“Alışageldiğimiz düşünceleri altüst eden karşıtlıkların
temelinde, içsel yaşantılarımızı normal konuşma diliyle anlatma zorluğu yatar.
Çünkü içsel yaşantılarımız, konuşma dilinin sınırlarını fazlasıyla aşar.”
Suzuki (s.9)
“Dünyanın giderek hızlanan değişimi içinde, başlangıçta
edindiğimiz dünya görüşleri geçerliliğini bir ömür boyu sürdüremez oldu. Bu
durum, her an oluşmakta olan yeni dinamikler doğrultusunda, dünya görüşümüzde
de sürekli değişiklik yapma gereğini beraberinde getiriyor.
Dünya görüşü tutarsızlaştığında, insanın kendisini ve
başkalarını anlayışı parçalanır ve kendisini yalnız, dışarıda bırakılmış biri
olarak yaşamaya başlar. Bir dünya görüşünün ahengini, eskiyen bir dünya
görüşünün tükendiği yerde yeni bir dünya görüşünün oluşumu belirler. Bu da
insanın kendi deneyimleriyle ve sezgileriyle ne kadar temasta olduğuna
bağlıdır. Jung’un sözleriyle: Son çözümlemede, temel olan şey bireyin
hayatıdır… Biz kendi çağımızı yaratırız.” (s.10)
“Yabancılaşma, insanın üzerine çeken en ağır duygu
olmalı, yaşattığı dünyasızlığıyla. Panik atağın ölüm agonisini andıran
çaresizliğinden ya da depresyonun iflah olmayacağına inanılan karamsarlığından
da ağır. Panik atağa dünyaya yönelik bir imdat çağrısı depresyona dünyaya
yönelik bir öfke eşlik eder, yabancılaşmada ise dünya silinir.
Yabancılaşma ağır bir duygu, çünkü dünyasından kopma
süreci bir kez üzerine çökmeye başladığında, insanın dünyasıyla yeniden
buluşması mümkün olmayabilir.” (s.11)
“İnsanlar, birbirlerine kendi senaryoları doğrultusunda
roller verip, karşılarındakilerden bu rolleri gerçekleştirmesini bekler
oldular. Sonuç, düş kırıklıkları, kızgınlıklar ve kendimizden kaynaklandığını
bir türlü kavrayamadığımız yalnızlık.” (s.13)
“Batı, Doğu’ya hayatını nasıl kazanacağını öğretebilir.
Batı, zamanla, nasıl yaşanacağını Doğu’nun ona göstermesini isteme durumunda
olacaktır.” Tehyı Hsıeh
“Bilimin egemen olduğu bir kişilik, ilkel yanlarından
kopuk olduğu için ehlileştirilmeye açıktır, bunun sonucu olarak da Biz
Batılılar, yüksek disiplinli, iyi örgütlenmiş ve mantıklı varlıklarız. Ama
diğer yandan, bilinçdışı kişiliğimizin bastırılmasına izin verdiğimiz için,
ilkel insanın bilgeliğini ve uygarlığını anlama ve takdir edebilme imkânından
yoksun bırakılmışız. Tabii bilinçdışı kişiliğimiz yine de varlığını koruyor ve
zaman zaman denetimden çıkıp patlarcasına ortaya çıkabiliyor.” (s.18)
“Okunarak öğrenilecek ve yaşanarak öğrenilecek şeyler var;
önemli olan bu ikisinin birleşimini oluşturabilmek. Üstelik, bir insanın
diğerinden bir şeyler öğrenebilmesi bir ilişki sürecinin akışı içinde
gerçekleştirilebilir.” (s.21)
“Eğer bu sessiz aralıklar olmasa sesler asla bu kadar
etkili olmayacaktı, der Krishnamurti. Batı kültürü etkisindeki düşünce tarzında
bize, dikkatimizi incelemekte olduğumuz konu üzerine yoğunlaştırmamız ve bu
konu dışındaki şeylere dikkatimizi
yönelterek dağıtmamız öğretilir. Krishnamurti’ye göre, bundan çok farklı bir
dikkat daha vardır ki bu tür dikkatte zihin hiçbir şeyi dışlamaz, dışarıda
bırakmaz. Bu sayede, zihin dışlamaya çalıştığı şeylerin direnciyle
karşılaşmayacağı için daha güçlü bir dikkat gerçekleşir. Başka düşüncelerin
zihnimize girmesini önlemek için, bilerek ya da bilmeyerek, zihin çevresinde
bir direnç duvarı ördüğünüzde zihninizin bütünü değil bir bölümü çalışıyor
demektir.” (s.30)
“Günümüzde giderek artan sayıda insan, dostluk
ilişkilerine bile yalnızca kendi ihtiyaçları açısından bakma eğiliminde artık.
