“Belli bir yazgıya en çok romantik yaşantımızda özlem
duyarız. Genelde ruhumuzun derinliklerine inemeyen insanlarla yatağımızı
paylaşmak zorunda kaldığımızdan, günün birinde düşlerimizin erkeği ya da
kadınıyla karşılaşacağımıza inandığımız için bağışlanamaz mıyız? Bu amansız
özlemi doyuracak bir yaratığa adeta batıl bir inanç duymamız, hoş görülemez mi?”
(s.7)
“Chloe ile tanıştıktan kısa süre sonra onu yaşamımın aşkı
olarak değerlendirmek, hiç de tuhaf gelmiyordu bana. Nedenini bilmiyorum ama,
hissettiklerimi göz önünde bulundurarak ona birden duyduğum bu yakınlığın olsa
olsa aşk olabileceğini söyleyebilirim.
...
Chloe Noel’i annesiyle geçirdi, ben arkadaşlarımla İskoçya’ya gittim., ama birbirimizi her gün aradık, bazen günde beş defa konuşuyorduk -bir şey söylemek için değil hani yalnızca ikimiz de daha önce hiç kimseyle böyle konuşmadığımızı, ötekilerin zorlama ve kandırmacadan öteye gitmediğini, (doğal olarak bir kurtarıcıya gerek duyan) o bekleyişin artık gerçekten sona erdiğini hissettiğimiz için arıyorduk birbirimizi.” (s.10)
“Birbirimize bu denli uygun olduğumuzu hissetmeye
başladığım için de (yalnızca cümlelerimi tamamlamıyor, yaşamımı bütünlüyordu)
Chloe ile tanışmamın basit bir rastlantı olabileceğini aklım almıyordu. Yazgı,
kısmet gibi olguları gerekli şüphecilikle değerlendirebilecek yetkinlikteydim
oysa. Genelde batıl inançlarım da yoktur, ama Chloe ile birlikte, önemsiz bile
görünse bir dizi ayrıntıyı içgüdüsel olarak zaten hissettiklerimizin bir kanıtı
olarak görmeye başladık; birbirimiz için yaratılmıştık biz. İkimiz de çift
rakamlı yılların aynı ayında gece yarısı sularında doğmuşuz. Çocukluğumuzda
klarnet çalmışız, okul piyeslerinde Bir Yaz Gecesi Rüyası’nda rol almışız. Sol
ayaklarımızın baş parmaklarında iki büyük ben, arkadaki dişlerimizde ikimizin
de dolgusu var. Güneşli havalarda ikimizi de hapşırık tutuyor. Hatta
kütüphanelerimizdeki Anna Karenina’ların baskısı bile aynı. Bunlar küçük
ayrıntılar belki ama inananlar yeni bir dini nasıl kuruyorlar dersiniz?
Elimizdeki verilere yüce anlamlar yükleyerek zamanı kendimizce öyküleştirdik.”
(s.11)
“Gökyüzündeki o dev beyin, doğduğumuz andan başlayarak
yörüngelerimizi kurnazca kaydırarak bir gün o Paris-Londra seferinde karşılaşmamızı
sağlamıştı.” (s.11)
“Bir olayın gerçekleşmesi olasılığı son derece zayıfken,
o olay yine de gerçekleşirse durumu yazgı olarak değerlendirmek suç mu? Mesele
de aşk olunca, yazgıdan başka ne gelir akla? Bu denli zayıf bir olasılığın
sonucu yaşamımızı değiştiren bu tanışma en akılcı adamın bile aklını çelerdi.
Gökyüzünde birisi kukla oynatıyor olmalıydı.” (s.14)
“İnsanların asıl yüzünü görmek hem kolay, hem de bir işe
yaramıyor, demişti Elias Canetti; başkalarında gereksiz yere kabahat bulmamıza
ilişkin. Öyleyse aşık olmak, bu süreçte biraz körleşmek pahasına da olsa, başka
insanlarda kabahat bulmayı anlık bir dürtüyle askıya almaktan kaynaklanıyor
olamaz mı? Bir yelpazenin iki zıt ucunun birinde aşk, birinde sinizm yer
alıyorsa, bizi yorgun düşüren sinizmden kaçmak için aşık olmuyor muyuz bazen?
