“Aşk, insan, yalnızlık, kadın üzerine yazmak istiyorum.
Adadaki rastlantıyı yazmak istiyorum. Yaşamımı değiştiren
erkeği yazmak istiyorum.
Rastlantıdan doğan bir değişimi, üzerinde kafa yorulmuş
bir değişimi yazmak istiyorum.
Tanrı vergisi diye kabul ettiğim anları, iyi anları, kötü
anları yazmak istiyorum.
Benim bir parçam olan bilginin ya da deneyimin
başkalarınınkinden daha çok olduğuna inanmıyorum. Bir düşüm gerçekleşti, yerine on yeni düş kurdum.
Parlayan bir şeyin arka yüzünü de gördüm.” (s.7)
“Danimarkalı yazar Tove Ditlevsen: İçimde ölmek istemeyen
bir genç kız var, diye yazıyordu.
Yaşıyorum, seviniyorum, üzülüyorum, büyümek için sürekli
mücadele ediyorum. Yaptıklarım içimdeki bu genç kızı etkilediği için, gene de
her gün onun sesini duyuyorum. O, yıllar önceki ben. Ya da ben olduğumu
sandığım.” (s.8)
“içimdeki ölmek istemeyen genç kız, hâlâ değişik bir
şeyler umut ediyor. Ona hiçbir başarı doygunluk vermiyor, onun sesini hiçbir
mutluluk kesmiyor. Her zaman kendimi değiştirmeye çalışıyorum. Çünkü yakınına
geldiklerimden çok daha başka şeylerin de olduğunu biliyorum. Etki altında
kalmaksızın oturup içimdekini dinleyebilmek için, oraya doğru yol almak, huzur
bulmak istiyorum.” (s.8)
“Ve aşk.
Perdedeki gibi yaşamak isterdim onu: Bana şefkatle bakan,
erkek kahramanın kadın kahramana fısıldadığı sözcüklerin aynını fısıldayan
beyaz gömlekli, beyaz tebessümlü bir erkeğin karşısında ayakta durmak. Beni
öptüğünde kemanları duymak.” (s.24)
“Gene de içim öfke dolu. Böylesine büyük bir öfkenin
böylesine ılımlı bir görünüş altında saklanabilmesi ne kadar da şaşırtıcı.”
(s.29)
“O korkunç kadın suçluluğu yok mu! Bodrum katında yazı
yazarken, yukardakiler aylak aylak oturduğumu düşünmesinler diye müzik
dinlemeye cesaret edemiyorum. Saygı görmek için gözleme ve ev ekmeği pişirmem,
odaları derleyip toplamam gerekir, biliyorum. Öylesine büyük bir özgürlük,
öylesine bol seçenek veren bir yaşam sürdürmenin ne kadar iyi olduğu konusunda
yazmaya çalışırken aklıma gelen düşünceler bunlar: Kendi irademle özgürüm; kendimin
yaratıcısı, kendimin rehberiyim. Gelişmem ve ilerlemem kendi seçimlerime bağlı.
İçimde gelecekteki yaşamımın tohumları var.” (s.30)
“Büyüdüm. Gene de zaman zaman, benden başka herkesin bir
birlikteliğin parçası olduğu inancı içinde kendimi hâlâ grubun dışında
hissediyorum.” (s.34)
“Çok mutsuz bir aşk yaşıyordum. Yalnızca yatağa uzanıp
ondan gelmiş esk mektupları okumak istiyordum. Beni unutmak için dağlarda
yürüyüşe çıkmış. Bulabildiği bütün doruklarda bir aşağı, bir yukarı koşmuş,
kendi için saat tutmuş, kendi rekorlarını kırmış, bir süre sonra da neden bu
koşuya çıktığını anımsayamaz olmuş.” (s.34)
“Düşler çiçek açıyor ve bizi tutsak ediyor.” (s.37)
“İlk kez aşık olmuştum. Adı Jens’di. İkimiz de utangaç
olduğumuzdan fazla konuşmuyorduk. Sessizlik, ilişkimizin bir parçasıydı. Yaşam,
çevremizde öncekinden daha farklı biçimde, yürek gibi atıyordu.” (s.39)
“Benim için kitaplar, her zaman birer canlıdır. Kimi yeni
yazara rastlamam yaşamımı biraz değiştirmiştir. Zihnim karışıp kendi kendime
tanımlayamadığım bir şeyi ararken bir kitap ortaya çıkvermiş, dostça yanıma
yaklaşmıştır. Kapakları arasında aradığım soruları, yanıtları bana
getirmiştir.” (s.41)
“Neden yaşam beklediğimiz, tasarladığımız gibi olmuyor?
