3 Nis 2021

Alain de Botton - Aşk Üzerine

“Belli bir yazgıya en çok romantik yaşantımızda özlem duyarız. Genelde ruhumuzun derinliklerine inemeyen insanlarla yatağımızı paylaşmak zorunda kaldığımızdan, günün birinde düşlerimizin erkeği ya da kadınıyla karşılaşacağımıza inandığımız için bağışlanamaz mıyız? Bu amansız özlemi doyuracak bir yaratığa adeta batıl bir inanç duymamız, hoş görülemez mi?” (s.7)

“Chloe ile tanıştıktan kısa süre sonra onu yaşamımın aşkı olarak değerlendirmek, hiç de tuhaf gelmiyordu bana. Nedenini bilmiyorum ama, hissettiklerimi göz önünde bulundurarak ona birden duyduğum bu yakınlığın olsa olsa aşk olabileceğini söyleyebilirim.

...

Chloe Noel’i annesiyle geçirdi, ben arkadaşlarımla İskoçya’ya gittim., ama birbirimizi her gün aradık, bazen günde beş defa konuşuyorduk -bir şey söylemek için değil hani yalnızca ikimiz de daha önce hiç kimseyle böyle konuşmadığımızı, ötekilerin zorlama ve kandırmacadan öteye gitmediğini, (doğal olarak bir kurtarıcıya gerek duyan) o bekleyişin artık gerçekten sona erdiğini hissettiğimiz için arıyorduk birbirimizi.” (s.10)

“Birbirimize bu denli uygun olduğumuzu hissetmeye başladığım için de (yalnızca cümlelerimi tamamlamıyor, yaşamımı bütünlüyordu) Chloe ile tanışmamın basit bir rastlantı olabileceğini aklım almıyordu. Yazgı, kısmet gibi olguları gerekli şüphecilikle değerlendirebilecek yetkinlikteydim oysa. Genelde batıl inançlarım da yoktur, ama Chloe ile birlikte, önemsiz bile görünse bir dizi ayrıntıyı içgüdüsel olarak zaten hissettiklerimizin bir kanıtı olarak görmeye başladık; birbirimiz için yaratılmıştık biz. İkimiz de çift rakamlı yılların aynı ayında gece yarısı sularında doğmuşuz. Çocukluğumuzda klarnet çalmışız, okul piyeslerinde Bir Yaz Gecesi Rüyası’nda rol almışız. Sol ayaklarımızın baş parmaklarında iki büyük ben, arkadaki dişlerimizde ikimizin de dolgusu var. Güneşli havalarda ikimizi de hapşırık tutuyor. Hatta kütüphanelerimizdeki Anna Karenina’ların baskısı bile aynı. Bunlar küçük ayrıntılar belki ama inananlar yeni bir dini nasıl kuruyorlar dersiniz? Elimizdeki verilere yüce anlamlar yükleyerek zamanı kendimizce öyküleştirdik.” (s.11)

“Gökyüzündeki o dev beyin, doğduğumuz andan başlayarak yörüngelerimizi kurnazca kaydırarak bir gün o Paris-Londra seferinde karşılaşmamızı sağlamıştı.” (s.11)

“Bir olayın gerçekleşmesi olasılığı son derece zayıfken, o olay yine de gerçekleşirse durumu yazgı olarak değerlendirmek suç mu? Mesele de aşk olunca, yazgıdan başka ne gelir akla? Bu denli zayıf bir olasılığın sonucu yaşamımızı değiştiren bu tanışma en akılcı adamın bile aklını çelerdi. Gökyüzünde birisi kukla oynatıyor olmalıydı.” (s.14)

