23 May 2021

Engin Geçtan - İnsan Olmak

“Yirminci yüzyılın ilk yarısında, toplum normlarına uyma oranının normalliği, bu kurallardan sapma oranının ise normal dışını belirlediği görüşü oldukça egemendi. Ancak İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, toplumların da bazen hasta olabileceğinin fark edilmesi üzerine bu görüş geçerliğini önemli ölçüde yitirmiştir. Hasta toplum, bünyesindeki normal bir davranışı normal dışı olarak yorumlayabilen toplumdur. Belirli bir oranda toplum kurallarına uyma, toplu halde yaşamak için gereklidir ve bunun karşıtı tutumlar bireyin kendisi için de zararlı olabilir. Ancak, normalliğin temel ölçütlerinden biri, kişinin kendisini iyi hissedebilmesidir. Bu ise yalnızca yaşamın sürdürülmesini değil, insanın dünya içinde kendine özgü bir yer edinebilmesini ve yaşamından doyum sağlayabilmesini de içerir. Buna karşılık, yalnızca toplumun onayına yönelik davranışlar kişiliğin ortadan silinmesine neden olabilir.” (s.12)

“Kimse siyah ya da beyaz olarak nitelendirilemez. Aslında hepimiz grinin tonlarıyız. Kimimiz daha koyu, kimimiz daha açık. Beyaza çok yakın bir tonu tutturabilenlerin azınlıkta olduğunu biliyoruz.” (s.12)

“Samimiyetsizlik ilkel toplumların bilmediği bir davranış biçimidir. Samimiyetsizlik uygarlıkla gelişmiştir. Çünkü uygarlıkla birlikte diplomasi de gelişmiş, çalınacak şeylerin sayısı da artmıştır. İlkel insanlarda mülkiyet geliştikçe hırsızlık ve yalan da başlar.” (s.19)

“İnsan hem yapan hem bozan, hem seven hem kıran bir varlıktır. Bu çelişki kendisini ve diğer insanları anlayabilmesini güçleştiren en önemli etmenlerden biri olmuştur.” (s.21)

“Gelenekler ve töreler insana koruyucu bir ortam sağlar, ama onun toplum içinde farklılaşmasını ve kişiliğine yeni boyutlar katabilmesini de önemli ölçüde kısıtlar.” (s.22)

“İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana geçen süre içinde çağdaş toplumlar kendine özgü bir olguyu da birlikte getirmiştir. İnsan eskisinden çok daha fazla sayıda insanla, çok daha kısa süreli, daha yüzeysel ilişkiler kurma eğilimindedir. Bu, soğuk bir günde karşılaşan bir grup kirpinin öyküsüne benzer. Kirpiler ısınabilmek için birbirlerine sokulurlar, ama dikenleri birbirine batar. Birbirlerinden ayrıldıklarındaysa soğuktan rahatsız olurlar. İleri geri hareket ederek sonunda dikenlerini batırmadan birbirlerini ısıtabilecekleri en uygun uzaklığı bulurlar.” (s.31)

“İnsanlar vardır, bilirsiniz, başkalarından sürekli bir şeyler bekler ya da isterler. Aslında bu, bir insanın ihtiyaçlarını kendisinin karşılamasından çok daha büyük bir çabayı gerektirir. Üstelik onur kırıcıdır da. Ama onlar için önemli olan, diğer bir insanın ya da insanların kendileri için bir şeyler yapmasıdır. Bunun için her şeye katlanırlar. Genellikle bu tutumlarının bilincinde değildirler. Amaçları diğer insanları sömürmek değil, bir şeylerin hazırca kendilerine verilmesidir. Aşırı bağımlıdırlar ve kendi sorumluluklarını başkalarının üstlenmesini beklerler. Onların çevremizdeki varlığından sıkılabilir ya da bize yük olduklarını düşünebiliriz. Ama çoğu kez kendi bağımlılığımızdan ötürü onları çevremizde tutarız. Kendilerine bir şeyler verildiği sürece bizden kopmazlar. Bir diğer deyişle, böyle kişiler kronolojik olarak yetişkin, hatta entelektüel yönden iyi gelişmiş olsalar bile, bebeklik yıllarının asalak varoluş biçimini sürdürürler.” (s.36)

“Bir insanı sevmek, onun gerçeklerini anlamaya çalışmayı da içerir.” (s.43)

“Yaşamak iniş ve çıkışları içerir. Ana-babasının bu dalgalanmaları yüreklice göğüsleyebildiğini gözlemleyen çocuk da ileriki yaşamındaki inişleri dünyanın sonu gelmişcesine algılamaz. Noksan yönleriyle yüzleşebilen bir ana-baba modeli gördüğünden, kendisi de kendine karşı dürüst olmayı öğrenebilir.” (s.47)