Fırsatları hemen yakalamak için yeterince tez davranmadığımızda onları çalan
zaman neden bu kadar acımasız?
Bir zamanlar istemediği kadar zamana sahip olduğuna
inanan on altı yaşındaki bir insanın, birden altmış yaşına gelmesi neden
böylesine ürkütücü? İnsan zamanın artan bir hızla ilerlediğini, bir zamanlar
yarına bırakmayı düşündüğümüz her şeyi yerle bir ettiğini neden bilemiyor?”
(s.50)
“Düşlerimize, umutlarımıza çok fazla yatırım yapıyoruz.
Kesinlikle varolmayacak bir boşluğa bakıyoruz.” (s.51)
“Kişi, kendi yazgısını içinde taşır. Bilince varmak,
acıya açık olmak, ona yaşamın, gelişmenin, değişimin bir parçası diye bakmak
uzun bir süreç alır.” (s.66)
“Birbirimize ait olduğumuz günler yaşayacağız.” (s.71)
“Benden daha güçlü olduğu, beni kollamak istediği için
mutluydum, bağımlıydım. Kimi kez kendimizi tanımlanamayacak bir sınırlamanın
içinde bulduğumuzda birbirimizden birdenbire nefret ediyorduk. Birlikte bir
geleceğe inanıyorduk, ne var ki düşlerimiz farklıydı. Evliliğimiz beş yıl
sürdü. Bir daha, başka hiç kimseyle böylesine genç olamam.” (s.78)
“Uzun yıllar önce boşanmaya karar verdiğimizde, evlilik
danışmanının odasında el ele oturuyorduk. Danışman, böylesine iyi dostsak neden
ayrılmak istediğimizi sordu. Neşe içinde, işte bu nedenden dolayı dedik.
İsveç’e Ingmar’a gidiyordum. Sokakta durup birbirimize hoşçakal dedik.” (s.79)
“Her şeyden çok, hiç söylemediklerimizin üzüntüsünü
çekerim.” (s.81)
“Hiçbir şey sona ermez. İnsan, en güzel, en gerçek
özünden çıkan kökler saldığı her yerde her zaman bir yuva bulacaktır.” (s.92)
“Yaşamları birbirine değmiş insanlar, değişik yönlere
gitmiş bile olsalar, ilişkilerini yenilemeye gereksinme duyarlar. Yeni
yaşamları, şimdi paylaştıklarının bir parçası bile olsa. Kimse kimseye sahip
değil. Birlikte, birbirimiz, doğa ve zamanımız var. Böylesine basit. Bavullarımızı
konuk evine taşıyoruz. Pencereden asıl evi görebiliyorum. Onu buradan hiç
görmemiştim. Bu, oldukça tuhaf. Ancak içim sakin. Artık hiçbir şey beni
yaralayamaz.” (s.93)
“Birbirimizin yaşamına çok erken ve çok geç girdik.”
(s.97)
“Onun düşü, tek parçadan yaratılmış bir kadındı. Ancak
ben, dikkatli davranmadığında her tür parçaya, kırıntıya ayrılıp
ufalanıyordum.” (s.97)
“Kendi hakkında bilmediklerini bir aynaymışım gibi bende
görmeye başladı. Kendi incinebilirliğini, kendi öfkesini bende gördü. Bu ona
geri yansıdığında iyileşmeye başladı. Ancak bir ayna gibi, bir anımsatı olarak
ben her zaman oradaydım. Onun olmayı istiyordum. Değişmemi isteseydi, elimden
geleni yapardım. Belki, birlikte değişmek, birlikte gelişmek mümkündür. Ancak
kişi aynaya çok yakınsa, yalnızca kendini olduğu gibi görmekle kalmaz, artık
olmak istemediğini her zaman ona anımsatan öteki kişiyi bırakmak zorunda da
kalır.” (s.99)
“Adada, Persona’yı çekiyorduk.
