5 Mar 2023

Rachel Corbett - Hayatını Değiştirmelisin & Rainer Maria Rilke ve Auguste Rodin'in Hikâyesi

“Yalnızlık, sadece etrafınızda genişleyen bir boşluktur. Belirsizliğe güvenin. Üzüntü, yaşamın sizi elleri arasına alması ve değiştirmesidir. Yalnızlığı yuvanız haline getirin.” Rilke (s.7)

“Belki yaşamımızdaki tüm ejderhalar, bizi bir kez olsun güzel ve cesur görmek için bekleyen prenseslerdir. İşin aslı araştırıldı mı, belki yaşamdaki tüm korkunç nesnelerin bizden yardım bekleyen kolu kanadı kırık yaratıklar olduğu anlaşılacaktır.” Rilke (s.10)

“Bir kayanın altında ezilme korkusu, oğlanın kâbuslarında devamlı tekrar eden bir tema haline geldi. Bu, her seferinde bir mezar taşı değildi ama her zaman çok büyük, çok sert ve çok yakın bir şeydi ve sıklıkla acı verici bir dönüşüme işaret ediyordu; var olanın yıkılmasıyla yeniden gelecek bir yeniden doğuşa.” (s.25)

“Hâlâ yumuşağım, balmumu gibi olabilirim ellerinde. Beni al, bana şekil ver ve tamamla beni.” Rilke (s.38)

“Ruhumu kollarına aldın ve bir beşik gibi usulca salladın.” Rilke (s.40)

“Bibi, Rodin’e güzelliğin mükemmellikle ilgili değil hakikatle ilgili olduğunu söylemişti.” (s.43)

“Claudel kendine ait bir parçayı Rodin’de kaybettiğini hissetmeye başladı ve ayrılık kararı verdi.” (s.56)

“Rilke, evlilik hakkında en kalıcı mitolojilerinden biri haline gelecek cümlesini kaleme aldı: İki insanın birleşmesindeki en büyük vazifenin, her birinin diğerinin yalnızlığını koruması olduğunu düşünüyorum.” (s.81)

“Okumaya dikkatini veremeyen Rilke, nisan ayında genç Franz Kappus’a iki mektup yazdı. O zamanlar hissettiği belirsizlik duygusuyla barışmaya hatta onu yüceltmeye çalıştı. Şöyle yazmıştı: Bu gibi şeyler zamanla ölçülemez, sözü geçmez olur yılların, on yılların adı vardır yalnız. Sanatçı olmak, hesap kitaplardan ve sayılardan el çekmek, özsularını aceleye getirmeyen ve baharın rüzgarlı fırtınalı havalarında istifini bozmaksızın ayakta duran bir ağaç gibi olgunlaşma sürecinden geçmektir. Ya baharın ardından yaz gelmezse, diye bir korkuya kaptırmaz kendini ağaç; yaz gelir hep çünkü, … ama sabırlıları gelip bulur ancak. Rilke, Rodin’i böyle tarif etmişti bir defasında; kalbi için derin bir yer kazmış, bir ağaç gibi kendi içine gömülü.” (s.120)

“İçine düşen her şeyin ama her şeyin -ezilmiş, bozulmuş, tiksintiyle fırlatılıp atılmış olsalar bile -bir simyayla dönüştüğü ve gömülü tohumu besleyecek bir besin haline geldiği bir toprağa dönüşüyor, sana dönüşüyor.” Lou Salome (s.126)

“Arkadaşlarınızdan vazgeçmek, gelişmeniz için sizi özgür bırakan bir mahrumiyettir. Etrafınız tenhalaştıkça diğerleri sizin sahip olduğunuz yalnızlıktan korku duyabilir. Fakat kişi onların önünde, kendinden emin halini ve sakinliğini korumalı, şüpheleriyle eziyet etmemeli ve anlayamadıkları bir sevincin özgüveniyle onları korkutmamalıdır. Kişi, sonsuzluk olarak da değerlendirilebilecek bu boşlukta kendini geliştirmenin yollarını aramalıdır. Kişi, kendisi bunun derinlerinde bir şekilde yol alırken geride kalanlara nazik davranmalıdır.” Rilke

“O gün bir pencere gibi hissediyordu, sanki yaşamak bakmaktan fazlası değildi.” Rilke (s.265)

“Rilke’nin son sözleri mezar taşına kazındı: Gül ey saf çelişki / Bütün göz kapaklarının altında / Hiç kimsenin uykusu olamamanın sevinci.” Rilke (s.267)

4 Şub 2023

Engin Geçtan - Hayat


“Alışageldiğimiz düşünceleri altüst eden karşıtlıkların temelinde, içsel yaşantılarımızı normal konuşma diliyle anlatma zorluğu yatar. Çünkü içsel yaşantılarımız, konuşma dilinin sınırlarını fazlasıyla aşar.” Suzuki (s.9)

“Dünyanın giderek hızlanan değişimi içinde, başlangıçta edindiğimiz dünya görüşleri geçerliliğini bir ömür boyu sürdüremez oldu. Bu durum, her an oluşmakta olan yeni dinamikler doğrultusunda, dünya görüşümüzde de sürekli değişiklik yapma gereğini beraberinde getiriyor.

Dünya görüşü tutarsızlaştığında, insanın kendisini ve başkalarını anlayışı parçalanır ve kendisini yalnız, dışarıda bırakılmış biri olarak yaşamaya başlar. Bir dünya görüşünün ahengini, eskiyen bir dünya görüşünün tükendiği yerde yeni bir dünya görüşünün oluşumu belirler. Bu da insanın kendi deneyimleriyle ve sezgileriyle ne kadar temasta olduğuna bağlıdır. Jung’un sözleriyle: Son çözümlemede, temel olan şey bireyin hayatıdır… Biz kendi çağımızı yaratırız.” (s.10)

“Yabancılaşma, insanın üzerine çeken en ağır duygu olmalı, yaşattığı dünyasızlığıyla. Panik atağın ölüm agonisini andıran çaresizliğinden ya da depresyonun iflah olmayacağına inanılan karamsarlığından da ağır. Panik atağa dünyaya yönelik bir imdat çağrısı depresyona dünyaya yönelik bir öfke eşlik eder, yabancılaşmada ise dünya silinir.

Yabancılaşma ağır bir duygu, çünkü dünyasından kopma süreci bir kez üzerine çökmeye başladığında, insanın dünyasıyla yeniden buluşması mümkün olmayabilir.” (s.11)

“İnsanlar, birbirlerine kendi senaryoları doğrultusunda roller verip, karşılarındakilerden bu rolleri gerçekleştirmesini bekler oldular. Sonuç, düş kırıklıkları, kızgınlıklar ve kendimizden kaynaklandığını bir türlü kavrayamadığımız yalnızlık.” (s.13)

“Batı, Doğu’ya hayatını nasıl kazanacağını öğretebilir. Batı, zamanla, nasıl yaşanacağını Doğu’nun ona göstermesini isteme durumunda olacaktır.” Tehyı Hsıeh

“Bilimin egemen olduğu bir kişilik, ilkel yanlarından kopuk olduğu için ehlileştirilmeye açıktır, bunun sonucu olarak da Biz Batılılar, yüksek disiplinli, iyi örgütlenmiş ve mantıklı varlıklarız. Ama diğer yandan, bilinçdışı kişiliğimizin bastırılmasına izin verdiğimiz için, ilkel insanın bilgeliğini ve uygarlığını anlama ve takdir edebilme imkânından yoksun bırakılmışız. Tabii bilinçdışı kişiliğimiz yine de varlığını koruyor ve zaman zaman denetimden çıkıp patlarcasına ortaya çıkabiliyor.” (s.18)

“Okunarak öğrenilecek ve yaşanarak öğrenilecek şeyler var; önemli olan bu ikisinin birleşimini oluşturabilmek. Üstelik, bir insanın diğerinden bir şeyler öğrenebilmesi bir ilişki sürecinin akışı içinde gerçekleştirilebilir.” (s.21)

“Eğer bu sessiz aralıklar olmasa sesler asla bu kadar etkili olmayacaktı, der Krishnamurti. Batı kültürü etkisindeki düşünce tarzında bize, dikkatimizi incelemekte olduğumuz konu üzerine yoğunlaştırmamız ve bu konu  dışındaki şeylere dikkatimizi yönelterek dağıtmamız öğretilir. Krishnamurti’ye göre, bundan çok farklı bir dikkat daha vardır ki bu tür dikkatte zihin hiçbir şeyi dışlamaz, dışarıda bırakmaz. Bu sayede, zihin dışlamaya çalıştığı şeylerin direnciyle karşılaşmayacağı için daha güçlü bir dikkat gerçekleşir. Başka düşüncelerin zihnimize girmesini önlemek için, bilerek ya da bilmeyerek, zihin çevresinde bir direnç duvarı ördüğünüzde zihninizin bütünü değil bir bölümü çalışıyor demektir.” (s.30)

“Günümüzde giderek artan sayıda insan, dostluk ilişkilerine bile yalnızca kendi ihtiyaçları açısından bakma eğiliminde artık. 1970 gibi çok da yakın sayılmayacak bir tarihte yayımlanan ve sonradan klasikleşen Narsisizm kültürü adlı kitabında Christopher Lasch şöyle yazmıştı: Duygusal olarak sığ, yakın ilişkilerden korkan sahte bir içgörüye sahip, cinselliğin karmaşasına düşkün, yaşlılık ve ölüm korkularıyla dolu yeni narsistler geleceğe olan ilgilerini yitirmişlerdir.” (s.30)

“İnsan, temelde, kendini ilişkiler yaratarak var etme eğilimindedir. Bu eğilimlerin yalın biçimlerde yaşayabildiğinde, yalnızlık, boşluk, yabancılaşma ve yalnızca kendiyle meşgul olma eğilimlerine yer kalmayabilir, evrendeki ilişkiler ağının parçası olabildiği için. Krishnamurti bunu son yazılarında şöyle dile getirmiş: Dünyadan sorumluyum, çünkü ben dünyayım.

Kendi zamanında düşünce düzeyinde kuantum kuramına en çok yaklaşabilmiş kişi olan Jung da buna benzer bir biçimde ifade etmişti: Dünyada bazı şeyler yanlış gidiyorsa bu, bireyde bir şeyler yanlış gidiyor, dolayısıyla bende de bir yanlışlık var demektir. Bu yüzden eğer duyarlı biriysem önce kendimi düzeltmeliyim.” (s.34)

“Her ne kadar sinir sistemimiz pek çok şeyi şekil olarak algılamamızı sağlarsa da aslında şeyler boşluklardır. Albert Einstein bunu, “Her şey boşluktur, şekil yoğunlaştırılmış boşluktur.” şeklinde dile getirmişti. Batı’nın bugün ulaşmış olduğu yer, aslında, Doğu’da binlerce yıldan beri bilinmekte idi. Heart Sutra’da Buda’nın şu sözleri yer alır: Şekil, boşluktan başka bir şey değildir, boşluk da şekilden başka.

Nitekim bugünkü bakış açımızla, A, B’den yapılmıştır ya da bunun tersidir diyemeyiz, çünkü her şey karşılıklı etkileşimlerden oluşur. Dış dünyaya, zihnimizin içeriğindeki düşünceler ve izlenimler olmadan bakabilseydik yaşadıklarımız bambaşka olurdu. Dış dünyanın olduğu haliyle, öylece algılanabildiği yaşantılara Suzuki Rashi “başlangıçtakilerin zihni” der. Küçük çocuk pencereden, ağaca konmuş bir kuşun sesini dinlerken annesi kuşu gösterip, “Bak, bu bir serçe” dediği anda kuş sesiyle yaşanmakta olan birliktelik bilgiye dönüştürülür, kurulmuş olan yalın bağ sona erdirilerek.” (s.35)

“Hani bazen iki insan birbirinin varlığında eriyip bir bütüne dönüştüğünde ya da doğayla gerçekten iç içe olabildiğimiz ender anlarda benliğimizin sınırları silinir ya, işte sadece o anlarda hayatımızın ilk günlerindeki “ilişki içinde varolma”yı yeniden yaşayabiliyoruz, bazı insanlar belki de hiçbir zaman yaşayamıyor. İlişki, işbirliği temelinde oluşan bir kucaklaşma. Zorunluluktan ya da insanın kendi isteğiyle de olsa, bir şeyler kazanmak ya da bir şeylerden korunmak amacıyla oluşan beraberliklerde ilişki yaşanamıyor.” (s.37)

“ilişki aynı zamanda, bir şeyler birlikte yapmaktan mutluluk duymaktır. Önemli olan yapılan iş değil, yapılan şeyin birlikte yapılması ve o şey yapılırken bir bütün olabilmek. Dolayısıyla olmak, yapmaktan önce gelir. Ama artık insanlar, içlerinden gelerek ve sorun yaratmadan, birlikte çalışmaktan haz almaya pek yatkın değiller.” (s.37)

“Aslında yalın ilişki eğilimi, bir kadınla bir erkeğin yolda rastlantı sonucu karşılaşması gibi durumların dışında da beklenmedik anlarda ve herhangi bir yerde yaşanabiliyor; insanlar birbirlerine beklenti yüklemediklerinde. Birbirimizi şeyler olarak algılamakta direndikçe, yalnızca birtakım soyutlamalarla sonlanabiliriz. Kendi yansıtmalarımızdan oluşmuş imgeler dünyası ve varsayımsal yaşantılar.” (s.38)

