden de korkmayı öğrendim. Çünkü kendi kendimin ıstırabı ve
ateşiyim ben.” (s.21)
“Hayatta kaybettiklerimizin yerine başkalarını koyuşumuz,
boşlukları doldurmak için gayret edişimiz, kadronun küçülmesini asla
kabullenemeyişimiz, o kadro olmadan hayata katlanamayışımız, hatta neredeyse
hayatta kalamayışımız, bir yandan da herkesi, dolayısıyla bizi de kapsayan bu
evrensel ve sürekli ikame mekanizmasını ya da hareketini anladığımız ve ona
katıldığımız, kötü taklitler olmayı kabullendiğimiz ve giderek kötü taklitlerle
çevrili halde yaşadığımız için, vekâleten atandığımız boşlukları doldurmaya
hazır oluşumuz korkunçtur.” (s.24)
“Ve insan aptal gibi sadakatle bekleneceğine inanır,
özünde değilse de simgesel olarak, sanki simgeleri silip süpürmek fiilen
cereyan etmiş olayları silip süpürmekten çok daha kolay değilmiş gibi, üstelik
de olaylar fazla çaba göstermeden, sırf kararlılık gösterip anıları
dizginleyerek bastırıldığı ve silindiği halde.” (s.31)
“Onun zamanı bizi içine almadan ilerliyor, bense kendi
zamanımı nasıl kullanacağımı pek bilemiyorum; benim zamanım da aynı şekilde
beni içine almadan ilerliyor, belki de ben henüz ona binmeyi öğrenemedim, belki
hiç yakalayamayacağım onu ve hep zamanımın peşi sıra ilerleyeceğim.” (s.32)
“Bizim yerimizi kimin alacağını kim bilebilir, sadece her
zaman birinin yerimizi alacağını biliriz; her durumda, her koşulda, ne yaparsak
yapalım, aşkta, dostlukta, işte, nüfuzda, hâkimiyette, hatta sonunda bizden
bıkan nefrette; yaşadığımız evlerde, bize razı olan kentlerde, bizi ikna eden
ya da kulağımıza gülen, mırıldanarak onaylayan, sabırla dinleyen telefonlarda,
oyunda ve işte, dükkânlarda ve bürolarda, yalnızca bize ait olduğunu
zannettiğimiz çocukluk dünyasında ve onca kokuşmuşluğu görmekten bitkin düşmüş
sokaklarda, restoranlarda, gezinti yollarında, koltuklarımızda ve
çarşaflarımızda, üstlerinde hiçbir koku, hiçbir iz kalmayıncaya, yırtılıp bez
olarak kullanılıncaya kadar; öpücüklerimizde de yerimizi başkası alır, öpüşürken
gözler kapatılır, anılarda, düşüncelerde, hayallerde ve her yerde yerimiz
doldurulur; omuzların üzerine yağan kardan ibaretim, kaygan ve yumuşak, kar
daima diner.” (s.33)
“Kendim gibi olacağım, artık daha çok kendim gibi
olacağım diyorum, kendi kendime. Yalnız yaşarken, yalnız var olurken; ara sıra
bir yönleriyle bana benzeyen insanlar görüyorum, kimseyle birlikte yaşayamayan,
olsa olsa misafir kabul eden kişiler.” (s.34)
“Genelde olayların nasıl sonuçlandığını, nasıl
geliştiğini, bizi neyin beklediğini, neye doğru yöneldiğini, sonunun ne
olacağını biliriz; her şey karşımızdadır, aslında dürüst anlatılarda olduğu
kadar ilişkilerde de her şeyi daha en baştan görmek mümkündür, bakmaya cesaret
etmek yeter; tek bir an, gelecek yılların, neredeyse bütün hayat hikâyemizin
tohumunu içinde barındırır.” (s.36)
“İleriye dair çok şeyi haber veren bir ses tonu işitiriz,
aslında birinin dilini tuttuğunu da işitiriz, iş işten geçtikten sonra;
ensemizdeki bir bakışın mizacını ya da eğilimini hissederiz, görünmediğini, korunduğunu,