Hava sıcaktı. Ben, başka bir insanı yaşıyordum. O, beni
yaşıyordu. Üzerinde konuşmaya bile gerek duymadan. Kumda çıplak ayakla
dolaşıyordum. Ayağımın altında soluyormuşcasına güzel bir duyguydu.
Gün boyunca yere uzanıp, çekim aralarında
okuyabilecektim. Başım, hemen hemen bilincim yerinde değilmişcesine ağırdı.
İlişkimizin nereye varabileceğini hiç merak etmiyordum.
Güneş ışığının, arzunun ve mutluluğun yumuşak duvarları arasında yaşıyor
gibiydim. Şimdiye kadar hiçbir yaz böyle olmamıştı. Böyle değil. Kumsalda uzun
uzun yürüyor, hiç konuşmuyor, talepte bulunmuyor, korkmuyorduk.
Bir seferinde ötekilerden uzaklaştık. Altında kıraç,
verimsiz bir toprağın uzandığı taşlı gri bir bayır keşfettik. Oturduk, bir an
için güneşin altında iyiden iyiye sakin sakin serilen denize baktık.
Elimi tuttu, dün gece bir düş gördüm, seninle ben acılar
içinde birbirimize bağlanmıştık, dedi.
Evini, o oturduğumuz yerde yaptırdı.
Ve bu, onun yaşamını değiştirdi. Benimkini de.” (s.99)
“Yaşlıların bir çoğu böyleydi. İddialardan vazgeçmişler,
gerçekleşmeyecek düşleri bırakmışlar, delicesine koşuşturmaya son vermişlerdi.
Bunlar da toplumumuzdaki adalılardı. Çocuklar gibi. Sahte görünüşe, maske
takmaya gerek duymayan insanlar. Kim olduklarını göstermeye cesaret edenler.
Adalılar. Düşüncelerini yaşayanlar. Düşünceleri dikkate değer olmasa bile.”
(s.106)
“Düşler, seyrek gerçekleşir.” (s.110)
“Gerçek bir ayrılık konusunda söyleyecek ne var? kişinin
çektiği acıların herkese yayılması mı?” (s.117)
“Benim yalnızlığımdan, güvensizliğimden kaçarak, başka
birinde sığınak aramam anlamsızdı. Ingmar, artık eskisi gibi benim yaşamım
değildi. Bu, bir gerçekti, hiçbir şey de değiştiremezdi. Ancak, kendime hâlâ
sahiptim, kendi varlığımla iletişim kuruyordum, içimdeki her şey ilerlemeyi
sürdürmeyi istiyordu. Ingmar’ın her günkü varlığını özlüyordum. Ama benim
dostum olduğunu ve en gereksinme duyduğum şu anda her ikimizin de biraraya
gelebileceği yeni bir anlaşma noktası bulmanın benim elimde olduğunu
biliyordum. Bütün gücümle aramızda bir köprü kurdum. Bundan sonra her şey daha
iyi oldu. Bir süre her gün birbirimizi telefonla birkaç kez aradık. Ben ona
eski derlemelerimden parçalar okuyordum. O, bana sevdiği plakları çalıyordu.
