29 Tem 2020

Alan Watts - Mutluluğun Anlamı


“Büyük oryantal felsefelerde insanın mutsuzluğunun kökleri varoluş duygusunu yalıtılmış bir bireye ve egoya hapseden ve onu bir bütün olarak hayattan ve gerçeklikten kopartan kaygı (anksiyete) duygusunun içindedir. Öte yandan mutluluk -uyum, tamamlanmışlık ve bütünlük duygusu- yalıtılmışlık duygusunun bir yanılsama olduğunu fark etmektir.” (s.6)

“Mutluluğun anlamı, bu doktrinin psikolojik eşdeğerinin “tamamen kabulleniş” adını verdiğimiz bir zihin durumu olduğunu açıklar: deneyimlediğimiz her şeye evet demek; her anda olduğumuz, hissettiğimiz ve bildiğimiz şeyi çekincesiz kabul etmek. Vedanta’daki gibi “Her şey brahmandır.” demek, tüm bu evren kabul edilmektedir demektir.” (s.6)

“Bilgelik, insanın kendi ayaklarından kaçabilmesi mümkünmüş gibi başka bir şey olmak için verimsiz bir çaba harcaması yerine olduğu şeyi kabul etmesidir.” (s.6)

“Her türlü mutluluğun ele geçmezliği bilinen bir şeydir. Mutluluğu arayanlar onu asla bulamazlar demez miyiz? Bu, özellikle de dış etkenlere bağlı olmayan, bireyin kendi doğasına bağlı ve ıstıraptan etkilenmeyen mutluluk türü için doğrudur. Neşede ve hüzünde sürer, çünkü hayatı tüm yönleriyle pozitif ve içten gelerek kabul etmenin spiritüel alt tonudur.” (s.19)

“Mutluluğu arayanların onu bulamayacağı şu anlama gelir: ona sahip olanlar onu aramazlar; ona sahip olmayanlar da ararlar ve bulamazlar.” (s.20)

“İnsan, ruhunu boşaltmalıdır; böylece ruhun armağanları içine dolar; doğa açılan boşluğu doldurur. İster benliğinden vazgeçme, Tanrı’nın iradesine teslim olma, hayatı kabul etme, mutluluk için çabalamanın geriliminden kurtulma, ister kendini hayatın akışına teslim etme diye adlandırılsın, asıl prensip rahatlamadır.” (s.21)

“Önümüzdeki problem, böyle rahat bir denge merkezini nasıl bulabileceğimiz ve insanın bireysel yaşamına koyabileceğimizdir. Mutluluğun etrafındaki hareketle sarsılmadığı bir merkez; dış olaylar nedeniyle değil kendi olduğu için mutluluk yaratan bir merkez; aşırı lütuftan en derin ıstıraba kadar deneyimlenen olaylarla sarsılmayan bir merkez.” (s.22)

“En parlak ve sivri zihinlere sahip insanların ruhun en derin hakikatlerini kaçırmaları şaşırtıcı değildir. Ama bu sadece akılsız olmakla daha iyi anlaşılacağı anlamına gelmez. Bu tür iç görüler zihnin parlaklığına ya da ahmaklığına bağlı değildir; zihin kendi kibriyle parlarsa başka şeyleri kaydedemez. Bu kadar müthiş bir basitliği anlamak için insanın zihin gözünü açması ve bakması gerekir; bu bir sır değildir, gün ışığı altında gözümüzün önünde durur, hayat kadar engindir. Çinli bilge Tao-Wu’nun sözleriyle: Görmek isterseniz dosdoğru içine bakın; ama onu düşünmeye yeltenirseniz tamamen kaçırırsınız.” (s.25)

“O kadar açıktır ki görmesi uzun sürer.
Aradığın ateşin, kendi fenerinin içinde yanan ateş olduğunu bilmelisin.
Ve, başından beri pişmekte olan senin pirincin.” (Çin Şiiri) (s.35)

“Aslında hayat ve ölüm zıt değildir, birbirlerini tamamlarlar; yaşamaktan ve ölmekten oluşan daha engin bir hayatın asıl öğeleridir; bu, tekil notalarla ve sessizliklerle oluşan bir melodiye benzer. Hayat ölümden beslenir; hareketi hücrelerin sürekli doğup ölmesiyle, besini emip atığı atmasıyla mümkün olur ve kendini gösterir; bunun karşılığında yeni yaşamların doğduğu verimli bir toprak ortaya çıkar.” (s.31)