“Duyguların geçmişe dönük nedenlerinin, yalnızca insanın kendi varoluş sorumluluğunu üstlenmesini engelleyen etmenlere ışık tutması açısından konu edildiğini bir kez daha vurgulamakta yarar görüyoruz. Çünkü bir duyguyu nasıl yaşamakta olduğumuzu fark edebilmek, onun geçmişe dönük nedenlerini açıklayabilmiş olmaktan çok daha büyük önem taşır.” (s.51)

“Aslında herkesin çocukluk döneminde bir şeyler aksar. Ama insan, duyguların dürüstçe yaşanabildiği bir çevrede yetişmişse olumlu duygular gibi olumsuz duygularını da açıkça yaşamayı öğrenebilir, dolayısıyla kendine fazla yabancılaşmaz. Eğer insanlar olumsuz duyguların evrensel olduğunu, reddedilme kaygılarının herkes tarafından yaşanmakta olduğunu ve bunun yalnızca yoğunluk derecesinin önemli olduğunu bilebilselerdi, bu tür duyguların üzerini fazlaca kapatmaz ve gereksiz bir suçluluğu da yaşamazlardı.” (s.56)

“İnsanları sevebilmek, onlarla baş edebilecek yöntemleri geliştirebilmeyi gerektirir. Bununla kastedilen, karşımızda düşmanlar varmışcasına geliştirilecek savunma yöntemleri değil, kendimizi dürüst ve açık bir biçimde yaşayabilme yürekliliğini gösterebilmektir. Sinsice yaşanan duygular, insanların bize, bizim de onlara ulaşabilmemizi engeller. Çünkü onlar gerçek bizi değil, gösterdiğimiz yanlarımızı kabul ederler. Sonunda, kabul edilen gerçek benliğimiz olmadığından, kendimizi de kabul edilmiş hissedemeyiz.” (s.56)

“Bir beraberlikte kendisini gözlemlemeden ve olduğu gibi yaşayabilecek yürekliliğe sahip olan bir kimsenin sonradan konuşacağı bir şey olmaz, yaşanan yaşanır ve biter. Olumsuz duyguların egemen olduğu bir geçmiş, geleceğe doğru taşınmadığından yeni bir yaşantıya kolayca geçilir.” (s.63)

“Sürekli değişen koşullara uyum sağlayabilmek ve yaşama etkin bir biçimde katılabilmek belirli bir esnekliği ve yaratıcılığı gerektirir. Burada etkin olmakla kastedilen, kişilerin olaylara kendisini iyi hissedebileceği bir biçimde yön verebilmesidir.” (s.73)

“Her bir insan kendi benliğiyle yüzleşmeyi göze alabildiği ve değişmeyi istediği oranda değişebilir. Böyle bir değişim sürecini başlatabilmek için insanın davranış alanını daraltan katı savunma sistemlerini görebilmesi gerekir.” (s.74)

“Bir insana değer vermek, onun gerçeklerini anlamaya çalışmak ve onu olduğu gibi benimseyebilmektir. Ama birçok kişi diğer insanlara değer verdiği sanısıyla kendi narsist ihtiyaçlarına doyum sağlar.” (s.77)

“Kişiliğin bireyleşelebilmesi için, insanın kendisine ilişkin gerçekleri olabildiğince bilinçlendirebilmesi gerekir. Ne var ki, birçok insan kendini tanımak için çaba göstermeksizin yaşamına anlam katabilmeyi umar ve beklediklerini bulabilmek için bir mucizenin gerçekleşmesini bekler. Oysa insan, gerçeklerini tanıyabildiği oranda kendisiyle uzlaşır ve çevresine karşı da daha hoşgörülü olur. Bunu başaramayan biri ise hoşlanmadığı ve kabul etmediği bilinçdışı benliğini diğer insanlara yansıtır, onları eleştirir ve kınar. Bunu yaparken, aslında, tanımadığı gerçek benliğini seyretmekte olduğunun farkında değildir.” (s.79)

“Sürekli görkem ya da kusursuzluk bir ütopyadır. Kusursuzluğun tanımı yapılabilmiş olsaydı, bu tanımdaki ölçütlere uyabilen bir kişi herhalde çok sıkıcı olurdu. Kusursuz olmaya çalışanlar bile öyle olduktan sonra...” (s.83)

“Kendini lanetlemek ya da kendine acımak insanın sorumluluklarını görebilmesini engeller. Güçlülük, yürekli olmayı gerektirir. Yüreklilikse insanın kendi gerçekleriyle yüzleşebilmesini içerir. İnsanın kendine yabancılaşması pahasına kazanılan güç, gerçek güç değildir.” (s.84)