“Atom-altı dünyada bir foton çifti birbirlerinden çok ayrı düştüklerinde birbirlerine yaklaşmaya başlar, ancak eğer çok yakınlaşırlarsa birbirlerine yapışıp kilitlenmelerine fırsat vermeden hızla birbirlerinden uzaklaşırlar. Bir yanımız bireyselleşme çabaları gösterirken, diğer yanımız çevremizle bütünleşerek yalnız kalmamaya, kendimizi bir yerlere ait hissetmeye çalışır. Hayatın bir beraberlikler ve ayrılıklar dizisi olduğunu kabul edebilen insanlar, “beraberlik içinde bireyleşme” ile “bireyciliği” karıştırmamayı başarabiliyorlar. Çünkü doğadan ve içgüdüsel sezgilerimizden koptuğumuz günlerden bu yana, bizler ancak diğer insanlarla ilişki içinde varolabilen varlıklarız. Ancak, benlik sınırları iyi belirlenmemiş insanların, ilişkilerini iç dünyalarına mâl etme eğilimi sonucu oluşan durum, ilişkinin içeriğindeki kişinin ayrı bir varlık olarak algılanamamasına neden olabiliyor. Böyle bir yaşantıya, ben-şey ilişkisindeki ilişkisizlikten de öte, “onsuz varolamama” durumu ve katlanılması zor bir kopma paniği eşlik eder ki bu, ilişkisi içleştirilmiş diğer kişiyi de zorlayan durumların yaşanmasına neden olabilir.” (s.38)

“Çağdaş fiziğin tanımladığı özgürlük, aklımızın gücüne dayalı bildik inanç sistemimize hiç de uygun değildir. Aldığımız kararlara eşlik eden “niçin”in “çünkü”sü yoktur. Tam tersine “çünkü”yü açıklayan mantığın oluşmasına neden olan şey, yapmış olduğumuz seçimdir ve bir seçim yaparken, o seçimi yapmış olmamıza bir de neden yaratırız. Seçim, Kierkegaard’ın vaktiyle “kader sıçraması” dediği yoğun bir özgürlük anında yapılmıştır. Bu nedenledir ki varoluşçu psikiyatri “neden”lerle değil, “nasıl varolmakta olunduğu”yla ilgilenir.” (s.40)

“Kuantum fiziğinin temelinde dalga/parçacık ikiliği bulunur. Buna göre bütün varlıklar, atom-altı düzeyde, bazen ufak parçacıklardan, bazen de dalgalardan oluşurlar. Bir başka deyişle, kuantum denen şey aynı anda hem dalga, hem parçacıktır. Burada dalga ile kastedilen şey, üç boyutlu gerçek dalgalar değil, olasılık dalgalarıdır. Varlığın dalga ya da parçacık olarak tanımlanan bu iki şeklinin her biri diğerinde olmayan bilgiyi içerir. Beynin sağ ve sol yarım kürelerinde ya da Çin felsefesindeki Yin-Yang olgusunda olduğu gibi. Bu şekillerin hiçbiri tek başına kendi içinde tamamlanmış değildir ve bu ikisi, ancak birlikte bize bir gerçeklik tablosu çizebilir. Ancak böyle bir durum, ikisine birden aynı anda ve net bir biçimde bakamayacağımız anlamına gelir ki bu da Heisenberg’in tanımladığı “Belirsizlik İlkesi”nin özüdür.

Kuantum mekaniğinin temelini oluşturan Heisenberg ilkesi, evrenin yapısının indeterministik, yani önceden belirlenemez olmasını tanımlar. Bir parçacığın hızıyla yerini aynı anda saptayamayız. Hızını bilirsek yeri belirsiz kalır, yerini bilirsek de hızı. Dalga ya da parçacık değerini tek tek ölçmeye çalıştığımızda buna, bu ikilinin ortak değeri nedeniyle ulaşmanın mümkün olamaması, hiçbir şeyin sabit ya da tam anlamıyla ölçülebilir olmadığı gerçeğinin ifadesidir. Her şeyin belirsiz ve kolay anlaşılamaz olması. Newtoncu fiziğe göre her şeyin sabit ve ölçülebilir olma olgusuyla çelişir ve bu çelişkinin getirdiği belirsizlik, gerçekliğin doğası sorunsalını da gündeme getirir.” (s.41)

“Zohar’ın sözleriyle, “Kuantum mekaniği açısından yaşama baktığımızda, benliğimiz ve ilişkilerimiz hakkındaki görüşlerimizin de değişikliğe uğrama durumunda kaldığını görürüz. Şeyler ve olaylar, geniş bir bütünün birden fazla yönleriymiş gibi davranırlarsa da kendi tek tek varoluşlarını ve anlamlarını bu bütünden alırlar. Heisenberg bunu şu sözlerle açıklamıştı: Dünya, karmaşık bir olaylar dokusu olarak görünür. Bu dokunun oluşumunda her çeşit bağlantı, birbirinin yerini alabilir, birbiriyle örtüşebilir ya da bütünleşebilir.” (s.42)

“Düş gücü bilgiden daha önemlidir.” Albert Einstein (s.46)

“Beyin bir organ değil bir süreçtir ve her an kendini yaratmayı sürdürür.” (s.46)

“Farkındalığın bir düzen izliyor oluşu, yani zaman içindeki görünür istikrarı, bize birçok duyumuzun çağrıştırdığı deneyim kargaşasında değil de bir dünyada yaşadığımız izlenimini verir.” John Crook (s.47)

“Bizler için yepyeni olan bazı görüşlerle karşılaştığımızda, düşünce alışkanlıklarımızdan vazgeçmenin zorluklarından ötürü, bu yeni görüşleri eski ve bildik düşünce alışkanlıklarımızdan vazgeçmenin zorluklarından ötürü, bu yeni görüşleri eski ve bildik düşünce çerçevelerimize yerleştirme eğilimi gösteriyoruz. Ancak bu eğilim, çoğu zaman, kendimize ve dünyaya ilişkin bilgilerimizi ve doğrusu yaşantılarımızı yenileyebilmemizin önünde bir engel oluşturuyor ve bizi, kendimizi zenginleştirme imkânlarından yoksun bırakıyor. Kuantum fiziğinin bize gösterdiklerini, zihnimizin ve yaşantılarımızın kısa sürede özümsemesi zordur ve bu nedenle, başlangıçta, salt entelektüel bilgi olarak korteksimize depolanma olasılığı yüksektir. Çünkü kişisel deneyimlerimizle bütünleşebilmesi uzunca bir zaman dilimine yayılan bir özümseme sürecini gerektirebilir.” (s.52)

“İnsan kendi gölgesiyle yüzleşip hesaplaşmayı öğrenirse dünya için gerçek bir şey yapmış olur, günümüzün devasa, çözülmemiş toplumsal sorunlarının hiç olmazsa küçücük bir parçasını sırtlanmış olur, diyor Jung. Dahası, o insan gerçek birlikteliğe, kendini bilmeye, yaratıcılığa doğru adım atmış olur ve olgunlaşır. Gölge eşikte bekler; bilinçdışının yaratıcı derinliklerine giden yolu tıkamasına izin verebiliriz ya da bizi elimizden tutup o derinliklere götürmesine razı oluruz. Çünkü, kökenini evrim tarihinin derinliklerinden alan gölge basitçe kötü değildir. Aşağılık, ilkel, sakil, hayvansı, çocuksudur; güçlü, canlı ve kendiliğindendir.” (s.55)

“Aslında insanın içsel yaşantılarındaki karşıtlıklar, Jung’un anlattığı persona-gölge kutuplaşmasından farklı biçimlerde de insanın doğasında mevcut. Çalışkan ve üretken bir insanın içinde her zaman bir koca tembel vardır ve bence önemli olan bu ikisinin birbiriyle uzlaşıp, çatışmadan birlikte var olabilmeleri. Tembelin egemen olduğu zamanlarda kendini suçlu hissetmeyen insan, kendi zamanının akışı içinde saati geldiğinde, çalışkan ve üretken yanıyla zaten yeniden buluşacaktır. “Yapmam lazım”ın yerine “yapmak istiyorum”u koyabildiğimizde, “yapmam lazım”ın insana yaşattığı, “kendine karşı işlenmiş varoluşsal suç”un gerilimi söner. “Yapmak” yerini olmaya bırakır. Ancak, günümüz dünyasında pek çok insan, üst-sistemlerin şartlandırmaları ve beklentileri sonucu, yaparak varolabileceği yanılgısını yaşamakta. Olabildiğimiz zaman zaten yapabileceğimizi bilmenin hafifliğini yaşayamadan, tanıyamadan.” (s.62)

“Suçluluk duyguları genellikle ilişkilerimizde yaşadığımız olumsuz duyguları bilinç alanımızdan uzaklaştırarak onlara yabancılaşmamızdan kaynaklanır. Kendimize ve dünyamıza karşı farkına varmadan ya da görmezden gelmeye çalışarak sürdürdüğümüz iki yüzlülüğün ürünüdürler. Dolayısıyla, suçluluk duygularına gömülmek, aslında kendimize karşı işlenmekte olan varoluşsal bir suçtur. Sevilebilmek için kendimizi ortadan sildiğimizde, kendimizi ve başkalarını sevebilmemizin yolu da daralıyor, sevilmek için uğraşırken sevmekten uzaklaşıyoruz. Kendimizden vazgeçme sonucu biriken düşmanca duygular, yaşanmakta olan iki yüzlülüğü daha da pekiştirerek kısır bir döngüye dönüşme eğilimi gösterir. Farkına varmaksızın yarattığımız kısır döngüler, hangi içerikte olursa olsunlar uyuşturucu niteliğindedirler, benliğimize egemen olduklarında hayatın akışı duraksar, yıllar geçip giderken aynı döngünün içinde tekrarlanıp durulur, çoğu kez farkına varılmadan.” (s.63)

“Anlaşılabilme umudunu tüketen insanlar, dünyayla ilişkilerini beğenilme üzerine kurma eğiliminde oluyorlar, kurtulması güç bir tuzağa düştüklerini fark edemeden. Çünkü, beğenilmeyi merkez alan bir dünya, insanın kendi içinde giderek daha sıkı kilitlenmesine ve çıkışı bulunamayan bir yalnızlığa gömülmesine neden olabilir. Dolayısıyla, kendini var hissedebilmenin tek yolu beğenilmenin sürekliliğini sağlamaya yönelik bir hayat tarzı. Beğenilme öylesi bir iptila ki bu ihtiyaç karşılanamadığında yaşanabilecek bozgundan kaçınmak için sergilenmekte olan performansın aralıksız sürdürülmesi zorunlu hale gelir. Bunun sonucu olarak, hayatını beğenilme üzerine kuran insanların derininde, çoğu zaman dışarıdan fark edilemeyecek kadar iyi maskelenmiş bir depresyon yaşanır.” (s.64)

“Bir radyo programında bana yöneltilen “Gördüğünüz anda sizi en çok etkileyen kişi kim oldu?” sorusuna tereddütsüz karşılık verdim: Marilyn Monroe. Kendisinin başrollerden birini oynadığı bir filmin galasında, bizler salona girmeden önce fuayede beklerken birden bir itiş kakış olmuş ve ben kendimi, kargaşaya neden olduğu anlaşılan ilaheyle kısa bir süre karşı karşıya bulmuştum. Çok güzel bir kadındı, ama bende asıl iz bırakan yaydığı ışık oldu. O ışığın kaynağını anlayabilmem için, yıllar içinde daha küçük ölçekte benzer imgelerle karşılaşmam gerekecekti: Varolamamanın pırıltısı. İnsan bir yerde varolamadığında bir başka yerde abartılı bir biçimde belirebilen bir varlık.” (s.69)

“Anlaşılabilme sözcüğüne açıklık getirme gereği duyuyorum. Bu sözcüğün aslında düşünce düzeyinde bir yaşantıyı tanımlıyor olmasından ötürü, bir insanın diğerini anlamış olmasının anlamı bana hiçbir zaman yeterince açık gelmemiştir. Anlamak, kendimize ait bir yaşantıyı idrak etme anlamını taşıyabilir. Ancak diğer insanlar söz konusu olduğunda, anlamak sözcüğü bir başka insanı değerlendirebilmiş ya da tanımlayabilmiş olmak gibi anlamlar taşıyabilirse de o insanı hissedebilmiş olduğumuzu ifade etmeyebilir. Bu nedenle, bu sözcüğün zaman zaman birbirimize ulaşabilmemizi engellediğini bile düşünüyorum. Çünkü bana göre aslolan, birlikte olduğumuz insanı hissedebilmek ve ona yaşadıklarımızı hissettirebilmektir ki bu ikisi zaten eş zamanlı olarak yaşanır.” (s.69)

“Kendilerine ayıracak vakit bulamamaktan yakındıkları halde, Pazar günü geldiğinde ne yapacağını bilemeyen insanların sayısı o kadar çok ki.” (s.77)

“Büyük kent insanının sık kullandığı uyuşturuculardan biri de hız. Aynı şey, telaşsız da aynı sürede yapılabilir, üstelik yapılacak şeye ayrılan zaman ve enerjinin bir bölümü seferberlik sırasında tüketilmeden. Ama hız, insanın içindeki boşlukla yüzleşmemesi için çağdaş normların da pekiştirdiği ve uyuşturucu niteliği kazandığında yavaşlatılması zor bir araç.