1970 gibi çok da yakın sayılmayacak bir tarihte yayımlanan ve sonradan
klasikleşen Narsisizm kültürü adlı kitabında Christopher Lasch şöyle yazmıştı:
Duygusal olarak sığ, yakın ilişkilerden korkan sahte bir içgörüye sahip,
cinselliğin karmaşasına düşkün, yaşlılık ve ölüm korkularıyla dolu yeni
narsistler geleceğe olan ilgilerini yitirmişlerdir.” (s.30)
“İnsan, temelde, kendini ilişkiler yaratarak var etme
eğilimindedir. Bu eğilimlerin yalın biçimlerde yaşayabildiğinde, yalnızlık,
boşluk, yabancılaşma ve yalnızca kendiyle meşgul olma eğilimlerine yer
kalmayabilir, evrendeki ilişkiler ağının parçası olabildiği için. Krishnamurti
bunu son yazılarında şöyle dile getirmiş: Dünyadan sorumluyum, çünkü ben
dünyayım.
Kendi zamanında düşünce düzeyinde kuantum kuramına en çok
yaklaşabilmiş kişi olan Jung da buna benzer bir biçimde ifade etmişti: Dünyada
bazı şeyler yanlış gidiyorsa bu, bireyde bir şeyler yanlış gidiyor, dolayısıyla
bende de bir yanlışlık var demektir. Bu yüzden eğer duyarlı biriysem önce
kendimi düzeltmeliyim.” (s.34)
“Her ne kadar sinir sistemimiz pek çok şeyi şekil olarak
algılamamızı sağlarsa da aslında şeyler boşluklardır. Albert Einstein bunu,
“Her şey boşluktur, şekil yoğunlaştırılmış boşluktur.” şeklinde dile
getirmişti. Batı’nın bugün ulaşmış olduğu yer, aslında, Doğu’da binlerce yıldan
beri bilinmekte idi. Heart Sutra’da Buda’nın şu sözleri yer alır: Şekil,
boşluktan başka bir şey değildir, boşluk da şekilden başka.
Nitekim bugünkü bakış açımızla, A, B’den yapılmıştır ya
da bunun tersidir diyemeyiz, çünkü her şey karşılıklı etkileşimlerden oluşur.
Dış dünyaya, zihnimizin içeriğindeki düşünceler ve izlenimler olmadan
bakabilseydik yaşadıklarımız bambaşka olurdu. Dış dünyanın olduğu haliyle,
öylece algılanabildiği yaşantılara Suzuki Rashi “başlangıçtakilerin zihni” der.
Küçük çocuk pencereden, ağaca konmuş bir kuşun sesini dinlerken annesi kuşu
gösterip, “Bak, bu bir serçe” dediği anda kuş sesiyle yaşanmakta olan
birliktelik bilgiye dönüştürülür, kurulmuş olan yalın bağ sona erdirilerek.”
(s.35)
“Hani bazen iki insan birbirinin varlığında eriyip bir
bütüne dönüştüğünde ya da doğayla gerçekten iç içe olabildiğimiz ender anlarda
benliğimizin sınırları silinir ya, işte sadece o anlarda hayatımızın ilk
günlerindeki “ilişki içinde varolma”yı yeniden yaşayabiliyoruz, bazı insanlar
belki de hiçbir zaman yaşayamıyor. İlişki, işbirliği temelinde oluşan bir
kucaklaşma. Zorunluluktan ya da insanın kendi isteğiyle de olsa, bir şeyler
kazanmak ya da bir şeylerden korunmak amacıyla oluşan beraberliklerde ilişki
yaşanamıyor.” (s.37)
“ilişki aynı zamanda, bir şeyler birlikte yapmaktan
mutluluk duymaktır. Önemli olan yapılan iş değil, yapılan şeyin birlikte
yapılması ve o şey yapılırken bir bütün olabilmek. Dolayısıyla olmak, yapmaktan
önce gelir. Ama artık insanlar, içlerinden gelerek ve sorun yaratmadan,
birlikte çalışmaktan haz almaya pek yatkın değiller.” (s.37)
“Aslında yalın ilişki eğilimi, bir kadınla bir erkeğin
