10 Mar 2018

Anais Nin - Henry ve June

“Anormal zevkler normal olanlara duyulan iştahı, onlardan alınan tadı öldürür.” (s.4)

“Hayatın sarhoş ettiği bir adam bu diye düşündüm. Tıpkı benim gibi.” (s.6)

“İçimde duygulanmayan, heyecanlanmayan bir şey var, beni o yönetiyor. Eğer bütün benliğimle harekete geçeceksem, önce onun kışkırtılması gerek.” (s.8)

“-Sen insanların beynine aşık olursun. Seni kaybedeceğim. Henry’e kaptıracağım.
 -Yo hayır, beni kaybetmeyeceksin. Hayal gücümün yangına nasıl körükle gittiğinin, ne kundakçı olduğunun farkındayım. Henry’nin yazılarına çoktan bağlandım ama bedenimle zihnimi ayırıyorum.” (s.10)

“Şuna gerçekten inanıyorum: Yazar olmasaydım, son derece sadık bir eş olurdum. Sadakate çok değer veriyorum. Ama meşrebim yazara uygun, kadına değil. Böylesi bir ayrım çocukça gelebilir, ancak mümkün. Aşırı harareti, fokurdayan fikirleri ayıklayın, karşınızda mükemmelliyete aşık bir kadın bulursunuz. Sadakat de mükemmelliklerden biri. Ancak şu an bu bana aptalca ve akılsızca geliyor, çünkü kafamda çok daha büyük tasarılar var. Kusursuzluk durağan, bense doludizginim. Sadık eş olmak yalnızca bir dönem, bir an, bir metamorfoz, bir durum.” (s.12)

“Tıpkı benim gibisin, mükemmel anı bekliyorsun, oysa çok uzun zamandır düşlenen bir şey, dünyasal anlamda asla mükemmel olamaz.” (s.25)

“Ben ahlak tanımaz kafa yapıma karşın, ahlaksal değerleri gözeten, prangalı biriyim.” (s.32)

“Ben salt doyasıya yaşamakla yetinmiyorum zaman zaman hava almak ve anlamak için su yüzüne çıkıyorum.” (s.46)

“Romantizmin gerçekçilikten daha uzun dayandığını gördüm. Erkeklerin sahip oldukları güzel kadınları, fahişeleri unuttuğunu, idealleştirdikleri ilk kadını, asla sahip olmayacakları kadını anımsadıklarını gördüm. Onları ellerinde tutanlar, onları duygusal bağlamda heyecanlandıran kadınlar.” (s.56)

“Öyle kırılgan görünüyorsun ki, seni öldürmekten korkuyorum.” Henry Miller (s.66)

“Beni sevdiğin zaman bir duygu bolluğuna gömülüyorum, öyle keskin, öyle yeni duygular ki bunlar. Henry, başka hiçbir âna benzemedikleri için, benzeşme içinde kaynayıp gitmiyorlar. Onlar öylesine bizim, senin, benim ki; seninle ikimiz: Herhangi bir kadınlar herhangi bir erkeğin birlikteliği değil bu.” (s.68)

“Hem Henry hem de June, hayatımın mantığını ve birliğini ortadan kaldırdılar. İyi bir şey bu, çünkü bir şablonu sürdürmeye yaşamak denmez. Artık yaşıyorum. Şablonlar, desenler oluşturmuyorum.” (s.70)

“En iyi yalanlar yarım doğrulardır, ona yarım doğrular söylüyorum.” (s.78)

“Durum şu ki Anais, daha önce hiçbir kadını beynimle sevmedim. Benim gözümde bütün kadınlar ikinci sınıftı. Seni dengim, eşitim olarak görüyorum.” Henry Miller (s.79)

“Ona buluşmamızdan sonra yazdığım ilk sözcükleri anımsattım: Sözcük dağı parçalandı, edebiyat yıkılıp gitti.” (s.80)

“Galiba aklımı kaybediyorum, çünkü bu ilişkinin içimde uyandırdığı duygular peşimi bırakmıyor, bana her saniye hükmediyor.” (s.82)

“Senden ne beklediğimi bilmiyorum ama mucize gibi bir şey. Senden her şeyi talep edeceğim – olanaksızı bile, çünkü buna bizzat sen çanak tutuyorsun. Gerçekten güçlüsün. Sahtekarlığından, hainliğinden bile hoşlanıyorum. Bana çok aristokratik geliyor.” Henry Miller (s.87)

“Seninle aramızda bir şey var Henry; June’un asla tam olarak kavrayamayacağı bir bağ: Zihin.” (s.90)