Ölçülen zamanın egemenliği, benliğimize mal ettiğimiz çalar saatlerden ötürü ilk bakışta bize başedilmez görünebilir.

Trafik ışığı kırmızıya dönüşmeden önce yetişebilmek için seferberlik durumuna geçtiğinizde ya da asansörün gelmesini bekleyemeden merdivene yöneldiğinizde kazandığınız saniyelerin neden sizden daha değerli olduğu sorusunu hiç kendinize sordunuz mu?” (s.78)

“Evrende siyahlar ve beyazlar şeklinde bir ikili bölü yok, her bir varlık kendi bünyesinde beyazını ve siyahını yaşayarak büyük bütünün içindeki kendi bütünlüğünü sürdürmekte.” (s.79)

“Tekillik, bilinen fizik kurallarının geçerliğini kaybetmesi, zamanın durması gibi kavranması güç durumları içeren bir olgu olduğu için beni aşıyor. Bilgisayarlar bir yana, zaten çoğumuzun beyni başka kaynaklardan yüklenen bilgi bombardımanından sersemlemiş halde. Ancak yine de bu konuya değinme gereğini duydum. Çünkü hayat bana, çığrından çıkmışcasına gidişlerin eninde sonunda bir engele çarpmaya mahkum olduğunu öğretti.” (s.82)

“Duygusal gelişimleri için gerekli zemini bulamamış oldukları için mi bazı insanların düşünce sistemleri aşırı geliştirilerek bu eksiklikleri ödünlenmeye çalışılıyor? Yoksa çevrenin şartlandırmalarından ötürü entelekt aşırı geliştiriliyor da duygusal dünya fakirliğe mahkum ediliyor ve sezgiler köreltiliyor? Neden kendilerini yalnızca entelekt ve seksten ibaret yaşayan insanların sayısı giderek artıyor?” (s.85)

“İnsan ya da aslında doğadaki her varlık sürekli olarak bir dengeye ulaşma çabası içinde. Ancak eğer ulaşılan bir denge durumu fazla uzun sürerse bu yeniden dengesizliğe dönüşebiliyor ve yaşanmakta olan “durum”u, yeniden “sürece” dönüştürme ihtiyacı beliriyor. Bu ihtiyacı fark edemeyenlerin hayatı yavaş yavaş kurumaya başlıyor.” (s.86)

“Bence aslolan, hangi şekilde olursa olsun, insanın, olabildiğince, kendisini kendi olarak hissedebileceği bir hayatı sürdürmeyi gerçekleştirebilmesi. Bir yandan da hayatın bir süreç olduğunu, kendimizi her an kendimiz olarak hissetmemizin mümkün olamayacağını, hayatın inişleri ve çıkışları olduğunu kabul ederek. Kendimize başarılı bir hayat ısmarlamaya çalışmanın, kendimizden vazgeçme tehlikesini de beraberinde getireceğinin idrakiyle. Bir şeyi isteyerek ve severek yaparken ulaşılacak sonucun baskısı zaten yaşanmaz, sonucu düşünerek yaptığımızda ise istek kaygıya dönüşebilir. Çünkü çoğu zaman başarı, kendisini şartlı kabul edenlerin, ya da vaktiyle şartlı kabul edilmiş olanların, kendilerini kabul edebilmelerinin tek ve mutlak şartı. Üstelik, sonuca ulaşıp kendini başarılı hissettiği anın ardından insanı yeniden boşluğa düşüren ve daha da öteye koşmaya yönelten bir tuzak.” (s.87)

“Bana göre mutluluk bir durum değil, süreç; dış etkenlere doğrudan bağımlı olmayan, iç dünyamızın derinliklerinden gelen ve zaman zaman buluşabildiğimiz bir yaşantı. Kendimizi bir diğer insanla ya da evrenle bir “bütün” olarak yaşayabildiğimiz, bazen de sadece yaşıyor olmanın bize sevinç verdiği anlarda, bir başka deyişle kendimizi ve dünyamızı gözlemlemekten özgürleşebildiğimiz zamanlarda bizi sarıveren bir duygu, ısmarlanması mümkün olmayan.” (s.89)

“Cevapsız kalan bütün sorular beni rahatsız etmiyor, çünkü insanın ancak hazır olduğu cevaplara ulaşabildiğine inanıyorum.” (s.94)

“Paranın insanların dünyalarını sığlaştırmasının ona olan tutkuyu daha da pekiştirmesi sonucu oluşan kısırdöngü neredeyse salgına dönüştü bir süredir. Parayla ilgili bu tartışma bana, yakın geçmişte gördüğüm filmdeki repliklerden birini hatırlattı nedense: “Sen hayatı hiç merak etmedin ki…” (s.96)

“İnsanlar hakkında bilgi sahibi olmak onları tanıma anlamını içermez, çünkü birbirimizi ancak yaşantılar içinde tanıyabiliriz ki bu da zaman gerektiren bir süreç. Eski kuşaklarda yaygın ve ben-şey ilişkisinin klasik örneklerinden olan merakiliğin yerini farklı bir olgu aldı genç kuşaklarda: Tanışmanın ardından kendiyle ilgili biçimsel bilgileri bir çırpıda karşı tarafa sunarak yakınlık kurulabileceği beklentisi. Birileri hakkında bilgi edinerek onları tanıyacağına inanmak ya da kendiyle ilgili bilgi sunarak yakınlık beklemek, insanları imgeye dönüştürerek algılama tuzağını da beraberinde getirebiliyor. Oysa imgeler, insanın kendi kişiliğinin yansıtmalarının yaratısıdır, dolayısıyla yansıtıldığı kişinin kendiyle pek ilgisi yoktur. Üstelik, imgeleştiren kişi de kendisini imgesi olarak algılamaya başladığında işler daha da karışabiliyor. Taraflar birbirini karşılıklı imgeleştirerek algıladığında ise yalnızlıktan ve hayata ilişkin korkulardan kurtulanamıyor.” (s.100)

“Kendimizle olan ilişkimizde yeterince dürüst olamadığımızda organizmamızın bedel ödemesi kaçınılmaz hale geliyor. Fiziksel sağlığımızdaki zamansız aksamalardan, hayatın akıcılığının engellenmesine kadar.” (s.102)

“T.S. Elliot’un dediği gibi; televizyon milyonlarca insanın aynı şakaya aynı anda gülmesini sağlayan, ama kendilerini yine de yalnız hissetmelerine sebep olan bir eğlencedir.” (s.104)

“İnsan, geleceği düşünmeye başladığı andan itibaren, yaşamakta olduğu cenneti terk edip anksiyete dünyasına adım atar; üzerine kaygının gri tonu çöker, hırs dürtüsü oluşur, mülkiyet başlar ve “düşünceden yoksun” yabanın keyifli hayatiyeti kaybolur. Kaşif Peary, Eskimo rehberlerinden birine “Ne düşünmektesin?” diye sorduğunda “Düşünmem gerekmiyor” diye cevap vermiş rehber. Gerekmedikçe düşünmenin bilgeliği bizlere uzak ve yabancı artık.” (s.109)

“Amerika yerlisi Mohawk kabilesinde şöyle bir deyiş vardır: Kadınların ezelden beri bildiği kainat dengelerini erkekler de anlamaya başladıkları zaman, dünya daha iyi bir dünya olarak değişmeye başlamış olacaktır.” (s.111)

“İyi yaşanmış, (özgün, otantik) bir zaman ölümün de doğal karşılanmasını sağlar. Bu ifade I Ching felsefesindeki, ölüm yaşanmış bir hayatın başına konan bir taçtır, sözüyle neredeyse özdeş.” (s.113)

“Karşımıza çıkıveren her türlü sorumluluğu sessizce kabul edivermek kendimize karşı en büyük sorumsuzluktur.” John Cage (s.128)

“Doğduğumuzda yargılamayı bilmiyoruz, sonraları yargılandıkça yargılamayı öğreniyoruz. Yargıladığımız sürece de sağduyudan uzaklaşıyoruz. Başkalarının iç dünyalarını tanıma ve paylaşmayı içeren bir mesleği sürdürürken, giderek, hayatların yargılanmayacağını anlamaya başlıyorsunuz. Başkalarının hayatlarını olduğu gibi kabul etmeyi öğrendikçe kendinizi, kendinizi kabul edebildikçe de başkalarını oldukları gibi kabul etme eğilimi kendiliğinden geri gelmeye başlıyor.” (s.130)

“Bireycilik, yaratıcı potansiyeli harekete geçirebilir, entelektin geliştirilmesine katkıda bulunabilir ya da özellikle bağımsız işlerde başarı getirebilir, ama bireysellik daha bağımsız ve daha yürekli bir duygusal zemin gerektirir.” (s.146)

“Otto Rank vaktiyle insan tiplerini tanımlarken “artist” tipi insanlardan söz etmişti. Onun “artist” olarak tanımladığı insanın, resim yapan, müzik besteleyen ya da yorumlayan, tiyatroda ya da filmlerde oynayan kişilerle pek ilgisi yok. Rank’a göre “artist”, yaşantılardan en uygun tepkiyi en uygun zamanda gösterip çevresinde gerekli değişiklikleri yaratarak etkin olabilen biridir. “Artist” kendi yakın çevresi dışında kimsenin tanımadığı bir ev kadını ya da bir işçi olabilir. Rank’ın tanımlamış olduğu “artist”, konumu ne olursa olsun kendi hayatını yaratma gücü ve dünyaya egemen olan değerliler ve daha az değerliler bölümlemesinin dışında kalan görünürdeki sıradanlığıyla bana hep yakın gelmiştir.” (s.158)

“Diğer varlıklardan daha üstün ve gelişmiş olduğu sanısında olan uygarlaşmış insan, aslında bu gezegende yaşayan varlıkların en kırılganı. Kırılganlığından ötürü de yıkıcılığa eğilimli. Diğer varlıklar yalnızca hayatta kalabilmek amacıyla saldırgan davranışlarda bulunuyorlar. Uygarlaşma adına doğadan giderek uzaklaşan insan, bu kopukluğun getirdiği çaresi olmayan yalnızlığından ötürü yıkıcılıktan başka amacı olmayan saldırgan davranışlar sergileyebiliyor.” (s.165)

“Korkmadığımız ve savunmada olmadığımız zamanlarda güzelleşiyor ve daha anlamlı bir hal alıyoruz, üzerimizdeki örtünün yükü hafiflediğinden. Ama çoğu zaman, acımasız çalışma koşullarının, klişeleşmiş sosyal ayinlerin ve yakın ilişkilerimizdeki abartılı beklentilerin ortasında savrulup, şartlanmalarımız doğrultusunda kendimizi dış dünyaya endeksleyiveriyoruz. Bir başka deyişle, yaşantılarımızın başlangıcının bizden değil, çevremizden kaynaklanmasını beklercesine kendimizi dış etkenlere bırakıverme eğilimindeyiz, zedelenme ya da anlaşılamama korkularımızdan ötürü risk almaktan kaçınarak. “Rağmen varolabilmek”, dış etkenler ve diğer insanlar bizi nerelere çekiştirirlerse çekiştirsinler kendimiz olmaya çalışmak karşılığı olarak kullandığım bir deyim. Söylemesi kolay, uygulaması zor olsa da bu deyim bir kenarda dursun derim, fazla tozlanmadan.” (s.166)

“İnsanın iç dünyasındaki kargaşa, her zaman, dış dünyanın kargaşasından daha ürkütücüdür.” (s.166)

“Eğer bugün huzursuz bir dünyada yaşıyorsak bunun, egemen konumda olan güçlerin evrenin doğasına aykırı bir yol seçmekle kalmayıp, dünyanın geri kalanını da beraberlerinde sürüklemeye çalışmalarından kaynaklandığını düşünüyorum.” (s.168)

“Bana göre, hayat bir dizi rastlantı ve bizim o rastlantılarla birlikte nasıl varolduğumuz ya da olmadığımız. Önce günaydın, sonra biraz haz, biraz acı, biraz aşk, biraz hayal kırıklığı, biraz sıcaklık, biraz yalnızlık, biraz boyun eğme, biraz başkaldırı ve ardından iyi geceler. Düş gücü ve tutkuları engellenmişler için ise hayat, çocukken oynadığımız oyunların büyüyünce izin verilmeyen oyunsuzluğu. Bence hayat, burada saydıklarımla ve saymadıklarımla, tartışılması gerekmeyecek kadar sıradan ve yalın. İnsanlık tarihi boyunca onu karmaşık bir hale getirme yönünde öyle ustalaşmışız ki bazılarımız bununla ilgili bir şeyler söyleme ihtiyacını duyuyoruz; hayatın kendisinden çok, onu çözülmesi zor bir yumağa nasıl dönüştürdüğümüzü anlatabilme umuduyla. Bunlar benim görüşlerimdi, başkalarının her zaman söyleyecek farklı şeyleri olacak. Hoşça kalın!” (s.176)

