10 Tem 2021

Tiffany Watt Smith - Duygular Sözlüğü

 

“Bulutlara bakın, bir duygunun her şeyin rengini bir anlığına değiştirdiğini görebilirsiniz, birden gökyüzü kendini yeniliyor ve o renk kayboluyor. Kendi duygusal hava durumumuzu tanımak ve isimlendirmek en az bunun kadar garip bir iş.” (s.14)

“Bazı duygular gerçekten dünyayı tek bir renge boyayabiliyor, araba kaydığında hissedilen dehşet ya da aşık olmanın getirdiği öfori mesela. Bazı duyguları ise bulutlar gibi, yakalaması epey zor.” (s.14)

“Bazen duygular bize değil de biz duygulara aitmişiz gibi geliyor.” (s.15)

“Duygulara öncelikle ve esas olarak birer biyolojik gerçekmiş gibi yaklaşmak bir duygunun gerçekte ne olduğunun yanlış anlaşılmasına yol açıyor.” (s.15)

“Duyguların bastırılabilir ya da birikip dışa vurulabilir şeyler olduğunu Freud’un çalışmaları üzerinden düşünebilmeye başladık. Özellikle de çocukluk korkuları ya da  arzuları olmak üzere bazı duygular da zihinlerimizin en derinlerine çöküp saklanabiliyor ve ancak yıllar sonra rüyalarda ya da karşı koyulmayan istekler şeklinde hatta baş ağrısı ya da mide krampları gibi fiziksel semptomlar olarak karşımıza çıkabiliyor.” (s.18)

“Duygular aynı zamanda bizi düpedüz insan yapan şeyler tarafından da tetiklenebiliyor: kullandığımız dilden ve bedenlerimizi anlamak için kullandığımız kavramlardan, dini inançlarımız ve ahlaki yargılarımızdan, modadan hatta zamanımızın siyasi ve ekonomik koşullarından. 17. Yüzyıl soylularından François de La Rochefoucauld en coşkulu dürtülerimizin bile geleneğe uyum sağlama ihtiyacından ortaya çıktığını kabul ediyordu: “Bazı insanlar” diyordu iğneleyici bir şekilde “eğer aşk hakkında konuşulduğunu duymamış olsalardı asla âşık olamazlardı.” Nasıl ki konuşma, izleme ve okuma, bedenimizdeki duygulanmaları kışkırtabiliyorsa, onları sakinleştirebiliyor da.” (s.19)

“Duygulara yüklediğimiz anlamlar onları nasıl yaşadığımıza göre değişir. Deneyimlerimiz bir duyguyu keyifle mi yoksa telaşla mı karşılayacağımızı belirliyor; tadını mı çıkaracağız, utanacak mıyız? Bu farkları yok sayarsak duygusal deneyimlerimizi deneyim yapan şeylerin çoğunu kaybetmiş oluruz.” (s.22)

“Günümüzde duygusal sağlık ve bu sağlığa ulaşmak için duygularımızı tanıma ve anlama mecburiyeti Bhutan’dan İngiltere’ye pek çok ülkede açıkça belirtilmiş bir kamu politikası. Televizyonu ya da gazeteyi açın, orada bir yerde kalıcı mutluluğa ulaşmak için tavsiyeler ya da ağlamanın neden faydalı olduğu konusunda bir yazı olacaktır. Duygularımıza önem vermek yeni bir fikir değil. Antik Yunan’da Stoacılar bir tutkunun ilk izlerini fark edebilirlerse onu daha iyi kontrol edebileceklerini düşünüyorlardı. Ensedeki tüylerin ürpermeye başladığı ilk an yakalanırsa kör bir paniğe kapılmamak konusunda insan kendini ikna edebilir, diye düşünüyorlardı. 17. Yüzyılın önemli düşünürlerinden, melankolinin anatomisi konusunda uzmanlaşmış Robert Burton da duygularını fark etmenin kendisine faydalı olduğunu düşünüyordu ama onun yaklaşımı biraz farklıydı. Hissettiği çaresizlik ve endişe meraklanmasına neden oldu ve özellikle geçmişteki yazar ve filozoflara danışarak bu durumu anlamaya çalıştı. Başlangıçta çok anlamsız görünen melankolisi nihayet anlam kazanınca hakimiyetini de kaybetti.” (s.24)