yolda rastlantı sonucu karşılaşması gibi durumların dışında da beklenmedik
anlarda ve herhangi bir yerde yaşanabiliyor; insanlar birbirlerine beklenti
yüklemediklerinde. Birbirimizi şeyler olarak algılamakta direndikçe, yalnızca
birtakım soyutlamalarla sonlanabiliriz. Kendi yansıtmalarımızdan oluşmuş
imgeler dünyası ve varsayımsal yaşantılar.” (s.38)
“Atom-altı dünyada bir foton çifti birbirlerinden çok
ayrı düştüklerinde birbirlerine yaklaşmaya başlar, ancak eğer çok
yakınlaşırlarsa birbirlerine yapışıp kilitlenmelerine fırsat vermeden hızla
birbirlerinden uzaklaşırlar. Bir yanımız bireyselleşme çabaları gösterirken,
diğer yanımız çevremizle bütünleşerek yalnız kalmamaya, kendimizi bir yerlere
ait hissetmeye çalışır. Hayatın bir beraberlikler ve ayrılıklar dizisi olduğunu
kabul edebilen insanlar, “beraberlik içinde bireyleşme” ile “bireyciliği”
karıştırmamayı başarabiliyorlar. Çünkü doğadan ve içgüdüsel sezgilerimizden
koptuğumuz günlerden bu yana, bizler ancak diğer insanlarla ilişki içinde
varolabilen varlıklarız. Ancak, benlik sınırları iyi belirlenmemiş insanların,
ilişkilerini iç dünyalarına mâl etme eğilimi sonucu oluşan durum, ilişkinin
içeriğindeki kişinin ayrı bir varlık olarak algılanamamasına neden olabiliyor.
Böyle bir yaşantıya, ben-şey ilişkisindeki ilişkisizlikten de öte, “onsuz
varolamama” durumu ve katlanılması zor bir kopma paniği eşlik eder ki bu,
ilişkisi içleştirilmiş diğer kişiyi de zorlayan durumların yaşanmasına neden
olabilir.” (s.38)
“Çağdaş fiziğin tanımladığı özgürlük, aklımızın gücüne
dayalı bildik inanç sistemimize hiç de uygun değildir. Aldığımız kararlara
eşlik eden “niçin”in “çünkü”sü yoktur. Tam tersine “çünkü”yü açıklayan mantığın
oluşmasına neden olan şey, yapmış olduğumuz seçimdir ve bir seçim yaparken, o
seçimi yapmış olmamıza bir de neden yaratırız. Seçim, Kierkegaard’ın vaktiyle
“kader sıçraması” dediği yoğun bir özgürlük anında yapılmıştır. Bu nedenledir
ki varoluşçu psikiyatri “neden”lerle değil, “nasıl varolmakta olunduğu”yla
ilgilenir.” (s.40)
“Kuantum fiziğinin temelinde dalga/parçacık ikiliği
bulunur. Buna göre bütün varlıklar, atom-altı düzeyde, bazen ufak
parçacıklardan, bazen de dalgalardan oluşurlar. Bir başka deyişle, kuantum
denen şey aynı anda hem dalga, hem parçacıktır. Burada dalga ile kastedilen
şey, üç boyutlu gerçek dalgalar değil, olasılık dalgalarıdır. Varlığın dalga ya
da parçacık olarak tanımlanan bu iki şeklinin her biri diğerinde olmayan
bilgiyi içerir. Beynin sağ ve sol yarım kürelerinde ya da Çin felsefesindeki
Yin-Yang olgusunda olduğu gibi. Bu şekillerin hiçbiri tek başına kendi içinde
tamamlanmış değildir ve bu ikisi, ancak birlikte bize bir gerçeklik tablosu
çizebilir. Ancak böyle bir durum, ikisine birden aynı anda ve net bir biçimde
bakamayacağımız anlamına gelir ki bu da Heisenberg’in tanımladığı “Belirsizlik
İlkesi”nin özüdür.
Kuantum mekaniğinin temelini oluşturan Heisenberg ilkesi,
evrenin yapısının indeterministik, yani önceden belirlenemez olmasını tanımlar.