21 Oca 2023

Stefan Zweig - Günlükler

“Benim her şeyi yeniden yaşamak için duyduğum bu hırsın nedeni, belki de geçmişteki şeylere sahip olamamam, her şeyin bir ölçüde akıp gitmesi ve hayatımın herhangi bir şeyle beslenmezse, kuruyup gidecek olması.” (s.19)

“İrademin ipleri gevşemiş, keşke yeniden sıkıştırabilsem onları.” (s.22)

“Geçmişle gereğinden çok ilgileniyorum.” (s.22)

“Onun bu hareketlerinde benzersiz bir yumuşaklık var ve ben bu yumuşaklığı müzik gibi hissediyorum.” (s.26)

“Sevdiğim bir insana yazdığım bir mektup dışında tek bir satır bile yazmıyorum.” (s.32)

“Bu anlamsız günlerin üzerine bir çizgi çekiyorum. Hayatım, anılarla beklentiler arasında bir gölge gibi gidip geliyor, beni dehşete düşürüyor bu.” (s.34)

“Kadınlar geriye dönük yaşar, erkeklerse ileriye doğru, bu yüzden kadınların belleği çoğunlukla erkeklerinkinden iyidir.” (s.48)

“Ne kadar az uyunur oldu dünyada. Geceler kısalmadı ama hepimiz daha az uyuyoruz artık. Günlerse uzadı çünkü hayallerle dolular.” (s.99)

“Korkutucu şeylere karşı kendini savunuyor duygularımız ama yine de bir şeyler hissetmeden dayanmak olanaksız.” (s.179)

“Çokça okudum, kendimi topladım.” (s.190)

30 Ağu 2022

Ferhat Jak İçöz - Kendin Olmanın Dayanılmaz Hafifliği

“Bu dünyada kendimizden başka evimiz yok. Hatta Heidegger’e ve Sartre’a göre hiç evimiz yok; lakin kendilik dediğimiz de sürekli değişen, dönüşen ve çelişkili bir olgu olarak pek güvenli bir liman değildir. Ancak bu dünyada daha canlı  hissetmek istiyorsak, hayatlarımızı daha dolu dolu, doygun yaşamak istiyorsak, elimizden gelen tek bir şey var; kendimizi ve içinde yaşadığımız dünyayı yakından tanımak. Kendimize sorular sormanın, merakla bakmanın ve hazır cevaplara yerleşmemenin bize getireceği en büyük hediye kendimizi ve içinde yaşadığımız dünyayı daha yakından tanımak olacaktır. Bunu başarabildiğimiz ölçüde hayatta akışı yakalamak ve canlı hissetmek mümkün olur. Bu konuda Sokrates’çiyim. Gerçekten de incelenmeyen hayat yaşamaya değmez hale gelir.” (s.20)

“Felsefe tam olarak bilgelik aşkı olarak çevrilebilir. Yunanca’da aşk kelimesini karşılayan üç kelimeden biri olan filia, belli bir kişi, olgu veya eyleme tutkuyla adanmış olmak anlamına gelir. Sofya kelimesini bilgelik olarak çevirmekteyiz. Ama neye dair bilgelik? Felsefe en temelde kendimize ve içinde yaşadığımız dünyaya dair bir bilgelik aşkıdır. Hayata felsefi bir yerden bakan kişi, kendini ve içinde yaşadığı dünyayı anlamlandırmaya tutkuyla adanmış kişidir. Bunu yapmak için filozof veya psikolog olmak gerekmez. Bu bir yaşam tarzı seçimidir.” (s.21)

“Kendini tanımak ömür boyu süren bir yolculuk. Bunun sebebi çok karmaşık ve anlaşılmaz olmamız değil. İnsanlar olarak aslında çok tekdüze varlıklarız. Bir şey isteriz, yapabiliriz, yapamayız, üzülürüz, seviniriz. Bizleri karmaşık ve çok katmanlı hale getiren, zaman unsurudur.” (s.21)

“Karmaşık, çelişkili ve çok katmanlı insanlar olarak her zaman bazı yönlerimiz karanlıkta kalacaktır. Sabit değiliz. Her an yeni seçimler yapıp yeni binlerce şey deneyimlerken daha da karmaşık, çelişkili ve çok katmanlı bir hale geliyoruz. Bu, insan olmanın hem mükâfatı hem de laneti. Tahmin edersiniz ki böylesine karmaşık bir hayat soru sormakla tanınıp bitemez.” (s.22)

“Varoluşçu bakış açısına göre arzu her şeyden önce içten gelen bir enerjidir. Bu enerjinin her daim bir yönü, yani hedefi vardır. İlgilenmenin, merak etmenin çok ötesinde, arzu bizi yöneldiği tarafa sevk etmek için elinden geleni yapar. Bu açılardan deneyimlerimiz arasında önemli ve özel bir yer tutar. Arzu, dünyayla ihtiyaçlarımızın ötesinde buluşmanın temelidir. Arzu sayesinde tutkuyu yaşayabilir, oyuncu olabiliriz, yaratıcılığımızı ortaya koyabiliriz. İnsan sadece gerekliliklerde kaldığında, sadece ihtiyacı olan kadarı için dünyaya karıştığında zaman içerisinde ölü hissedebilir. Buna karşın arzu bizlere gerekenin ötesini, mümkün olanı gösterir.” (s.34)

“Bağımlılıklarımız birer hastalık değildir. Hayatımızı ezbere yaşamanın varabileceği son noktalardır. Bir nevi önümüzdeki ihtimaller denizini, özgürlüğümüzü reddedip, hayata sırt dönmemizdir. Hayatta olmanın beraberinde getirdiği özgürlüğü ve onun baş dönmesini, kaygısını yok etme çabasıdır. Kişinin varoluşunu tekdüzeleştirme denemesidir.” (s.44)

“Bağımlılıklar bir nevi otantiklik eksikliğine işaret eder. Varoluşçu açıdan otantiklik özgünlükten ziyade sahip çıkmakla ilgilidir. Hayatımıza, seçimlerimize, seçmeden başımıza gelenlere ne kadar sahip çıkabilirsek, o kadar otantik olabiliriz. Burada sahip çıkmaktan kastım başımıza gelenlere şükretmek demek değil. Hayatımıza karşı koşulsuz şartsız iyi hissetmek ise hiç değil. Sadece seçtiklerimizin ve de başımıza gelenlerin hayatımızın bir parçası olduğunu ve aslında böylelikle bizim bir parçamız olduğunu kabul etmek. Bunlarla ilgili kötü, suçlu, pişman hissedebiliriz, lanet edebiliriz. Ancak otantiklik demek, hissimiz ne olursa olsun “bu benim, bu bana ait” diyebilmektir.” (s.47)

“Viktor Frankl’a göre hayatta anlam bulamadığımız zaman ortaya çıkan boşlukla baş etmenin bir yöntemi olarak bağımlılıklara sarılırız. Bağımlılık, kişinin hayatında anlam bulamadığı, arzusuna temas edemediği ve hayattaki yönünü kaybettiği anlamına gelebilir. Frankl’a göre bağımlılıklardan kalıcı ve sürdürülebilir bir şekilde çıkmanın yolu anlam bulduğumuz, bulduğumuz anlamlara sahip çıktığımız hayatlar sürmektir.” (s.47)

“Jean Paul Sartre direkt olarak evsizlik veya yurtsuzluktan bahsetmese de, insanın her şeyden önce bir hiçlik olduğunu iddia eder. Başka bir deyişle, biz kendimizi ne yaparsak, kim haline getirirsek o oluruz, çünkü bir nevi temelimiz hiçliktir. Bu hiçlik bizi hem çılgınlar gibi korkutur (bu yüzden baştan belirlenmiş ve değiştiremeyeceğimiz özelliklerimiz olduğunu iddia ederek ortalıkta dolanırız), ancak aynı zamanda da bütün canlılığımızın, yaratıcılığımızın, kısacası insan oluşumuzun kalbidir.” (s.51)

“Duygular, yaşadığımız dünyayla aramızdaki iletişimdir, bir dildir, bir diyalogdur. Gökten zembille inmezler. Durduk yere yaşıyormuşuz gibi geldikleri anlarda bile kaynaklandıkları bir yer vardır. Duygular, kendimize nasıl bir dünya yarattığımızı, kendimiz için nasıl bir dünya seçtiğimizi anlatırlar. Duygular, sadece birer mesajdır.” (s.67)

“Jean Paul Sartre kurduğumuz bağlara ve bağlanmalarımıza dair kışkırtıcı bir iddia ortaya koyar: cehennem ötekidir.

Kola dövmesi yapılan bu laf, yine çok yanlış anlaşılmaya müsaittir. Sartre’ın burada ne kastettiğine girmeden evvel ne kastetmediğini netleştirmek daha faydalı olacaktır. “Cehennem ötekidir” derken insanların güvenilmezliğine, hep kazık atmalarına, adiliğine vurgu yapılmamaktadır (en nihayetinde bu bir atarlı giderli pop şarkısı değil). Ötekine olan derin, ruhsal ihtiyacımız, tabiri caizse bağımlılığımız ötekini tam olarak bizim için cehennem kılar. İnsan münferit olamaz. Kendimizi dağ başlarında inzivalara kapatsak bile öteki hep bizimledir; anılarımızda, duygularımızdadır. Bağlarımız olmadan kendimiz olamayız.” (s.73)

“Martin Heidegger konuyu farklı bir noktadan ele alır. Henüz kendimizi tanımadıysak, henüz kendimize sahip çıkmaya başlamadıysak ilişkiler yumağında kendimizi kolaylıkla kaybedebiliriz. Heidegger’e göre anonim, bizden daha güçlü ve büyük bir insanlar topluluğunun içine doğarız. Daha kendimizi tanıma fırsatına erişmeden birçok fikirle yoğruluruz. Eğer uyanmazsak, eğer kendimizi dinlemezsek, başkalarının genel geçer fikirleriyle bir ömür geçebilir. Heidegger’e göre öteki, kendimiz olmamız yolunda bir engel gibi görünmektedir. Ancak ilişkiseliz, hep ilişkiler içinde olacağız. Bu durumda bize düşen kendimizi tanımak ve kendimize sahip çıkarak ilişkiler içinde varlık göstermektir. Ben gerçekten ne istediğimi bilmezsem, her akşam evde pişen yemeği yerim. Anlamadığım bir mutsuzlukla yaşarım. Oysa kendimi bir bilsem, belki de dünyamı kendime iyi gelecek şekilde şekillendirebilirim; bunu yaparken de yine bağ kurmaya devam edebilirim.

Uzun lafın kısası, bağlar bizi besleyebilir de, işgal de edebilir. Pazarlık yapamayacağımız tek kısım öyle ya da böyle ötekilerle bağlarımızın olacağıdır. Bu bağları şekillendirmekse bize düşer.” (s.76)

“İnsan olma halleri içerisinde aşk, kendimizi en çok açık ettiğimiz deneyimlerden biri olduğu için özel bir yere sahiptir. Başka bir tabirle, mutluluğu uçurur, yarası ağırdır. Tam da bu sebeple zihinlerimizi meşgul etmeye devam eder.” (s.78)

“Öyle ya da böyle aşktan bahseden bütün filozoflar, bir duygu, bir deneyim, bir eylem olan aşk ile günümüzde aşkımızı ifade etme, canlı tutma ve yaşama yöntemlerimizi birbirinden ayırır. Örneğin Nietzsche aşkı böylesine kutsal bir yere koyarken, bizleri aşkı yaşama şeklimiz sebebiyle eleştirir. Aşık olan kişileri yeni bulduğu altın madenini kanı canı pahasına koruyan bekçilere benzeten Nietzsche, aşık olduğumuz kişiyi kaçmasını ve çalınmasını engellememiz gereken egzotik bir kuşa döndürmememiz için bizleri uyarır. Eğer böyle bir yolda ilerliyorsak, bu aşk değildir; toplumun bize dayattığı romantizm mitine uymak ve onu yaşamaya çalışmak çabasından ibarettir. Bu açıdan baktığımızda aşkımızı garantilemek için yüzükler taşımamız, aşk köprülerine asma kilitler takmamız, ortak sosyal medya hesapları açmamız veya bağımsız hareket etmeyi reddetmemiz gerçekten aşkın ifadesi değildir. Bunlar sadece aşkı garantileme çabalarıdır. Çok çelişkili bir şekilde aşkı garantileme çabası da, aşkı içten içe kemiren bir kurt gibidir; eninde sonunda aşkı öldürecektir.” (s.80)

“Garantiler, aşkı ezbere yaşanan bir zemine oturtur.” (s.81)

“Varoluşçu bakış açısına göre aşk, bir hal veya bir duygu olmaktan öte eylemlerimizin sonucunda ortaya çıkan bir yankıdır. Aşkı nedense hissederek bulabileceğimizi sanırız. Aslında biriyle beraber olduğumuzda, onunla bir şeyler paylaştığımızda, bir şey yaptığımızda, yani ortaya bir eylem koyduğumuzda ve bu eylemin yankısı canlılık, neşe, heyecan, daha fazlasını istemek ise bu aşktır.” (s.81)

“Aşık olup bir çift haline geldikten sonra da karşımıza önemli bir çelişki ve hiç bitmeyecek bir iş çıkar; bu da bir yandan özgür kalırken diğer yandan ortak bir zeminde buluşma çabasıdır. Bu da aşkın her zaman gül bahçesi olmayacağının en önemli işaretidir. Aşıksanız çatışacaksınız, müzakere edeceksiniz, bazen mutsuz olacaksınız, bazen görülmemiş ve duyulmamış hissedeceksiniz, ancak en nihayetinde ortak bir zemin bulup kendinizi orada var etmeyi her seçtiğinizde aşkınızı bir daha teyit etmiş olacaksınız.” (s.81)

“Nietzsche amor fati’den yani kaderimize aşık olmaktan bahseder. Başımıza gelenleri olduğu gibi kabul etmek, onlara ve onlarla ilgili tüm hislerimize sahip çıkmak sanırım kaderimize aşık olmanın tam tanımı olurdu.” (s.105)

“Kendimiz için anlamlı olanın peşinden gidince, sırf tanıdık olduğu için bize acı verenlere tutunmayı bırakınca, yaslarımızı tutacak alanı kendimize açınca ve hayatın getirdiklerine gözlerimizi açıp “bu da benim hayatım” deyip içimize derin bir nefes çekince dayanılmaz bir hafifliğe ulaşırız..

