“Dünya öyle muhteşem ki onu kavramak, ona katılmak, onu
kucaklamak, her parçamın onunla titreştiğini hissetmek istiyorum.” (s.21)
“Belki de insan ne zaman gerçekten mutlu olduğunu bilirse
hayatı için gerekli şeyleri de bilebilirdi.” (s.25)
“Kamusal gerçeklik, herkesin dış dünyanın ne olduğuna
dair vardığı fikir birliği, bana benim için neyin önemli olduğunu ya da kendi
varlığımın kanunlarına uygun yaşamak için neler yapmam gerektiğini söylemeyi
başaramıyordu. Acaba görmezden gelemeyeceğim mahrem bir gerçeklik, bilmekten
ziyade hissetmekle ilintili bir gerçeklik olamaz mıydı?” (s.28)
“Bu ruh ya da içimizdeki can dışımızdaki hayatla tümüyle
alakasız. İnsan cesaretini toplayıp da ona ne düşündüğünü sorabildiğinde hep
diğer insanların söylediklerinin aksini söylüyor… Gerçekten de dünyanın en
tuhaf mahluku bu: kahramanlıktan uzak, rüzgargülü gibi değişken, mahcup,
küstah, iffetli, şehvetli, geveze, suskun, çalışkan, çabuk yorulan, becerikli,
sakar, melankolik, iç açıcı, yalancı, dürüst, bilgili, cahil, cömert, cimri ve
müsrif – kısacası, öyle karmaşık, öyle belirsiz, toplum içinde onun
hamaliyesini üstlenen versiyonuyla öyle alakasız ki insan bütün hayatını onu
anlamaya çalışmakla geçirebilir.” (s.29)
“Belki de bu geçen günlerin bana tatminkâr gelmemesinin,
düşte gibi olmasının sebebi mutluluk konusunda çok açgözlü olmam, bana daha
önce mutluluk vermiş şeylere ya da fazla gayret gerektirmeyen şeylere kaymamdı.
Tatillerin bazen mutsuz geçmesi belki bu yüzdendir: Doğrudan mutluluk avına çıktığın
için onu kaybedersin.” (s.33)
“Kendi içimde öyle büyük bir ahenk olsun ki başkalarını
da düşünebileyim.” (s.35)
“Onlara göre en önemli şey olaylar, nereye gitmişsin, ne
yapmışsın, neler olmuş, nasıl iyi zaman geçirmişsin. Ama bence asıl önemli olan
bunlar değil, arada geçen zaman hiçbir şeyin olmadığı uzun günler, rasgele
anlar, mesela bir mektubu açtığın ya da bir lokantada tek başına oturduğun veya
bir yabancıyla paylaştığın an… Muhtemelen asıl önemli olan şey, aradığın şey,
bitkilerin kökleri gibi gizli ve bilginin boşluklarında meydana gelen şey.”
(s.40)
“Gerçeklik bu kadar muhteşemken idealizmin ne kadar
berbat bir şey olduğunu düşündüm.” (s.42)
“Eskiden hayatın neye hizmet ettiğini anlamak için kafa
yorardım – şimdi yaşıyor olmak yeterli bir sebep gibi geliyor.
Ne istiyorum –
Zaman, bazı şeylerin resmini yapmak ve düşünerek değil
hissederek yakından incelemek, şeylerin derinine inmek için boş zaman.
Kahkaha istiyorum, verdiği tatmini, dengeyi ve geniş
emniyet duygusunu.
Oyun oynama fırsatları bulmak istiyorum, bazı şeyleri
gelişim maksadıyla değil sadece keyif için yapmak.