Bir parçacığın hızıyla yerini aynı anda saptayamayız. Hızını bilirsek yeri
belirsiz kalır, yerini bilirsek de hızı. Dalga ya da parçacık değerini tek tek
ölçmeye çalıştığımızda buna, bu ikilinin ortak değeri nedeniyle ulaşmanın
mümkün olamaması, hiçbir şeyin sabit ya da tam anlamıyla ölçülebilir olmadığı
gerçeğinin ifadesidir. Her şeyin belirsiz ve kolay anlaşılamaz olması. Newtoncu
fiziğe göre her şeyin sabit ve ölçülebilir olma olgusuyla çelişir ve bu
çelişkinin getirdiği belirsizlik, gerçekliğin doğası sorunsalını da gündeme
getirir.” (s.41)
“Zohar’ın sözleriyle, “Kuantum mekaniği açısından yaşama
baktığımızda, benliğimiz ve ilişkilerimiz hakkındaki görüşlerimizin de
değişikliğe uğrama durumunda kaldığını görürüz. Şeyler ve olaylar, geniş bir
bütünün birden fazla yönleriymiş gibi davranırlarsa da kendi tek tek
varoluşlarını ve anlamlarını bu bütünden alırlar. Heisenberg bunu şu sözlerle
açıklamıştı: Dünya, karmaşık bir olaylar dokusu olarak görünür. Bu dokunun
oluşumunda her çeşit bağlantı, birbirinin yerini alabilir, birbiriyle örtüşebilir
ya da bütünleşebilir.” (s.42)
“Düş gücü bilgiden daha önemlidir.” Albert Einstein
(s.46)
“Beyin bir organ değil bir süreçtir ve her an kendini
yaratmayı sürdürür.” (s.46)
“Farkındalığın bir düzen izliyor oluşu, yani zaman
içindeki görünür istikrarı, bize birçok duyumuzun çağrıştırdığı deneyim
kargaşasında değil de bir dünyada yaşadığımız izlenimini verir.” John Crook
(s.47)
“Bizler için yepyeni olan bazı görüşlerle
karşılaştığımızda, düşünce alışkanlıklarımızdan vazgeçmenin zorluklarından
ötürü, bu yeni görüşleri eski ve bildik düşünce alışkanlıklarımızdan
vazgeçmenin zorluklarından ötürü, bu yeni görüşleri eski ve bildik düşünce
çerçevelerimize yerleştirme eğilimi gösteriyoruz. Ancak bu eğilim, çoğu zaman,
kendimize ve dünyaya ilişkin bilgilerimizi ve doğrusu yaşantılarımızı
yenileyebilmemizin önünde bir engel oluşturuyor ve bizi, kendimizi
zenginleştirme imkânlarından yoksun bırakıyor. Kuantum fiziğinin bize
gösterdiklerini, zihnimizin ve yaşantılarımızın kısa sürede özümsemesi zordur
ve bu nedenle, başlangıçta, salt entelektüel bilgi olarak korteksimize
depolanma olasılığı yüksektir. Çünkü kişisel deneyimlerimizle bütünleşebilmesi
uzunca bir zaman dilimine yayılan bir özümseme sürecini gerektirebilir.” (s.52)
“İnsan kendi gölgesiyle yüzleşip hesaplaşmayı öğrenirse
dünya için gerçek bir şey yapmış olur, günümüzün devasa, çözülmemiş toplumsal
sorunlarının hiç olmazsa küçücük bir parçasını sırtlanmış olur, diyor Jung.
Dahası, o insan gerçek birlikteliğe, kendini bilmeye, yaratıcılığa doğru adım
atmış olur ve olgunlaşır. Gölge eşikte bekler; bilinçdışının yaratıcı
derinliklerine giden yolu tıkamasına izin verebiliriz ya da bizi elimizden
tutup o derinliklere götürmesine razı oluruz. Çünkü, kökenini evrim tarihinin
derinliklerinden alan gölge basitçe kötü değildir. Aşağılık, ilkel, sakil,
hayvansı, çocuksudur; güçlü, canlı ve kendiliğindendir.” (s.55)
“Aslında insanın içsel yaşantılarındaki karşıtlıklar,
Jung’un anlattığı persona-gölge kutuplaşmasından farklı biçimlerde de insanın
doğasında mevcut. Çalışkan ve üretken bir insanın içinde her zaman bir koca
tembel vardır ve bence önemli olan bu ikisinin birbiriyle uzlaşıp, çatışmadan
birlikte var olabilmeleri. Tembelin egemen olduğu zamanlarda kendini suçlu
hissetmeyen insan, kendi zamanının akışı içinde saati geldiğinde, çalışkan ve
üretken yanıyla zaten yeniden buluşacaktır. “Yapmam lazım”ın yerine “yapmak
istiyorum”u koyabildiğimizde, “yapmam lazım”ın insana yaşattığı, “kendine karşı
işlenmiş varoluşsal suç”un gerilimi söner. “Yapmak” yerini olmaya bırakır. Ancak,
günümüz dünyasında pek çok insan, üst-sistemlerin şartlandırmaları ve
beklentileri sonucu, yaparak varolabileceği yanılgısını yaşamakta.