Merak etmeyin, sonra da bu hafifliği kaybedebiliriz. Önemli olan nasıl ağırlaştığımızı görebilmek ve sonra tekrar hafiflemeyi başarmak. Ve sonra tekrar kaybederiz ve bu döngüde yaşar gideriz.” (s.207)

“İnsan neden bir şeyleri görmez, çünkü kendi gölge ettiği için.” Nietzsche (s.228)

 

21 Ağu 2022

Rollo May - Güç ve Masumiyet

“Toplumumuzdaki şiddet eylemleri; çoğunlukla kendi öz-saygılarını oturtmaya, kendi öz-imgelerini savunmaya ve kendilerinin de önemli olduğunu ortaya koymaya çalışanlarca gerçekleşir. Şiddet, gücün fazlalığından değil, güçsüzlükten doğar. Hannah Arendt’in çok güzel ifade ettiği gibi, şiddet güçsüzlüğün ifadesidir.” (s.22)

“Güç ve önemli olma duygusu, söylediğim gibi birbirlerine bağlıdır. Biri aynı tecrübenin nesnel biçimi olup ötekisi öznel biçimidir. Güç tipik olarak dışarı yönelik olsa da, önem her zaman dışarı yönelik olmayabilir, ancak meditasyon ya da başka içe dönük, öznel yöntemler yoluyla gösterilebilir. Dolayısıyla kişi tarafından güç duygusu olarak tecrübe edilir, zira kendisini başkalarıyla olan ilişkilere entegre etmesini ve sonunda bu ilişkilerde daha etkili kılmasını sağlar.” (s.36)

“Hiç kimse önemli olduğunu hissetmeden uzun süre varlığını sürdüremez.” (s.38)

“Her insanın hayatında gizil olarak beş güç seviyesi olduğunu ileri sürüyorum. İlki var olma gücüdür.

İkinci aşama kişinin kendini onaylamasıdır. Her varlık yalnızca var olmaya ihtiyaç duymaz, kendi varlığını onaylamaya da ihtiyaç duyar. Kendini onaylama dirençle karşılaştığı zaman, daha çok çaba gösteririz, tavrımızı güçlü kılarız, ne olduğumuzu ve neye inandığımızı açıkça ortaya koyarız, muhalefet edene bunu ifade ederiz. Bu da üçüncü aşamadır, kendini ortaya koyma.

Saldırganlık dördüncü aşamadır. Kendini ortaya koyma uzun süre bastırılırsa, tepkinin daha kuvvetli bir biçiminin ortaya çıkması eğilimi görülür.” (s.42)

“Arthur Miller’ın katılmadığım bir sözü vardır. Şöyle der: Akıl hastanesinde insanlar hayatları boyunca -kendilerini hiç idrak edemeden- gerçekten masum olarak sürüklenirler.

Bunun kendilerini idrak edememe olduğuna inanmıyorum. Yalnızca dışarıdan bakıldığında bu bir masumiyettir. Müstakil masumiyetlerinde, Hannah Green gibi, ruhlarla konuşurlar çünkü onları anlamaya istekli ve anlayabilen kimseyi bulamazlar.” (s.53)

“Bizimki gibi bir geçiş döneminde -her ne pahasına olursa olsun- kaçınılması gereken şey, statükoya katı bir biçimde tutunmaktır; geçiş ile değiştirilmesi ve yeniden biçim kazandırılması gereken şey tam da budur. Bir geçiş dönemini hakkıyla yaşamanın tek yolu, değişime uyum sağlama esnekliğini göstermektir. Ve ne yazık ki, değişimin baş döndüren hızıyla kaygı yaşayan insanların çoğu, böylesi bir esnekliğe sahip olmadıklarını hissederler.” (s.62)

“Werner Heisenberg’ün eski bir Çin kıssasına göndermede bulunarak yazdığı gibi, makinaya adanmak bizleri birer makine gibi hareket etmeye sevk eder. İşini bir makine gibi görenin kalbi de makine gibi olur. Göğsünde bir makine kalp taşıyan, sadeliğini kaybeder. Sadeliğini kaybeden ruhunun dürtülerinden emin olmaz. Ruhun dürtülerindeki belirsizlik, hakikat ile uyumsuzdur.” (s.67)

“Şiddet ve iletişim birbirini dışlar. Daha basit ifade edilecek olursa, biri düşmanınız olduğu sürece, onunla konuşamazsınız ve onunla konuşabilirseniz, sizin düşmanınız olmaktan çıkar.” (s.71)

“Evrim geçiren bir kültürde dilin önemi; kendimizi açıkça ortaya koyabileceğimiz ve başkalarının bize kendilerini açacağı simgesel biçimler sağlamasından gelir. İletişim kurmak, insanların birbirlerini anlamalarının bir yoludur; böylesi bir yol yok ise, her birimiz sanki bir rüyada kendisini yabancı bir diyarda bulup etrafında söylenenleri anlayamayan ya da yanındaki insana dair bir şey hissedemeyen birine dönüşürüz. Onun muazzam bir yalnızlığı vardır gerçekten.” (s.81)

“Antik Yunan’daki filozoflar, gücü varlık olarak tanımlamışlardı, yani gücü olmayan varlık yoktur. Güç, değişebilme yetisi olduğu için, Heraklitus, varlığın sürekli değişim halinde olduğunu ileri sürerdi. Bu tanım; gücü benzer bir biçimde “var olma gücü” olarak tarif eden Paul Tillich gibi çağdaş ontolojik düşünürlere kadar çağlar boyunca ana akım ve yan akım felsefede yerini bulmuştur. Güç istenci ile Nietszche ve elan vital ile Bergson gibi yaşam felsefesi yapanlar bütün canlılardaki güç öğesinin altını çizerler. Onlar için güç, yaşam sürecinin bir ifadesidir.” (s.110)

“Güç en başında sosyolojik bir terimdi, başta ulusların ve orduların hareketlerini tarif etmek için kullanılan bir kategoriydi. Ne var ki, meseleyi inceleyenler; gücün duygulara, tutumlara ve güdümlere dayandığını giderek artan bir biçimde fark ettikçe, gerekli açıklama için psikolojiye döndüler. Psikolojide güç; başka insanlar üzerinde etki yaratma, onlara tesir etme ve onları değiştirme yetisi anlamına gelir. Her insan; manyetik kuvvet alanlarına benzeyen, insanlardan oluşan bir ağ içinde var olur ve her bir insan başkalarını iter, püskürtür, onlarla bağ kurar ve bir olur.” (s.110)

“Güç ve sevginin birbirleriyle bağlantılı olması, her şeyden çok kişinin sevebilmesi için öncelikle kendi içinde güce sahip olması gerektiği gerçeğiyle ispat olunur.” (s.126)

“Güç ile sevginin ampirik ilişkisi, şiddet meselesinde ikisinin yakınlığında, güç karşıtlığında resmedilir. Şiddet; duygusal olarak yakın bağı olanlar ve dolayısıyla birbirlerine karşı savunmasız olanlar arasında görülmeye meyillidir.” (s.127)

“Kıskançlık, kişinin sevgiden çok güç aradığı bir ilişkiyi anlatır. Kişinin yeterli özsaygı geliştiremediği, yeterli güce sahip olmadığı, Mercedes’in ifadesini kullanacak olursam, kendi “yaşama hakkını” eline almadığı ilişkide olur. Nevrotik kıskançlık, yeterince tuhaf bir biçimde, sevgi çok somut ya da sevginin temeli sağlam olmadığında en güçlü haliyle görülebilir. Kişinin ötekini geri kazanma kabiliyetinin olmadığını hissetmesinin bir yansımasıdır. Gücün yolunu şaşırmasıdır ve çok zaman alıcı ve yıkıcı olabilir. Kıskanç kişi, bütün enerjisini kıskançlık krizine vermek, kısmen de içten içe çok sorunlu olduğunu hissettiği bir sevgiyi ispat etmek zorundaymış gibi görünür.” (s.129)

“İnsan, kendi gelişimine dahil olduğu kadar kendi olur. Benlik asla kendiliğinden gelişmez; insan yalnızca bilebildiği, onaylayabildiği ve ortaya koyabildiği ölçüde kendi olur. Nietzsche’nin bağlanma ve kendini adama ihtiyacını sürekli öne sürmesinin sebebi budur; içgüdüleriyle daha az yönlendirildiğinden insan kendi farkındalığı sayesinde kendi evrimini bir ölçüye kadar etkileyebilir. Burada insan olmanın toplu utancı ve hayreti, ayrıca insan olmanın büyüklüğü de yatar.” (s.157)

“Hayat, kişinin kendisini yenmesinden ibarettir.” Nietzsche (s.161)

“Eylem ya da duygu olarak şiddetimizin kalbinde kendimizi irade sahibi insanlar olarak gösterme arzusu yatar. Ancak toplumun karmaşıklığı, insanın kalbini yitirmesine sebep olur. Yaptığı hiçbir şey, hep bir başkasının manşet olduğu bir dünyada gurur duyacağı bir beceri olarak görünmez. Bir üniformanın çelişik hisler içeren kimliğini onlara sunacak herhangi özel bir orduya neşeyle katılan insanların çaresizliğinde bu makul bir resimdir: selam verme ve selam verilme hakkı.” Jacob Bronowski (s.183)

“Soruları şimdi yaşa. Belki sonra… uzaklarda bir gün yanıtı yaşarken bulursun.” Rilke (s.220)

“Masumiyetin kalp ile ilgisi vardır, çünkü hissetme haliyle, hesaplamadan hayatı algılama biçimiyle ilgilidir. Hayattaki muazzam cinsellik, yumuşaklık, sömürü ve ihanet ihtimallerine uyanmadan önceki hâl olduğu için “bekâretten” söz edilir. Bunun içerik değil, simge olduğunun unutulmaması gerekmesine rağmen, cinsel tecrübenin olmayışı, geçmişten bu yana masumiyetin simgesi olarak görülmüştür.” (s.220)

“Düzen, insan zihninin dünyadaki daimî anlam arayışının bir ürünüdür, dünyada ise zihinlerimiz dışında bir anlam yoktur. Doğrudur, doğanın gündüzün ve gecenin arka arkaya gelişiyle bir ritmi vardır; bir dengesi, ahengi, yazı, kışı vardır. “Yazı, kışı” diye yazarak, insan zihninin niteliğini açığa vuruyorum; örüntülerimiz olmadan işlevler kördür ve anlamsız bir biçimde tekrar eder. Ancak insan zihni bu kaosa bakar bakmaz, düzen doğar. İnsan zihni ile doğanın kaosu buluşunca sayesinde kendimize bir yön belirleyebileceğimiz bir anlam peyda olur.” (s.263)

“Ne yaparsak yapalım, insanın kalbinde, o tenhalıkta aşırılık hep yerini koruyacaktır. Hepimiz içimizde kendi sürgün yerimizi, suçlarımızı ve harabiyetimizi taşırız. Ancak vazifemiz, bunları dünyanın üstüne salıvermek değildir; kendi içimizde ve başkalarının içinde onlarla savaşmaktır. İsyan, teslim olmamaya, boyun eğmemeye dair dünyevi irade… bugün halen daha mücadelenin temelini oluşturur.” Albert Camus (s.264)

“İyinin ve kötünün hepimizin içinde mevcut olduğu gerçeği; herkesi ahlaki kibirden alıkoyar. Hiç kimse kendi ahlaki üstünlüğü konusunda ısrarcı olamaz. İşte bu kısıtlamadan da affetme olasılığı doğar.” (s.264)

“İletişim için güç şarttır. Kayıtsız ya da hasmane bir topluluğun önünde durup sözünü söylemek ya da bir dosta dürüstçe derinlere inip inciten gerçeklerden bahsetmek, bütün bunlar kişinin kendini ortaya koymasını, onaylamasını ve hatta kimi zaman saldırganlığı gerekli kılar. Bu husus o kadar aşikârdır ki, genellikle görmezden gelinir. Psikoterapi tecrübem; en çok cesaret gerektiren hareketin, kişinin bir başkasına en derindeki düşüncelerini -öfke ya da hiddet ona yön vermeden- basit, samimi bir biçimde iletmesi olduğuna beni ikna ediyor. Genellikle yalnızca eşit güce sahip olduğumuz kişilerle en açık iletişimi kurabiliriz.” (s.270)

“Psikoterapide bir adam ile karısının ilişkilerinde yaşadıkları zorlukların, birbirleriyle iletişim kurarken kabaca ne kadar sorun yaşadıklarıyla ölçülebildiğini görüyoruz. Ötekinin ne söylediğini (ya da ne söylemediğini) anlamakta zorlanıldığında, birbirlerine yabancı olduklarını varsayabiliriz. Bu durumda kişi, ötekinin dalga boyunda değildir (ya da belki olmak da istemiyordur) mantık çerçevesinde ya da soyut konuşmak da aynı şeyin bir belirtisidir – kişinin gerçek duygularını iletmek istememesinin, kendi benliğini karşı tarafa toptan kapatmasının göstergesidir. Düşmanlık büyüdükçe, yansıtma da artar; büyük ölçüde suçlama ve mesafede artış eğilimi de görülür; bütün bunlar düşmanlığın artmasının göstergeleridir. Psikoterapi, insanların aynı dalga boyunda konuşabilmeleri için süreci tersine çevirir.” (s.271)

“Şefkat, kişinin bir nebze güven duymasını, başkasına özen gösterebilecek kadar güç sahibi olmasını gerektirir. Kendine saygı duymanın ve kendini onaylamanın eksik olması, başkalarına verebilecek bir şey kalmasını çok zorlaştırır; bireyin başkasına bir şey verebilmesi için önce kendisinde “motoru çalıştıracak” bir şey olması gerekir.” (s.275)

“Şefkat, birbirimizi tanımamıza dayalı olan sevgi türünün adıdır.