güvende olduğunu bilen, çoğunlukla istemsiz bir bakışın; yumuşak başlılığı ya
da sabırsızlığı fark ederiz, hiçbir zaman tam olarak gizlenmeyen gizli
niyetleri veya bilinçdışı niyetleri algılarız, onları bilincinde saklayacak
olan kişi bilincine varmadan önce; bazen bir kişiyi daha o kişi kendini
öngörmezken öngörürüz ve henüz planlanmamış ihaneti, henüz hissedilmemiş
küçümsemeyi tahmin ederiz; karşımızdakine hissettirdiğimiz sıkıntıyı da
sezeriz, bıkkınlığı da, tiksintiyi de, bazen tam tersini de, ki bu da her zaman
daha iyi değildir: bize beslenen kayıtsız şartsız bağlılığı, aşırı beklentiyi,
teslimiyeti, karşımızdakinin hoşa gitme, bizim için vazgeçilmez olma ve daha
sonra yerimizi alıp biz kimsek o olma hevesini; sahiplenme kaygısını, yarattığımız
yanılgıyı, birinin yanımızda olma, olmaya devam etme, bizi fethetme
kararlılığını ve mantıksız, saçma sadakatini; ne zaman heyecan olduğunu, ne
zaman sadece yaltaklanma, ne zaman ikisinin karışımı olduğunu (hiçbir şey
katışıksız değildir çünkü) fark ederiz; kimin sağlam pabuç olmadığını, kimin
hırslı, kimin ilkesiz olduğunu, kimin bizi ezip geçeceğini, cesedimizi
çiğneyeceğini, kimin naif olduğunu biliriz ve bu sonuncularla karşılaştığımızda
başlarına gelecekleri, değişmedikleri, yozlaşmadıkları taktirde onları bekleyen
kaderi, değiştikleri taktirde de ne olacağını, yani bizim kurbanımız olup
olmayacaklarını biliriz.” (s.37)
“Bir işin ne zaman çetrefilleşip çıkmaza girdiğini ya da
yüz seksen derecelik bir dönüşle tersyüz olduğunu, her şeyin berbat olduğunu
fark ederiz, hangi anda artık eskisi gibi sevmediğimizi ya da sevilmediğimizi,
kimin bizimle yatıp kimin yatmayacağını, bir dostun kendi kıskançlığını ne
zaman keşfettiğini, daha doğrusu ona teslim olmaya karar verip bundan böyle
sadece kıskançlığının gösterdiği yoldan gitmeye razı olduğunu, ne zaman
hınçlandığını, hıncını etrafa yaydığını algılarız; hangi yanımızın başkalarını
çileden çıkardığını, öfkelendirdiğini, mahvımıza sebep olduğunu, neyi
söylememiz gerekip de söylemediğimizi, neyi söylemememiz gerekip de
söylediğimizi biliriz; neden ötürü günün birinde bize başka gözle-şüpheyle ya
da kötü gözle: kötü niyetle- bakıldığını anlarız; ne zaman hayal kırıklığı
yaşattığımızı, ne zaman henüz hayal kırıklığı yaşatmadığımız ve kovulmak için
beklenen mazereti sunmadığımızı biliriz; hangi ayrıntının tahammülü
zorlayacağını, temelli dayanılmaz olduğumuzu işaret edeceğini biliriz; kimin
bizi ölünceye kadar, sonsuza kadar, bazen bize rağmen, bizim ya da kendisinin
ya da ikimizin ölümünden sonra bile… bazen istemediğimiz halde seveceğini de
biliriz. Ama kimse hiçbir şeyi görmek istemez ve bu yüzden hiçbirimiz gözümüzün
önündeki şeyi, bizi bekleyen, er veya geç başımıza gelecek şeyi neredeyse
hiçbir zaman görmeyiz; bize pişmanlık, uyumsuzluk, zehir ve yakınmadan başka
şey vermeyecek biriyle ya da bizim bunları vereceğimiz biriyle bile bile
sohbete, dostluğa girişiriz, daha ilk anda anlasak da, açıkça belli edilse de.