Olabildiğimiz zaman zaten yapabileceğimizi bilmenin hafifliğini yaşayamadan,
tanıyamadan.” (s.62)
“Suçluluk duyguları genellikle ilişkilerimizde
yaşadığımız olumsuz duyguları bilinç alanımızdan uzaklaştırarak onlara
yabancılaşmamızdan kaynaklanır. Kendimize ve dünyamıza karşı farkına varmadan
ya da görmezden gelmeye çalışarak sürdürdüğümüz iki yüzlülüğün ürünüdürler.
Dolayısıyla, suçluluk duygularına gömülmek, aslında kendimize karşı işlenmekte
olan varoluşsal bir suçtur. Sevilebilmek için kendimizi ortadan sildiğimizde,
kendimizi ve başkalarını sevebilmemizin yolu da daralıyor, sevilmek için
uğraşırken sevmekten uzaklaşıyoruz. Kendimizden vazgeçme sonucu biriken
düşmanca duygular, yaşanmakta olan iki yüzlülüğü daha da pekiştirerek kısır bir
döngüye dönüşme eğilimi gösterir. Farkına varmaksızın yarattığımız kısır
döngüler, hangi içerikte olursa olsunlar uyuşturucu niteliğindedirler,
benliğimize egemen olduklarında hayatın akışı duraksar, yıllar geçip giderken
aynı döngünün içinde tekrarlanıp durulur, çoğu kez farkına varılmadan.” (s.63)
“Anlaşılabilme umudunu tüketen insanlar, dünyayla
ilişkilerini beğenilme üzerine kurma eğiliminde oluyorlar, kurtulması güç bir
tuzağa düştüklerini fark edemeden. Çünkü, beğenilmeyi merkez alan bir dünya,
insanın kendi içinde giderek daha sıkı kilitlenmesine ve çıkışı bulunamayan bir
yalnızlığa gömülmesine neden olabilir. Dolayısıyla, kendini var hissedebilmenin
tek yolu beğenilmenin sürekliliğini sağlamaya yönelik bir hayat tarzı.
Beğenilme öylesi bir iptila ki bu ihtiyaç karşılanamadığında yaşanabilecek
bozgundan kaçınmak için sergilenmekte olan performansın aralıksız sürdürülmesi
zorunlu hale gelir. Bunun sonucu olarak, hayatını beğenilme üzerine kuran
insanların derininde, çoğu zaman dışarıdan fark edilemeyecek kadar iyi
maskelenmiş bir depresyon yaşanır.” (s.64)
“Bir radyo programında bana yöneltilen “Gördüğünüz anda
sizi en çok etkileyen kişi kim oldu?” sorusuna tereddütsüz karşılık verdim:
Marilyn Monroe. Kendisinin başrollerden birini oynadığı bir filmin galasında,
bizler salona girmeden önce fuayede beklerken birden bir itiş kakış olmuş ve
ben kendimi, kargaşaya neden olduğu anlaşılan ilaheyle kısa bir süre karşı
karşıya bulmuştum. Çok güzel bir kadındı, ama bende asıl iz bırakan yaydığı
ışık oldu. O ışığın kaynağını anlayabilmem için, yıllar içinde daha küçük
ölçekte benzer imgelerle karşılaşmam gerekecekti: Varolamamanın pırıltısı.
İnsan bir yerde varolamadığında bir başka yerde abartılı bir biçimde
belirebilen bir varlık.” (s.69)
“Anlaşılabilme sözcüğüne açıklık getirme gereği
duyuyorum. Bu sözcüğün aslında düşünce düzeyinde bir yaşantıyı tanımlıyor
olmasından ötürü, bir insanın diğerini anlamış olmasının anlamı bana hiçbir
zaman yeterince açık gelmemiştir. Anlamak, kendimize ait bir yaşantıyı idrak
etme anlamını taşıyabilir. Ancak diğer insanlar söz konusu olduğunda, anlamak
sözcüğü bir başka insanı değerlendirebilmiş ya da tanımlayabilmiş olmak gibi
anlamlar taşıyabilirse de o insanı hissedebilmiş olduğumuzu ifade etmeyebilir.
Bu nedenle, bu sözcüğün zaman zaman birbirimize ulaşabilmemizi engellediğini
bile düşünüyorum. Çünkü bana göre aslolan, birlikte olduğumuz insanı
hissedebilmek ve ona yaşadıklarımızı hissettirebilmektir ki bu ikisi zaten eş
zamanlı olarak yaşanır.” (s.69)
“Kendilerine ayıracak vakit bulamamaktan yakındıkları
halde, Pazar günü geldiğinde ne yapacağını bilemeyen insanların sayısı o kadar
çok ki.” (s.77)
“Büyük kent insanının sık kullandığı uyuşturuculardan
biri de hız. Aynı şey, telaşsız da aynı sürede yapılabilir, üstelik yapılacak
şeye ayrılan zaman ve enerjinin bir bölümü seferberlik sırasında tüketilmeden.