“İnsanların asıl yüzünü görmek hem kolay, hem de bir işe yaramıyor, demişti Elias Canetti; başkalarında gereksiz yere kabahat bulmamıza ilişkin. Öyleyse aşık olmak, bu süreçte biraz körleşmek pahasına da olsa, başka insanlarda kabahat bulmayı anlık bir dürtüyle askıya almaktan kaynaklanıyor olamaz mı? Bir yelpazenin iki zıt ucunun birinde aşk, birinde sinizm yer alıyorsa, bizi yorgun düşüren sinizmden kaçmak için aşık olmuyor muyuz bazen? Enerjimizi kısa bir süre içinde mucizevi bir biçimde inandığımız belli bir yüz üzerine odaklamak ve böylece hayal kırıklığından kaçınmak için aşık olunanın değerlerini inatla abartmak her yıldırım aşkında yok mu?” (s.17)

“Aşk, gereksinimlerimizi görülmemiş hız ve özelliklerle yeniden belirler.” (s.21)

“Taksiyle kent içine doğru yol alırken tuhaf bir yokluk, hüzün duygusu çöktü içime. Gerçekten de aşk mıydı bu? Birlikte doğru dürüst bir sabah bile geçirmemişken aşktan söz edebilmek romantik yanılsamalara, anlam kaymalarına yol açıyordu. Oysa kime aşık olduğumuzu bilmeden aşık olabiliriz ancak. O ilk an ister istemez cehalet üzerine kuruludur. Ve ben bu kadar psikolojik ve epistemolojik kaygının arasında buna yine de aşk diyorsam, bu belki de sözcüğün hiçbir zaman tam anlamıyla kullanılamayacağına olan inancımdan kaynaklanıyordu. Aşk bir yer, bir renk, bir kimyasal madde olmadığına, ama tüm bunların bileşimi ve dahası ya da tüm bunların hiçbiri ve eksiği olduğuna göre, gündeme geldiğinde herkes dilediğince söz edemez miydi ondan? Akademik doğru ve yanlışın ötesine uzanmıyor muydu bu konu? Zaman dışında (ki o da kendi kendinin yalancısıydı) kim bir şey söyleyebilirdi bu konuda?” (s.22)

“Şifre: Aşk söz konusu olunca insanlar daha az sinik olmalı.

Mesaj: Benim için sinizmini bir kenara bırak.” (s.32)

“Albert Camus, kendimizi dağınık hissetmemize karşılık, başkalarının dışarıdan bakınca hem fiziksel hem de duygusal olarak son derece derli toplu göründüğü gerekçesiyle aşık olduğumuzu öne sürmüştü. Tutarlı bir öykü, sabit bir kişilik, belli bir yön duygusu hissetmeyince, öteki insanlarda bunu gördüğümüzü sanırız.” (s.64)

“Batı düşüncesinde aşkın yalnızca karşılıksız kalabilecek Marksist bir pratik olduğunu, zaten karşılık görmeyerek beslendiğini ileri süren karamsar bir gelenek vardır. Bu düşünceye göre, aşk varılacak bir nokta değil o noktaya giden yolun kendisidir ve aşığın hedefine ulaşması, yani sevdiğini elde etmesi aşkı küllendirir.” (s.65)

“İnsanın sahip olduğu bir şeyi sevmesi alışıldık bir durum değildir. Stendhal de aşkın ancak aşık olunan kişiyi yitirme duygusu üzerine temellendirilebileceğine inanıyordu, Deniz de Rougemont ise, en ciddi engel en çok yeğlenen engeldir, tutkuyu çoğaltandır, diyordu ve Roland Barthes de tutkuyu elde edilemez olana duyulan özlem olarak tanımlıyordu.” (s.66)

“Çoğu ilişkide, Marksist bir durum gelip dayanır kapıya mutlaka (genelde aşkın karşılıklı olduğu anlaşıldığı anda) ve nasıl sonuçlanacağı, insanın kendi kendine duyduğu sevgi ile nefret arasındaki dengeye bağlıdır. Kendi kendine duyulan nefret ağır basıyorsa, aşkına karşılık bulan taraf ötekinin kendisine layık olmadığını söyleyecektir (layık değildir çünkü kendisinden daha iyi birisiyle ilişkiye girmiştir) Ama kendi kendine duyulan sevgi ağır basarsa, her iki taraf da aşklarına karşılık bulmanın karşısındakini alçalttığını düşünmeden, gerçekten sevilesi olduğunu kabullenebilir.” (s.67)