Olayların olduklarından ve göründüklerinden farklı olmasına çalışırız, başından
beri peki hoşumuza gitmeyen kişi hoşumuza gitsin diye, belirgin bir güvensizlik
duyduğumuz kişiye güvenebilmek için mantıksızca didiniriz; sanki sık sık
bildiklerimize aykırı hareket ederiz, çünkü çoğu kez bunun içgüdüden,
izlenimden, önseziden ziyade bilgi olduğunu hissederiz; bütün bunların malum
olmayla hiç ilgisi yoktur, doğaüstü ya da esrarengiz bir yanı yoktur,
esrarengiz olan bilgimize kulak vermeyişimizdir. Bunca insanın paylaştığı bir
şeyin basit bir açıklaması olması gerekir; sadece bilir ve bundan nefret
ederiz; görmeye tahammülümüz yoktur; bilgiden, kesinlikten, kani olmaktan
nefret ederiz ve kimse kendi ıstırabına, ateşine düşmek istemez.” (s.38)
“Bende uyandırdıkları his tembellik ve kıdemlilik, eski
sevgililer gibi – kelime kelime çevrildiğinde eski alev anlamına gelen old
flame tabirini kullanmıştım. Hâlâ görüşen ama birbirini ezbere bilen ve
birbirlerine tahammül edip birazcık özlem duymakla birlikte birbirlerinden çok
çabuk sıkılan ve aslında her biri diğerini kendi geçmişinin temsilcisi olarak
gören iki kişi.” (s.81)
“Sonunda her şey kopar. Veya kopmaz da esneyip uzar,
içten içe kanıksanır, dış görünüşte sakinleşir ve gevşer ya da aynı zamanda
saklanır ve sessizce, gizliden gizliye çürür, gömülmüş gibi. Artık hiçbir şeyin
geçerliliği kalmadığı halde iki kişi birlikteliğini sürdürür.” (s.85)
“Uzun sayılabilecek her ömrün sonunda, istediği kadar
tekdüze, anlamsız, olaysız ve sıradan geçsin, mutlaka fazlasıyla anı, çelişki,
vazgeçiş, ihmal ve değişiklik olacaktır; çok fazla geri adım atılmış, çok fazla
bayrak indirilmiş, ayrıca fazlasıyla sadakatsizlik yaşanmış olacaktır, buna hiç
kuşku yok. Bütün bunları bir düzene sokmak ise, kendi kendine anlatmak için
bile olsa kolay değildir. Aşırı birikim. Üst üste yığılmış ama aynı zamanda da
dağınık – çok fazla muğlak malzeme olacaktır, bir anlatıya, sadece düşüncedeki
bir anlatıya bile bu kadar malzeme fazladır.” (s.90)
“Biliyorsun kadınlar genç olmadıklarını düşündükleri
zaman yaşlanırlar, başlangıçta yaştan ziyade düşünceleri yaşlandırır
kadınları.” (s.94)
“Geçmişte var olan hiçbir şey tamamen silinmez; ova ova
temizlenen kan lekesiyle çeperi bile; hiç kuşkusuz bir süre sonra ahşabı
inceleyen bir mikroskobik bir iz bulabilir, hafızamızın derinliklerinde de
-nadiren ziyaret edilen derinliklerinde- elinde büyüteci yada mikroskobuyla
incelemeyi bekleyen biri vardır (bu yüzden unutuşun tek gözü daima kördür).