“Bir insan ancak kendi içinde devrikse başkaları tarafından devrilebilir.” (s.85)

“Sorumluluk denince çoğu insanın aklına, ailesi, çalıştığı kurum ve dostlarına karşı görevleri gelir, ama kişinin kendisine karşı görevi olan “iyi yaşama sorumluluğu”ndan pek söz edilmez. Başkalarına karşı sorumluluklarımız olduğu kaçınılmaz bir gerçek olmakla birlikte, bazen bunu kendimize karşı sorumluluklarımızı görmezden gelmek için kullanmak da sorumsuzluktur.” (s.97)

“İnsanın kendi sorumluluğunu üstlenmesi, bir başka insanın sorumluluğunu üstlenmesinden çok daha güçtür. İnsanın başkalarının sorumluluğunu üstlenerek kendine karşı olan sorumluluklarını görmezden gelmesi çoğu kez çocukluk yıllarında öğrenilmiş kusurlu bir davranıştır. “O bensiz yapamaz” sözü aslında “Ben onsuz yapamam” gerçeğinin saptırılmasından başka bir şey değildir. Yaşamasını beceremeyen bir insanın bunun sorumlusu olarak yakınlarını göstermesi ise kabul edilebilir bir gerekçe olamaz.” (s.98)

“Öyle zaman olur ki, sorumluluğumuzun bir başkası tarafından üstlenilmesini isteriz. Bazen ise bir diğer insanın sorumluluğunu üstlenmemiz gerekir. Bir başka deyişle, arada bir çocuk olur ya da çocuk olmak ihtiyacında olan bir yakınımızın ana ya da babası oluruz. Dengeli bir biçimde olmak koşuluyla bu tür dayanışmalar yaşamın doğal bir parçasıdır. Çünkü aslında kimse kendi kendine yeterli olamaz. İnsanlara gereğinde “hayır” diyebilmek ve bundan ötürü suçlanmamak kadar, onlardan bir şeyler isteyebilmek ve beklentilerimizi hissettirebilmek de kendimize karşı sorumluluğumuzun bir parçasıdır. İnsanlara verebilmek de öyle.” (s.106)

“İnsan bir zaman tüketicisidir.” (s.107)

“Bir insanın kendi benliğini ne ölçüde diğer insanların görüşlerine göre değerlendirdiği, o insanın yalnız kaldığı zaman yaşayacağı korkunun oranını belirleyen en önemli etmenlerden biridir. Ama yine de, yalnız kalmanın ne zaman insanın yaratıcı güçlerine etkinlik kazandıracağını ve ne zaman ruhsal dengesinin bozulmasına neden olabileceğini kestirebilecek ve değerlendirebilecek bilgilere sahip olduğumuz söylenemez.” (s.111)

“Zaman zaman yanlış yorumlandığını gözlemlediğimiz “kendini gerçekleştirme” kavramına burada bir açıklık getirmeyi gerekli görüyoruz. Bu, bir insanın biçimsel olarak ya da bazı toplum normlarına göre giderek yükselen bir başarı çizgisini gerçekleştirmesi anlamını taşımaz. Kendini gerçekleştirme, kendini yaşamayı göze alabilecek yürekliliği gösterebilmeyi ve kısırdöngülerden özgürleşebilmeyi tanımlar. Bir insanın kendi kısırdöngülerinin tümünü görebilmesi, gerçekleşmesi olanaksız bir durumdur. Böyle bir durumun gerçekleşmiş olduğunu varsaysak bile bu, o insanın kısır döngülerinden arınabileceği anlamını taşımaz. Ama yine de kendine dönük yıkıcı mekanizmaların kökenini tanıyabilmek, insanın kendisine ilişkin bilinmeyenlerinin sayısını azaltır ve onu rahatlatır.” (s.152)

“Yaşamak, kendisi olabilmeyi ve yaşama etkin bir biçimde katılabilmeyi tanımlar. Bu, insanın kendi sorumluluğunu, bir başka deyişle, hayatına anlam katma sorumluluğunu içerir. Sorumluluğunu üstlenen kişi özgürdür. Özgür insan daha az korkar, onun için sevebilir.” (s.161)

“Diğer insanların gerçeklerini anlamaya çalışacağımız yerde, onları dünyada yalnızca kendi gerçeklerimiz varmışcasına yargılamak etkin olabilmemizi engeller ve yalnızlığa yol açar. Kendi benliğine yabancılaşmış bir insanın değerleri ve inançları tehlikeye karşı savunma niteliğinde olduğundan, davranışları da katı, inatçı ve esneklikten yoksundur. Bu, kendi gerçeklerini algılayabilen bir insanın esnek bir biçimde sürdürdüğü kararlılıktan farklıdır.” (s.163)

