3 Eyl 2023

Irvin D. Yalom - Bugünü Yaşama Arzusu

“Aldığımız her nefes bizi sürekli etkisi altında olduğumuz ölüme doğru çeker… Nihai olarak zafer, ölümün olacaktır çünkü doğumla birlikte ölüm zaten bizim kaderimiz olmuştur ve avını yutmadan önce onunla yalnızca kısa bir süre için oynar. Bununla birlikte, hayatımıza olabildiğince uzun bir süre için büyük bir ilgi ve özenle devam ederiz, tıpkı sonunda patlayacağından emin olsak da olabildiğince uzun ve büyük bir sabun köpüğü üflememiz gibi.”  Schopenhauer (s.9)

“Hiçbir parçamız yaşlanmanın kaderinden kaçamıyor.” (s.10)

“Dünyaya bakış açımızın sağlam temelleri, derinliği veya sığlığı çocukluk yıllarında oluşur. Bu görüş daha sonra özenle düzeltilir ve mükemmel hale getirilir ama öz değişmeden kalır.” Schopenhauer (s.55)

“En büyük bilgelik şu andan zevk almayı hayatın en büyük amacı kılmaktır çünkü tek gerçek budur, başka her şey düşünce oyunudur. Ama bunun en büyük budalalığımız olduğunu da söyleyebiliriz çünkü yalnızca kısa bir süre için var olan ve bir rüya gibi kaybolan içinde bulunduğumuz bu an asla ciddi bir çabaya değmez.” Schopenhauer (s.92)

“Krallar taçlarını ve asalarını geride bıraktılar, kahramanlar da silahlarını. Ama aralarındaki, görkemlilikleri dışlarına taşan, bunu da dışarıdaki şeylerden almayan büyük insanlar, büyüklüklerini yanlarında götürürler.” Schopenhauer (s.108)

“İnsanların çoğu hayatlarının sonunda geriye dönüp baktıklarında geçici, muvakkaten yaşadıklarını görürler. Takdir etmeden ve zevk almadan yanlarından geçip giden şeyin aslında hayatları olduğunu gördüklerinde şaşırırlar. Ve böylece umutlarla kandırılan insan, ölümün kollarına koşar.” Schopenhauer (s.113)

“İnsanın somut olarak yaşadığı hayatın yanı sıra her zaman soyut olarak ikinci bir hayat yaşaması dikkate değer ve önemlidir. Sakince enine boyuna düşünme alanında, önceden onu tamamen ele geçiren ve yoğun bir şekilde etkileyen şeyler soğuk, renksiz ve uzak görünür: O yalnızca bir seyirci ve gözlemcidir.” Schopenhauer (s.138)

“Bir keresinde öğretmenim, insanın başkası tarafından rahatsız edilemeyeceğini söylemişti. Kişinin sükunetini ancak kendisi bozabilir.” (s.144)

“Can sıkıntısıyla ilgili en korkunç şey nedir? Neden aceleyle can sıkıntısını gidermeye çalışırız? Çünkü bu, varoluşla ilgili tatsız gerçeklerin (önemsizliğimiz, anlamsız varoluşumuz, yok olmaya veya ölüme doğru önlenemez şekilde ilerleyişimiz) kısa süre içinde ortaya çıktığı, dikkat çelicilerin olmadığı bir durumdur.

Bundan dolayı insan hayatı sonsuz bir isteme, tatmin olma, can sıkıntısı ve sonra yeniden isteme döngüsünden başka nedir ki? Bu bütün canlı türleri için geçerli midir? Durumun insanlar için en kötüsü olduğunu söylüyordu Schopenhauer çünkü zeka arttıkça acının yoğunluğu da artmaktadır.” (s.284)

“Gençliğimde bile, başkaları mal mülk edinmek için çabalarken benim bu tür şeylere başvurmak zorunda olmadığımı çünkü içimde bütün mallardan daha değerli olan bir hazine taşıdığımı fark ettim; en önemli şey, zihinsel gelişimin ve tam bağımsızlığın temel koşul olduğu bu hazineyi güçlendirmekti… İnsanın doğasının ve haklarının tersine, gücümü kendi saadetimin  artırılmasından almak zorundaydım, böylece bu gücü insanlığın hizmetine sunabilirdim. Zekâm bana değil, dünyaya aitti.” (s.354)

30 Tem 2023

Carl R. Rogers - Kişi Olmaya Dair

“Rogers insanların, kendilerini kabullenen bir ilişkiye ihtiyaç duyduklarına inanıyordu. Rogers yanlısı terapistler empatiyi ve “koşulsuz olumsuz bakış”ı kullanırlar. Rogers ana hipotezini tek bir cümleyle şöyle ifade ediyordu: Eğer ben belli bir ilişki türünü mümkün kılarsam, karşımdaki de kendi içinde o ilişkiyi gelişme amaçlı kullanma kapasitesini keşfederek değişecek ve kişisel gelişim gerçekleşecektir.

Gelişme ile Rogers’ın kast ettiği, kendine değer verme, esneklik, kendine ve başkalarına saygı duyma yönünde ilerlemekti. Rogers’a göre insan “arzularında iflah olmaz bir şekilde sosyalleşmiş” bir varlıktı. Ya da Rogers’ın tekrar tekrar söylediği gibi, insan her açıdan tam insan olduğu zaman güvenilecek insan olurdu.” (s.8)

“Yaşamın amacı nedir sorusuna Rogers, Kierkegaard’tan aldığı “ İnsanın gerçekten de olması gerektiği kişi olması” ifadesiyle cevap verir.” (s.10)

“İnsanlar kabul edilmek ister ve kabul edildiklerine “kendilerini gerçekleştirme” yönünde ilerleme kaydetmeye başlar.” (s.11)

“Kendimi, kendimi kabullenerek dinlediğimde ve kendim olabildiğimde daha başarılı oluyorum.” (44)

“Kendimi olduğum gibi kabul ettiğim zaman değişiyorum. Bunu hem hastalarımdan hem de kendi deneyimlerimden öğrendiğimi sanıyorum. Ne olduğumuzu adam akıllı kabul edilnceye dek değişemeyiz, olduğumuzdan öteye gidemeyiz. Değişim ise, kabul etmenin ardından hiç fark ettirmeden geliveriyor. Kendim olmam sonucu gelişen bir diğer sonuç ise ilişkilerin gerçek ilişkiler haline gelmesi. Gerçek ilişkiler hayat ve anlam dolu olmanın heyecan veren bir şeklidir.” (s.45)

“Her insan kendinden menkul bir adadır, hem de en gerçek anlamıyla ve ancak kendisi olmayı isterse ve kendisi olmaya izin verirse diğer adalarla kendisi arasında bir köprü kurabilir. Dolayısıyla, bir başka kişiyi kabul edebildiğim zaman, yani onun gerçek ve hayati bir parçası olan duygularını, tavırlarını ve inançlarını kabul edebildiğim zaman onun bir kişi olmasına yardımcı olabilirim: Ve işte bu, benim için çok değerli.” (s.50)

“Kendimdeki ve başka insanlardaki gerçekliklere kendimi ne kadar çok açabilirsem, bir şeyleri düzeltme telaşına o kadar az kapılıyorum. Kendimi dinlemeye ve içimde olan biteni yaşamaya ne kadar çok çalışırsam ve aynı dinleme tavrını bir başkası için de ne kadar uygulayabilirsem, yaşamın karmaşıklığına o kadar çok saygı duyuyorum. Böylece bir şeyleri düzeltme, hedef koyma, insanları kalıplara sokma, yönlendirme ve kendi istediğim yola sokma arzusunu o kadar az hissediyorum.” (s.50)

“Yaşam, en iyi durumunda bile, akıp giden ve içinde hiçbir şeyin sabit kalmadığı bir değişim sürecidir.” (s.58)

“Martin Buber’in “ötekini onaylamak” şeklinde bir ifadesi vardır; bu ifade benim için çok anlamlıdır. Der ki, “Onaylamak demek, ötekinin tüm potansiyelini kabul etmek demektir. Onun kendi içinde olduğu kişiyi tanıyabilir, içindeki kişiyi bilebilirim. Olma sürecine girmek üzere yaratılan kişiyi… Artık gelişebilecek, evrilebilecek bu potansiyel çerçevesinde, kendi içimde ve daha sonra da onun içinde onu onaylayabilirim.” (s.97)

“H: Yaşamın gayet iyi farkındayım. Ne kadar uzaklaştığımızı, ne kadar uzaklara fırlatılıp öylesine dolaşıp durmakta olduğumuzu düşündükçe korkunç bir kaygı ve hüzün duyuyorum. Bazen kendimi tüm benliğimle, korkunç bir kaos içindeki dünyada yaşayan bir insan gibi düşünüp hissettiğim bir şey bu.
T: Kaçıp gidiveren bir duygu ve pek sık da gelmiyor, ama tüm benliğinizle son derece kaotik bir dünyada iş gördüğünüzü ve hissettiğinizi düşündüğünüz zamanlar oluyor.
H: Evet, öyle. Yani tam anlamıyla sağlıklı insanlar olmaktan ne kadar uzaklaştığımızı, bunun ne denli uzağına düştüğümüzü gerçekten biliyorum.” (s.141)