Daha da beteri, bazen incelemek üzere bekleyen bu kişi, başkalarının bizim
ulaşamadığımız hafızasındadır. Hatırlayacak mı, farkına varacak mı diye merak
ederiz korkarak. Hatırlıyor mudur, unutmuş mudur?” (s.129)
“Bana bakışından anlarım, ama belki tam da bu yüzden
anlayamam, beni bakışıyla yanıltmaya çalışacağı için. Benim kendi hafızamda
bile bana ait olan ve olmayan çok şey
var. Kim bilebilirdi, kim bilir, kimse bilmez.” (s.129)
“Bunca ihanetin gerçekleşmesi ya da başarıyla
gerçekleşmesi, yani gerçekleşmeden önce şüphelenilip fark edilmemesi nasıl
mümkün olmuştu? Güvenmeye böylesine eğimli olmamız ne kadar garip! Belki de
güvenmeye değil, görmek, öğrenmek istememeye, iyimserliğe, hoşgörüyle aldanmaya
eğilimliyizdir, belki de gururumuz yüzünden benzerlerimizin başına gelen,
öteden beri gelmiş olan şeyin bizim başımıza gelmeyeceğine inanırız;
başkalarına sadakatsizlik etmiş kişilerin, sanki biz diğerlerinden farklıymışız
gibi bize saygı göstereceğine inanırız; aynı gurur, hiçbir nedeni olmadığı
halde, bizden önce yaşamış olanların maruz kaldığı aksiliklerin, hatta
çağdaşlarımızın uğradığı hayal kırıklıklarının bizim başımıza gelmeyeceğini
düşündürür bize; herhalde bütün bunların “ben” olmayanların, şu anda da,
gelecekte de, geçmişte de “ben” olmayanların başına gelebileceğine inanırız.
Sanıyorum günün birinde kuralların, akışın, geleneğin ve tarihin tersine
döneceğine ve bunun bize nasip olacağına dair itiraf etmediğimiz bir umut
besleriz. Muhtemelen daima seçilmişler arasında olmayı umarız. Aksi taktirde
kısa da olsa uzun da olsa bize boyun eğdiren bütün bir hayatı yaşamaya pek
hazır olmazdık.” (s.135)
“Sonunda bizi mahvedecek olan ve gerçekten de mahveden
kişinin bizi mahvedeceği uzun vadede nasıl anlaşılmaz? Komplosu, entrikası,
çevirdiği dolap nasıl sezilmez, tahmin edilmez; nefretinin kokusu nasıl
alınmaz, sefilliği nasıl solunmaz; telaşsız gözetlemesi, ağır, gevşek bekleyişi
ve bundan dolayı kim bilir kaç yıl boyunca bastırmak zorunda kaldığı
sabırsızlığı nasıl fark edilmez? Senin yarınki yüzünü, gösterdiğin yüzünün ya
da taktığın maskenin ardında var olan ya da biçimlenen ve ancak benim
beklemediğim bir anda göstereceğin yüzünü bugün nasıl tanımam?” (s.140)
“Uyuklarken bir gözünü açık tut, diye alıntı yaptım
içimden. Çünkü aslında istesek -kendimizi aldatmamayı istesek- kendimizi
aldatmamız imkansız olurdu, beyhude bir çaba, boşa emek olurdu. Ama eğilimimiz
bu yönde değildir. Bunu istemek eğiliminde değilizdir: Koruma, önleme ve
tetikte olma canımızı sıkar; kalkanımızı uzaklara fırlatıp atmak ve mızrağımızı
gururla havaya kaldırıp hafifleyerek yürümek hepimizin hoşuna gider.” (s.141)
“Senin olaylara takılıp kalma eğilimin var Jacobo, bazı
şeylerden kolay kolay sıyrılamıyorsun, bir defteri kapatmayı her zaman
bilemiyorsun. Ama her şeyden çok, kendini hala çok genç hissettiğinin bir
göstergesi bu. Hâlâ sonsuz vaktin olduğunu, zamanını boşa harcayabileceğini
zannediyorsun.” (s.154)
“İnsan herhangi birinin güvenini kazanıp kazanmadığını asla tam
olarak bilemez, kaybettiğini ise hiç bilemez.” (s.161)