Ama hız, insanın içindeki boşlukla yüzleşmemesi için çağdaş normların da
pekiştirdiği ve uyuşturucu niteliği kazandığında yavaşlatılması zor bir araç.
Ölçülen zamanın egemenliği, benliğimize mal ettiğimiz
çalar saatlerden ötürü ilk bakışta bize başedilmez görünebilir.
Trafik ışığı kırmızıya dönüşmeden önce yetişebilmek için
seferberlik durumuna geçtiğinizde ya da asansörün gelmesini bekleyemeden
merdivene yöneldiğinizde kazandığınız saniyelerin neden sizden daha değerli
olduğu sorusunu hiç kendinize sordunuz mu?” (s.78)
“Evrende siyahlar ve beyazlar şeklinde bir ikili bölü
yok, her bir varlık kendi bünyesinde beyazını ve siyahını yaşayarak büyük
bütünün içindeki kendi bütünlüğünü sürdürmekte.” (s.79)
“Tekillik, bilinen fizik kurallarının geçerliğini
kaybetmesi, zamanın durması gibi kavranması güç durumları içeren bir olgu
olduğu için beni aşıyor. Bilgisayarlar bir yana, zaten çoğumuzun beyni başka
kaynaklardan yüklenen bilgi bombardımanından sersemlemiş halde. Ancak yine de
bu konuya değinme gereğini duydum. Çünkü hayat bana, çığrından çıkmışcasına
gidişlerin eninde sonunda bir engele çarpmaya mahkum olduğunu öğretti.” (s.82)
“Duygusal gelişimleri için gerekli zemini bulamamış
oldukları için mi bazı insanların düşünce sistemleri aşırı geliştirilerek bu
eksiklikleri ödünlenmeye çalışılıyor? Yoksa çevrenin şartlandırmalarından ötürü
entelekt aşırı geliştiriliyor da duygusal dünya fakirliğe mahkum ediliyor ve
sezgiler köreltiliyor? Neden kendilerini yalnızca entelekt ve seksten ibaret
yaşayan insanların sayısı giderek artıyor?” (s.85)
“İnsan ya da aslında doğadaki her varlık sürekli olarak
bir dengeye ulaşma çabası içinde. Ancak eğer ulaşılan bir denge durumu fazla
uzun sürerse bu yeniden dengesizliğe dönüşebiliyor ve yaşanmakta olan “durum”u,
yeniden “sürece” dönüştürme ihtiyacı beliriyor. Bu ihtiyacı fark edemeyenlerin
hayatı yavaş yavaş kurumaya başlıyor.” (s.86)
“Bence aslolan, hangi şekilde olursa olsun, insanın,
olabildiğince, kendisini kendi olarak hissedebileceği bir hayatı sürdürmeyi
gerçekleştirebilmesi. Bir yandan da hayatın bir süreç olduğunu, kendimizi her
an kendimiz olarak hissetmemizin mümkün olamayacağını, hayatın inişleri ve
çıkışları olduğunu kabul ederek. Kendimize başarılı bir hayat ısmarlamaya
çalışmanın, kendimizden vazgeçme tehlikesini de beraberinde getireceğinin
idrakiyle. Bir şeyi isteyerek ve severek yaparken ulaşılacak sonucun baskısı
zaten yaşanmaz, sonucu düşünerek yaptığımızda ise istek kaygıya dönüşebilir. Çünkü
çoğu zaman başarı, kendisini şartlı kabul edenlerin, ya da vaktiyle şartlı
kabul edilmiş olanların, kendilerini kabul edebilmelerinin tek ve mutlak şartı.