“Kierkegaard en yaygın umutsuzluğun, kişinin kendisi olmayı seçmemesinde ya da kendisi olmaya razı olmamasında yattığına dikkat çeker ve en ağır umutsuzluk biçimi “kendisinden başka biri olma”yı seçmekte yaşanan umutsuzluk olduğunu söyler. Oysa “gerçekten kendisi olan o benliği seçmek istemesi umutsuzluğun karşıtıdır” ve bu seçim insanın en anlamlı sorumluluğudur.” (s.170)

“Kişi haline gelme sürecinde açıkça görülen eğilimlerden bir diğeri de, seçimlerin ve kararların ya da değerlendirici yargıların kaynağı veya merkezine ilişkindir. Birey gitgide daha yoğun bir şekilde değerlendirme merkezinin, kendi içinde olduğunu görmeye başlar. Onaylanıp onaylanmadığı konusunda, yaşam standartlarında, karar ve seçimlerinde kendi dışındaki insanların görüşleri daha az önem taşır. Seçimin tamamen kendi içinde yapıldığını, asıl meselenin “Beni derinden tatmin edeni, beni gerçekten ifade eden bir şekilde mi yaşıyorum?” sorusu olduğunu anlamaya başlar. Bence yaratıcı bireyin en önemli sorusu da budur.” (s.183)

“Kendi benliğine sadık ol.” Shakespeare (s.251)

“Maslow, kendilerini gerçekleştiren insanlar olarak adlandırdığı çalışmasında da aynı özelliklere dikkat çekmiştir. Bu insanlardan söz ederken şöyle der: Gerçekliğe rahatça nüfuz etmeleri, hayvanlarda ya da çocuklarda olduğu gibi bir kabul edişe ve anında hissetmeye yakın durmaları, bu insanların kendi dürtülerine, kendi arzularına, görüşlerine ve öznel tepkilerine karşı genelde üstün bir farkındalığa sahip olduklarına işaret eder. Kendilerini gerçekleştiren insanlar, yaşamın temel özelliklerini bazen hayranlık, bazen zevk, bazen hayret hatta coşku içinde tekrar tekrar, taptaze ve safça yaşama gibi muhteşem bir kapasiteye sahiptirler; başkalarına göre bunlar bayat deneyimler olsa bile.” (s.257)

“İyi hayat, deneyimlerim sonucu geldiğim noktaya göre, içeriye doğru istediği yönde hareket etme özgürlüğü olan insan organizmasının seçtiği yöndeki hareket süreci ve seçilen bu yönün sahip olduğu bazı genelgeçer niteliklerdir.” (s.274)

22 Tem 2023

Pema Chödrön - Nasıl Yaşarsak Öyle Ölürüz

“Günde beş kez ölümü düşünmek mutluluk getirir.” Butan Atasözü

“Tibetçe bardo kelimesi, genel olarak ölümümüzden sonra ve bir sonraki hayatımızdan önceki geçiş hâlini ifade eder.” (s.11)

“Yaşantımızı yakından incelersek, zaten her zaman bir geçişte olduğumuzu görürüz. Hayatımızın her ânında bir şey biter ve başka bir şey başlar. Bu, ezoterik bir kavram değildir. Dikkatimizi verdiğimizde bu geçişler, bizim için mutlak bir deneyim haline gelir.

Tibet’in Ölüler Kitabı, altı tane bardo sıralar: mevcut hayat bardosu, meditasyon bardosu, ölüm bardosu, dharmata bardosu ve oluş bardosu.

Şu an mevcut hayat bardosundayız. Bu kitapta meşgul olacağımız nokta mevcut hayat bardosu olacak. Bu hayatın nasıl bir bardo (sürekli bir değişim evresi) olduğunu anlamaya başlayınca, ne kadar bilinmez olsalar da diğer bardolardan herhangi biriyle yüzleşmeye başlayacağız.” (s.13)

“Mevcut hayatımızda süregiden dönüşüm akışlarını nasıl yönlendireceğimizi öğrenebilirsek, dünya görüşümüz ne olursa olsun, kendimizi ölüme ve ardından geleceklere hazırlayabiliriz. Fakat daha da önemlisi, bu eğitim kendimi daha canlı, daha açık hissetmemi ve gündelik yaşam deneyimlerimde daha cesur olmamı sağladı.” (s.14)

“İşler bazen istediğimiz şekilde gelişir, bazen de gelişmez. Gerçekliğe güvenmek, çok daha açık ve rahat bir düşünce yapısıdır. Gerçeklik öyle ya da böyle vuku bulacaktır. Ona güvenebiliriz. Aslında son derece derin ve aynı zamanda tamamen açıktır. Gerçeklik her şeyin olduğu gibi, umutlarımızdan ve korkularımızdan azade olması demektir.” (s.23)

“Hem istenene hem de istenmeyene açık olabiliriz. Tıpkı havanın değişeceği gibi onların da değişeceğini biliriz. Tıpkı iyi hava ve kötü hava gibi, başarı ve başarısızlık da hayatın aynı derecede parçalarıdır.” (s.23)

“Thich Nhat Hanh’ın söylediği gibi: Acı çekmemize neden olan geçicilik değildir. Acı çekmemizin  sebebi, öyle olmadıkları hâlde şeylerin kalıcı olmasını istememizdir.” (s.24)

“Bizler hep bir bardo’dayız çünkü geçicilik asla ara vermez. Geçiş halinde olmadığımız tek bir an bile yoktur ve ister inanın ister inanmayın ama bu iyi bir haber. Hayatınızın, içinde bulunduğunuz benzersiz ânını oluşturan elementlerin hepsi bir noktada var oldu; yakında bu elementler dağılacak ve bu deneyim sona erecek. Şu an koltuğunuzda oturmuş bu kitabı okuyor ya da araba sürerken sesli kitap olarak dinliyor olabilirsiniz. Her neredeyseniz, ışığın kendine özgü bir niteliği vardır.” (s.26)

“Bizler geçmiş ile gelecek, daha önce yaşananların anısı ile yakında gerçekleşecek ve aynı şekilde anıya dönüşecek şeyler arasında, hep bir ara evredeyiz.” (s.27)

“Bir defasında biri bana laf arasında şöyle dedi: “Hayatın kendi doğal koreografisi var.” Bu cümleyi uzun bir süre düşündükten sonra bu doğal koreografiye ayak uydurmaya ve onun kendi işini yapmasına izin vermeyi deneyimlemeye başladım. Çoğu zaman, her şeyi oluruna bıraktığımda, bu doğal koreografinin karşıma çıkardığı şeylerin, aklıma gelebilecek her şeyden çok daha ilham verici, yaratıcı ve ilginç olduğunu gördüm.

Hayatın doğal koreografisine güvenmek, gerçekliğe güvenmekten bahsetmenin başka bir yoludur. Ufak şeyleri oluruna bırakmak için kendimize izin vererek bu güveni geliştirmeye başlayabiliriz.” (s.34)

“Bu hayatın görüntüleri yok olduğunda,
Büyük bir rahatlık ve mutlulukla,
Bu hayatın bütün bağlarını bırakabilir miyim
Evine dönen bir çocuk gibi…” Dzigar Rinpoche (s.36)

“Tibet dünya görüşüne göre bedenlerimiz beş elementten yapılmıştır: toprak, su, ateş, hava ve boşluk. Toprak elementi, bedendeki katı olan her şeydir: kemikler, kaslar, dişler gibi. Su elementi kan, lenf ve salya gibi çeşitli sıvılardır. Hava elementi nefesimizdir. Boşluk elementi ise bedenimizdeki delikler, tüm açık alanlardır. Ayrıca fiziksel olmayan, altıncı bir element de devreye girer: bilinç.

Tibet’in ölüler kitabına göre, ölüm süreci boyunca en yoğun olanından en hafifine, bu elementler birbirine karışır. Bu tanım bize yabancı veya demode gelebilir fakat düşkülerevi çalışanları, hastalarında bu aşamaları gördüklerini bana söylediler. Hem hayatlarının sonundaki insanlara bakım verenlerin hem de Tibetli öğretmenlerin anlattığı, tıpkı diğer hayat aşamaları gibi dağılma sırasının da kişilere göre farklılıklar gösterdiği bilgisini kabul ederek, geleneksel ilerlemeyi tarif edeceğim. Bu da öngörülemez bir durumdur.