“Aşık olunan kişiyle henüz bir samimiyet kurmadan önce bile onu zaten tanıyormuşuz gibi tuhaf bir duyguya kapılabiliriz. Onunla daha önce bir yerde, bir önceki yaşamamızda ya da belki rüyalarımızda tanışmışızdır sanki. Platon’un Şölen’inde Aristofanes, bu aşinalık duygusuna ilişkin aşık olduğumuz kişinin bir zamanlar yapışık olup da sonra yitirdiğimiz “öteki yarımız” olduğu iddiasını ortaya atar. Başlangıçta, bütün insanlar çift sırtlı, çift böğürlü, dört elli, dört bacaklı ve aynı başta zıt taraflara bakan iki suratlı, çift cinsiyetli canlılarmış. Bu çift cinsiyetliler öyle güçlü, öyle gururluymuşlar ki Zeus onları ikiye ayırmak zorunda kalmış -erkek ve dişi olmak üzere işte o gün bugündür. Her erkek ve kadın, öteki yarısıyla birleşebilmek için çabalayıp duruyor demek ki.” (s.68)

“Hoşgörüsüzlüğün temelinde neyin doğru neyin yanlış olduğuna ilişkin belli kavramlar ile başkalarına ille de doğru yolu gösterme arzusu yatar.” (s.82)

“Benim için iyi’nin, bence bu senin için de iyi’ye dönüşmesinden doğuyor zorbalık.” (s.83)

“Farklılıkları şakaya dönüştürememek, iki kişinin birbirlerini artık sevmediğine (en azından aşkın yüzde doksanını oluşturan çabayı göstermeyi artık arzu etmediğine) dair bir işaret sayılabilir.” (s.87)

“Göze görünen yalnızca vücut olduğundan, tutkulu bir aşığın tek umudu ruhun kendisini taşıyan vücuda sadık olması, başka bir deyişle, belli bir vücudun o vücuda uygun bir ruha sahip olmasıdır, yani tenin gerçeği temsil etmesi. Ben Chloe’yi vücudu için sevmiyordum, vücudunu bana vaat edilen kişiliği taşıdığı için seviyordum. Son derece esin verici bir vaatti bu.” (s.111)

“Kırk yaşına geldiğinde herkesin suratı hak ettiği gibi olur.” George Orwell (s.111)

“İki insan birbirlerini tanıdıkça, aralarında konuştukları dil sözlüklerde karşılığı bulunan sözcükleri aşar. Samimiyetle yeni bir dil doğar, iki aşığın birlikte işledikleri ve başkalarınca hemen anlaşılamayacak öyküye göndermelerde bulunan bir özel dildir bu. Onların paylaşılmış deneyimlerini ima eden bu dil, ilişkinin tarihini barındırır içinde, sevgiliyle konuşmayı başkalarıyla konuşmaktan ayıran da budur.” (s.125)

“İnsanın sosyal bir yaratık olması ne demek? İnsanların, yumuşakçalardan ya da solucanlardan farklı olarak kendilerini tanımlayabilmeleri ve bilinçlenmeleri için birbirlerine gereksinim duymaları anlamına mı geliyor? Etrafımızda bizim nerede bitip, başkalarının nerede başladığını gösterecek birileri olmadığı sürece kendi benliğimizi tümüyle kavrayamayız. “İnsan yalnızlık içinde yaşadığında bir karakter dışında her şeyi kendi kendine edinebilir” diye yazmış Stendhal, karakter oluşumunu başkalarının kişiye gösterdiği tepkilerle açıklamaya çalışarak. “Ben” bütünüyle bağımsız bir yapı olmadığı için başkalarına gereksinim duyar. Kişisel tarihimi özümseyebilmem için beni iyi tanıyan, hatta bazen kendimden bile iyi tanıyan bir başkasına gereksinimim vardır.” (s.128)