Üstelik, sonuca ulaşıp kendini başarılı hissettiği anın ardından insanı yeniden
boşluğa düşüren ve daha da öteye koşmaya yönelten bir tuzak.” (s.87)
“Bana göre mutluluk bir durum değil, süreç; dış etkenlere
doğrudan bağımlı olmayan, iç dünyamızın derinliklerinden gelen ve zaman zaman
buluşabildiğimiz bir yaşantı. Kendimizi bir diğer insanla ya da evrenle bir “bütün”
olarak yaşayabildiğimiz, bazen de sadece yaşıyor olmanın bize sevinç verdiği
anlarda, bir başka deyişle kendimizi ve dünyamızı gözlemlemekten
özgürleşebildiğimiz zamanlarda bizi sarıveren bir duygu, ısmarlanması mümkün
olmayan.” (s.89)
“Cevapsız kalan bütün sorular beni rahatsız etmiyor,
çünkü insanın ancak hazır olduğu cevaplara ulaşabildiğine inanıyorum.” (s.94)
“Paranın insanların dünyalarını sığlaştırmasının ona olan
tutkuyu daha da pekiştirmesi sonucu oluşan kısırdöngü neredeyse salgına dönüştü
bir süredir. Parayla ilgili bu tartışma bana, yakın geçmişte gördüğüm filmdeki
repliklerden birini hatırlattı nedense: “Sen hayatı hiç merak etmedin ki…” (s.96)
“İnsanlar hakkında bilgi sahibi olmak onları tanıma
anlamını içermez, çünkü birbirimizi ancak yaşantılar içinde tanıyabiliriz ki bu
da zaman gerektiren bir süreç. Eski kuşaklarda yaygın ve ben-şey ilişkisinin
klasik örneklerinden olan merakiliğin yerini farklı bir olgu aldı genç
kuşaklarda: Tanışmanın ardından kendiyle ilgili biçimsel bilgileri bir çırpıda
karşı tarafa sunarak yakınlık kurulabileceği beklentisi. Birileri hakkında
bilgi edinerek onları tanıyacağına inanmak ya da kendiyle ilgili bilgi sunarak
yakınlık beklemek, insanları imgeye dönüştürerek algılama tuzağını da
beraberinde getirebiliyor. Oysa imgeler, insanın kendi kişiliğinin
yansıtmalarının yaratısıdır, dolayısıyla yansıtıldığı kişinin kendiyle pek
ilgisi yoktur. Üstelik, imgeleştiren kişi de kendisini imgesi olarak algılamaya
başladığında işler daha da karışabiliyor. Taraflar birbirini karşılıklı
imgeleştirerek algıladığında ise yalnızlıktan ve hayata ilişkin korkulardan
kurtulanamıyor.” (s.100)
“Kendimizle olan ilişkimizde yeterince dürüst olamadığımızda
organizmamızın bedel ödemesi kaçınılmaz hale geliyor. Fiziksel sağlığımızdaki
zamansız aksamalardan, hayatın akıcılığının engellenmesine kadar.” (s.102)
“T.S. Elliot’un dediği gibi; televizyon milyonlarca
insanın aynı şakaya aynı anda gülmesini sağlayan, ama kendilerini yine de
yalnız hissetmelerine sebep olan bir eğlencedir.” (s.104)
“İnsan, geleceği düşünmeye başladığı andan itibaren, yaşamakta
olduğu cenneti terk edip anksiyete dünyasına adım atar; üzerine kaygının gri
tonu çöker, hırs dürtüsü oluşur, mülkiyet başlar ve “düşünceden yoksun” yabanın
keyifli hayatiyeti kaybolur. Kaşif Peary, Eskimo rehberlerinden birine “Ne düşünmektesin?”
diye sorduğunda “Düşünmem gerekmiyor” diye cevap vermiş rehber. Gerekmedikçe düşünmenin
bilgeliği bizlere uzak ve yabancı artık.” (s.109)
“Amerika yerlisi Mohawk kabilesinde şöyle bir deyiş
vardır: Kadınların ezelden beri bildiği kainat dengelerini erkekler de anlamaya
başladıkları zaman, dünya daha iyi bir dünya olarak değişmeye başlamış
olacaktır.” (s.111)
“İyi yaşanmış, (özgün, otantik) bir zaman ölümün de doğal
karşılanmasını sağlar. Bu ifade I Ching felsefesindeki, ölüm yaşanmış bir
hayatın başına konan bir taçtır, sözüyle neredeyse özdeş.” (s.113)
“Karşımıza çıkıveren her türlü sorumluluğu sessizce kabul
edivermek kendimize karşı en büyük sorumsuzluktur.” John Cage (s.128)
“Doğduğumuzda yargılamayı bilmiyoruz, sonraları yargılandıkça
yargılamayı öğreniyoruz. Yargıladığımız sürece de sağduyudan uzaklaşıyoruz. Başkalarının
iç dünyalarını tanıma ve paylaşmayı içeren bir mesleği sürdürürken, giderek,
hayatların yargılanmayacağını anlamaya başlıyorsunuz. Başkalarının hayatlarını