Şefkat, potansiyellerini gerçekleştirdiği için bir başkasına hissedilen bağ değildir. Şefkat, potansiyellerini gerçekleştirmediği zaman da birine hissedilir; başka deyişle, potansiyelini gerçekleştirme ve gerçekleştirmeme arasında mücadele edip duran-sizin gibi, benim gibi- insan olduğu için de birine hissedilir. Sonra insanlığa acılarında ve kaderinde eşlik etmek için kusursuz ilahi bir varlık olma talebinden de vazgeçeriz. Jacob Bronowski’nin dediği gibi: Hepimiz, yalnızız. Birbirimize yalnız olduğumuz için acımayı öğrendik. Şefkat dışında hiçbir şey keşfedilemeyeceğini öğrendik.

Şefkat, insana dair hiçbir şeyin bana yabancı olmadığı inancının kabul edilmesidir.” (s.277)

17 Tem 2022

Erich Fromm - Psikanaliz ve Zen - Budizm

 “Zen Budizm, Hint akılcılığı ve soyutlanması ile Çin somutluğu ve gerçekçiliğinin bir karışımıdır. Zen ne kadar Doğulu ise Psikanaliz de o kadar batılıdır. Oysa psikanaliz ve zen, insanın doğasıyla ve dönüşümüne yol açan bir pratikle ilgili olmalarına rağmen aralarındaki farklılıklar benzerliklerden daha ağır basar. Psikanaliz, bilimsel bir yöntemdir, dinden tamamen bağımsızdır. Zen, aydınlanmaya erişme tekniği ve teorisi olup, Batı’da dini veya mistik olarak görülebilecek bir deneyimdir. Psikanaliz ruhsal bozukluklara dair bir tedavidir, Zen ise bir tinsel kurtuluş yoludur.” (s.7)

“Batı’da yaşayan insanların çoğunluğu Batı kültürüne ait bir bunalım yaşadıklarını fark etmemelerine rağmen (son derece kritik bir durumda olan kişilerin çoğu bu krizin farkına muhtemelen hiç varmamışlardır) en azından bazı önemli gözlemciler arasında bu bunalımın varlığı ve niteliği üzerinde bir mutabakat mevcuttur. Bu keyifsizlik, bıkkınlık, zamane hastalığı diye tarif edilen ve yaşamın sağırlaşması; insanın kendine, hemcinsine ve doğaya yabancılaşması şeklinde bunalımdır.” (s.9)

“Batılı insan duygularını yaşamakta şizoid bir acizlik halinde; dolayısıyla kaygılı, bunalımlı ve umutsuz. Hâlâ mutluluk, bireysellik, girişkenlik amaçlarını desteklermiş gibi görünüyor fakat aslında hiçbir amacı yok. Ona ne için yaşadığını, tüm uğraşlarının amacının ne olduğunu sorun, mahcup olacaktır. Bazısı ailesi için yaşadığını, diğerleri amaçlarının eğlenmek olduğunu ve yine bir kısmı da amaçlarının para kazanmak olduğunu söyleyebilir fakat aslında hiçbiri ne için yaşadığını bilmez; tek başına olmaktan ve güvensizlikten kaçmaktan başka bir amaçları yoktur.” (s.10)

“İnsanın gizli motivasyonlarını yeni bir tarafsızlıkla inceleyen Freud, mutlak güce sahip, her şeyi bilen bir Tanrı’ya duyulan inancın köklerinin, insanın varoluşunun acizliğine ve yardım eli uzatan bir anne-babaya, yani cennetteki Tanrı’ya inanmak suretiyle bu acizliğiyle başa çıkmaya çalışmasına dayandığını fark etmişti.” (s.11)

“Esenlik, insanın doğasıyla uyum içinde olmasıdır.” (s.21)

“Esenlik, aklın tam gelişmiş olduğu duruma ulaşmış olma halidir: Akıl, salt zihinsel muhakeme anlamında değil, hakikati idrak etmek anlamındadır. Esenlik, ancak kişinin narsisizmini  yendiği dereceye kadar; kişinin açık, karşılık veren, duyarlı, uyanık ve boş olabildiği dereceye kadar mümkün olabilir.” (s.26)

“Esenlik, kişinin potansiyelindeki kişi haline gelmesi demektir.” (s.27)

“Esenlik, kişinin benliğini (egosunu) bırakması, egosunu koruma ve yükseltme peşinde koşmayı bırakması, sahip olma, koruma, gıpta etme, kullanma değil de, olma eylemi içinde kendini yaşamasıdır.” (s.27)

“Zen, gündelik düşünce tarzınızdır, kapının içeri mi dışarı mı açıldığı, tamamen menteşenin ayarlanmasına bağlıdır.” Suzuki (s.57)

“Aydınlanmayı, psikolojik terimlerle ifade etmeye çalışsaydık bunun, kişinin tamamen kendi içindeki ve dışındaki gerçekliğe döndüğü, gerçekliğin tamamen farkında olup onu tamamen kavradığı bir hal olduğunu söylerdim. O, bunun farkındadır, yani beyni ya da vücudunun herhangi bir parçası değil, kendisi, bütün insan, bunun farkındadır. Onun farkındadır; düşüncesiyle kavradığı ta ötedeki bir nesnenin değil de, onun, yani çiçeğin, köpeğin, insanın tam gerçekliğiyle farkındadır. Uyanan kişi, dünyaya açık ve duyarlıdır; açık ve duyarlı olabilir çünkü bir nesne gibi kendine tutunmaktan vazgeçmiş, böylece boşalıp almaya hazır hale gelmiştir. Aydınlanmış olmak, tüm kişiliğin gerçekliğe tam olarak uyanışı, demektir.” (s.28)

“Kendime yabancı olmadığım taktirde hiç kimse ve hiçbir şey bana yabancı değildir. Ayrıca, kendime yabancılaşan parçamın derecesine ve bilinçdışımın bilincimden ayrıldığı dereceye kadar dünyayı kavrayışım çeşitli şekillerde yanıltılır.” (s.72)

“Olgun insan, kendini, duygusal kirlenmeden ve idrakin müdahalesinden arındırmışsa; “korku, kaygı, güvensizlik gibi rahatsız edici duyguların ona saldıracağı yer bulamayacakları bir özgürlük ve kendiliğindenlik yaşamını” gerçekleştirebilir.” Suzuki (s.79)

3 Tem 2022

Viktor E. Frankl - İnsanın Anlam Arayışı

“Yaşamak için bir nedeni olan insan her türlü nasıla katlanabilir.” Nietzsche (s.11)

“Toplama kampında, yaşantının tüm fiziksel ve zihinsel ilkelliğine rağmen ruhsal yaşamın derinleşmesi mümkündü. Zengin bir entelektüel yaşama alışmış olan duyarlı kişiler daha fazla etkilenseler de (çoğunlukla daha hassas yapıda olurlar) iç benlikleri daha az hasara uğrar. Kendilerini çevreleyen korkunçluklardan, iç zenginliklerine ve ruhsal özgürlüklerine sığınarak korunabiliyorlardı. Daha kuvvetsiz görünen bazı tutsakların, sağlam yapılı olanlardan daha iyi dayanabilmesine yönelik çelişkiyi açıklamanın tek yolu budur.” (s.48)

“Aklım bir düşünceye takıldı: Hayatımda ilk defa, birçok ozanın söylediği, onca düşünürün nihai bilgelik olarak öne sürdüğü hakikati gördüm. Hakikat şuydu; sevgi, insanın ulaşabileceği en yüksek ve en büyük hedefti. O anda, insan şiirinin, insan düşünce ve inancının ayırt ettiği en büyük sırra haiz oldum: İnsanın kurtuluşu sevgiyle ve sevgidedir. Elinde hiçbir şeyi kalmamış insanın dahi, kısacık bir an için bile olsa, sevdiğine ilişkin düşüncelerden nasıl mutluluk duyabileceğini anladım.” (s.50)

“Mizah, ruhun kendini koruma savaşında bir başka silahıydı. Mizahın sadece birkaç saniye bile olsa insana, başka her şeyden fazla olarak her durumun üzerine çıkabilecek bir mesafe ve beceri sağladığı iyi bilinir.” (s.55)

“Bir mizah duygusu geliştirme ve olayları mizahın ışığında görebilme çabası, yaşama sanatında ustalaşırken öğrenilen bir hile gibiydi. Istırabın hüküm sürdüğü toplama kampında bile, yaşama sanatını uygulamak yine de mümkündü. Bir benzerlik kurmak gerekirse, insanın acısı gazın hareketine benziyordu. Belli miktarlarda gaz, boş bir kutuya pompalandığında kutu ne kadar büyük olursa olsun onu tamamen ve eşit dağılım göstererek doldurur. Aynı şekilde ıstırap da ister küçük ister büyük olsun insan ruhunu ve bilincini tamamen doldurur. Bu yüzden de insanın ıstırabının boyutu tamamen görelidir.” (s.56)

“Her zaman bir seçim yaparız. Her gün, her saat bizi özvarlığımızdan, içsel özgürlüğümüzden soyutlamakla tehdit eden güçlere boyun eğmeye ya da eğmemeye yönelik bir tercih sunulur bize.” (s.77)

“Spinoza Etika’da ne der? Bize acı veren duygular, onun berrak ve kesin bir resmini çizdiğimiz anda acı olmaktan çıkar.” (s.85)

“İnsanın zihinsel durumu (cesareti ve umudu veya bunların yokluğu) ile bağışıklığı arasında ne kadar sıkı bir bağ olduğunu bilenler, ani umut ve cesaret kaybının ölümcül bir etkisi olabileceğini kavrayabilirler.” (s.86)

“Hayat, belirsiz değil, çok gerçek ve somut bir şeydir; tıpkı hayatın görevlerinin çok gerçek ve somut olması gibi. Bunlar insanın, her bir kişi için farklı ve özgün olmak yazgısını oluşturur. Hiçbir insan ve hiçbir yazgı, başka bir insan ve yazgıyla kıyaslanamaz. Hiçbir durum kendini tekrar etmez ve her durum farklı bir cevap gerektirir. Bazen insanın kendisini içinde bulduğu durum, onun kendi kaderini eylemiyle değiştirmesini gerektirir.” (s.88)

“Her çatışma mutlaka nevrotik değildir; biraz çatışma normal ve sağlıklıdır.” (s.108)

“Şurası kesin ki insanın anlam arayışı, bir iç dengeden ziyade içsel gerilime yol açabilir ancak bu gerilimin, akıl sağlığının vazgeçilmez bir öncülü olduğu kesindir.” (s.109)

“Hayatta her durum, insana bir mücadele alanı ve çözülmesi gereken bir sorun sundukça hayatın anlamı değişebilir. Temel olarak insanın kendine, hayatının anlamının ne olduğunu sormak yerine, bu sorunun muhatabının kendisi olduğunu anlaması gerekir. Herkes hayat tarafından bir sorguya çekilir ve hayatı sadece kendi hayatıyla, kendi sorumluluğuyla cevaplayabilir.” (s.114)

“Sevgi, bir insanı kişiliğinin en derinlerine kadar kavramanın tek yoludur. Kimse başka bir insanın derinliklerini onu sevmediği sürece kavrayamaz. Sevgisi aracılığıyla sevilen kişinin önemli yanlarını ve özelliklerini anlama becerisi kazanır ve hatta ondaki henüz açığa çıkmamış ama gerçekleşmesi gereken potansiyeli görebilir. Onun yapabileceklerine ve neye dönüşmesi gerektiğine ilişkin farkındalık kazanarak bu potansiyelin gerçekleşmesini sağlar.” (s.116)

“Hayatta çaresiz bir durumla, değiştiremeyeceğimiz bir kaderle karşı karşıya kalmakta da anlam bulunabileceğini hiç unutmamamız gerekir.  Bu zamanlarda önemli olan kişisel bir trajediyi bir zafere, kötü bir vaziyeti bir kazanıma dönüştürmeye dair insana özgü potansiyele tanıklık etmektir. Bir durumu değiştiremeyeceğimiz zaman (örneğin ameliyat edilemez bir kanser gibi tedavisi olmayan bir hastalıkla karşı karşıya olduğumuzda) kendimizi değiştirmek zorunda kalırız.” (s.117)

“İnsan hayatından anlamı çekip çıkaran durumlara sadece ıstırap değil, aynı zamanda ölümler de dahildir. Hayatın gerçekten geçici olan yegâne şeylerinin olanaklar olduğunu söylemekten hiç yorulmayacağım ama olanaklar da hayata geçirildikleri anda gerçeklikler haline gelir ve korunarak geçicilikten kurtuldukları geçmişin parçası olur; çünkü geçmişteki hiçbir şey geri dönüşsüz olarak kaybedilmiş değil, sonsuza kadar saklanmıştır.