Enerjimizi kısa bir süre içinde mucizevi bir biçimde inandığımız belli bir yüz
üzerine odaklamak ve böylece hayal kırıklığından kaçınmak için aşık olunanın
değerlerini inatla abartmak her yıldırım aşkında yok mu?” (s.17)
“Aşk, gereksinimlerimizi görülmemiş hız ve özelliklerle
yeniden belirler.” (s.21)
“Taksiyle kent içine doğru yol alırken tuhaf bir yokluk,
hüzün duygusu çöktü içime. Gerçekten de aşk mıydı bu? Birlikte doğru dürüst bir
sabah bile geçirmemişken aşktan söz edebilmek romantik yanılsamalara, anlam
kaymalarına yol açıyordu. Oysa kime aşık olduğumuzu bilmeden aşık olabiliriz
ancak. O ilk an ister istemez cehalet üzerine kuruludur. Ve ben bu kadar
psikolojik ve epistemolojik kaygının arasında buna yine de aşk diyorsam, bu
belki de sözcüğün hiçbir zaman tam anlamıyla kullanılamayacağına olan
inancımdan kaynaklanıyordu. Aşk bir yer, bir renk, bir kimyasal madde
olmadığına, ama tüm bunların bileşimi ve dahası ya da tüm bunların hiçbiri ve
eksiği olduğuna göre, gündeme geldiğinde herkes dilediğince söz edemez miydi
ondan? Akademik doğru ve yanlışın ötesine uzanmıyor muydu bu konu? Zaman
dışında (ki o da kendi kendinin yalancısıydı) kim bir şey söyleyebilirdi bu
konuda?” (s.22)
“Şifre: Aşk söz konusu olunca insanlar daha az sinik
olmalı.
Mesaj: Benim için sinizmini bir kenara bırak.” (s.32)
“Albert Camus, kendimizi dağınık hissetmemize karşılık,
başkalarının dışarıdan bakınca hem fiziksel hem de duygusal olarak son derece
derli toplu göründüğü gerekçesiyle aşık olduğumuzu öne sürmüştü. Tutarlı bir
öykü, sabit bir kişilik, belli bir yön duygusu hissetmeyince, öteki insanlarda
bunu gördüğümüzü sanırız.” (s.64)
“Batı düşüncesinde aşkın yalnızca karşılıksız kalabilecek
Marksist bir pratik olduğunu, zaten karşılık görmeyerek beslendiğini ileri
süren karamsar bir gelenek vardır. Bu düşünceye göre, aşk varılacak bir nokta
değil o noktaya giden yolun kendisidir ve aşığın hedefine ulaşması, yani
sevdiğini elde etmesi aşkı küllendirir.” (s.65)
“İnsanın sahip olduğu bir şeyi sevmesi alışıldık bir
durum değildir. Stendhal de aşkın ancak aşık olunan kişiyi yitirme duygusu
üzerine temellendirilebileceğine inanıyordu, Deniz de Rougemont ise, en ciddi
engel en çok yeğlenen engeldir, tutkuyu çoğaltandır, diyordu ve Roland Barthes
de tutkuyu elde edilemez olana duyulan özlem olarak tanımlıyordu.” (s.66)
“Çoğu ilişkide, Marksist bir durum gelip dayanır kapıya
mutlaka (genelde aşkın karşılıklı olduğu anlaşıldığı anda) ve nasıl
sonuçlanacağı, insanın kendi kendine duyduğu sevgi ile nefret arasındaki
dengeye bağlıdır. Kendi kendine duyulan nefret ağır basıyorsa, aşkına karşılık
bulan taraf ötekinin kendisine layık olmadığını söyleyecektir (layık değildir
çünkü kendisinden daha iyi birisiyle ilişkiye girmiştir) Ama kendi kendine
duyulan sevgi ağır basarsa, her iki taraf da aşklarına karşılık bulmanın
karşısındakini alçalttığını düşünmeden, gerçekten sevilesi olduğunu
kabullenebilir.” (s.67)
“Aşık olunan kişiyle henüz bir samimiyet kurmadan önce
bile onu zaten tanıyormuşuz gibi tuhaf bir duyguya kapılabiliriz. Onunla daha