İlk önce toprak elementi, su elementine karışır. Ölüm ânında insanlar ağırlaştıklarını hissederler. Bazen “Sanki suya batıyormuş gibiyim. Beni kaldırabilir misin?” derler. Aynı zamanda görme duyuları zayıflamaya başlar. Sonra su elementi ateş elementine karışır. Sıvılar kurumaya başlar. Ölen kişi çok susadığını hisseder ve sık sık içecek bir şey ister. Sıvılarımızı koruyamayız. İşitme duyumuz da gitmeye başlar. Sonra ateş elementi, hava elementine karışır ve üşüdüğümüzü hissederiz. Sıcaklık ne kadar artırılırsa artırılsın, üstümüze ne kadar battaniye örtülürse örtülsün ısınamayız. Sonraki aşama, hava elementinin bilince karışmasıdır. Nefes almak giderek güçleşir. Nefes verme süremiz uzar, nefes alışımız kısalır. Nefes alıp verişlerimizin arasında büyük aralıklar vardır. Sonunda, birkaç uzun nefes verdikten sonra, nefesimiz kesilir. Trungpa Rinpoche’nin söylediği gibi: Nefesiniz çıkar ve çıkmaya devam eder. Artık nefes almazsınız.

Bu noktada tüm sıradan algılar sona erer. Tüm düşüncelerimiz, duygularımız, alışkanlıklarımız ve nevrozlarımız da biter. Gerçek doğamızı gizleyen her şey gider. Bu hayatın görüntüleri dağılır ve gerçek doğamızın doğal sadeliğine döneriz. Batı tıbbına göre kişi ölmüştür, yaşam bitmiştir.” (s.38)

“Geleneksel olarak, bu evrensel uyanmış zihin, gökyüzüyle kıyaslanır. Bizim yeryüzündeki bakış açımızdan, gökyüzü bazı günler açık, bazı günler bulutlu görünür. Fakat ne kadar bulutlu ve karanlık olursa olsun, bir uçağa binip yükseklere çıktığımızda gökyüzünün engin maviliğini görebiliriz. Her zaman da bu şekildedir o, oradadır; her gün, gün boyu.
Bu gökyüzüne benzeyen zihin söz konusu olduğunda, çoğumuz için hava genelde bulutlu görünür. Fenomenal  dünyanın canlılığının, doğum ve ölümün sürekli akışının farkına varmak yerine, kendimizi sık sık endişeli ve düşünceler içinde tamamen kaybolmuş hissettiğimiz bir gerçeklik biçimi içinde yaşarız. Çevremizden sevdiklerimize ve kendi bedenimize kadar her şeyin anbean değiştiği gerçeğiyle mutabık değiliz. Duygularımızın ve olay örgülerinin gerçek bir özünün olmadığını, sis gibi gelip geçici olduklarını görmeyiz.” (s.39)

“Genelde, duygularımıza güç kazandıran farkındalık eksikliğidir. Sihirli anahtar, onlara dair farkındalığa sahip olmaktır. Neler olup bittiğinin farkında olduğumuzda, malum duygular bizi üzme yeteneklerini kaybederler. Duygularımızı yönetme konusundaki her türlü yöntemin ilk adımı, neler olup bittiğini anlamaktır.” (s.74)

“Zihnimiz her zaman yansıtma halindedir. Trungpa Rinpoche, “aslında kendi yansımaları olan dışsal fenomenlerden korkan” varlıklara büyük merhamet duyduğunu yazar. Örneğin gündelik bir düzeyde, belli bir kişi veya bir grup insan için düşündüklerimizin tamamen temelsiz olabileceğini biliyoruz. Taraflı düşüncelerimizin çoğunun güvenilir olmadığını ve bir kaya parçasını dehşet verici bir kaplan zannedebileceğimizi biliyoruz.” (s.109)

“Koşma. Yavaşla. Hiçbir hızlı hareket yapma. Seni korkutan şeyle yüzleş.” (s.127)

“Yaklaşık on yaşımızdayken, Suzy her gece rüyasında canavarlar tarafından kovalandığını görürdü. Bir gün ona, canavarların neye benzediklerini sordum ama bilmiyordu çünkü çok korkuyordu ve sürekli kaçıyordu. Belli ki sorum merakını uyandırdı ve ertesi gece rüyasında bütün cesaretini toplayıp arkasına döndü. Tir tir titreyerek inanılmaz olanı yaptı. Canavarlara baktı. İlk başta canavarlar ona hücum etti ama sonra yok olup gittiler. Böylece kâbusları sona erdi.” (s.127)

“Günler gecelere döner, taze açmış çiçekler solar, çocuklar büyür, arkadaşlar ve akrabalar yaşlanır, biz ihtiyarlarız. Göreceli düzeyde, her şey değişir ve herkes ölür. Tüm insanlar ve her şey bulutlar kadar geçicidir ve bu bizi incitebilir. Fakat mutlak düzeyde hiçbir şey ölmez. Bedenimiz bir hayattan diğerine gelir ve gider, fakat gerçek doğamız hep aynı kalır. Bu, boşluğun kendisi gibidir: engin, yok edilemez ve yaşamın açığa çıkması için potansiyellerle dolu.” (s.165)

29 Haz 2023

Engin Geçtan & Timuçin Oral - Dünya Hali

“Soren Kierkegaard’ın bir sözünü hatırlattı. Diyor ki, “Seçimler yoğun bir özgürlük anında yapılır” ve buna çok güzel bir ad vermiş, “kader sıçraması”. Seçim ile karar arasında fark olduğunu düşünüyorum; karar farklı bir olgu. Yani biz bir şeye karar verdiğimizi söylüyoruz. Özellikle hayatımızın önemli konularında. Ama aslında karar bilinç dışında verilmekte ve biz onun farkında olmuyoruz; bilince ulaştığı ânı karar ânı zannediyoruz.” (s.25)

“Goethe, “Yolculuğu bir yere varmak için değil, yolda olmak için severim” diyor.” (s.30)

“Engin Geçtan tek başına, yaşamın ısmarlanamazlığını anlatarak Milan Kundera’ya atıfla, “Hayat bir kere yaşandığı için yargılanamaz” diyor. Iching felsefesinin, “Ölüm, bir hayatın başına konulan taçtır” görüşünü “Ama, hakkını vererek yaşanmış olan hayatın” diye pekiştiriyor.” (s.45)

“Çoğumuz, özellikle geleceği ipotek altına alarak yaşamımızı denetleme eğilimindeyiz. Bilinmeyenden hepimiz biraz korkuyoruz fakat, bizim için iyi olmadığı halde, alıştığımız için sürdürdüğümüz bazı şeyler de bize hasar verebiliyor. Yaşam bir rastlantılar dizisi; bu sözü burada bırakırsam kadercilik olur ama aslolan, bu rastlantılarla bizim ne yapıp ne yapmadığımız. İnsan bir yaşa geldiği zaman, şöyle bir geriye dönüp bakma eğiliminde oluyor.” (s.45)

“Kimsen, o olmayı göze al.” Andre Gide’in Dar Kapı Kitabından (s.72)

“İncinince kızgınlık tepkisi veriliyor; kızgınlık tepkisi verilince de karşımızdaki insanın vicdanını ondan almış oluyoruz. Yani, biz de onu suçlayınca o kendi vicdanında kurtulmuş oluyor. Oysa, sadece susmak bile yeterli olabilir.” (s.87)

“Kişi “kendi zamanını yaşarken” başkalarıyla birlikteyse uyum sağlanabilir mi sorusuna Geçtan, Otto  Rank’tan alıntıyla yanıt veriyor: Sevmek, öteki insanın seçimini de sevebilmektir.” (s.103)

“-Hep biraz sonra ne yapacağımı düşünüyorum. Zamanla barışamıyorum Engin Bey, benim sorunum bu.
  -Yani hayat önde siz arkada koşuyorsunuz.” (s.104)

“E.G.: Bazen terapiye gelen kişileri dışarıda uzaktan görüyorum. Terapi ortamından daha az güzeller.
  O.T.: Neden?
  E.G.: O korku aşıldığı ve özgürce ifade aşamasına gelindiği zaman insanların yüzleri güzelleşiyor çünkü ifade kazanıyorlar.
  T.O.: Hepimiz maskesiz daha güzeliz değil mi?” (s.117)

“Gitmek, kalmak gibi bir eylem sanki. Kalmanın da bir eylem olduğunu düşünüyorum, yani statik ve kinetik enerji gibi görüyorum ikisini.” (s.145)

“Jules et Jim (Unutulmayan Sevgili) filminden bir cümleyi aktarmam gerekti, “Yaşam, bir ayrılıklar dizisidir.” Şimdi ayrılık ve birleşme, tekrar ayrılık, tekrar birleşme; yaşamın özü bu birçok insan ayrılıktan çok korkuyor ki bu aslında yaşama korkusu. Birçok insan da beraberlikten çok korkuyor; bu da ölüm korkusu. Hangisi bizi nereye götürüyor diye bakınca, ölüm korkusunun bazen ölçüsüz bireyleşmelere kadar gidebildiği görülüyor.” (s.147)