Büyüyen şeylerin kanunlarını sabırla anlamak. Bunlara hiç
vaktim olmadığını hissediyorum çünkü kalabalığa kapılmış sürükleniyorum,
günlerimi para kazanmak ve arkadaşlarımla koşturmakla geçiriyorum – pinpon topu
gibi.” (s.45)
“Ona verecek şeylerim olduğunu düşünüyorum. Onun uyum
sağlamasına, enerjisini dengeli kullanmasına, heyecanını kaybetmeden biraz daha
temkinli olmasına yardımcı olabilirim. Bazen böbürlendiğinde sinirleniyorum –
tıpkı insanlar hastalandığında sinirlendiğim gibi – ama ona söylersem benim
istediğim şekilde değişeceğini düşünüyorum. Ama ben de onun – onca basiretine
rağmen bazen körlemesine de olsa – neyi ne maksatla yaptığını anlamayı
öğrenebilirim. Zaman zaman onun büyümesine çözülemeyecek şekilde bağlandığımı
hissediyorum bu aralar. Onca kalabalığın arasında birbirimizi yol arkadaşı
olarak seçtiğimizi çünkü her ikimizin de birbirimiz için nihai amaç
olmadığımızı hissediyorum. İkimiz de bir şeylerin peşindeyiz (kim bilir ne) ve
içgüdüsel olarak erişmekte birbirimize yardım edebileceğimizi hissediyoruz. İlişkinin
ikimizin de kişiliklerine mümkün olan en büyük özgürlüğü tanımasını isterdim.”
(s.46)
“21 Eylül, gece 12. Tek başına yattığım son gece. İnsanın
sevdiği birinin olması “çocukça şeyleri kenara atmasını” sağlıyor. Yine de
birlikte biraz daha çocuksu olabilmeyi umuyorum, kaygıların ve ağır
gerekliliklerin yükünü daha az hissetmeyi. Her şey kaçınılmaz gibi geliyor –
kıştan sonra bahar gelmesi gibi. Oyuklarında eşleriyle duran küçük, tüylü
hayvanları düşünüyorum. Giysilerim, bavullarım, soyadımın değişmesi nasıl da
önemsiz.” (s.46)
“Bu sabah ilk olarak yeni bir güç hissettim, engin bir
sükunetle sarmalama ve koruma gücü – içimde bir hayat denizi var.” (s.47)
“Makinelerin değil büyüyen şeylerin arasında yaşamak
istiyorum. Güneşle, yağmurla, rüzgârla, temiz havayla, mevsimlerin döngüsüyle
düzenli bir tempoda yaşamak istiyorum. Tanımayı ve anlamayı öğreneceğim, utanmadan,
şüphe etmeden konuşabileceğim bir iki arkadaş istiyorum.
Kitap yazmak, basıldıklarını, ciltlendiklerini görmek
istiyorum.
İnsan davranışı denen bu keşmekeşe dair daha net
fikirlere sahip olmak istiyorum.
Çevremi basitleştirmek, böylece titreşen irademi
istediğim doğrultuda tutabilmek istiyorum. Kalabalığın yönlendirmelerine tepki
olarak oraya buraya savrulmak, hiç direnç
gösterememek istemiyorum.” (s.48)
“Deli kendi düşüncesindeki gerçekliği, asıl gerçekliğe
tercih eder. Asla taviz vermez, onun için “ya hep ya hiç”tir. Yine de tümüyle
haksız değildir. Çünkü kuşkusuz düşüncenin de kendi gerçekliği vardır – ama sadece
bir hakikat üzerine kurulduğunda.” (s.46)
“Ne istediğimi hala düşünerek bulmaya çalıştığım anlaşılıyor,
ancak düşünmeyi bıraktığımda gerçekten ne istediğimi anlayabileceğimi henüz keşfetmemişim.”
(s.49)
“Gerçekleri ortaya çıkarmaya çalıştıkça kendi zihnimin
pek de bilmediğim bir şey olduğuna iyice ikna oldum. Bu yüzden de en acil ihtiyacın,
zihnimin alışkanlıklarına biraz daha aşinalık kazanmak olduğuna karar verdim. Anlamam
gereken şey genelde zihin değil de kendi zihnim olduğundan, kitaplara başvurmak
yerine düşüncelerimi yönlendirmeye çalışmadan serbestçe yazdığımda ne olduğunu
gözlemlemeye başladım.