“Aşk olmadan doğru dürüst bir kimlik edinme yeteneğimizi yitiririz, aşk olduğunda ise benlik bir bakıma sürekli onaylanır. Dinde Tanrı’nın bakışının bu kadar önemli olmasına şaşmamak gerek: Göze görünmek, varoluşunu onaylatmaktır, bakanın Tanrı ya da bizi seven biri olması daha da iyidir. Kişisel dünyamızın temelinde bulunan (ve onun dünyasının temelinde bulunduğumuz) bir başka varlığın gözlerinde meşruluk kazanır varlığımız.” (s.128)

“Kişiliğimizin kolay kolay yüzleşemediğimiz, başkalarının da pek umursamadığı yönlerine dikkat çekmeyi ancak bir sevgili başarabilir kurduğu samimiyetle.” (s.129)

“Başkalarını tanıdığımızı sanırız ama genelde birkaç yönüyle bütünü yorumluyoruzdur. Birisini tümüyle tanımak için, insanın yaşamının her dakikasını o insanla, onun yanında geçirmesi gerekir. Bunu başaramayınca, birer dedektif ve psikolog olarak, ipuçlarını bir araya getirerek bir bütün oluşturmaya çalışırız. Oysa her zaman biraz geç varırız suç mahaline; suç işlenmiş, ilk sahne oynanmış olur ve uyandıktan sonra çözümlemeye çalıştığımız rüyalar gibi bir kurgu oluşturmaya çalışırız kalan tortulardan.” (s.131)

“Bulmayı umduğumuz imge, gerçekte var olan bir imge midir? Akıl, onda ne buluyorsun diye sorar aynaya. Yürek ise, onda ne bulmayı istiyorsun diye sorar.” (s.133)

“Eğer, Stendhal’in dediği gibi, başkaları olmadan kişiliğimiz oluşmuyorsa, o zaman yatağımızı paylaştığımız öteki, yetenekli bir yansıtıcı olmak zorundadır- yoksa vah halimize. Ya her şeyi yanlış anlayan birisiyle birlikteysek, duygularımızı paylaşmaktaki yoksunluklarıyla kişiliğimizin bir yönünü görmezden gelen birisi seviyorsa bizi? Ve de o büyük kuşku: Ötekiler (çünkü aynanın yüzeyi asla kaygan değildir) bizi, iyi ya da kötü, değiştiriyor olmuyor muydu öyleyse?” (s.133)

“Herkes bizi kim olduğumuza dair farklı verilerle donatır, çünkü bizler, onların tahayyül ettiği kişi oluruz biraz biraz.” (s.134)

“Seni seviyorum, ancak ve ancak, seni şimdi seviyorum anlamında söylenebilir.” (s.144)

“İnsan düşünerek sorunları yoktan var edebilir, demişti Chloe bana. Düşünme özgürlüğü, yolumuza çıkacak şeytanlarla karşılaşmaya cesaret edebilmektir. Ama korkmuş bir zihin gezinemez, ben paranoyamın sınırları içinde kaldım, cam kadar kırılgandım.” (s.166)

“Chloe’den birkaç yıl önce birlikte olduğum bir kadın, çok fazla düşündüğüm için aşkta asla mutlu olamayacağımı söylemişti bana. Doğru, fazla düşünüyorum: Aklım işe de yarıyor ama kimi zaman da bir işkence aletine dönüşüyor. Belki de bu kadar düşünerek, Chloe’nin önüne, kendisine tamamen aykırı olan analitik, kuru bir kimlikle çıkarak yabancılaştırmıştım onu kendimden.” (s.195)

“Artık beni üzerin onun yokluğu değil, onun yokluğuna giderek artan kayıtsızlığımdı.” (s.214)