“E.G.: Günümüzde dış etkenlerden kaynaklanan nedenlerden ötürü, sana da öyle geliyor mu bilmiyorum ama insanlar da bundan yakınıyorlar zaten. Bir gönül fakirliği söz konusu.
  T.O.: Ne demek gönül fakirliği?
  E.G.: Karşı tarafı hissetmeye çalışmamak.” (s.176)

“İlişkide sevgi ihtiyaçtan daha önde gitmelidir.” (s.187)

“Aşk da hatta bütün dostluklar da dahil, hepsi birer süreç. Süreçleri bıçakla keser gibi kesemezsiniz. Bir doruğa erişirler, ondan sonra kimi sürer kimi inişe geçer ve sonunda tükenir. Şimdi benim daha genç kuşaklarda gözlemlediğim, o inişe geçmeye başladığı anda bitiriliyor ve bir sonrakine geçilmek isteniyor olması. Bu defa da hakikaten tükenmemiş ilişkiler halinde kalıyor, bunların bedeli ileri yaşlarda ödenecek diye düşünüyorum.” (s.189)

“Sartre, bir tren istasyonunda nereye gideceğine karar veremeyip günlerce bekleyen bir yolcudan bahseder. “Varolamıyor bu insan” diye bir sonuca varır hikâyede ama hangisindeydi şimdi hatırlamıyorum.” (s.208)

“E.G.: Otto Rank, “Bir beraberlik bittiği anda bir başkası başlar” diyor. Burada kastedilen iki kişinin beraberliği değil genel olarak birliktelik. Ana rahmindeki bebek de, ana rahmiyle ilişki halindedir başlangıçta ve günü gelince onu terk eder; bu defa annenin kendisiyle buluşur ve bu yaşam boyu sürer gider.
T.O.: Ayrılmalar ve birleşmeler şeklinde.
E.G.: İnsanlar, temel güven duygusunda yetersizlikler yaşadıkları zaman, beraberliklerini bürokrasideki tanımla demirbaş eşyaya dönüştürme eğilimde oluyorlar. Böyle bir beraberliğin içinde de, ayrılıklar birliktelikler olmasına fırsat vermiyorlar. İki insanın beraberliğinde önemli olan, zaman zaman ayrı olup kendi yaşadıklarının getirdiği zenginlikleri ilişkiye katabilmektir. Sürekli yapışık düzen halinde yaşandığı zaman böyle bir zenginleşme söz konusu olamayacağı için, çoğu zaman bu aşırı bağımlılık şekline dönüşen ilişkiler de inişe geçmeye başlayabiliyor maalesef.
T.O.: Öfkeler çıkıyor.
E.G.: Öfkeler çıkıyor tabii… O zaman o ilişki bitiyor ve başka bir ilişki yeniden aynı örüntüyü izlemek üzere yaşanıyor. Halbuki kişi yeni bir seçim yaptığını zannediyor ama aynı örüntüyü izleyeceği için, aslında o yeni bir seçim olmamış oluyor.” (s.255)

“Ben de tabii insanın ilişki içinde varolabilen bir varlık olduğunu düşünüyorum ve topluluk içinde olmanın muhakkak ki kendine göre savaşları var. Ama biz başka neyle beslenebiliriz ki birbirimizden başka?” (s.295)

17 Haz 2023

Miguel Serrano - Carl Gustav Jung ve Hermann Hesse İki Dostun Hatıraları


“İnsanların olduğu gibi, kitapların da kendilerine özgü kaderleri vardır. Onları bekleyen kişilere yönelip doğru anda onlara ulaşırlar. Yaşayan malzemeden yapılırlar ve yazarlarının ölümünden sonra da uzun süre karanlığa ışık tutmaya devam ederler.” (s.20)

“Hayat, ışık ve gölgelerin bir ilişkisi olsa da bunun öyle olduğunu asla kabul etmeyiz. Daima ışığa ve yüksek zirvelere uzanırız.

Doğu’daki, özellikle de Hindistan’daki durum ise çok farklı. Doğa temeli üzerine kurulu antik bir medeniyet olarak orası çok-yüzlü tanrıların evreni kabul edilir; bu nedenle de Doğulu insan ışık ile gölgenin, iyi ile kötünün eşzamanlı varlığının farkına varabilir. Mutlak şeyler yoktur. Tanrı böyle zararsızsa şeytan da öyledir. Ama böyle bir kavrayışın karşılığı doğrudan Doğa’nın kendisine bir övgüdür. Sonuç olarak bir Hindu, kendini Batılıdan daha az bireyleşmiş bulur; azıcık daha fazla doğanın bir parçası, kolektif ruhun içinde bir unsurdur.” (s.22)

“Kendinizi akışa bırakmalısınız, tıpkı gökyüzündeki bulutlar gibi. Direnmemelisiniz. Tanrı bu dağlarda, bu gölde var olduğu kadar sizin talihinizde de vardır. Bunu anlamak çok zordur çünkü insan Doğa’dan uzaklaştıkça uzaklaşıyor, tabii kendinden de.” Hermann Hesse (s.28)

“Upanişadlar’ın ya da Vedanta’nın bilgeliğinden daha çok Çin’in bilgeliğinden ilham almışımdır. I Ching bir hayatı dönüştürebilir.” Hermann Hesse (s.29)

“-Hayatın ötesinde bir şey olup olmadığını bilmek önemli mi?

  -Hayır, değil… Ölme eylemi Jung’un Kolektif Bilinçdışı’na düşmek gibi bir şey, oradan da forma, saf forma dönüşürsün.” (s.35)

“Sözcükler gerçekten bir maske. Doğru anlamı nadiren ifade ederler; aslında onu saklamaya meyillidirler. Eğer hayal gücünüzde yaşayabilirseniz o zaman dine ihtiyacınız kalmaz, çünkü hayal gücüyle ölümden sonrasını anlayabilirsiniz, insan Evren’le yeniden birleşebilir. Bir kez daha söylüyorum, bu hayattan öte bir şey olup olmadığını bilmek önemli değildir. Değerli olan, doğru türde işi yapmış olmaktır; eğer doğruysa o zaman her şey iyi olacaktır. Tanrı başkaları için ne ise Evren de benim için odur. Doğanın insanın düşmanı olduğunu, fethedilen bir şey olduğunu düşünmek yanlıştır. Aksine doğaya bir anne gibi bakmalı ve kendimizi huzurla ona teslim etmeliyiz. Bu tavrı takınırsak tüm diğer canlılar gibi, tüm hayvanlar ve tüm bitkiler gibi, evrene döndüğümüzü  adamakıllı hissedeceğiz. Hepimiz bütünün ölçülemeyecek kadar küçük parçalarıyız. İsyan etmek saçma, kendimizi yüce akışa bırakmalıyız.” Hermann Hesse (s.47)

“Çakralar, bilincin merkezleridir.” Carl Jung (s.91)

“Uzun psikiyatrik tedavi deneyimimde hiç tamamen kendi kendine yeten bir evlilikle karşılaşmadım. Düşündüm de bir kez karşılaştım, çünkü bir Alman profesör, bana kendininkinin öyle olduğunu temin etti. Bir keresinde Berlin’de onu ziyaret ettiğimde eşinin gizli bir apartman dairesi tuttuğunu öğrenene kadar ona inanıyordum. Bu, bir rol olmaya benzer. Dahası tümüyle ortak anlayışa adanan bir evlilik bireysel kişiliğin gelişmesi için kötüdür; en düşük ortak paydaya doğru bir çöküştür ki kitlelerin kolektif aptallığı gibi bir şeydir.” Carl Jung (s.94)

“Dr. Jung’a birinin kendi rüyalarını çözümlemesinin ve onları dikkate almasının akıllıca olup olmadığı hakkındaki düşüncesini sordum. Ve sözlerime şöyle devam ettim: “Diğer yandan Hindistan’da Krishnamurti’yle konuştum ve bana rüyaların gerçek bir önemi olmadığını ve önemli olan tek şeyin bakmak, bilinçli olmak ve anın tamamen farkında olmak olduğunu söyledi. Bana hiç rüya görmediğini söyledi. Bunun nedeninin hem bilinciyle hem de bilinçdışı zihniyle bakması, rüyalara başka bir şey kalmaması ve uyuduğunda tam olarak dinlenmesi olduğunu söyledi.”