“Yakında onlarla, dışlanmışlarla ya da ölülerle birlikte
olacağımızı fark etmeyiz bile; o zaman… o zaman en merhametli ve keskin
hükümlerimiz bile boş ve naif olarak damgalanacaktır; seninle ilgili olarak,
bunu niye yaptı diyeceklerdir; onca sıkıntı, onca çarpıntı niyeydi; benimle
ilgili olarak da niçin konuştu ya da sustu, niçin onca zaman sadakatle bekledi;
o baş dönmesi, onca şüphe ve o işkence niyeydi, niye o adımları attı ve o kadar
çok adım attı. Ve ikimiz hakkında da: Niye çatıştılar, niye onca çaba
gösterdiler, bakmak ve sakin olmak yerine niye savaştılar, niye görüşmeyi ya da
görüşmeye devam etmeyi beceremediler, onca rüya ve o sıyrık, benim acım, benim
sözüm, senin ateşin ve onca şüphe, onca işkence niyeydi?” (s.163)
“Söylediklerimizi duyduklarımızdan çok daha fazla, yazdıklarımızı
okuduklarımızdan çok daha fazla, gönderdiklerimizi bize ulaşanlardan çok daha fazla
unuturuz, bu yüzden yol açtığımız kırgınlıkları pek hesaba katmaz, buna
karşılık kendi kırgınlıklarımızı önemseriz, dolayısıyla hemen herkes birilerine
karşı hınç besler.” (s.175)
“Bizim bilmediğimiz gizli bir düzen ve bilinçli şekilde dahil
olmak istediğimiz bir olay örgüsü olduğunu düşünme eğilimindeyizdir; bu örgünün
bizim içinde yer aldığımız ya da öyle görünen tek bir olayını gördüğümüzde,
zayıf çarkında bir an döndüğümüzü hissettiğimizde, o görür gibi olduğumuz,
kısmi, sezilen -hayal edilen- örgüden artık kendimizi bir daha asla ayrı
düşünemez olabiliriz rahatlıkla. Anlam aramaktan ya da bir anlam olduğunu
zannetmekten daha kötü bir şey yoktur.” (s.193)
“Evet, insanlar tek yönlü değildir Jacobo, baban da haklı. Hiç kimse
temelli şöyle ya da böyle değildir; bir sevdiğimizin beklenmedik, ürkütücü bir
yönünün ansızın ortaya çıktığını hepimiz görmüşüzdür (böyle durumlarda dünya
başımıza yıkılır); daima tetikte olmak, hiçbir şeye asla kesin gözüyle bakmamak
gerekir; daha doğrusu her şeye, çünkü bazı şeyler gerçekten de geri
dönüşsüzdür. Buna rağmen, hem başkalarında hem de kendimizde ta başından beri
adını koyduklarımızdan çok daha fazla şey gördüğümüz de doğrudur. Daha önce de
dediğim gibi, en büyük sorun genellikle görmeyi istemeyişimiz, görmeye cesaret
edemeyişimizdir. Neredeyse hiç kimse gerçekten bakmaya cesaret edemez, hele
gele gerçekten gördüklerini kendine itiraf etmeye ya da söylemeye hiç cesaret
edemez, çünkü o yanılmaz bakışla, bütün katmanları aşmakla asla yetinmeyen,
sonuncu katmandan sonra hâlâ ısrar eden en derin bakışla seyredilenler ya da
şöyle bir görülenler çoğunlukla hoş şeyler değildir. Genellikle böyledir, hem
başkalarıyla hem de kendimizle ilgili olarak; çoğu insan biraz olsun güven ve
sükunetle yaşamaya devam edebilmek için kendini kandırmaya ve biraz iyimser
olmaya ihtiyaç duyar; ben bunu anlamakla kalmıyorum, ayrıca uzun hayatım boyunca
huzurun ve güvenin müthiş eksikliğini de çektim; bilerek, beklemeyerek yaşamak
tatsızdır, zordur.” (s.326)
“İnsanlar ihtimallerini damarlarında taşırlar; o ihtimalleri
gerçekleştirmeleri sadece zaman, dürtü ve koşullara bağlıdır.” (s.326)