“Duyguların farkında olmakla stres altında dayanıklılık, yüksek iş performansı, daha iyi idare, pazarlık becerileri ve daha istikrarlı aile ilişkileri arasında güçlü bir korelasyon var.” (s.24)

“Bu cesur yeni duygusal dünyada bir kâşif olarak öğrendiğim şey de şu: Duygularımızı anlatırken ihtiyacımız olan şey sözcükleri azaltmak değil. Daha fazlasına ihtiyacımız var.” (s.27)

“Amae:

Çoğumuz zaman zaman sevdiğimiz birinin kucağına sığınıp sevilip avutulmak isteriz. Bir anlık hissedilen, tamamen güvende olma hali, önemli ve insanı canlandıran bir etkiye sahip. Bunun bize verdiği hissi kendi dilimizde aktarmak zor ama Japonya’da amae olarak biliniyor.

Japonya’da amae pek çok ilişkinin bir parçası olarak kabul ediliyor, sadece aile içinde değil arkadaşlar arasında ve işyerinde de. Tabii bu duygunun dereceleri var. Çocuklar bazen amaeci şekilde davranmakla suçlanabiliyor, örneğin gözlerini kocaman açıp birinin onlar için bir şey yapmasını beklediklerinde. Ya da ergenlik çağında biri, bir şekilde geçerim nasıl olsa düşüncesiyle sınavlarına çalışmadığında amae olmak konusunda uyarılabiliyor. Şımarık bir çocuk gibi davranmak ya da sırtını başkasına yaslamak olarak çevirileri var.

Ancak bu çeviriler amae’ye nasıl bir saygıyla yaklaşıldığını hiç iyi yansıtmıyor. Japon psikanalist Takeo Doi’ye göre amae “bir kişinin sevgisini çantada keklik görmek ve değerini bilmemek” anlamına geliyor ve bu duygu, karşılığında şükran duyma gereği görmeden birinden destek aldığımız zaman ortaya çıkıyor. Hatta çok çalıştığımız zamanlar kendimize de biraz amae göstermemiz teşvik ediliyor. Doi için amae’yi hissetmek önemli; çünkü çocukluk evresinde gördüğümüz koşulsuz bakıma bir dönüşü temsil ediyor. Düzenli ilişkileri sağlamlaştıran bir tutkal, derinlemesine duyulan güvenin bir sembolü.” (s.39)

“Tren gördüğünüzde kendinizi tren yoluna atmak istiyorsunuz. İnsanlar yükseklik korkusundan bahsediyorlar ama işin aslı uçurumlar konusundaki gerginlik, düşme korkusundan değil mantıksız bir atlama hevesinden geliyor.” (s.40)

“Bir şeyi arzu edeli çok zaman olmuştu ve bunun üzerimdeki etkisi bir felaketti.” Samuel Beckett, The End (s.41)

“Önünde engel olmayan bir arzu sadece gelip geçici bir duygudur ve yerini hızla doygunluğa bırakır. Ama ya yasak olan, reddedilen, ulaşamayacağımız bir yerden parlayan? Arzularımızın tarihi, kendimizi bu tür şeylerle nasıl kaybettiğimizin hikâyesidir.” (s.41)

“Aşk. Bu kaygan duygu o kadar önemli ki tüm dikkatleri topluyor ve anlaşılması o kadar zor ki tekil bir çaba onu tam olarak belirlemeye yetmiyor. Beraber mutlu yaşanmış bir hayatın sonunda bile aşkın ne olduğunu tam olarak söylemek zor. Orada olduğunu biliyoruz, olmak zorunda; yoksa nasıl birbirimiz için hâlâ öncelikli olabilir ve tartışmaları ya da yanlış anlaşılmaları nasıl atlatabilirdik?” (s.48)