Jung “Evet, bu bir süre için mümkündür” diyerek devam etti. “Bazı bilim insanları bana bütün dikkatleriyle belirli bir sorun üzerine yoğunlaştıklarında artık rüya görmediklerini söylediler. Sonra da açıklanamayan bir sebeple tekrar rüya görmeye başladılar. Bununla birlikte kendi rüyalarınızı çözümlemenin önemi hakkındaki sorunuza dönecek olursak, bana göre tek önemli şey doğayı takip etmektir. Bir kaplan iyi bir kaplan olmalıdır, bir ağaç da iyi bir ağaç. Dolayısıyla insan da insan olmalı. Fakat insanın ne olduğunu anlamak için kişi doğayı izlemeli ve beklenmedik olanın önemini kabul ederek tek başına kalmalıdır. Ancak aşksız hiçbir şey mümkün değildir, simya süreçleri bile; çünkü aşk, insanı her şeyi riske atan ve önemli unsurları saklamayan bir ruh haline sokar.” (s.95)

“Dünyamızda yeterince içgörü ve iyi niyet sahibi olan insanların, kitlelere tavsiye vermekten ya da onlar için en iyi yolu bulmaya çalışmaktan çok kendi ruhlarıyla ilgilenmeleri gerektiği konusunda sizinle tamamen hemfikirim. Fakat ne yazık ki kendileri hakkında hiçbir şey bilmeyen kişilerin çoğunlukla başkalarına öğretmeye kalkmaları üzücü bir gerçektir.” Carl Jung (s.115)

“Büyürüz, çiçek açarız ve solarız; ölüm, mutlak sükûnettir. Ya da öyleymiş gibi görünür.” (s.134)

“Dr. Jung’u görmeye tekrar gittim ve onunla kitapları ve sanat eserleriyle çevrili odasında sohbet ettim. Ona Hindistan’dan ayrılacağımı söyledim. I Ching’e danıştım ve bana öyle yapmamı tavsiye etti, diye de ekledim. Ne söylüyorsa onu yapmalısın deyip şöyle devam etti: çünkü o kitap hata yapmaz. Her durumda bireysel psişe ile dünya arasında  belirli bir bağlantı vardır. Bir hastayı sınıflandırmakta güçlük çektiğimde onu her zaman bir yıldız haritası çıkarttırmaya gönderirim. Bu harita onun karakteriyle örtüşür, o haritayı psikolojik olarak yorumlarım. Dünya ile psişe arasındaki örtüşme o kadar güçlüdür ki üçboyutlu zamanın icatları ve tasarılarının, zihinsel yapının düpedüz yansımaları olması bile mümkündür. Bu nedenle yaşanan son savaşı hastalarımın rüyalarını çözümleyerek tahmin edebildim çünkü Wotan her zaman rüyalarda görünürdü. Ama Birinci Dünya Savaşı’nı öngöremedim çünkü bana malum olmasına rağmen o günlerde rüyaları çözümlemiyordum. Yine de kasvetli hastalık ya da ölümü tahmin eden kırk bir rüya çözümledim.” Carl Jung (s.138)

“İnsan kendi doğasına göre yaşamalı, kendini tanımaya yoğunlaşmalı ve sonra kendi hakkındaki hakikate göre yaşamalı. Bir vejetaryen olan kaplan hakkında ne derdiniz? Elbette onun kötü bir kaplan olduğunu söylerdiniz. Dolayısıyla herkes hem bireysel hem de kolektif açıdan kendi doğasına uygun şekilde yaşamalı.” Carl Jung

27 May 2023

Simone Weil - Yerçekimi ve İnayet

“Garda bana, okumam ve sürgünü sırasında korumam ricasıyla yazılarıyla dolu çantasını verdi. Ondan ayrılırken heyecanımı göstermemek amacıyla şakayla karışık şunları söyledim: “Bu dünyada veya başka bir dünyada görüşmek üzere!” Birdenbire ciddileşti ve bana şu yanıtı verdi: Başka bir dünyada tekrar görüşülmüyor.” (s.15)

“Ayrılışın hafif şokundan sonra bu konuda hiçbir üzüntü duymayacağınıza ve olur da bazen beni düşünürseniz bunun çocuklukta okunan bir romanın düşünülmesi gibi olmasına inanmayı tercih ederim, insanların kalbinde onlara hiçbir sıkıntı yaratmayacak şekilde bir yer edinmeyi isterim.” (s.17)

“Kötülük kendini yok ettiği yerde eksiksizdir; artık kötülük yoktur: tanrısal masumiyetin aynası. Aşkın tam da mümkün olduğu bir noktadayız. Bu büyük bir ayrıcalıktır; çünkü birleştiren aşk mesafeyle orantılıdır. Tanrı mümkün olan en iyi dünyayı değil de, iyiliğin ve kötülüğün bütün derecelerini taşıyan bir dünya yaratmıştır. Dünyanın olabildiğince kötü olduğu noktada bulunuyoruz. Çünkü bunun ötesi kötülüğün masumiyet haline geldiği kademedir.” (s.21)

“Beni öldürmek için, insanın kendisini yaşamın bütün ısırmalarına karşı çıplak ve savunmasız olarak sunması, boşluğu, dengesizliği kabul etmesi, mutsuzluğu ödünlemeyi hiç araştırmaması ve özellikle “lütfun geçeceği çatlakları tıkamaya yönelen” hayalin çalışmasını askıya alması gerekir. Bütün günahlar boşluktan kaçma girişimleridir. Aynı zamanda geçmişten ve gelecekten vazgeçmek gerekir, çünkü ben her zaman tükenen bir geçmişin ve geleceğin bir yoğunlaşmasından başka bir şey değildir. Bellek ve umut hayali yükselişlere sınırsız bir alan açarak mutsuzluğun kurtarıcı etkisini silerler, ama şimdiki ana sadakat insanı gerçekten hiçliğe indirger ve buradan ona ebediyetin kapılarını açar.” (s.24)

“Tanrı’dan tamamen yoksun olan bu dünya Tanrı’nın kendisidir.” (s.28)

“Kötülüğü kendi dışına yayma eğilimi:bu kötülük hâlâ içimde! Varlıklar ve nesneler benim için yeteri kadar kutsal değiller. Tamamen balçığa dönüştüğüm zaman hiçbir şeyi kirletmemek. En kötü zamanlarımda bile bir Yunan heykelini veya bir Giotto freskini yok etmezdim. Neden başka bir şeyi yok edeyim? Örneğin neden bir insanın mutlu bir ânı olabilecek bir ânını yok edeyim?” (s.37)

“Kendine yardım et, Tanrı sana yardım edecektir.” (s.38)

“İnsanlar bize vereceklerini hayal ettiğiöiz şeyi bize borçludurlar. Onları bu borçtan muaf tutmalıyız. Onların bu borcunu silmeliyiz. Hayal ettiğimiz yaratıklardan başka olduklarını kabul etmek, Tanrı’nın vazgeçmesini taklit etmektir. Ben de, olduğumu hayal ettiğim şeyden farklıyım. Bunu bilmek, bağışlamadır.” (s.41)

“İnsan bu dünyanın yasalarından ancak bir şimşek çakma süresince kurtulabilir. Durma, temaşa, saf sezgi, zihinsel boşluk, ahlaksal boşluğu kabul ediş anları. İşte insan bu anlar yoluyla doğaüstüne ulaşabilir. Bir an boşluğa dayanabilen kişi ya doğaüstü besini alır ya da düşer. Korkunç bir risk ama bu riske girmek ve hatta umutsuz bir ânı göze almak gerekir.” (s.43)

“Sevgi avuntu değil ışıktır. Dünyanın gerçekliği bizim bağlılığımızla oluşmuştur. Bu ben’in bizim tarafımızdan şeylere aktarılan gerçekliğidir. Bu kesinlikle dışsal gerçeklik değildir. Dışsal gerçeklik ancak tam bir kopuşla algılanabilir. Yalnızca bir iplik bile kalsa, hâlâ bağlantı var demektir. Bizi en sefil şeylere bağlanmaya zorlayan mutsuzluk bağlanmanın sefil niteliğini açığa çıkarır. Böylelikle, kopmanın zorunluluğu daha açık hale gelir. Bağlanma yanılsamalar üretir ve her kim gerçeği istiyorsa bunlardan kopmak zorundadır. Bir şeyin gerçek olduğu bilindiği andan itibaren artık ona bağlanılamaz. Bağlanma, gerçeklik duygusundaki yetersizlikten başka bir şey değildir. Bir şeye sahip olmaya bağlanılmıştır çünkü ona sahip olmak bırakılırsa o şeyin artık varolmayacağı zannedilmektedir.” (s.46)

“Bir arınma biçimi: yalnızca insanlardan gizli olarak değil de, Tanrı’nın var olmadığını düşünerek Tanrı’ya dua etmek.” (s.52)

“Kendi içine inerse insan, tam arzuladığı şeye sahip olduğunu bulur.” (s.53)

“Birini kaybetmek: ölünün, yok olanın hayali, gerçekdışı hale gelmesinden ıstırap duyuluyor. Ama ona duyulan arzu hayali değildir. Hayali olmayan arzunun yattığı kendi içine inmek: yiyecek hayal edilir ama açlığın kendisi gerçektir: açlığa yakalanmak. Ölünün mevcudiyeti hayalidir ama yokluğu gayet gerçektir: bu yokluk bundan sonra onun belirme tarzıdır.” (s.54)

“Dünyada hiçbir şeye sahip değiliz, çünkü rastlantı bunların hepsini bizden alabilir.” (s.57)

“Tüm tutkularda mucizeler vardır. Bir kumarbaz neredeyse bir aziz gibi geceyi uyanık geçirebilir ve oruç tutabilir.” (s.84)

“Bütün bağlılık nesnelerine bir iple bağlanılmıştır ve bir ip her zaman kopabilir.” (s.93)

“Yalnızlığını koru. Olur da bir gün sana gerçek bir sevgi sunulursa, içsel yalnızlık ile dostluk arasında bir karşıtlık olmayacaktır, bilakis. Onu tam da bu şaşmaz işaretten tanıyacaksın.” (s.96)

“Hayal gücünün kötü olan şeyle oyalanmasına izin vermek bir tür korkaklığa yol açar; gerçekdışılık yoluyla zevk almayı, bilmeyi ve büyümeyi umuyoruz.