olduğu gibi kabul etmeyi öğrendikçe kendinizi, kendinizi kabul edebildikçe de
başkalarını oldukları gibi kabul etme eğilimi kendiliğinden geri gelmeye
başlıyor.” (s.130)
“Bireycilik, yaratıcı potansiyeli harekete geçirebilir,
entelektin geliştirilmesine katkıda bulunabilir ya da özellikle bağımsız
işlerde başarı getirebilir, ama bireysellik daha bağımsız ve daha yürekli bir
duygusal zemin gerektirir.” (s.146)
“Otto Rank vaktiyle insan tiplerini tanımlarken “artist”
tipi insanlardan söz etmişti. Onun “artist” olarak tanımladığı insanın, resim
yapan, müzik besteleyen ya da yorumlayan, tiyatroda ya da filmlerde oynayan
kişilerle pek ilgisi yok. Rank’a göre “artist”, yaşantılardan en uygun tepkiyi
en uygun zamanda gösterip çevresinde gerekli değişiklikleri yaratarak etkin
olabilen biridir. “Artist” kendi yakın çevresi dışında kimsenin tanımadığı bir
ev kadını ya da bir işçi olabilir. Rank’ın tanımlamış olduğu “artist”, konumu
ne olursa olsun kendi hayatını yaratma gücü ve dünyaya egemen olan değerliler
ve daha az değerliler bölümlemesinin dışında kalan görünürdeki sıradanlığıyla bana
hep yakın gelmiştir.” (s.158)
“Diğer varlıklardan daha üstün ve gelişmiş olduğu
sanısında olan uygarlaşmış insan, aslında bu gezegende yaşayan varlıkların en
kırılganı. Kırılganlığından ötürü de yıkıcılığa eğilimli. Diğer varlıklar
yalnızca hayatta kalabilmek amacıyla saldırgan davranışlarda bulunuyorlar. Uygarlaşma
adına doğadan giderek uzaklaşan insan, bu kopukluğun getirdiği çaresi olmayan
yalnızlığından ötürü yıkıcılıktan başka amacı olmayan saldırgan davranışlar sergileyebiliyor.”
(s.165)
“Korkmadığımız ve savunmada olmadığımız zamanlarda güzelleşiyor
ve daha anlamlı bir hal alıyoruz, üzerimizdeki örtünün yükü hafiflediğinden. Ama
çoğu zaman, acımasız çalışma koşullarının, klişeleşmiş sosyal ayinlerin ve
yakın ilişkilerimizdeki abartılı beklentilerin ortasında savrulup,
şartlanmalarımız doğrultusunda kendimizi dış dünyaya endeksleyiveriyoruz. Bir başka
deyişle, yaşantılarımızın başlangıcının bizden değil, çevremizden kaynaklanmasını
beklercesine kendimizi dış etkenlere bırakıverme eğilimindeyiz, zedelenme ya da
anlaşılamama korkularımızdan ötürü risk almaktan kaçınarak. “Rağmen
varolabilmek”, dış etkenler ve diğer insanlar bizi nerelere çekiştirirlerse
çekiştirsinler kendimiz olmaya çalışmak karşılığı olarak kullandığım bir deyim.
Söylemesi kolay, uygulaması zor olsa da bu deyim bir kenarda dursun derim,
fazla tozlanmadan.” (s.166)
“İnsanın iç dünyasındaki kargaşa, her zaman, dış dünyanın
kargaşasından daha ürkütücüdür.” (s.166)
“Eğer bugün huzursuz bir dünyada yaşıyorsak bunun, egemen
konumda olan güçlerin evrenin doğasına aykırı bir yol seçmekle kalmayıp,
dünyanın geri kalanını da beraberlerinde sürüklemeye çalışmalarından
kaynaklandığını düşünüyorum.” (s.168)
“Bana göre, hayat bir dizi rastlantı ve bizim o rastlantılarla
birlikte nasıl varolduğumuz ya da olmadığımız. Önce günaydın, sonra biraz haz,
biraz acı, biraz aşk, biraz hayal kırıklığı, biraz sıcaklık, biraz yalnızlık,
biraz boyun eğme, biraz başkaldırı ve ardından iyi geceler. Düş gücü ve tutkuları
engellenmişler için ise hayat, çocukken oynadığımız oyunların büyüyünce izin
verilmeyen oyunsuzluğu. Bence hayat, burada saydıklarımla ve saymadıklarımla,
tartışılması gerekmeyecek kadar sıradan ve yalın. İnsanlık tarihi boyunca onu
karmaşık bir hale getirme yönünde öyle ustalaşmışız ki bazılarımız bununla
ilgili bir şeyler söyleme ihtiyacını duyuyoruz; hayatın kendisinden çok, onu
çözülmesi zor bir yumağa nasıl dönüştürdüğümüzü anlatabilme umuduyla. Bunlar
benim görüşlerimdi, başkalarının her zaman söyleyecek farklı şeyleri olacak.
Hoşça kalın!” (s.176)