Günlüğe başlamadan önceki zamanlardan kalma bolca malzeme
vardı elimde; endişeden ve sıkıntıdan kaçmak istediğimde düşüncelerimi bir
yerlere çiziktirirdim.” (s.51)”
“Belki insanın aklının ucundan bile geçmeyecek fikirlere
sahip ikinci bir zihni daha vardır.” (s.61)
“Belli ruh hallerinde en basit şeyler, mesela küvetteki
suyun üzerine vuran elektrik ışığı bile bana yoğun bir keyif veriyordu, halbuki
başka zamanlarda, sevdiğim müzikten, bir bahar gününden ya da arkadaşlarımla
birlikte olmaktan hiçbir tatmin duymayacak kadar kör, tepkisiz ve kapalı
oluyordum. Bu yüzden de bu ruh hallerinin neden kaynaklandığını bulmaya niyetlendim.
Kendim kontrol edebilir miydim? Bazen benim istemli bir hareketimden
etkileniyorlardı sanki. Özellikle bir şeyleri yazıya dökmenin yarattığı etki
bana çarpıcı gelmişti.” (s.63)
“Çok çeşitli algılama yolları olduğunu keşfetmeye
başladım ve bunlar, zihnin içsel bir jesti olarak tanımlayabileceğim bir şeyle
kontrol edilebiliyordu. Öz farkındalık, insanın Ben-liğinin çekirdeği olduğundan
merkezi bir ilgi alanı oluşturuyordu sanki. İstendiği takdirde bu varlık
çekirdeğinin yerinin değiştirilebileceğini keşfetmiştim.” (s.64)
“Bir keresinde trende gece yolculuğu yaparken gün boyu
edinilmiş izlenimlerin zihnimde itişip duran kalabalığı yüzünden bir türlü
uyuyamamıştım, tesadüfen kalbimde “kendimi hissettim” ve bir anda zihnim öyle
yatıştı ki birkaç dakika içinde huzurlu bir uykuya daldım. Ama yirmi beş yıl
boyunca farkındalığın içeride bu şekilde yerleştirilebileceğini keşfetmeden
yaşamış olduğum fikri beni şaşırtmıştı.” (s.64)
“Gündelik hayatta kendi bedenimin dışına çıkmaya ve başka
insanlarla aynı duyguları hissetmeyi öğrenmeye can atıyor, ama nereden
başlayacağımı bilemiyordum. Sonra müzikteki hilemi hatırladım ve “kendimi
dışarı koymayı”, odadaki sandalyelerden birine oturmayı deneyerek işe başladım
(odada tek başıma olduğumdan başlangıç için bir sandalyenin yeteceğini
düşünmüştüm). Sandalye hemen farklı bir gerçeklik kazandı, oranlarını hissettim
ve şeklini sevip sevmediğimi hemen söyleyebildim. Daha sonra bakmanın sırrının
bu olabileceğini ve insanın istediği şeyleri öğrenmesi için uygulanabileceğini
düşündüm. Normalde dışarıdaki şeylere kafamdan bakardım, sanki kafam kendimi
içine kapadığım ve pencerelerinden dışarı bakıp olan biteni seyrettiğim bir
kuleydi. Şimdi istediğim zaman dışarı çıkabileceğimi, aşağı inebileceğimi ve
olan bitenin bir parçası olabileceğimi keşfediyordum, böylece kulenin mesafeli
yüksekliğinden göremediğim bazı şeyleri deneyimleyebilecektim… Böyle yeni bir
olasılığı keşfettikten sonra bazı şeylere bakmak için sürekli aşağı indiğim
düşünülebilir. Halbuki his değil düşünce talep eden günlük bir işin baskısıyla
bu yeni özgürlüğü adeta unuttum, aynı zamanda sanırım bu özgürlükten ve kulemin
güvenliğini sık sık terk etmekten korkuyordum.