Hayal gücünü mümkün diye bazı şeylerle oyalamak şimdiden onlara bağlanmaktır. Bunun sebebi meraktır. Bazı düşünceleri (tasavvur etmeyi değil ama onlarla oyalanmayı) kendine yasaklamalı; onları düşünmemeliyiz. Düşüncenin bizi bağlamadığını sanırız, oysa yalnız o bağlar bizi ve düşünme izni her izni kapsar. Bir şeyi düşünmemek en üst yeti.” (s.106)

“Istırabın içinde gerçekliği bulmak için, neşe yoluyla gerçekliğin ilhamına sahip olmuş olmak gerekir. Yoksa yaşam az çok kötü bir düşten başka bir şey değildir.” (113)

“Yalnızlık. Peki, dğeeri neden oluşur? Zira yalnızken, sadece maddenin, bir insan zihninden daha az değere sahip şeylerin huzurundayızdır. Yalnızlığın değeri dikkatin daha büyük imkânında yatar.” (s.149)

“Bütünü taklit etmek zorunda olan bir parçayız.” (s.167)

“Dünyanın yitirildiği bir ıstırap derecesi. Ama sonra, yatışma gelir. Ve gene nöbet geçirirsek, yatışma da hemen ardından gelir. Eğer bunu bilirsek, bu acı derecesinin kendisi yatışmanın beklentisi haline gelir ve dolayısıyla dünyayla olan temasımızı kesmez.” (s.168)

“Bu dünya kapalı kapıdır. Bir engeldir. Ve aynı zamanda geçittir. Yan yana zindanlarda duvara vurarak iletişim kuran iki tutsak. Duvar onları ayıran ve aynı zamanda onlara iletişim kurma imkânı veren şeydir. Biz ile Tanrı arasındaki durum da böyledir. Her ayırım bir bağlantıdır.” (s.172)


23 Nis 2023

Wilhelm Genazino - Elden Düşme Dünya

“İçimdeki keder, varmış olduğum belli bir bilgiden kaynaklanıyordu.” (s.32)

“Yaz mevsiminin zor katlanılır tarafı, şehri dönüştüren bir şeyin olmamasıydı. Kışın tek bir kar yağışı yetiyor, şehir başka bir şehir oluyordu.” (s.43)

“Aslına bakılırsa bir ayrılık için doğru zaman hiç gelmiyordu. Ayrılığın, zamanın mümkün olan ve olmayan bütün anlarına karşı gerçekleştirilmesi gerekiyordu.” (s.76)

“İçimin abartılı hali yağmura benziyordu.” (s.78)

“Dünyadan ölüm gibi uzaktım.” (s.139)

1 Nis 2023

Marion Milner - Kendine Ait Bir Hayat

“Dünya öyle muhteşem ki onu kavramak, ona katılmak, onu kucaklamak, her parçamın onunla titreştiğini hissetmek istiyorum.” (s.21)

“Belki de insan ne zaman gerçekten mutlu olduğunu bilirse hayatı için gerekli şeyleri de bilebilirdi.” (s.25)

“Kamusal gerçeklik, herkesin dış dünyanın ne olduğuna dair vardığı fikir birliği, bana benim için neyin önemli olduğunu ya da kendi varlığımın kanunlarına uygun yaşamak için neler yapmam gerektiğini söylemeyi başaramıyordu. Acaba görmezden gelemeyeceğim mahrem bir gerçeklik, bilmekten ziyade hissetmekle ilintili bir gerçeklik olamaz mıydı?” (s.28)

“Bu ruh ya da içimizdeki can dışımızdaki hayatla tümüyle alakasız. İnsan cesaretini toplayıp da ona ne düşündüğünü sorabildiğinde hep diğer insanların söylediklerinin aksini söylüyor… Gerçekten de dünyanın en tuhaf mahluku bu: kahramanlıktan uzak, rüzgargülü gibi değişken, mahcup, küstah, iffetli, şehvetli, geveze, suskun, çalışkan, çabuk yorulan, becerikli, sakar, melankolik, iç açıcı, yalancı, dürüst, bilgili, cahil, cömert, cimri ve müsrif – kısacası, öyle karmaşık, öyle belirsiz, toplum içinde onun hamaliyesini üstlenen versiyonuyla öyle alakasız ki insan bütün hayatını onu anlamaya çalışmakla geçirebilir.” (s.29)

“Belki de bu geçen günlerin bana tatminkâr gelmemesinin, düşte gibi olmasının sebebi mutluluk konusunda çok açgözlü olmam, bana daha önce mutluluk vermiş şeylere ya da fazla gayret gerektirmeyen şeylere kaymamdı. Tatillerin bazen mutsuz geçmesi belki bu yüzdendir: Doğrudan mutluluk avına çıktığın için onu kaybedersin.” (s.33)

“Kendi içimde öyle büyük bir ahenk olsun ki başkalarını da düşünebileyim.” (s.35)

“Onlara göre en önemli şey olaylar, nereye gitmişsin, ne yapmışsın, neler olmuş, nasıl iyi zaman geçirmişsin. Ama bence asıl önemli olan bunlar değil, arada geçen zaman hiçbir şeyin olmadığı uzun günler, rasgele anlar, mesela bir mektubu açtığın ya da bir lokantada tek başına oturduğun veya bir yabancıyla paylaştığın an… Muhtemelen asıl önemli olan şey, aradığın şey, bitkilerin kökleri gibi gizli ve bilginin boşluklarında meydana gelen şey.” (s.40)

“Gerçeklik bu kadar muhteşemken idealizmin ne kadar berbat bir şey olduğunu düşündüm.” (s.42)

“Eskiden hayatın neye hizmet ettiğini anlamak için kafa yorardım – şimdi yaşıyor olmak yeterli bir sebep gibi geliyor.

Ne istiyorum – 

Zaman, bazı şeylerin resmini yapmak ve düşünerek değil hissederek yakından incelemek, şeylerin derinine inmek için boş zaman.

Kahkaha istiyorum, verdiği tatmini, dengeyi ve geniş emniyet duygusunu.

Oyun oynama fırsatları bulmak istiyorum, bazı şeyleri gelişim maksadıyla değil sadece keyif için yapmak.

Büyüyen şeylerin kanunlarını sabırla anlamak. Bunlara hiç vaktim olmadığını hissediyorum çünkü kalabalığa kapılmış sürükleniyorum, günlerimi para kazanmak ve arkadaşlarımla koşturmakla geçiriyorum – pinpon topu gibi.” (s.45)

“Ona verecek şeylerim olduğunu düşünüyorum. Onun uyum sağlamasına, enerjisini dengeli kullanmasına, heyecanını kaybetmeden biraz daha temkinli olmasına yardımcı olabilirim. Bazen böbürlendiğinde sinirleniyorum – tıpkı insanlar hastalandığında sinirlendiğim gibi – ama ona söylersem benim istediğim şekilde değişeceğini düşünüyorum. Ama ben de onun – onca basiretine rağmen bazen körlemesine de olsa – neyi ne maksatla yaptığını anlamayı öğrenebilirim. Zaman zaman onun büyümesine çözülemeyecek şekilde bağlandığımı hissediyorum bu aralar. Onca kalabalığın arasında birbirimizi yol arkadaşı olarak seçtiğimizi çünkü her ikimizin de birbirimiz için nihai amaç olmadığımızı hissediyorum. İkimiz de bir şeylerin peşindeyiz (kim bilir ne) ve içgüdüsel olarak erişmekte birbirimize yardım edebileceğimizi hissediyoruz. İlişkinin ikimizin de kişiliklerine mümkün olan en büyük özgürlüğü tanımasını isterdim.” (s.46)

“21 Eylül, gece 12. Tek başına yattığım son gece. İnsanın sevdiği birinin olması “çocukça şeyleri kenara atmasını” sağlıyor. Yine de birlikte biraz daha çocuksu olabilmeyi umuyorum, kaygıların ve ağır gerekliliklerin yükünü daha az hissetmeyi. Her şey kaçınılmaz gibi geliyor – kıştan sonra bahar gelmesi gibi. Oyuklarında eşleriyle duran küçük, tüylü hayvanları düşünüyorum. Giysilerim, bavullarım, soyadımın değişmesi nasıl da önemsiz.” (s.46)

“Bu sabah ilk olarak yeni bir güç hissettim, engin bir sükunetle sarmalama ve koruma gücü – içimde bir hayat denizi var.” (s.47)

“Makinelerin değil büyüyen şeylerin arasında yaşamak istiyorum. Güneşle, yağmurla, rüzgârla, temiz havayla, mevsimlerin döngüsüyle düzenli bir tempoda yaşamak istiyorum. Tanımayı ve anlamayı öğreneceğim, utanmadan, şüphe etmeden konuşabileceğim bir iki arkadaş istiyorum.