“Her şeyin mantık ve irade gücü ile çözümlenebileceğine inanmak bir yanılgıdır. Bu, araçlardan yalnızca biridir ve tek başına kullanıldığında insanı zorlar. Mantık ve irade içimizden gelen istekle bütünleştiğinde anlam kazanır. Bu gerçekleştirilemediğinde kendimize uymayan amaçlar doğrultusunda davranmış oluruz. İstek ve yetenek birlikte oluşur. Yetenek olmayınca istek de olmaz. Salt mantığa dayalı kararlar bizim gerçeğimize uygun olmayabilir. İçimizden gelen ses, eğer onu dinlemeyi başarabiliyorsak, bize hangi doğrultuda davranmamız gerektiğini söyler. Bu ses korku da içerebilir. Ama yeni bir yaşantıya geçerken yaşanan olağan korkuyla, bizim gerçeklerimize uymayan bir eyleme geçmek istediğimizde yaşanan korku birbirinden ayırt edilebilir. İlki benliğimizle bütünleşmiş bir duygu, ikincisi bizi dışarıdan yönetmeye çalışan bir güce karşı geliştirilmiş bir tepkidir.” (s.169)

“Birçok insan “alma” ve “verme”nin birbirinden farklı durumlar olduğu sanısındadır. Çünkü onlar için birinin sorunlarıyla ilgilenmek ya da ona bir armağan almak “verme”, benzeri davranışların kendilerine yapılması ise “alma” anlamını taşır. Ama bu davranışların içsel yaşantımızın gerçeklerini yansıttığını nasıl bilebiliriz? Çünkü bazen verilen şey sevgiden değil, kendimizi yadsımaktan kaynaklanmıştır. Bu sorunun yanıtı “ne” verdiğimiz yerine, “nasıl” verdiğimizi anlamaya çalışarak bulunabilir. Kimi insan almadan vermemekte direnir, kimi ise karşılığını alabilmek için verir. Oysa almak ve vermek aynı anda yaşanan olgulardır. Kendimizi hissederek ve hissettirerek verdiğimizde bunun karşı taraf algılar ve o da kendisini hissettirir. Onu hissedebilmek de bize bir şey verir. Bu öylesi bir yaşantıdır ki, o anda insanlar ayrı varlıklar olduklarının bilincinde değildir. Ama benliğini böylesine paylaşmak, bir diğer insana tutsak olmaktan çok farklıdır. Bu, sevginin kendisidir.

Gerçek anlamda sevgi, diğer insanları da kendimiz kadar sevebilmeyi içerir, kendimizden çok ya da kendi yerimize değil. Bir başka deyişle, sevgi, diğer insanların seçimlerini kendi seçimlerimiz gibi sevebildiğimizde gerçekleşir. Ama sevgi tek bir yaşantı değil, süreçtir. İnsanın kendisini savunmasızca ortaya koyabilmiş olmasının acılarını ve zaferini içeren bir süreç. Mutluluk o anda yaşanılan her şeyi hissedebilmektir. Dünyamızla karşılıklı etkileşimlerimizde keder de yaşanır sevinç de. Mutsuzluk, yaşama katılacak yürekliliği gösterecek yerde, insanın kendi içinde ürettiği ve gerçek dünyayla ilgisi olmayan duygularla yoğrularak kendini yaşamaktan kaçınma sonucu yaşanan bir olgudur. Mutsuz insan, kederine karamsarlık, sevincine kaygı katar, gerçeğini doyasıya yaşayamaz. Çünkü kendine karşıdır. Oysa yaşamak ve sevmek birbirinden ayrı olgular değil, bir bütündür. Kendimizi yaşayabildiğimiz ve beraberliklerimize bir şeyler katabildiğimiz her yerde sevgi vardır. Ama bu, içinde bulunduğumuz kısırdöngülerden özgürleşip, her yaşantı parçasının bizi çevreye yönelik yeni bir  etkileşime doğru harekete geçirmesiyle gerçekleştirilir. Bir başka deyişle, sürekli yaşantı üretebilmeyi içerir. Dünyamızla beraberliğimizde bu sürekliliği ya da ileri doğru hareket eden süreci gerçekleştirebilmek, kendini yaşamakla eşanlam taşır.

İnsanlar sürekli seçim yaparlar, ama çoğu bunu kabul etmek istemez. Denize girmek için kıyıya gelen üç kişiden biri derhal suya dalabilir, diğeri sonunda nasıl olsa gireceğini bildiği halde bir süre suyun soğukluğunu deneyerek vakit geçirdikten sonra girebilir, sonuncusu ise girmekten vazgeçebilir ve girenleri seyreder. Bu bir seçimdir ve insan nasıl isterse öyle olur. Ama seçimlerinin sonuçlarını da kabullenmesi koşuluyla!” (s.173)