Bu yöntemlerle algılama gücümün, doğrudan bakmaya ya da
dinlemeye çalışarak değil bu özel içsel jestle değiştirilebileceğini anlamaya
başladım.
Sonra sadece algılamanın değil eylemenin de aynı şekilde
kontrol edilebileceğini tahmin etmeye başladım.” (s.66)
“Dünyaya karşı genel tavrımın bir nevi büzüşme olduğunu
gördüm, sert bir dokunuşla rahatsız olan denizşakayığı gibi, kendi yaptığı
koruyucu duvarların arasında kapalı kalmış amipler gibi. Bir şeyi algılamak
istediğimde duyargalarımı sürekli açık tutabileceğim o emniyet halini daha öğrenmem
gerekiyordu.” (s.68)
“Bir gün bir geminin güvertesinde, denizin ortasında, hafif
bir rüzgar eşliğinde tek başına oturuyordum. Huzursuz ve mutsuzdum; kışın,
şehirde, karanlık günlerde çok özlemini çektiğim bir şeyin keyfini çıkaramadığım
için sıkıntılıydım. Hep istediğim şeye, güneşe, boş zamana ve denize kavuştuğum
için mutlu olmam gerektiğini biliyordum. Birden düşünmeye çalıştığımı fark
ettim; ancak bir şeyler düşünebilirsem mutlu olabileceğime inanmış gibiydim. O anda
çözmem gereken özel bir sorun yoktu, sadece insanın düşünceleri, fikirleri,
gördüğü ve duyduğu şeyler hakkında söyleyecek ilginç şeyleri olması gerektiğine
dair bir his vardı.
Tabii insanın düşünmesi gerektiğine dair bu fikrin farkına
vardığım anda ne kadar salakça olduğunu anladım ve bir şeyler yapmaya çalışmayı
bıraktım, kendimi koyverdim. O anda güneşin vurduğu iplerin beyazlığı deniz
fonu önünde gözümü aldı ve öylece oturup etrafa bakmaktan büyük memnuniyet
duymaya başladım.” (s.69)
“Benliğimin ihtiyacı dengeydi, güneş ama çok fazla değil,
yağmur ama sürekli değil. Beden nasıl belli bir tür gıdayla doyuyorsa, benlik
de belli bir tür deneyimle kolayca doyuyordu ve kendine has bir bilgeliği vardı,
tek eksik benim bunu yorumlamayı öğrenmemdi.” (s.79)
“Tavırlarımı değiştirmek istiyorum; sürekli bir şeyin peşinde
koşmak ama bunun ne olduğunu bilmemek beni huzursuz ediyor. Bazı insanları,
özellikle sanatçıları kıskanıyorum. Oyun tavrı edinmek istiyorum. Bundan kastım,
yaparken alınan zevk dışında bir şeye hizmet etmeyen bir edime konsantre olmak.