Kitap yazmak, basıldıklarını, ciltlendiklerini görmek istiyorum.

İnsan davranışı denen bu keşmekeşe dair daha net fikirlere sahip olmak istiyorum.

Çevremi basitleştirmek, böylece titreşen irademi istediğim doğrultuda tutabilmek istiyorum. Kalabalığın yönlendirmelerine tepki olarak oraya buraya savrulmak, hiç direnç  gösterememek istemiyorum.” (s.48)

“Deli kendi düşüncesindeki gerçekliği, asıl gerçekliğe tercih eder. Asla taviz vermez, onun için “ya hep ya hiç”tir. Yine de tümüyle haksız değildir. Çünkü kuşkusuz düşüncenin de kendi gerçekliği vardır – ama sadece bir hakikat üzerine kurulduğunda.” (s.46)

“Ne istediğimi hala düşünerek bulmaya çalıştığım anlaşılıyor, ancak düşünmeyi bıraktığımda gerçekten ne istediğimi anlayabileceğimi henüz keşfetmemişim.” (s.49)

“Gerçekleri ortaya çıkarmaya çalıştıkça kendi zihnimin pek de bilmediğim bir şey olduğuna iyice ikna oldum. Bu yüzden de en acil ihtiyacın, zihnimin alışkanlıklarına biraz daha aşinalık kazanmak olduğuna karar verdim. Anlamam gereken şey genelde zihin değil de kendi zihnim olduğundan, kitaplara başvurmak yerine düşüncelerimi yönlendirmeye çalışmadan serbestçe yazdığımda ne olduğunu gözlemlemeye başladım.

Günlüğe başlamadan önceki zamanlardan kalma bolca malzeme vardı elimde; endişeden ve sıkıntıdan kaçmak istediğimde düşüncelerimi bir yerlere çiziktirirdim.” (s.51)”

“Belki insanın aklının ucundan bile geçmeyecek fikirlere sahip ikinci bir zihni daha vardır.” (s.61)

“Belli ruh hallerinde en basit şeyler, mesela küvetteki suyun üzerine vuran elektrik ışığı bile bana yoğun bir keyif veriyordu, halbuki başka zamanlarda, sevdiğim müzikten, bir bahar gününden ya da arkadaşlarımla birlikte olmaktan hiçbir tatmin duymayacak kadar kör, tepkisiz ve kapalı oluyordum. Bu yüzden de bu ruh hallerinin neden kaynaklandığını bulmaya niyetlendim. Kendim kontrol edebilir miydim? Bazen benim istemli bir hareketimden etkileniyorlardı sanki. Özellikle bir şeyleri yazıya dökmenin yarattığı etki bana çarpıcı gelmişti.” (s.63)

“Çok çeşitli algılama yolları olduğunu keşfetmeye başladım ve bunlar, zihnin içsel bir jesti olarak tanımlayabileceğim bir şeyle kontrol edilebiliyordu. Öz farkındalık, insanın Ben-liğinin çekirdeği olduğundan merkezi bir ilgi alanı oluşturuyordu sanki. İstendiği takdirde bu varlık çekirdeğinin yerinin değiştirilebileceğini keşfetmiştim.” (s.64)

“Bir keresinde trende gece yolculuğu yaparken gün boyu edinilmiş izlenimlerin zihnimde itişip duran kalabalığı yüzünden bir türlü uyuyamamıştım, tesadüfen kalbimde “kendimi hissettim” ve bir anda zihnim öyle yatıştı ki birkaç dakika içinde huzurlu bir uykuya daldım. Ama yirmi beş yıl boyunca farkındalığın içeride bu şekilde yerleştirilebileceğini keşfetmeden yaşamış olduğum fikri beni şaşırtmıştı.” (s.64)

“Gündelik hayatta kendi bedenimin dışına çıkmaya ve başka insanlarla aynı duyguları hissetmeyi öğrenmeye can atıyor, ama nereden başlayacağımı bilemiyordum. Sonra müzikteki hilemi hatırladım ve “kendimi dışarı koymayı”, odadaki sandalyelerden birine oturmayı deneyerek işe başladım (odada tek başıma olduğumdan başlangıç için bir sandalyenin yeteceğini düşünmüştüm). Sandalye hemen farklı bir gerçeklik kazandı, oranlarını hissettim ve şeklini sevip sevmediğimi hemen söyleyebildim. Daha sonra bakmanın sırrının bu olabileceğini ve insanın istediği şeyleri öğrenmesi için uygulanabileceğini düşündüm. Normalde dışarıdaki şeylere kafamdan bakardım, sanki kafam kendimi içine kapadığım ve pencerelerinden dışarı bakıp olan biteni seyrettiğim bir kuleydi. Şimdi istediğim zaman dışarı çıkabileceğimi, aşağı inebileceğimi ve olan bitenin bir parçası olabileceğimi keşfediyordum, böylece kulenin mesafeli yüksekliğinden göremediğim bazı şeyleri deneyimleyebilecektim… Böyle yeni bir olasılığı keşfettikten sonra bazı şeylere bakmak için sürekli aşağı indiğim düşünülebilir. Halbuki his değil düşünce talep eden günlük bir işin baskısıyla bu yeni özgürlüğü adeta unuttum, aynı zamanda sanırım bu özgürlükten ve kulemin güvenliğini sık sık terk etmekten korkuyordum.

Bu yöntemlerle algılama gücümün, doğrudan bakmaya ya da dinlemeye çalışarak değil bu özel içsel jestle değiştirilebileceğini anlamaya başladım.

Sonra sadece algılamanın değil eylemenin de aynı şekilde kontrol edilebileceğini tahmin etmeye başladım.” (s.66)

“Dünyaya karşı genel tavrımın bir nevi büzüşme olduğunu gördüm, sert bir dokunuşla rahatsız olan denizşakayığı gibi, kendi yaptığı koruyucu duvarların arasında kapalı kalmış amipler gibi. Bir şeyi algılamak istediğimde duyargalarımı sürekli açık tutabileceğim o emniyet halini daha öğrenmem gerekiyordu.” (s.68)

“Bir gün bir geminin güvertesinde, denizin ortasında, hafif bir rüzgar eşliğinde tek başına oturuyordum. Huzursuz ve mutsuzdum; kışın, şehirde, karanlık günlerde çok özlemini çektiğim bir şeyin keyfini çıkaramadığım için sıkıntılıydım. Hep istediğim şeye, güneşe, boş zamana ve denize kavuştuğum için mutlu olmam gerektiğini biliyordum. Birden düşünmeye çalıştığımı fark ettim; ancak bir şeyler düşünebilirsem mutlu olabileceğime inanmış gibiydim. O anda çözmem gereken özel bir sorun yoktu, sadece insanın düşünceleri, fikirleri, gördüğü ve duyduğu şeyler hakkında söyleyecek ilginç şeyleri olması gerektiğine dair bir his vardı.