Aşkın bir çok yüzü vardır.” (s.121)
“Bütün dünyanın güzel koktuğu, güneşin parladığı,
duygunun kişiyi hemen hemen bilinçsizleştirdiği çok güçlü mutluluğun çok ender
geldiğine inanıyorum.” (s.121)
“Her şeyden önce otuz yaşındayım. Yararlanmayı çok
istediğim deneyimlerle doluyum.” (s.126)
“Dünyada gitmek isteyen ancak kesinlikle cesaret edemeyen
kaç Nora vardır, merak ediyorum. Giderlerse de nereye? Bunu bilmek mi önemli
yoksa asıl önemli olan kapının dışına atılan adım mı? Kişinin kendi kurduğu
güvenlik çemberinin ötesindeki dünyayla karşılaşma isteği.” (s.127)
“Kendimi, başkalarının yapmamı istediklerini sandığım
şeye vererek saatler harcıyordum. İncitme korkusu, otorite korkusu, sevgi
gereksinmesi beni en çaresiz durumlarla karşı karşıya getiriyordu. Kendi
isteklerimi, arzularımı bastırmıştım. Hoşa gitmek için istekle, benden
beklenildiğini sandığımı yapıyordum.” (s.131)
“Kişinin, çevresinin yaşamını sürdürme isteğini bir yana
bırakması güzel. Kendini daha iyi tanıması, gereksinmelerinin nedenini
anlaması. Başkalarının dürtülerini daha açıkça algılaması, aralarından kendi
korkusunu, güvensizliğini seçip ayırabilmesi.” (s.133)
“Erkek, kadının ruhunun dağlardaki geniş platolar ve
içine bakamadığı, birdenbire ortaya çıkan derin karanlık uçurumlar gibi
olduğunu söylüyor. Kadının, yaşamını ona açıp serme özlemini kesinlikle
anlamıyor.” (s.135)
“Her şey sıradan olduğu için huzur duyuyor.” (s.136)
“İçimdeki düşsel hiçbir şeyi elde edememiştim. Ancak bazı
şeyleri denemiş ve kavramıştım. Zaman zaman, bütün bilmediklerim, yapmadıklarım
yüzünden vicdanım artık beni rahatsız etmiyordu. Yeni keşfettiğim yeteneğimden,
kendi başıma karar vermekten, işimden zevk almaktan, öfkelenmekten, ağlamaktan,
gülmekten, yaşamaktan keyif duyuyordum. Olumlu ya da olumsuz kendim olmanın
sevinci. Beni değiştiren bir mucize değildi. Bir daha hiç mutlu olmadım.
Çoğunlukla korkuyordum. Ancak içim daha zenginleşmişti. Kendimle daha iyi dost
olmuştum.” (s.139)
“Küçük, yalın mutluluğumla, sahip olduklarımdan
doygunluğa erişmiş oturuyordum, ta ki şarkılarda böylesine güzel söylenen,
yazılan, resmi yapılan aşkın sahip olduklarımdan çok daha öte olduğu
belirtilinceye kadar.” (s.140)
“Düşlerimin birçoğu hiç gerçekleşmedi. Ancak hiç
düşlemediğim bir şeyi keşfettim: Yaşam değilse de gerçek olağanüstü olabilir.”
(s.140)
“Eski bir gemideki bir pruva başına benziyordum. Bütün
gövdesi, ait olduğu gemiye yakından çakılmışken, pruvada öylesine gururlu
etrafını süzen dalgaları yararak ileriye bakan kadın figürüne.” (s.141)
“Bir şeyi öğrendim: Kadın için, kocasının bir tür
mantıklı özür olduğunu. Siz, perde arkasında geçene aldırmayın. Erkek şişman,
aptal, yaşlı olabilir. Gene de kadının sarkmış gövdesini, menapoza girmesini
kınayabilir ve karısını genç biriyle değiştirdiğinde yalnızca anlayış görür.
Bu, meslek yaşamında da, özel yaşamda da böyledir. Evlenmemiş ya da boşanmış
bir kadının alışmak zorunda kaldığı korunmasız durumu dönem dönem yaşadım.
Herkesin, kimsesinin bulunmadığını bildiği bir kadındım.” (s.141)
“Aylığımı tartışırken, bir erkek meslektaşımınkiyle aynı
ücreti istemiştim. Onunla aynı süredir tiyatroda çalışmamıza karşın, bana onun
benden daha çok para almak zorunda olduğunu, çünkü aile geçindirdiğini
söylediler. Bir çocuğu, evi, sorumlulukları olan ben bu kategoride değildim.
Çünkü, ben bir kadınım.
Ailemin ekmeğini ben kazanıyorum. Ama benim “karım”
maskesi altında bedava çalıştırabileceğim bir yardımcım yok.” (s.142)
“Bütün yıl boyunca akşamları evlerinden çıkmayan kız
arkadaşlarım var. Çünkü, çifte sorumluluklarından yorgun düşmüşler: Zamanı iyi
kullanma telaşı, vicdan azabı, uykusuzluk. Gelecekte bir gün uyuyabilecekleri,
dinlenebilecekleri, kendilerine ayırabilecekleri bir gün oluncaya kadar,
çocuklarından başkalarıyla duygusal ilişkiye girme gereksinmelerini
bastırıyorlar.