Bunu neden istiyorum? Tam sebebini bilmiyorum, sadece çok cazip geliyor. Belki de
insanı ruhunu kurtarma uğraşından azat ediyordur. Ruhunu kurtarmak isteyen ben,
yitirmek istiyorum. Oyun benim için özgürlük demek – korkulardan özgür olmak. Ruhun
haysiyetinin bir ifadesi, hiçbir gerekçelendirme bağının kölesi değil.” (s.80)
“İrademi sürekli sonsuz hedefler peşinde koşmaya
zorladığımı, bu hedeflerin de beni asıl istediğim şeye ulaşmaktan alıkoyduğunu
anlamıştım. Buna ulaşmayı neden böyle umutsuzca arzuladığımı bilemiyordum ama
en azından en büyük ihtiyacımın – bir cesaret edebilsem – kendimi bırakmak ve
başarı kazanma dürtüsünden kurtulmak olduğunu tahmin etmeye başlamıştım. Bütün bu
hedefleri bıraksam, daha temel bir amacın, kendi kendime yüklediğim şahsi
hırsların değil kendi mizacımın özünden çıkan bir şeyin farkına varabileceğimi
de seziyordum. İnsanlar “Ne pahasına olursa olsun kendin ol” diyorlardı. Ama insanın
kendisinin ne olduğunu bilmesinin o kadar da kolay olmadığını anlamıştım. Başka
insanların istediği şeyleri istemek, sonra da bunun kendi tercihin olduğunu
zannetmek çok daha kolaydı.” (s.86)
“Gayretini, geriye hiçbir şey kalmayana kadar sürekli
baltalıyor musun? Eylemsizlikle etkilenemeyecek hiçbir şey yoktur.” Lao Tzu
(s.87)
“Düşüncemi ne itmeli ne de sürüklenmeye bırakmalıydım. İçsel
bir jest yaparak geri çekilmeli ve
seyretmeliydim, çünkü irademin, düşünce kalabalığına polislik yaptığı bir
durumdu bu, görevi orada durup yolun gelip geçenler için açık kalmasını
sağlamaktı. Neden kimse bana iradenin işlevinin geride durmak, beklemek,
itmemek olduğunu söylememişti?” (s.92)
“Düşüncemin saçaklarında, her dakika belli belirsiz
şekiller bulunur ve ben onlara baktığımda netleşirler. Elinde fener tutan bir
polis memuru gibi farkındalığımın aydınlık dairesini istediğim yere
yöneltebilirim.” (s.95)
“Bir keresinde bezgin, kendimden bıkmış, Akdeniz’e bakan
bir yarın üzerinde yatarken, “Hiçbir şey istemiyorum” demiştim ve anında
manzara kartpostal çiğliğinden sıyrılmış, yaradılışın ilk gününden kalma bir
ışıkla parlamıştı, yol kenarındaki tuzlu otlar bile.” (s.96)
“Kendimi gözlemliyorum ki başkalarını tanıyayım.” Lao Tzu
(s.109)
“Kendime iki kural belirledim:
1. İnsanın
içini karartan herhangi bir kaygı ya da dargınlık yükü asla göründüğü şey
değildir. Ne zaman üzerimde bir bulut gibi asılı dursa ve dağılmayı reddetse
bilmeliyim ki körü düşünce alanından geliyor ve beni asıl kaygılandıran şey
benden gizleniyordur.
2. Hem
kendinde hem de başkalarında bu tür duygular üzerine akıl yürütmek boşunadır.
Saplantılı korkular ya da
kaygılar karşısında fikir yürütmenin neden işe yaramadığını anlamaya başlamıştım çünkü kaynakları aklın ve sağduyunun kapsama alanı dışındaydı. Zihin
ıssızlıklarında, bir şeyin hem kendisi hem de başka bir şey olabildiği yerlerde
gelişiyorlardı ve onlarla başa çıkmanın tek yolu makul olmaya dair bütün
teşebbüsleri bırakıp düşüncelere hürriyet tanımaktı.” (s.124)
“Nasıl istirahat edeceğini bilmişsen, şehirler,
imparatorluklar fethetmişlerden daha fazlasını başarmışsındır.” (s.147)
“Bir kere kendi hayat kaynağımla temasa geçtikten sonra, “ebedi
kollar”a dair bir inanç ya da şüphe yersiz kaçıyordu; yediğimiz elmanın tadının
güzel olduğuna inanmayız, güzeldir.” (s.162)
“Mutluluk anlarımı gözlemlemek ve neden
kaynaklandıklarını bulmak üzere yola çıkmıştım. Ama tecrübelerimi incelediğimde
farklı, incelemediğimde farklı şeylerden mutlu olduğumu keşfettim. Bakma eylemi
kendi başına bütün varlığımı değiştiren bir güçtü.