Bu yüzden de varoluşumuzun geçiciliği onu hiçbir şekilde anlamsız kılmaz ama sorumluluk getirir çünkü her şey bizim tamamen geçici olan olasılıkları fark etmemiz ve hayata geçirmemize bağlıdır.” (s.125)

“İnsan tamamen koşullanmış ve belirlenmiş değildir, daha ziyade koşullara teslim olmaya ve onlara karşı gelmeye kendi karar verir. Başka bir deyişle insan, tamamen kendi belirlenimindedir. Alelade bir şekilde var olmaz; her zaman varoluşuna ne olacağını ve bir sonraki anda neye dönüşeceğini seçer. Aynı şekilde her insan her an değişmekte özgürdür.” (s.134)

“İnsanı hayatta anlama ulaştıran üç temel yol vardır. İlki bir yaratım ya da görev yerine getirme sürecidir. İkincisi, bir şeyi deneyimleme ya da biriyle etkileşimdir: Diğer bir deyişle anlam, sadece çalışmada değil aynı zamanda sevgide de bulunabilir.” (s.147)

23 Nis 2022

Rollo May - Kaygının Anlamı

“Kaygı en iyi öğretmendir, der Kierkegaard. Ne zaman yeni bir olasılık ortaya çıksa, kaygının da ona eşlik edeceğini söyler.” (s.17)

“Korktuğum ve beni korkutan her şeyin kendi başına iyi veya kötü olmadığını, sadece zihnin onlardan etkilendiğini anladım.” Spinoza, Anlama Yetisinin Düzeltilmesi Üzerine İnceleme

“Bence kaygı, onu tanımamış olduğu için yitip gitmek ya da altında ezilip kalmak istemeyen her insanın katlanıp çıkmak zorunda olduğu bir serüvendir. Dolayısıyla, doğru bir şekilde kaygılanmayı öğrenen insan, en önemli şeyi öğrenmiş demektir.” Kierkegaard, Kaygı Kavramı

“Hiç kuşku yoktur ki kaygı sorunu, pek çok önemli sorunun bir araya toplandığı bir düğüm noktası ve çözümü zihinsel varoluşumuzun tümüne ışık tutacak bir bulmacadır.” Freud, Psikanalize Giriş Dersleri

“Bir neslin tümünün... iki çağ arasına, iki yaşam tarzı arasına sıkışıp kaldığı zamanlar vardır ve bunun sonucunda nesil kendini anlama yetisini tümden yitirir, ne herhangi bir standardı ne güvencesi vardır; rızası bile yoktur.” Hermann Hesse, Bozkırkurdu

“Lifton’un kendisi de modern zamanlardaki kaygıdan uyuşma süreci olarak söz eder. Bu bir savunma tepkisidir; insanların duygularını uyuşturmaktan, gelen tehdidin bilincinde olmamak için algılarını kapatmaktan başka ellerinden hiçbir şey gelmediği durumlarda yaşadıkları duygusal bir uzaklaşmadır. Bilinç yetisi bu şekilde daraltılarak, kaygı geçici olarak savuşturulmuş gibi görünür. Fakat daha sonra bunun bedelinin ödenip ödenmeyeceği sorusunun cevabı verilmemiştir.” (s.36)

“Korkmamız gereken tek şey, korkunun kendisidir.” Franklin D. Rooselvt (s.38)

“Spinoza kaygıyı özel olarak ele almadıysa bunun nedeni psikolojik muhakeme yürütememesi değildi, bundan emin olabiliriz. Birçok noktada psikanalitik kavramları öngörmüştü. Tutku (duygusal karmaşayı kasteder), kişi onun hakkında net ve ayırt edilebilir bir fikir geliştirdiği anda tutku olmaktan çıkar, ifadesi bunun bir örneğidir. Bu, daha sonraki yıllarda ortaya çıkacak psikanalitik bir tekniğe yani duygu netleştirmeye dair şaşırtıcı bir tahmindir..

Spinoza, korkunun temelinde öznel bir problem olduğuna yani kişinin ruh hali ya da tavırlarıyla ilgili bir mesele olduğuna inanıyordu. O, korkuyu umudun yanına koyarak tanımlar; her ikisi de kuşku içindeki bir insana ait özelliklerdir. Korku, nefret ettiğimiz bir şeyin başımıza gelebileceği fikrinden doğan belirsiz bir hazdır. Spinoza, bu tanımlardan da anlaşılacağı üzere der, korku umutsuz, umut korkusuz olmaz. Korku, bir zihin zaafının sonucudur; bu yüzden akıl kullanımıyla ilgisi yoktur. Umut da bir zihin zaafıdır. Bu nedenle aklın kılavuzluğunda yaşamak için ne kadar gayret gösterirsek, umuda o kadar az bağlanır, korkuya o kadar az teslim olur ve kendimizi ondan o kadar iyi kurtarır, bahtımızı o kadar aşarız ve nihayetinde eylemlerimize aklın öğütleri yön verir. Spinoza’nın korkuları aşmak için gösterdiği yol, yaşadığı dönemdeki akılcılık vurgusuyla tutarlıdır; yani duygular baskılanmayacak ama akla tabi olacaktır. Spinoza’ya göre duygu, onun tersi ve daha güçlü olan bir şeyle aşılır. Fakat bunu yapmak için düşüncelerimizin ve imgelerimizin düzenlenmesine dikkat etmemiz gerekir. Korkuyu bir kenara atmak için cesareti de aynı şekilde düşünmeliyiz; yani yaşamın sıradan tehlikelerini, onlardan cesaretle nasıl kaçılacağını ve onların nasıl aşılacaklarını düşünerek sıralamalı ve hayal etmeliyiz.” (s.54)

“Bireyde hem korkunun hem de umudun aynı anda bulunması ve bunun belli bir süre boyunca sürmesi, ben dahil daha sonraki birçok yazar tarafından ruhsal çatışmanın bir özelliği kabul edilir.” (s.55)

“Spinoza’nın bakış açısına göre, kuşku nedenlerini umutlarımızdan çıkarıp attığımızda güven hissi ile dolarız; yani artık güzel bir şeyin başımıza geleceği kesindir. Kuşku öğesini, korkumuzdan çıkarıp attığımızda ise çaresiz hissederiz çünkü korkulan olayın gerçekleşeceği ya da gerçekleştiği kesindir. Tersine Kiekegaard’da ise güven, kuşkunun (ya da kaygının) kesilip atılması değil, kuşku ve kaygıya rağmen hayata devam etme tavrıdır.” (s.55)

“Kierkegaard, kaygının özgürlüğe yöneliş olarak anlaşılması gerektiğini savunuyordu. Özgürlük, kişilik gelişiminin hedefidir. Kiekegaard özgürlüğü olanak diye tanımlar. İnsanı bitki veya sadece hayvan olan diğer canlılardan ayıran özellik, insan olanaklarının kapsamında ve olanakların farkında olma yetisinde yatar.” (s.63)

“Özgürlük yetisi kaygıyı da beraberinde getirir. Kierkegaard’a göre kaygı bir insan halidir. İnsan özgürlüğüyle yüze geldiğinde onu yaşar. Hatta kaygıyı özgürlük olasılığı olarak tanımlar. Birey bir olasılığı gözünün önüne getirdiğinde, bu deneyiminde kaygı da potansiyel olarak yerini alır. Çocukların yürümeyi öğrenmesi ve daha ileri bir noktada okula gitmesi ve yetişkinlerin evliliğe ve/veya yeni bir işe adım atması bunun örneklerindendir. Bu tür olasılıklar yani önümüzde uzanan ama henüz katedemediğimiz ya da deneyimlemediğimiz için ne olduğunu bilemediğimiz yollar kaygı içerir (bu normal kaygıdır ve aşağıda da anlatılacağı gibi nevrotik kaygı ile karıştırılmamalıdır. Kierkegaard nevrotik kaygının, normal kaygının daha kısıtlayıcı ve yaratıcılık içermeyen bir türü olduğunu ve bireyin normal kaygı durumlarında yoluna devam etmeyi başaramamasından kaynaklandığını net bir şekilde ifade eder.” (s.64)

“Kierkegaard’ın psikoloji açısından yazarken merkeze aldığı problem, kişinin kendisi olmak için nasıl irade koyacağıdır. İnsanın asıl görevi, kendi olmak için irade koymasıdır. Kierkegaard, kişinin olacağı beni belirli bir şekilde tanımlayamayacağımızı savunur çünkü ben, özgürlüktür. Fakat insanın kendi olmak için irade koymaktan nasıl kaçtığını da uzun uzadıya anlatır: İnsanlar ya ben bilincinden kaçarlar, ya da bir başkası olmaya veya kullanışlı bir ben’den ibaret olmaya irade koyarlar ya da muhalefet yoluyla ben olmaya irade koyarlar ki bu da trajik, acılı bir umutsuzluk biçimidir ve dolayısıyla gerçek bir benlik olamamaya mahkumdur. Buradaki şrade yaratıcı kararlılıktır, en başta özfarkındalığın genişletilmesini temel alır. Genel anlamda konuşacak olursak, bilinç yani ben’in bilinci, ben’in belirleyici kriteridir, diye yazar. Ne kadar bilinç varsa, o kadar ben olunur.” (s.66)

“Özgürlük, daha ziyade, varoluşun her anında kişinin kendini kendisiyle ilişkilendirmesine bağlıdır. Günümüz terimleriyle ifade edecek olursak, özgürlük, kişinin kendisini ne derece sorumlu ve özerk bir şekilde kendisiyle ilişkilendirdiğine bağlı demektir.” (s.67)

“Birey her deneyiminde yoluna devam etmeyi, olasılıklarını gerçekleştirmeyi arzular; fakat aynı zamanda kafasında bunu yapmama olasılığıyla da oynaşır; bir diğer deyişle, içinde olasılıklarını gerçekleştirmeme arzusu da taşır. Kierkegaard bu durumda nevrotik ve sağlıklı olan arasındaki farkı anlatırken, sağlıklı bireyin çatışmaya rağmen yoluna devam ettiğini, özgürlüğünü gerçekleştirdiğini, sağlıksız kişinin ise kapanma durumuna geçtiğini ve özgürlüğünü feda ettiğini söyler.” (s.69)

“Özgürlük yokluğu gitgide daha da kapanmaya dönüşür ve hiçbir iletişim istenmez. Kierkegaard kapanma ifadesini kullanırken, yaratıcı kişinin mesafe koymasından değil, geriye çekilip uzaklaşması anlamındaki kapanmaktan, durmaksızın olumsuzlama yapmaktan söz ettiğini açıkça belirtir. Bir şeyle birlikte kapanış değil, kendini kapatıştır. Dolayısıyla bu kapanış Kierkegaard’a göre anlamsızlıktır, boşluktur. Kapanan kişi, özgürlük ya da iyi ile yüz yüze geldiğinde kaygı dolar. Kierkegaard açısından “iyi”, kapanan kişinin, özgürlük temelinden yürüyerek kendisini bütüne dahil etmemek için verdiği mücadeleye işaret eder. Hatta “iyi” derken, genişlemeyi, yayılmayı, giderek çoğalan iletişim halini tasvir eder.” (s.73)

“Kierkegarrd, etik insan kader veya süslü boş laflar kadar hiçbir şeyden korkmaz çünkü bu tür şeyler şefkat kılığına girerek onu kandırıp sahip olduğu hazinesini yani özgürlüğünü alabilir, der.” (s.73)

“Goldstein’a göre sağlıklı bir bireyin özgürlüğü, farklı seçenekler arasında seçim yapabilmesinde, çevresindeki güçlükleri aşmak için kendine yeni olanaklar açabilmesinde yatar. Kaygıdan uzaklaşmayıp onun içinden geçerek ilerleyen birey kendini geliştirmekle kalmayıp, dünyasının kapsamını da büyütür. Kaygıya yol açabilecek tehlikelerden korkmamak: İşte bu, başlı başına kaygıyla başa çıkmanın başarılı yöntemidir. Cesaret, son tahlilde, varoluşa yönelik şoklara verilen ve kişinin kendi doğasını gerçekleştirmesi için katlanması gereken, olumlayıcı cevaptan başka bir şey değildir.” (s.95)