önce bir yerde, bir önceki yaşamamızda ya da belki rüyalarımızda tanışmışızdır
sanki. Platon’un Şölen’inde Aristofanes, bu aşinalık duygusuna ilişkin aşık
olduğumuz kişinin bir zamanlar yapışık olup da sonra yitirdiğimiz “öteki
yarımız” olduğu iddiasını ortaya atar. Başlangıçta, bütün insanlar çift sırtlı,
çift böğürlü, dört elli, dört bacaklı ve aynı başta zıt taraflara bakan iki
suratlı, çift cinsiyetli canlılarmış. Bu çift cinsiyetliler öyle güçlü, öyle
gururluymuşlar ki Zeus onları ikiye ayırmak zorunda kalmış -erkek ve dişi olmak
üzere işte o gün bugündür. Her erkek ve kadın, öteki yarısıyla birleşebilmek
için çabalayıp duruyor demek ki.” (s.68)
“Hoşgörüsüzlüğün temelinde neyin doğru neyin yanlış
olduğuna ilişkin belli kavramlar ile başkalarına ille de doğru yolu gösterme
arzusu yatar.” (s.82)
“Benim için iyi’nin, bence bu senin için de iyi’ye
dönüşmesinden doğuyor zorbalık.” (s.83)
“Farklılıkları şakaya dönüştürememek, iki kişinin birbirlerini
artık sevmediğine (en azından aşkın yüzde doksanını oluşturan çabayı göstermeyi
artık arzu etmediğine) dair bir işaret sayılabilir.” (s.87)
“Göze görünen yalnızca vücut olduğundan, tutkulu bir
aşığın tek umudu ruhun kendisini taşıyan vücuda sadık olması, başka bir
deyişle, belli bir vücudun o vücuda uygun bir ruha sahip olmasıdır, yani tenin
gerçeği temsil etmesi. Ben Chloe’yi vücudu için sevmiyordum, vücudunu bana vaat
edilen kişiliği taşıdığı için seviyordum. Son derece esin verici bir vaatti
bu.” (s.111)
“Kırk yaşına geldiğinde herkesin suratı hak ettiği gibi
olur.” George Orwell (s.111)
“İki insan birbirlerini tanıdıkça, aralarında
konuştukları dil sözlüklerde karşılığı bulunan sözcükleri aşar. Samimiyetle
yeni bir dil doğar, iki aşığın birlikte işledikleri ve başkalarınca hemen anlaşılamayacak
öyküye göndermelerde bulunan bir özel dildir bu. Onların paylaşılmış
deneyimlerini ima eden bu dil, ilişkinin tarihini barındırır içinde, sevgiliyle
konuşmayı başkalarıyla konuşmaktan ayıran da budur.” (s.125)
“İnsanın sosyal bir yaratık olması ne demek? İnsanların,
yumuşakçalardan ya da solucanlardan farklı olarak kendilerini
tanımlayabilmeleri ve bilinçlenmeleri için birbirlerine gereksinim duymaları
anlamına mı geliyor? Etrafımızda bizim nerede bitip, başkalarının nerede
başladığını gösterecek birileri olmadığı sürece kendi benliğimizi tümüyle
kavrayamayız. “İnsan yalnızlık içinde yaşadığında bir karakter dışında her şeyi
kendi kendine edinebilir” diye yazmış Stendhal, karakter oluşumunu başkalarının
kişiye gösterdiği tepkilerle açıklamaya çalışarak. “Ben” bütünüyle bağımsız bir
yapı olmadığı için başkalarına gereksinim duyar. Kişisel tarihimi
özümseyebilmem için beni iyi tanıyan, hatta bazen kendimden bile iyi tanıyan
bir başkasına gereksinimim vardır.” (s.128)
“Aşk olmadan doğru dürüst bir kimlik edinme yeteneğimizi
yitiririz, aşk olduğunda ise benlik bir bakıma sürekli onaylanır. Dinde
Tanrı’nın bakışının bu kadar önemli olmasına şaşmamak gerek: Göze görünmek,
varoluşunu onaylatmaktır, bakanın Tanrı ya da bizi seven biri olması daha da iyidir.