“İnsanın mutluluğunun asıl köklerine iniyoruz ve bu bölgelere saf felsefenin tatlı ve mantıklı sesi giremez. Kişinin hayata karşı tutumunu kişisel bakış açısından çok farklı olan evrensel bir temele dayandırması gerektiğinden ne kadar söz edilse de buradaki zorluk, sıradan insanın evrensel hissedememesidir. Onun merkezi kendisidir ve bilinci bir et duvarındaki pencerelerden bakar. Bilincinin kendi dışındaki şeylerdeki varlığını hissedemez; başkalarının gözüyle görüp, organlarıyla hareket edemez. Ve bu duvarın dışındaki dünya tehditkârdır; ona karşı güçlenmek için elinden geleni yapar; çevresine mal mülkten ve illüzyonlardan bir duvar örerek kendisini dünyadan ve dünyayı kendisinden uzak tutar. Kalesinde hayatı dediği şeyleri koruyarak ve onlara bekçilik ederek yaşar ve perdeyi çekerek ışığı, kapıyı örterek rüzgârı hapsetmeyi bile dener. Oysa rüzgârı hissedebilmek için onun çıplak teninizi yaladığını duymanız gerekir; zaman için de aynısı geçerlidir; siz onu tutamadan o geçip gider; hayat için de aynısı geçerlidir ve o et duvarı onu sonsuza dek elinde tutamaz. Onu hissetmek ve anlamak için rüzgâr gibi teninizi yalayıp dünya üzerindeki bir boşluktan ötekine doğru geçip gitmesi gerekir, ama bu dayanılmazdır. Duvarı yıkmak, güvenlikten vazgeçmek, odanın her iki tarafındaki pencereleri açarak hava akımına izin vermek, vazoları kırmak, kağıtları uçurmak ve mobilyaları devirmek anlamına gelir. Bu, yüreğimizdeki tozun ve örümcek ağlarının uçup gitmesi için çok büyük bir bedel ödemek gibi görünür. Ayrıca üşütebiliriz; delirene kadar titreyerek ve burnumuzu çekerek oturabiliriz.” (s.34)

“Zıtlıklarla mücadele ederken insan sürekli kendini hayal kırıklığına uğratır. Hayattan kopardığı ve sadece kendi kişisel kullanımı için sakladığı ödüller küflenir, çünkü köklerinden koparılmışlardır ve yalıtılan hiçbir şey yaşayamaz, çünkü hayatın en önemli iki özelliği akış ve değişimdir.” (s.36)

“Herkes acı çeker, eski zamanlarda da çekerlerdi, ama herkes mutsuz değildir, çünkü mutsuzluk acının kendisi değil, acıya gösterilen tepkidir. Genel anlamıyla, ilkel insan doğanın dış güçleriyle çatışması nedeniyle mutsuzdu. Medeni insanın mutsuzluğu ise genel olarak içindeki ve toplum içindeki doğal güçlerle çatışmasından kaynaklanır ve bunlar daha tehlikeli ve şiddetlidirler, çünkü bunların farkına varmayız ve arka kapıdan içeri sızarlar.” (s.39)

“Çatışma bizim ondan kurtulma arzumuz nedeniyle mutsuzluk halini alır; bir gerilim bir diğerinin üzerine biner. Ama kabul edildiği zaman paradoksal bir keşifte bulunuruz; egoyu ve bu çatışmayı kabul etmek, egonun arkasında duranı da kabul etmek ve onunla bir olmak anlamına gelir ve benlik-bilinci formunu alarak doğayla bir takım oluşturur.” (s.42)

“Spiritüellik insanın hayatla, Tanrı’yla, evrenin Benliğiyle ya da bu prensibin adı her neyse onunla tam bir birlik ve uyumuna temellenen derin bir iç özgürlük duygusudur. Bilmese de bu birliğin sürekli var olması ve dünyadaki ya da kendisine ilişkin hiçbir şeyin onu tahrip edememesidir. Ne kadar küçük ve uçarı olursa olsun her düşüncesi ve eylemiyle evrenin tüm gücünün birlikte çalıştığı duygusudur. Aslında bu tüm insanlar ve şeyler için geçerlidir, ancak spiritüel insan bunu bilir ve bu farkındalık hayatına incelikli bir kalite sağlar; dış görünümü yeni bir anlam kazanmadan öncekiyle aynı olsa da yaptığı her şey tuhaf biçimde canlıdır. Başkalarının fark ettikleri budur ve öğretme becerisine sahipse bunu diğerlerinde de görebilirler. Sözcükleri, yaptıkları ve kişisel atmosferi sayesinde bu farkındalığın tüm yönleriyle hayata karşı büyük bir sevgi uyandırdığını anlarlar.” (s.72)