“Ama onun yaşamını incitmek, onu sakatlamak, yeni kazandığı özgüveni elinden almak istemiyorum. Ona duyduğum eski aşktan geriye, bunu yapacak kadarı kaldı. Onu uyarmış, her ne kadar birine zarar vermekten nefret etsem de; onu mahvedebileceğimi söylemiştim; mahvedemeyeceğim bir erkek bulduğumu, benim için doğru erkeğin o olduğunu da. Benden nefret etmesini sağlamaya çalıştım. Ama o şöyle dedi: Seni istiyorum Anais. Yıldız falıysa birbirimizi tamamladığımızı söylüyor.” (s.92)

“Bir daha asla ortak duygularla buluşamamaya yazgılıyız.” (s.93)

“Çünkü’yü arama-aşkta çünkü yoktur, mantık yoktur, açıklama yoktur, çözümler yoktur.” (s.93)

“Doymak sözcüğü beni dehşete düşürdü. İçime akıtılan ilk zehir damlasıymış gibi geldi bana. Henry’nin doygunluğuna karşılık, ortaya korku dolu tazeliğimi, yeni oluşumu sürüyorum; bunlar, onun için normalde daha değersiz olabilecek bir şeye yoğunluk katıyor. İçime kazara, rastgele akıtılan o ilk zehir damlası, ölüme dair bir kehanet gibiydi. Aşkımızın hangi çatlaktan ansızın dışarı sızacağını ve harcanıp gideceğini bilmiyorum.” (s.96)

“Seni bir bütün olarak, olduğun gibi içime aldım. Maskesiz bırakılacağından korkmana gerek yok, sadece sevileceksin.” (s.99)

“Henry’den bu kadar sadakat bekleyip beklemediğimden emin değilim, çünkü bugün salt aşk sözcüğünün kendisinden bile usanmaya başladığımı fark ettim. Sevmek ya da sevmemek. Fred, Henry’nin beni sevmediğini söylüyor. Zorluklardan, karışıklıklardan uzaklaşma, rahat bir soluk alma gereksinimini anlıyorum, bunu kendim için de arzuluyorum, ne var ki kadınlar bu aşamaya bir türlü ulaşamıyor. Kadınlar duygusal.” (s.106)

“Bir şeyi anlıyorsam, aynı zamanda da kabullenirim.” (s.108)

“Bugün çalışamıyorum, çünkü duygular bahçenin dinginliğine sinmiş, üstüme atılmaya hazır. Duygular havada, kokularda, güneşte, giydiğim giysiler misali tenimde. Birini bu biçimde sevmek çok fazla. Her an dibimde olmasına ihtiyacım var – dibimden öte, içimde.” (s.160)

“Henry benim güneşim, belime dolanan kolu, benim pelerinim.” (s.162)

“Onun bilmediği bir şey var, o da yaşamımın eksik kalan kısımlarını tamamlamak, şu ana kadar kaçırdıklarıma sahip olmak, kendimi ve hikayemi tamamlamak zorunda olmam.” (s.166)

“Mutluluğumu ne yapacağım? Onu nasıl kollayacak, hiç kaybetmeyeceğim bir yere nasıl saklayacağım? Mutluluk başımdan aşağı yağmur gibi yağarken diz çökmek, dantel ve ipekle onu toplamak, yeniden üzerime bastırmak istiyorum.” (s.175)

“Henry’nin gözlerindeki imgeme bakıyorum ve ne görüyorum? Günlükleriyle haşır neşir olan, erkek kardeşlerine öyküler anlatan, sık sık, nedensizce ağlayan, şiir yazan genç bir kız – insanın konuşabileceği bir kadın.” (s.183)

“Bir anlığına gözümün önünde Henry’siz bir dünya canlandırdım. Ve Henry’i kaybettiğim gün incinebilirliğimi, aşık olma kapasitemi, en çılgın sefahat âlemlerinden bile keyif alma yeteneğimi öldürmeye yemin ettim. Henry’den sonra bir başka aşk istemiyorum.” (s.187)

“Hep böyle mi olmak zorunda? İnsan o anki varoluş haline, bulunduğu safhaya, meşrebine uyan birini asla bulamıyor. Hepimiz tahterevallilerin üzerinde oturuyoruz. Ben Henry’nin çoktan bıktığı şeyin açlığını çekiyorum; yepyeni, taze, hummalı bir açlık bu. Benden istediği şeyi verecek ruh halinde değilim. Ritimlerimiz arasındaki bu zıtlık. Henry, aşkım, artık meleklerin, ruhların, sevginin adını bile duymak istemiyorum; derinliklerle işim bitti.” (s.188)

“Tepemdeki, bedenimin üzerindeki ağırlık kurşun gibi. Yalnızca bir saat kaldı. Onu istasyona kadar geçirdim. Dönüş yolunda mektubunu bir kez daha okudum. Bana içtenlikten uzak göründü. Salt edebiyat. Olgular bana bir şey söylüyor, içgüdülerim başka bir şey. Peki ama içgüdülerim sadece eski, nevrotik korkularımdan mı ibaret?” (s.190)