“Beklenti. “Bekle ve gör” dedi Büyükanne. Işıklar söndü, perdenin alt kısımları kızıllaştı. Bunu çok seviyordum ve hep çok sevmiştim, ışıkların söndüğü ve perdenin kızıllaştığı, muhteşem bir şeyin olacağını bildiğin o ânı. Bundan sonra her şey mahvolsa bile önemi yok; beklentinin kendisi hep saf kalıyor. Ümitle yola devam etmek, varmaktan daha iyidir, Perry Amca’nın da dediği gibi. Ben her zaman ısınma turlarını olayın kendisine tercih ederim. Aslında. Her zaman değil.” Angela Carter, Wise Children (s.54)

“Belirsizlik. Her şey o kadar belirsiz ki, içimi rahatlatan tam olarak bu.” Tove Jansson, Moominland Midwinter (s.55)

“Can sıkıntısı. Eline bir kitap alıp bırakıyorsun. Esniyorsun, bir yere yığılıyorsun ve uzaklara dalıyorsun ama hiçbir şey dikkatini çekmiyor. Can sıkıntısı, duyguların en çelişkilisi. Sıkışmışlık, eylemsizlik ve ilgisizliğin bir karışımı: Bir şeylerin değişmesini istiyorsun ama ne olduğunu tam olarak söyleyemiyorsun.” (s.59)

“Gamsızlık. D.H. Lawrence’a göre umursamamak, kazanılması gereken bir duyguydu.” (s.88)

“Hayal kırıklığı. Vaat edilen plandan/buluşmadan mahrum kalmak, hiçbir şeysiz bırakılmak demek. Kendimiz için, iyi düzenlenmiş bir ev gibi ayarladığımız inançlar ve planlar altüst olduğunda hissettiğimiz şeydir bu; beklenen bir terfi ya da ümit edilen bir konum bizden çekip alındığında.” (s.103)

“Hayal kırıklığı sadece üzüntü izleri bırakmıyor kafa karışıklığı hissettiriyor ve hayatın baştan şekillendirilmesini gerektirecek yorucu bir ihtimal ortaya çıkarıyor.” (s.104)

“Kafa Karışıklığı. Çoğumuz karışık bir çekmecede bir fiş ararken değerli bir şey bulmuşuzdur. Benzer şekilde karışık zihinlerimize daldığımızda, aramadığımız fikirler ve alakalı olduğunu düşünmediğimiz şeyler arasında bağlantılar buluruz.”

“Bir şeyin olmasını engelleyen herhangi bir şey başka bir şeyi mümkün kılıyor.” (s.134)

“Kırılganlık. Bağ kurma arzusu bizi en çok kırılgan kılan şey. Tökezleyerek çıktığımız tehlikeli şekilde aydınlık sahnede, tüm kusurlarımızın meydanda olduğu ve aslında ne istediğimizi söylediğimiz o anlar: seks, affedilmek, bir çocuk. Kırılganlık ihtiyacımız olan bir şeyi isteyecek cesareti topladığımızda orada, “Bunu umursuyorum ve senin de umursamanı istiyorum.” Bağlandığımızda, “seni seviyorum”, “sana güveniyorum” derken orada veya sıcak, sevinçli ya da dehşete kapılmış hissettiğimizi itiraf ettiğimizde. Göğüs kafesimizden içeri giren bir rüzgâr gibi. Hoş olmayabiliyor. Korunmasız hissettirebiliyor. Kırılganlık, Yeats’in şiirinde dendiği gibi, rüyaları serip kimsenin onları ezip geçmeyeceğini ummak: Hafifçe bas, düşlerimde yürüyorsun.” (s.145)

“Mono no aware, doğrudan, “bir şey”lerin (mono) dokunaklı olması hissi (aware) anlamına geliyor ve genellikle hayatın geçiciliği karşısında bir iç çekiş olarak anlatılıyor. Pek çok nüansla dolu bir his: değişimin kaçınılmaz olduğunu kabul edince gelen hüzün ve huzur; gelecekte yaşanacak kayıpların önceden tutulan yası; hayatın zevklerinin biteceğini bilmenin acısı.” (s.186)