Tabii insanın düşünmesi gerektiğine dair bu fikrin farkına vardığım anda ne kadar salakça olduğunu anladım ve bir şeyler yapmaya çalışmayı bıraktım, kendimi koyverdim. O anda güneşin vurduğu iplerin beyazlığı deniz fonu önünde gözümü aldı ve öylece oturup etrafa bakmaktan büyük memnuniyet duymaya başladım.” (s.69)

“Benliğimin ihtiyacı dengeydi, güneş ama çok fazla değil, yağmur ama sürekli değil. Beden nasıl belli bir tür gıdayla doyuyorsa, benlik de belli bir tür deneyimle kolayca doyuyordu ve kendine has bir bilgeliği vardı, tek eksik benim bunu yorumlamayı öğrenmemdi.” (s.79)

“Tavırlarımı değiştirmek istiyorum; sürekli bir şeyin peşinde koşmak ama bunun ne olduğunu bilmemek beni huzursuz ediyor. Bazı insanları, özellikle sanatçıları kıskanıyorum. Oyun tavrı edinmek istiyorum. Bundan kastım, yaparken alınan zevk dışında bir şeye hizmet etmeyen bir edime konsantre olmak. Bunu neden istiyorum? Tam sebebini bilmiyorum, sadece çok cazip geliyor. Belki de insanı ruhunu kurtarma uğraşından azat ediyordur. Ruhunu kurtarmak isteyen ben, yitirmek istiyorum. Oyun benim için özgürlük demek – korkulardan özgür olmak. Ruhun haysiyetinin bir ifadesi, hiçbir gerekçelendirme bağının kölesi değil.” (s.80)

“İrademi sürekli sonsuz hedefler peşinde koşmaya zorladığımı, bu hedeflerin de beni asıl istediğim şeye ulaşmaktan alıkoyduğunu anlamıştım. Buna ulaşmayı neden böyle umutsuzca arzuladığımı bilemiyordum ama en azından en büyük ihtiyacımın – bir cesaret edebilsem – kendimi bırakmak ve başarı kazanma dürtüsünden kurtulmak olduğunu tahmin etmeye başlamıştım. Bütün bu hedefleri bıraksam, daha temel bir amacın, kendi kendime yüklediğim şahsi hırsların değil kendi mizacımın özünden çıkan bir şeyin farkına varabileceğimi de seziyordum. İnsanlar “Ne pahasına olursa olsun kendin ol” diyorlardı. Ama insanın kendisinin ne olduğunu bilmesinin o kadar da kolay olmadığını anlamıştım. Başka insanların istediği şeyleri istemek, sonra da bunun kendi tercihin olduğunu zannetmek çok daha kolaydı.” (s.86)

“Gayretini, geriye hiçbir şey kalmayana kadar sürekli baltalıyor musun? Eylemsizlikle etkilenemeyecek hiçbir şey yoktur.” Lao Tzu (s.87)

“Düşüncemi ne itmeli ne de sürüklenmeye bırakmalıydım. İçsel bir jest yaparak geri  çekilmeli ve seyretmeliydim, çünkü irademin, düşünce kalabalığına polislik yaptığı bir durumdu bu, görevi orada durup yolun gelip geçenler için açık kalmasını sağlamaktı. Neden kimse bana iradenin işlevinin geride durmak, beklemek, itmemek olduğunu söylememişti?” (s.92)

“Düşüncemin saçaklarında, her dakika belli belirsiz şekiller bulunur ve ben onlara baktığımda netleşirler. Elinde fener tutan bir polis memuru gibi farkındalığımın aydınlık dairesini istediğim yere yöneltebilirim.” (s.95)

“Bir keresinde bezgin, kendimden bıkmış, Akdeniz’e bakan bir yarın üzerinde yatarken, “Hiçbir şey istemiyorum” demiştim ve anında manzara kartpostal çiğliğinden sıyrılmış, yaradılışın ilk gününden kalma bir ışıkla parlamıştı, yol kenarındaki tuzlu otlar bile.” (s.96)

“Kendimi gözlemliyorum ki başkalarını tanıyayım.” Lao Tzu (s.109)

“Kendime iki kural belirledim:

1.       İnsanın içini karartan herhangi bir kaygı ya da dargınlık yükü asla göründüğü şey değildir. Ne zaman üzerimde bir bulut gibi asılı dursa ve dağılmayı reddetse bilmeliyim ki körü düşünce alanından geliyor ve beni asıl kaygılandıran şey benden gizleniyordur.

2.       Hem kendinde hem de başkalarında bu tür duygular üzerine akıl yürütmek boşunadır.

      Saplantılı korkular ya da kaygılar karşısında fikir yürütmenin neden işe yaramadığını anlamaya başlamıştım çünkü kaynakları aklın ve sağduyunun kapsama alanı dışındaydı. Zihin ıssızlıklarında, bir şeyin hem kendisi hem de başka bir şey olabildiği yerlerde gelişiyorlardı ve onlarla başa çıkmanın tek yolu makul olmaya dair bütün teşebbüsleri bırakıp düşüncelere hürriyet tanımaktı.” (s.124)

“Nasıl istirahat edeceğini bilmişsen, şehirler, imparatorluklar fethetmişlerden daha fazlasını başarmışsındır.” (s.147)

“Bir kere kendi hayat kaynağımla temasa geçtikten sonra, “ebedi kollar”a dair bir inanç ya da şüphe yersiz kaçıyordu; yediğimiz elmanın tadının güzel olduğuna inanmayız, güzeldir.” (s.162)

“Mutluluk anlarımı gözlemlemek ve neden kaynaklandıklarını bulmak üzere yola çıkmıştım. Ama tecrübelerimi incelediğimde farklı, incelemediğimde farklı şeylerden mutlu olduğumu keşfettim. Bakma eylemi kendi başına bütün varlığımı değiştiren bir güçtü.

Her günün sonunda olanları gözden geçirmeye ve bana en iyi görünen şeyleri seçmeye başladığımda, beklemediğim bazı sonuçlar aldım. Bu deneye başlamadan önce, hayatın içinde sorgulamadan sürüklendiğim zamanlarda hayatımı olaylarla ölçerdim. Genelde “iyi vakit geçirmek” olarak görülen şeye kavuştuğumda mutlu olduğumu zannederdim. Ama her günkü mutluluğun hesabını tutmaya başladığımda, kendine özel bir niteliği olan bazı anların farkına vardım, bu nitelik etrafımda olup bitenden tümüyle bağımsızdı zira bazen en önemsiz durumlarda ortaya çıkıyordu. Bu anların özel olmasının sebebi, “güzel vakit geçirmek”ten anladığım şeyin çok ötesinde bir mutluluk hissi vermesi ve gündelik kayıtlarımdaki diğer bütün kaygıları gölgede bırakmasıydı. Bu anların tesadüfen bir kenara çekilip kendi deneyimime geniş bir odakla baktığım, hiçbir şey istemediğim ve  her şeye hazır olduğum zamanlarda ortaya çıktığı sonucuna vardım zamanla. Çalışmalarımın geri kalanı bu bakma becerisinin neye bağlı olduğunu ortaya çıkarma teşebbüsüne dönüştü.” (s.173)

“Bir sonraki keşfim beni mutlu eden şeyi artık bildiğim halde onu her istediğimde elde edemediğimdi. Gözlerim açık yaşamaktan beni men eden sayısız engel var gibiydi ama birbiri ardına ipuçlarını takip edince hepsinin kökeninde korkunun yattığını anladım. Bu korkunun kökenini de kör düşüncemi gözlemlemek için yöntemler bularak öğrendim. Benimle çevrem ve benimle kendim arasına giren daimi bir benmerkezli gevezelik olduğunu keşfettim ve bunun sesini kesmeyi öğrenene kadar çarpık kurgusal bir dünyada yaşamak, gerçek ihtiyaçlarımla gerçek koşullarım arasındaki hayati bağlantıdan mahrum kalmak durumundaydım. Sadece ve sadece bunu kırabildiğimde altında mutluluğun büyüyebileceği koşulları seçebilecek kadar net görmeyi başardım; mesela faaliyetlerimi sınırlamayı, her yeni şeyin peşinden koşmamayı, başka insanların yaptığı şeylere yetişeceğim diye bütün enerjimi harcamamayı, bunu yaparsam kendi şahsıma ait ihtiyaçlara enerjim kalmadığını öğrendim.” (s.174)

“Beni mutlu eden şeylerle ilgili bir günlük tutarak, mutluluğun benim tam da farkında olmadığım zamanlarda geldiğini keşfetmiştim. Böylece hedefimin, gittikçe daha fazla farkında olmak ve akıl yoluyla kavrama ile aynı şey olmayan bir anlayışla daha fazla anlamak olduğu sonucuna vardım. Bunun doğal itkilere dayalı bir hayata karşı, bilince dayalı bir hayat meselesi olmadığını da fark etmiştim; zira bilinç olmadığında en azından benim için doğal ifade özgürlüğü yoktu, sadece rasgele edinilmiş teamüller ve birbirine zıt, yanlış anlaşılmış idealler karmaşası arasında bir çatışma vardı. Anlamadığımda kör alışkanlıkların insafına kalıyordum; anladığımda kendi yaşama kurallarımı geliştirebilir ve değişen bir medeniyetin çelişen tavsiyelerinden hangilerinin kendi ihtiyaçlarıma uygun olduğunu bulabilirdim. Daha fazla anlayabilmek için daha fazla hareketsizlik gerektiğini keşfedince hem başka birileri vasıtasıyla değil kendi gözlerimle görmeye başladım hem de öz bilincimin beni hapseden adasından kaçmanın yolunu nihayet keşfedebildim.” (s.181)