“Kültür insanın kaygıyı fethetmesinin ürünüdür; bu açıdan kültür insanın çevresini aşama aşama kendine yeterli kılmasını, kendini de çevreye yeterli kılmasını temsil eder.” (s.95)

“Hasta olmak çatışma durumunu çözmenin bir tür yoludur. Hastalık, kişinin dünyasını küçültme yöntemidir, böylece bedenin ilgi ve sorumluluk alanı daralır ve kişi problemle daha başarılı bir şekilde başa çıkma şansı elde eder. Sağlık ise organizmanın kendi yetilerini gerçekleştirmek üzere özgür kılınmasıdır.” (s.117)

“Kültürel faktörler psikosomatik hastalıkların altında yatan kaygı ile yakından ilişkilidir. Bunu herhangi bir psikosomatik hastalıkta rahatça görebiliriz. Yine mide ülseri vakası ile örnekleyeceğim. Mide ülserinin bu kadar yaygın olması genelde modern Batı kültüründeki aşırı rekabetçi yaşamla ilişkilendirir. Batı uygarlığında  mücadele veren hırslı insanların hastalığıdır.” (s.118)

“Felix Deutsch, her hastalık kaygı hastalığıdır, der. Bu sözler, kaygı her hastalığın ruhsal bileşenidir anlamına geliyorsa, bu da makul bir görüştür.” (s.122)

“Genel Adaptasyon Sendromu (G.A.S.) kuramı Selye’ye aittir. G.A.S çeşitli iç organlar yoluyla (endokrin bezleri ve sinir sistemi) bizim, içimizde ve çevremizde sürekli olagelen değişikliklere uyum sağlamamıza yardımcı olur. Sağlık ve mutluluğun sırrı dünyanın sürekli değişen koşullarına başarıyla uyum sağlamaktır, bu muazzam uyum sürecinde başarısız olmanın cezası hastalık ve mutsuzluktur. Selye, her insanın belli bir miktarda uyum enerjisiyle doğduğuna inanır.

Enerji, kısmen, bir insanın önündeki görev için duyduğu haz ve bağlılığın ürünü değil midir? Gerontoloji (yaşlılık bilimi) incelemelerimizde, kişinin bunamasında sadece yaş föktörünün değil, o kişinin ilgilenecek hiçbir şeyi olmaması gibi bir psikolojik faktörün de rol oynadığını görmüyor muyuz? Ve beynin enerjisini koruyabilmesinin, keyif alınmasını gerektiren görevlere ciddi ölçüde bağlı olduğunu?” (s.140)

“Selye, kitaplarından birinin ithaf bölümüne şunları yazar: Bu kitap dopdolu yaşanmış bir hayatın stresinden haz almaktan korkmayanlara ve bunu entelektüel bir gayret sarf etmeden yapabileceğini zannedecek kadar da toy olmayanlara ithaf edilmiştir.” (s.143)

“Kaygı, bireyin stres ile bağ kurma, onu kabul etme ve yorumlama şeklidir. Stres, kaygıya giden yolun yarısındaki duraktır. Kaygı stresi ele alış tarzımızdır.”(s.144)

“Epstein’in en ilginç bulgusu kaygı ile özgüven düşüklüğü arasında bağ kurmasıdır. Özgüveni düşük bir kişi, özgüveni yüksek bir kişiden daha kolay yenik düşer. Epstein, şöyle açıklar: Özgüven artışları, mutluluk, bütünleşme, enerji, ulaşılabilirlik, özgürlük ve açılma duygularını da arttırır. Özgüvendeki düşüşler ise mutsuzluk, düzensizleşme, kaygı ve kısıtlanma duygularını yükseltir.” (s.146)

“Hangi vesilelerle (yani hangi nesneler ve hangi durumlarla karşı karşıya gelindiğinde) kaygının hissedileceği, büyük ölçüde kişinin bilgi durumuna ve dış dünya karşısında hissettiği güç duygusuna bağlıdır.” (s.168)

“Otto Rank’in kaygıya dair görüşü, kaynağını insan gelişimindeki ana problem olduğuna mantıken inandığı bireyleşmeden alır. Rank, insanın yaşamının sınırsız sayıda kopuş deneyiminden oluştuğunu, her deneyimin insana birey olmak için daha büyük bir özerklik olanağı sunduğunu düşünür. Bu zincirleme kopuş dizilerinin ilki ve en çarpıcı olanı doğumdur ama aynı psikolojik deneyim, şu ya da bu ölçüde, bebek sütten kesildiğinde, okula gitmeye başladığında, yetişkinliğinde bekarlık döneminden kopup evliliğe adım attığında ve nihai kopuş olan ölüme kadar kişilik gelişimindeki her adımda tekrarlanır. Dolayısıyla Rank’e göre kaygı, bu kopuşlarda yaşanan endişedir. Kaygı, kişinin çevresinde göreli bir bütünlük ve bağımlılık hissettiği önceki durumlardan koparken deneyimlenir: Bu, özerk bir birey olarak yaşama gereği karşısındaki kaygıdır. Fakat kaygı, birey o andaki güvenli konumundan ayrılmayı reddederse de yaşanır. Bu da kişinin bireysel özerkliğini kaybetme kaygısıdır.” (s.182)

“Kişinin kendisini tehdit eden, acı dolu bir çaresizlik ve kaygı yaşamasına neden olan kişi ve deneyimlere husumet duyması anlaşılır bir şeydir. Fakat nevrotik kaygı kişinin zayıflığı ve diğer kişilere bağımlılığından kaynaklandığı için bu kişilere duyulan her türlü husumet, bağımlılığını da tehlikeye atacaktır ki her ne pahasına olursa olsun o bağımlılığı korumak zorundadır. Aynı şekilde, bu kişilere saldırmasını söyleyen iç ruhsal dürtüler, misilleme ve karşı saldırı korkularını beraberinde getirir ki bunlar da ayrıca kaygıyı artırırlar.” (s.198)

“Kaygı gelişmeyi ve farkındalığı engeller, etkin yaşam alanını daraltır. Duygusal sağlık ile kişisel farkındalık doğru orantılıdır. Bu nedenle kaygının dağıtılması farkındalığının artmasını, benliğin genişlemesini sağlar. Benliğin genişlemesi duygusal sağlığa ulaşılması demektir.” Sullivan (s.202)

“Pico della Mirandola İnsanın Değeri Üzerine Söylev’de Yaratıcı’nın Adem’e şunları söylediğini betimler: Sana ne sabit bir ikamet, ne de herkesle aynı biçimi verdik... Seni dar mekanlara hapsetmedik, özgür iradenle, sana bahşedilen güçle, kendi doğanı kendin çizeceksin. Seni dünyanın tam ortasına koyduk, baktığın yerden dünyadaki her şeyi daha kolay görebilesin diye. Seni ne yersel ne göksel, ne ölümlü ne ölümsüz olarak yarattık; özgür, olağandışı bir yontucu gibi kendini, kendi seçiminle biçimleyebilesin diye. Aşağıya, yaşamın kaba biçimlerine inmek de tanrısal yaşam sürenlerin düzenine çıkmak da senin elinde.” (s.213)

“Kaygı filizinin hedefi bireysel başarı hedefinin kotarılamaması değildir. Bence bunun nedeni, psikoljik yalıtılma ve toplumda pozitif değer eksikliğidir ve bunların ikisi de aşırı bireyselciliğin sonuçlarıdır.” (s.215)

“Modern insan piyasada kendisini hem satıcı hem de satılık meta olarak deneyimlediğinden, özsaygısı kendi kontrolünün dışındaki koşullara bağlıdır. Başarılı ise değerlidir, değilse değersizdir. Bu yönlendirmeden kaynaklanan emniyetsizlik hissine ne kadar değer biçsek azdır. Kişi, kendi değerinin öncelikle kendine ait insani niteliklerinden değil de, koşulları sürekli değişen rekabetçi bir piyasadaki başarısından oluştuğunu hissederse, o kişinin öz saygısı sallantıda kalmaya mahkumdur ve sürekli başkalarının onayını alma ihtiyacı duyacaktır.” Erich Fromm (s.229)

“Kaygı duygusu çok daha derine işler. Kişiliğin merkezinde ya da özünde bir şeyin tehlikede olduğu hissedilir. Öz saygım, kişi olarak kendimi deneyimleyişim, değerli biri olma hissim... İşte tehlike altında olan şeyler kabaca bunlarla tarif edilir. Ben şu tanımı öneriyorum: kaygı, bireyin sahip olduğu kişiliğinin varlığı için temel öneme sahip bazı değerlerin tehdit altına girmesiyle tetiklenen endişedir.” (s.240)

“Kimi zaman nispeten önemsiz tehditlere sanki felaket yaşamış gibi tepki veren kişiler, kendi içlerinde “orantısız miktarda” kaygı “taşıyan” kişiler olarak tarif edilir. Oysa bu yanlış bir tariftir. Aslında bu insanlar tehditler karşısında aşırı zayıf kişilerdir. Problem, neden bu kadar zayıf olduklarında yatar.” (s.250)

“Kişi, kendi güç ve yeteneklerini temel alarak eylemde bulunma yetisine sahip değilse, özerk eylem gerektiren her yeni durumun kendisini tehdit edeceği bir tuzağa düşer.” (s.267)

“Kişi özerk bireysel kararlar almaktan kaçarsa, kapanma durumuna geçerek kendini korumaya alır ve özerkliğiyle birlikte başkalarıyla iletişim kurma olasılıklarından da feragat eder. Kapanma durumu çatışmadan kaçma çabasının sonucudur ama aslında daha büyük bir çatışmayla yani nevrotik çatışma ve nevrotik kaygıyla sonuçlanır.” (s.268)

“Durum ne olursa olsun, kaygı kişinin varlığını ya da onu özdeşleştirdiği şeyi yok edecek bir şeyle karşı karşıya kaldığında verilen tepkidir.” (s.412)

“Kaygıyla baş etmenin yapıcı yolu, onunla yaşamayı öğrenmek ve insan olarak kaderimizle karşılaştığımızda onu bizi eğiten bir öğretmen olarak görmektir. Pascal bu durumu çok güzel anlatmıştır: İnsan bir sazdır, doğada çok güçsüz olan cılız bir saz. İnsanı ezmek için evrenin tümüyle silahlanması gerekmez; onu öldürmeye hafif bir rüzgar esintisi ya da bir damla su yeter. Evren insanı ezdiğinde bile, insan kendisini yok eden evrenden daha soyludur; çünkü insan öleceğini de bilir, evrenin onun üzerindeki üstünlüğünü de. Oysa evren bunların tekini bile bilmez.” (s.413)

“Sağlıklı bir bireyin özgürlüğü, varlığına yönelik potansiyel tehditleri karşılayıp aşarak kendini yeni olasılıklara açma yetisinde yatar.” (s.444)

“Bireysel özgürlüğün ortaya çıkışıyla kaygı birbiriyle çok yakından ilişkilidir; hatta özgürlük olasılığı her zaman kaygı uyandırır ve bu kaygının karşılanma tarzı, özgürlüğün olumlanacağını mı yoksa feda mı edileceğini belirler.” (s.445)

“Öz farkındalığın gelişmesi, yeni olasılıklarla karşılaşan kişinin ileriye doğru adım atmasıyla gerçekleşir. Kierkegaard bu öz farkındalığın ortaya çıkışını “nitel sıçrama” olarak adlandırır; bu durum, modern dinamik psikolojinin farklı bir bağlamında ise egonun ortaya çıkışı olarak tarif edilir. Bireyler yeni olasılıklara kendilerini bırakmayı reddedip, bilinen ortamlardan bilinmeyen ortamlara ilerlemeyi istemeyip kaygıdan, sorumluluktan ve suçluluk duygusundan kaçmaya çalıştığı müddetçe, özgürlüklerini feda ederler, özerklik ve öz farkındalıklarını azaltırlar.” (s.445)

“Kierkegaard özlü bir ifadeyle, riske girmek kaygıya neden olur ama risk almamak kişinin kendini kaybetmesi demektir, der. Kişinin kendini olasılıklara açması, kaygıyla yüzleşmesi ve buna dahil olan sorumluluk ve suçluluk duygularını kabul etmesi öz farkındalığın, özgürlüğün ve yaratıcılık alanlarının artmasıyla sonuçlanır. Bir de tüm dünyanın maceraya veya riske atılmaya tehlikeli bir şey gibi bakması var. Neden? Çünkü kaybedebilirsiniz. Fakat hiç riske girmemek de ucuz bir kurnazlıktır.” (s.446)

“Birey ne kadar yaratıcıysa, o kadar çok olasılığa sahip olur, bunun yanı sıra kaygı ve onun eşlikçisi olan sorumluluk ve suçluluk duygusuyla o kadar çok karşılaşır. Ya da Kierkegaard’ın ifadesiyle “Ne kadar bilinç varsa, o kadar benlik vardır.” Öz farkındalığın artması demek benliğin de artması demektir. Vardığımız sonuç şu: Benliğin olumlu yönleri, birey kaygı yaratan deneyimlerle yüzleştikçe ve içinden geçip onları aştıkça gelişir.” (s.446)