“Martin Seligman’ın da bulunduğu pek çok çağdaş filozof ve psikolog, mutluluk yerine “çiçeklenme” demeyi tercih ediyor. Aşağı yukarı Yunanca eudaimonia kavramına karşılık gelen ve hakkında yazılmış en etkili açıklama, Aristotales’in Nikomakhos’a Etik kitabında bulunan bu terim, anlamlı bir hayatın ayrıcalıklar kadar acılarla da dolu olacağını öne sürer. Mutluluk genel anlamda olumlu bir hisle bağdaştırılırken, çiçeklenen bir hayat, cesaret (ki bu zor olabiliyor) ve şefkat (başkaları adına üzgün hissetmek anlamına gelebiliyor) ve ertelenmiş tatmin (bu da beklemenin getirdiği sinir bozukluğunu yaşamak anlamına geliyor) pratiği gerektirir. Üretken ve gelişen bir hayat, sürekli Norveç’te yüzmek ve balık tutmakla geçmiyor olabilir ama en azından Seligman ve meslektaşları için bir yaşam olarak tatmin edicidir.

Belki de mutluluktan bahsetmek yerine üretken ve gelişen bir hayattan bahsetmenin en büyük sonucu mutluluğu ait olduğu yere, bir duygu statüsüne koyması. Son 200 yılda mutluluk sonsuza kadar mutlu yaşamak türünden geçici bir duygu olmaktansa, diğer tüm duygular gibi bazen hissedilen bazen de hissedilmeyen bir durum ya da hal anlamında kullanıldı.” (s.192)

“Eğer mutluluğu hayret gibi gelip geçici, yas gibi karmaşık bir duygu olarak yeniden düşünürsek, pek çok çelişkisini ve pek çok farklı biçimini bulabilir. Çünkü kimisi için mutluluk, memnuniyetin sonsuz inlemesiyken, bir başkası için her şeyin “olması gerektiği gibi” oluşunun esrarengiz hissi ve bir diğeri içinse insanın içini pır pır ettiren heyecan olabilir; mutluluk aynı zamanda tehlikeli ve cesurdur. Timsahların üzerindeki mükemmel köprü gibidir.” (s.192)

“Fazla nostalji sisi tatmin olmadığınız bir şimdiki zaman ile çekici bir şekilde ulaşılmaz geçmiş arasında sıkışmış bir halde bırakabilir. Genellikle uzun zamandır düşünmediğimiz bir anıyla bağlantı kurmak, arzu ettiğimiz aidiyet, kimlik ve süreklilik hislerini yaratıyor. Virginia Woolf’un Deniz Feneri’nde yazdığı gibi, bir şeylerin eski hallerine çevrilen bu istemsiz bakışlar, kaotik hayatlarımızın içinde değerli taş gibi parlayan uyum ve istikrar getiriyor.

Son zamanlarda şaşırtıcı sayıda psikolojik çalışma varoluşsal anlam ve toplumsal bağlılık hislerimizi artırdığını ileri sürerek nostaljik düşüncelerin faydalarının altını çizdi. Hatta psikolog Clay Routledge kaygı, yalnızlık ve köksüzlük hisleriyle savaşmak için eski mektupları okuma ve değer verdiğimiz anıların listesini yapma gibi nostalji egzersizleri önerdi. Çevremizin ve fiziksel hislerimizin de yardımı olabilir. Korkular üzerinden hatırlama en güçlü ve çabuk olanı, nörologlara göre bunun nedeni korkuların burun deliklerimizden doğrudan duyguların ve anıların bulunduğu limbik sisteme geçmesi. Çin’in güneyinde bir grup araştırmacı nostaljik hislerin soğuk havalarda arttığını fark edip geçmişi düşünmenin vücut sıcaklığımızı artıran evrimsel bir amacı olabileceğini iddia ettiler; bir anlamda içimizi gerçekten ısıttıklarını.” (s.201)

“Sabun bedene neyse, gözyaşı da ruha odur, der bir Yahudi atasözü.” (s.224)

“18. Yüzyılın son on yılında isyankâr bir grup romantik şair ve ressam bilerek yalnızlık peşinde koşmaya başladı. Bugün yalnızlıktan, uzak durulması gereken, keyifsiz ve kopuk bir his olarak bahsediyoruz. Ama Romantiklerin yalnızlık dedikleri şey, ruhsal ve duyusal deneyimlere vesile olan, fiziksel anlamda tek başına olma durumuydu.” (s.292)