Kişisel dünyamızın temelinde bulunan (ve onun dünyasının temelinde
bulunduğumuz) bir başka varlığın gözlerinde meşruluk kazanır varlığımız.”
(s.128)
“Kişiliğimizin kolay kolay yüzleşemediğimiz, başkalarının
da pek umursamadığı yönlerine dikkat çekmeyi ancak bir sevgili başarabilir
kurduğu samimiyetle.” (s.129)
“Başkalarını tanıdığımızı sanırız ama genelde birkaç
yönüyle bütünü yorumluyoruzdur. Birisini tümüyle tanımak için, insanın
yaşamının her dakikasını o insanla, onun yanında geçirmesi gerekir. Bunu
başaramayınca, birer dedektif ve psikolog olarak, ipuçlarını bir araya
getirerek bir bütün oluşturmaya çalışırız. Oysa her zaman biraz geç varırız suç
mahaline; suç işlenmiş, ilk sahne oynanmış olur ve uyandıktan sonra çözümlemeye
çalıştığımız rüyalar gibi bir kurgu oluşturmaya çalışırız kalan tortulardan.”
(s.131)
“Bulmayı umduğumuz imge, gerçekte var olan bir imge midir?
Akıl, onda ne buluyorsun diye sorar aynaya. Yürek ise, onda ne bulmayı
istiyorsun diye sorar.” (s.133)
“Eğer, Stendhal’in dediği gibi, başkaları olmadan
kişiliğimiz oluşmuyorsa, o zaman yatağımızı paylaştığımız öteki, yetenekli bir
yansıtıcı olmak zorundadır- yoksa vah halimize. Ya her şeyi yanlış anlayan
birisiyle birlikteysek, duygularımızı paylaşmaktaki yoksunluklarıyla
kişiliğimizin bir yönünü görmezden gelen birisi seviyorsa bizi? Ve de o büyük
kuşku: Ötekiler (çünkü aynanın yüzeyi asla kaygan değildir) bizi, iyi ya da
kötü, değiştiriyor olmuyor muydu öyleyse?” (s.133)
“Herkes bizi kim olduğumuza dair farklı verilerle donatır,
çünkü bizler, onların tahayyül ettiği kişi oluruz biraz biraz.” (s.134)
“Seni seviyorum, ancak ve ancak, seni şimdi seviyorum
anlamında söylenebilir.” (s.144)
“İnsan düşünerek sorunları yoktan var edebilir, demişti
Chloe bana. Düşünme özgürlüğü, yolumuza çıkacak şeytanlarla karşılaşmaya
cesaret edebilmektir. Ama korkmuş bir zihin gezinemez, ben paranoyamın
sınırları içinde kaldım, cam kadar kırılgandım.” (s.166)
“Chloe’den birkaç yıl önce birlikte olduğum bir kadın,
çok fazla düşündüğüm için aşkta asla mutlu olamayacağımı söylemişti bana.
Doğru, fazla düşünüyorum: Aklım işe de yarıyor ama kimi zaman da bir işkence
aletine dönüşüyor. Belki de bu kadar düşünerek, Chloe’nin önüne, kendisine
tamamen aykırı olan analitik, kuru bir kimlikle çıkarak yabancılaştırmıştım onu
kendimden.” (s.195)
“Artık beni üzerin onun yokluğu değil, onun yokluğuna giderek artan kayıtsızlığımdı.” (s.214)