“Kadınlar benim ayakkabılarıma, elbiselerime, berberime, makyajıma sahip oldukları takdirde benim gibi olabileceklerini sanıyorlar. İşe karışması gereken büyücülüğü algılayamıyorlar. Güzel olmadığımın, sadece bazı anlarda güzel göründüğümün farkında değiller.” (s.197)

“Kıskançlığa tahammül edemiyorum. Onu ortadan kaldırmak için hemen misilleme yapmak zorundayım.” (s.202)

“Mutlak güven diye bir şey olanaksız. Güvenmek demek, kendini bir başkasının ellerine teslim etmek, sonunda da acı çekmek demek.” (s.202)

“Her ne kadar elim onu sımsıkı kavrasa da, aklım onu çoktan bıraktı.” (s.209)

“Şu an merak ettiğim şu: Hugo’nun dünyasında kalma nedenim, tehlikenin tam ortasına atılacak yüreklilikten yoksun olmam mı, yoksa henüz hiç kimseye Hugo’lu yaşamımı gözden çıkaracak kadar âşık olmamam mı? Hugo ölse, kalkıp Henry’e gitmem; burası çok açık.” (s.220)

“Her mutluluğun kendi trajedisini taşıdığını biliyorum.” (s.241)

“Allendy’nin dediği gibi, zihnimin kurgusal olarak ürettiğini gerçek duygularla zenginleştirdiğim ve kendimi, gayet iyi niyetle, kendi uydurduklarıma kaptırdığım doğru.” (s.242)

“İnsan daha az acı çekmeyi öğrenmiyor. Acıdan sakınmayı öğreniyor.” (s.245)

“Daha çetin, daha değerli bir dünyaya ayak basmayı çok isterdim, dedim; şu kırılganlığımla, kendimi bir akıl hastanesinde bulacağımı bile bile, kahramanca davranmak, tıpkı June gibi devasa özverilerde bulunmak isterdim.” (s.257)

“Allendy’de neyi sevmediğimi anladım – belli bir gelenekçilik, bir kat tutuculuk cilası; o hafif sıklet bir kişilik, bense trajik, yoğun ruhlu erkekleri severim, tıpkı Henry’nin romantik kadınları sevdiğini söylemesi gibi.” (s.259)

“Ancak güvendiğim zaman birini tam anlamıyla sevebileceğimi anlıyorum. Henry’nin aşkından eminim, dolayısıyla kendimi doludüzgin kaptırabiliyorum.” (s.264)

“Bulanık tecrübeler yaşadın, diyor. Ama saf, temiz kalabildiğini hissediyorum. Geçici meraklar bunlar, bir deneyim açlığı. Nasıl bir deneyimden geçersem geçeyim, yarasız beresiz çıkıyormuşum. Dürüstlüğüme, saflığıma herkes inanıyor. Henry bile.” (s.270)
“Çok fazla sevmekten artık korkmam gerekmiyor.” (s.276)

“Allendy ve Hugo gibi erkeklerin katıksız, mutlak içtenliği çok güzel bir şey ama bana hiç de ilginç gelmiyor. Beni Henry’nin riyakârlıkları, med-cezirleri, edebi haylazlıkları, deneyleri, çapkınlıkları gibi büyülemiyor. Henry ile sarmaş dolaş yatarken bütün oyunlar bitiyor ve o an için tamamlanıyor, temel bütünleşmemize ulaşıyoruz. Yeniden yazmaya koyulunca hayal gücümüzü yaşamlarımıza aşılıyor, içine damla damla akııtıyoruz. Salt iki insan olarak değil, iki yaratıcı, iki maceraperest olarak yaşamaya inanıyoruz.” (s.279)

“Dün gece ağladım. Ağladım çünkü kadın olma sürecim çok sancılıydı. Ağladım çünkü artık bir çocuğun körlemesine inancına sahip bir çocuk değildim. Ağladım çünkü gözlerim açıldı, gerçeği gördü – Henry’nin bencilliğini, June’un iktidar aşkını, başkalarını dert etmek zorunda olan, bir türlü kendi kendine yetemeyen, doymak bilmez yaratıcılığımı. Ağladım çünkü inanmaya, güvenmeye bayıldığım halde artık inanamaz, güvenemez oldum. Ancak hâlâ, inanmadan da büyük bir tutkuyla sevebilirim. Bu, bir insan gibi sevebildiğim anlamına geliyor. Ağladım çünkü acımı kaybettim, yokluğuna henüz alışamadım.” (s.287)