Her günün sonunda olanları gözden geçirmeye ve bana en
iyi görünen şeyleri seçmeye başladığımda, beklemediğim bazı sonuçlar aldım. Bu deneye
başlamadan önce, hayatın içinde sorgulamadan sürüklendiğim zamanlarda hayatımı
olaylarla ölçerdim. Genelde “iyi vakit geçirmek” olarak görülen şeye
kavuştuğumda mutlu olduğumu zannederdim. Ama her günkü mutluluğun hesabını
tutmaya başladığımda, kendine özel bir niteliği olan bazı anların farkına
vardım, bu nitelik etrafımda olup bitenden tümüyle bağımsızdı zira bazen en
önemsiz durumlarda ortaya çıkıyordu. Bu anların özel olmasının sebebi, “güzel
vakit geçirmek”ten anladığım şeyin çok ötesinde bir mutluluk hissi vermesi ve
gündelik kayıtlarımdaki diğer bütün kaygıları gölgede bırakmasıydı. Bu anların
tesadüfen bir kenara çekilip kendi deneyimime geniş bir odakla baktığım, hiçbir
şey istemediğim ve her şeye hazır
olduğum zamanlarda ortaya çıktığı sonucuna vardım zamanla. Çalışmalarımın geri
kalanı bu bakma becerisinin neye bağlı olduğunu ortaya çıkarma teşebbüsüne
dönüştü.” (s.173)
“Bir sonraki keşfim beni mutlu eden şeyi artık bildiğim halde
onu her istediğimde elde edemediğimdi. Gözlerim açık yaşamaktan beni men eden
sayısız engel var gibiydi ama birbiri ardına ipuçlarını takip edince hepsinin
kökeninde korkunun yattığını anladım. Bu korkunun kökenini de kör düşüncemi
gözlemlemek için yöntemler bularak öğrendim. Benimle çevrem ve benimle kendim
arasına giren daimi bir benmerkezli gevezelik olduğunu keşfettim ve bunun
sesini kesmeyi öğrenene kadar çarpık kurgusal bir dünyada yaşamak, gerçek
ihtiyaçlarımla gerçek koşullarım arasındaki hayati bağlantıdan mahrum kalmak
durumundaydım. Sadece ve sadece bunu kırabildiğimde altında mutluluğun
büyüyebileceği koşulları seçebilecek kadar net görmeyi başardım; mesela
faaliyetlerimi sınırlamayı, her yeni şeyin peşinden koşmamayı, başka insanların
yaptığı şeylere yetişeceğim diye bütün enerjimi harcamamayı, bunu yaparsam
kendi şahsıma ait ihtiyaçlara enerjim kalmadığını öğrendim.” (s.174)
“Beni mutlu eden şeylerle ilgili bir günlük tutarak,
mutluluğun benim tam da farkında olmadığım zamanlarda geldiğini keşfetmiştim. Böylece
hedefimin, gittikçe daha fazla farkında olmak ve akıl yoluyla kavrama ile aynı
şey olmayan bir anlayışla daha fazla anlamak olduğu sonucuna vardım. Bunun doğal
itkilere dayalı bir hayata karşı, bilince dayalı bir hayat meselesi olmadığını
da fark etmiştim; zira bilinç olmadığında en azından benim için doğal ifade
özgürlüğü yoktu, sadece rasgele edinilmiş teamüller ve birbirine zıt, yanlış
anlaşılmış idealler karmaşası arasında bir çatışma vardı. Anlamadığımda kör
alışkanlıkların insafına kalıyordum; anladığımda kendi yaşama kurallarımı
geliştirebilir ve değişen bir medeniyetin çelişen tavsiyelerinden hangilerinin
kendi ihtiyaçlarıma uygun olduğunu bulabilirdim. Daha fazla anlayabilmek için
daha fazla hareketsizlik gerektiğini keşfedince hem başka birileri vasıtasıyla
değil kendi gözlerimle görmeye başladım hem de öz bilincimin beni hapseden
adasından kaçmanın yolunu nihayet keşfedebildim.” (s.181)