Gene de neyse ki, yalnız anne çocuğunun öpücükleriyle,
yastığına bıraktığı pusulalarıyla, sırdaşlıklarıyla, sıcak vücuduyla,
sorumluluğuyla ödüllendiriliyor. Her gün çocuğuna yakın oluyor. Duygusal açıdan
erkeğe oranla gücü, bitip tükenmiyor.” (s.142)
“Kadın olmak, erkekle aynı gereksinmeleri, aynı özlemleri
duymaktır. Sevgiye gereksinme duyuyor, sevgi vermek istiyoruz. Keşke hepimiz,
insanoğlunun değerleri söz konusu olduğunda erkekle kadın arasında hiçbir
farkın olmadığını kabul edebilsek. Cinsiyetimiz ne olursa olsun. Sürmeyi
seçtiğimiz yaşam ne olursa olsun.
Benim aybaşılarım, benim menapozum var; göğüslerimin
sarkmasından korkuyorum. Artık yüzüme bakınca göremeyeceğiniz içimdeki genç
kızın bilincindeyim. Erkeğin işindeki güçlükleri, saygınlığı, dazlak kalma ve
iktidarsızlık korkusu, kuşkuları ve on üç yaşından beri onu terketmeyen
güvensizliği var.
Sorunlarımızla birlikte biraradayız. Birbirimiz için tehlikeli
değiliz ya da birbirimizi tehdit etmiyoruz. Hele bibirimize gereksinmemiz
olduğunu hissettiğimiz anda hiç etmeyiz.” (s.143)
“Linn, yaşam nedir anne, diye soruyor. Sadece insanlar
mı?” (s.165)
“Bir ömür boyu tek bir eli tutma deneyimini yaşamayı çok
istiyorum. Talepte bulunmadan. Ancak, kendim kendime engelim. Yalnızlık korkusu
gibi, anımsanması gereken bir kitabın unutulmuş bölümleri gibi kocaman asma
kilit asılmış dehşet saçan bir paket gibi hep kendi yolumun üstüne çıkıyorum.”
(s.179)
“Yaşam olanakları burada yatmıyor mu? Ulaşmak gerekli
değil, ancak her zaman gidiyor olmak, devinim içinde olmak gerekli. Sevgide de.
Aynı eli tutarken de – eğer şanslıysam.” (s.180)
“Başkalarının istedikleri biçimde yetiştirildiğimi
algılıyorum. Böylece beni beğenecekler ve varlığımdan sıkıntı duymayacaklardı.
Bu insan, ben değildim. Ben olmaya başladığımda verecek daha çok şeyim olduğunu
duyumsadım. Yaşam, daha zengindi.” (s.181)
“İnsanlar arasındaki hiçbir ilişki mükemmel değildir.”
(s.182)
“Sevgilim beni öptüğünde kemanlar çalmıyor. Hollywood’un
mutlu sonu gerçek yaşamda kesinlikle eşdeğeri bulunmayan, uydurma bir yapım.
İnsanları her zaman yeni ezgilerle yürümeye özendiren tehlikeli bir düşler
ülkesi.” (s.182)
“Marianne, sürekli sevgiyi düşünüyor. Duygusunu, olması
gerektiğine inandığına benzetemediği için tasalanıyor. Sevgi nedir? Duyduğum
sevgi mi? Yanıtı, filmin sonu veriyor: Sevgi, artık birbirini benimseyen iki
kişi arasındaki yakınlıktır. Yalın bir mutluluk içinde. Sevgi, budur. Onların
sevgi biçimi. Gerisiyse fantazidir.” (s.183)
“Ingmar, her zaman içimdeki anneliği uyandırır. Henüz
yirmi beşimde ve hemen hemen onun hakkında hiçbir şey bilmediğimde de olduğu
gibi. Goethe, kendinden üstün biriyle karşı karşıya geldiğinde insanın
benliğinin aşk ilan etmekten başka bir çaresi kalmadığını yazar. Ancak benim
için bu böyle değil.” (s.186)
“En iyi arkadaşım önemsiz şeylerle dolu upuzun mektubun
altına düştüğü kısacık notta yıllardır birlikte yaşadığı erkeğin birdenbire
başka biriyle evlendiğine kayıtsızca değiniveriyor.
Sarılmak, korumak, okşamak ve hâlâ incinebilir oldukları
için teşekkür etmek istediğim sevdiklerimin fotoğrafları – sevgimi çoğaltan
fotoğraflar. Yalnız yaşasalar, kesinlikle daha mutlu olacak kadınlar vardır.
Ancak, birisine sahip olmaları gerektiğini ve bununla belli bir değer
taşıdıklarını kanıtlayacaklarını sanırlar.” (s.186)
“Gerçekten yalnızken, uyanıp yalnız olduğumu
duyumsamamın, birisiyle birlikte uyanarak yalnız olduğumu duymaktan kimi kez daha az güç olduğunu
sanıyorum.” (s.187)
“İki kişinin birlikte, yan yana büyüyebileceğini ve
birbirlerine neşe verebileceğini umuyorum. Birinin, gücünü sürdürmek için
ötekini ezmeksizin. Belki olgunlaşma, başkalarının da olgunlaşmasına izin
vermektir.” (s.187)
“Belirsizlik içinde yaşamak güç ve yıkıcı. Ancak bunun
yaşamın bir bölümü olduğunu kabul ettiğimden artık daha kolay. Ona rağmen
değil, onunla birlikte yaşamak.” (s.188)
“Gerçekte mutluysak, çok mutlu olduğumuzu sürekli
yineleyerek ortada dolaşmamıza ne gerek var?” (s.191)
“Ben, bir kadınım, tek çocuklu, bekar, meslek sahibi bir
kadınım. Yaşamım, bir insanın bekleyebileceği her şeyle ve daha çoğuyla dolu.”
(s.192)
“İçimin derinlerinde ölmek istemeyen bir genç kız olmakla
birlikte sürekli değişim içindeyim. Şu anda yaşayan bizler, çok uzun zamandan
beri varolmuş ve yeryüzünün varolduğunu gösterecek hiçbir şey kalmadığında da
sürüp gidecek bir şeyin çok ufak parçalarıyız sadece.” (s.192)
“Değişim nedir? İçimde olup biten bir şey mi? Ya da başka
kişilerde deneyimlediğim bir şey mi?” (s.192)
“Kendimi kalbura benzetiyorum. Herkesin duyguları içimden
geçip gidiyor, ancak ben onları kesinlikle tutamyorum. Akşamları boş olarak bir
kenara konuyorum – yalnızca, ertesi günü yeni duyguların seline kapılayım diye.
Çocuksuyum. Övüldüğüm zaman mutluluğa garkoluyorum. Bir sahneyi tamamladıktan
sonra Ingmar: Bu filmi sensiz yapamazdım diyor. Ne olursa olsun bütünüyle
farklı bir film olurdu.
Onda bilmediğim çok şey var. Gerçi büyük çoğunu
duyumsadığımı sanıyorum. Oyuncu olarak bu, benim kaderim.” (s.199)
“Gizliden gizliye tam da bu tür bir algılanışın özlemini
çekeriz: Başkalarının, içimizin derinliklerinde gerçekten olduğumuz gibi bizi
algılamalarının.” (s.207)
“İnsanlarla düşleri üzerine konuşuyorum. Birçok kişi,
düşlerini gerçeğin sınırı olarak deneyimliyor. Yalnızca ayrıntılar düşleri
gerçek yaşamdan ayırıyor: Renkler, gölgeler, birden görüntüler ve mantık dışı
karşılaşmalar.” (s.210)
“Yıllar çok çabuk geçiyor. Ve bir zaman ben olanla benim
aramda aşılamayacak bir zaman yarığı çoktan oluşuyor.” (s.222)
“Sen, benim bütünüyle özgür bir parçamsın.
Seni daha yakından izleyecek kadar zamanım olmasını
dileyerek sana bakıyorum. Özgürlüğünün, içinde nasıl yaşadığını görmek için.
Anlıyor musun sevgili Linn? Dışarıda, çocuklarla birlikte
gülüyorsun, tek başına gizli oyunlar oynuyorsun ve senin dünyanda hâlâ güzel
kokular, renkler ve bütün güzellikler var. Sana koşup, senin yaşamını sürmemek
için gerçekte hiçbir geçerli nedenimin olmadığını anlıyor musun? Belki, srekli arayış içinde olduğum, çocukluğun
yitik dünyası.” (s.227)