“Hayatın kabulü cümlesi kesinlikle hayatın tümünün kabulü anlamına gelir; basit bir spiritüel bırakınız yapsınlar olarak anlaşılmamalıdır. Spiritüel ideal “bilge bir edilgenlikten” daha fazlasıdır - bu, gücü ve çabayı dışlayan kısmi bir tutumdur; eski şeytanları kabul eder, ama daha akıllı ve karmaşık olduğu için eskisinden daha kötü yeni bir şeytan yaratır.
Yeni kabul psikolojisinin zorluğu, doğru şekilde anlaşılmazsa bizi gerçeklikten giderek  uzaklaştığımız zihinsel labirentler içinde bırakmasıdır. Gevşeme ya da kabul tekniğinin “işe yaradığı” kuşkusuzdur çünkü agresif bir davranış daha fazla belaya neden olur. Jiu Jitsu denemiş olan herkes, gücün teslim olarak alt edildiğini, şeyleri özel bir şekilde yerleştirince rakibin kendi çabasıyla kendini alt ettiğini inandırıcı, fiziksel bir gösterimle izlemiştir. Ancak iki türlü kabul vardır, biri özel şeyler, diğeriyse genel olarak hayat için geçerlidir. Tıpkı iki türlü mutluluk olması gibi: özel şeylerden ve olaylardan kaynaklanan mutluluk ve hayatın tamamından kaynaklanan mutluluk. İlk tür kabul bir teknik sorunsalıdır, ikincisiyse spiritüelliktir; ilkini sağlamanın yolları mevcuttur, ama ikincisi tuhaf bir şekilde ele geçmez.” (s.89)

“Her şey, hatta hayattan kaçmak bile hayattır.” (s.90)

“Jung’un analizi özel bir sorunun çözümü değildir; radikal bir farklılaştırma ve kişiliği yeniden yaratmaktır ve ben analizin on-yirmi yıl sürdüğü vakalar biliyorum. Bu şaşırtıcı değildir, çünkü spiritüel yaşamda radikal değişikliklere on-yirmi ayda ulaşılamaz; bu, genellikle hayat boyu süren bir çalışmadır.” (s.115)

“Jung benliği bilinçle bilinçdışı arasındaki “sanal nokta” olarak tanımlar ve her ikisinin de taleplerini aynı şekilde göz önüne alır. Bu durumu temsil eden rüyalar mandala formunda ortaya çıkar; bu sihirli daire, altın çiçek, haçın merkezindeki gül ve bütünlük, denge ve spiritüel merkeze ulaşmış olmayı ifade eden benzer figürlerdir.” (s.116)

“Rüya görürken bilinç biraz uykulu ve yetersizdir; diğer zihinsel süreçlerle etkili olarak ilişkiye girmez; herkes günbatımıyla şafak arasının hayaletlerin oyun zamanı olduğunu bilir.” (s.118)

“Bireyleşmenin Anlamı
Her şeyden önce jargondan farklı olarak düz dilde ne yapmayı önerir? Bireyin kendi iç dünyasıyla uyum sağlamasını önerir; kendindeki bilinçdışı doğal aciliyetlerini tanımalıdır, böylelikle tüm varlığıyla bilinçli bir yerçekimi merkezi ve dengesi olan tam bir organizma haline gelir. Bilinçdışının, insanın kendi içinde doğal olmasının canlılık kaynağı olduğu ön varsayımını kabul eder ve ego ona engelsiz, ama yönlendirilmiş bir kanal sunduğu zaman yaratıcı gücünün en etkili düzeyine eriştiğini varsayar.” (s.119)

“Birçok kişi zaman zaman birden fazla ruhu olduğu izlenimine kapılır; bu, çocuklar ve ilkel insanlar için özellikle doğrudur. Lafcadio Hearn, bu konuyu Japon bir köylüyle tartışırken adam ona insanın dokuz kadar ruhu olduğunu söylemiş; bu sayı spiritüel kusursuzluğa göre değişirmiş. Ne kadar fazla ruhu varsa o kadar iyiymiş, ama kaç tane ruhunuz olursa olsun onları bir arada tutmanız önemliymiş. “Bazen bu ruhlar ayrılabilirler. Ama bu ruhlar ayrılırsa o kişi delirir. Deliler ruhlarını kaybetmiş kişilerdir” demiş. Bu birçok ruha sahip olma duygusu bilinçdışının bir tür farkındalığı gibi görünmektedir, özellikle de bunların güçlerinin bağımsız oluşu bu fikri güçlendirir.” (s.120)

“Bana kalırsa kişiliğin yeniden yaratımı bu çoğulluğumuzun, bir sürü ruhumuzun yeniden farkında olmak biçiminde tanımlanırsa yanlış olmaz ve kişiliğimize onların hepsine birden sahip olmakla, bir kerede birine sahip olmaktan daha fazla katkı sağlarız. Novalis, “Deha belki de içe dönük çoğulluktan başka bir şey değildir,” der.” (s.120)

“Çinliler şöyle der: Yanlış insanlar doğru araları kullanırsa doğru araçlar yanlış biçimde çalışır. Bu deyişin doğruluğunu öncelikle Jung kendi sözleriyle şöyle açıklar: Böyle konularda her şey kişiye ve çok az olarak da yönteme bağlıdır.” (s.121)

“Psikoterapinin Amaçları
Burası Batı’nın psikolojisinin Doğu’nun psikolojisinden ders alabileceği bir noktadır; Doğu kabul etmenin yollarına daha fazla ve kabul edilen şeylere daha az önem verir. Her türlü olaya hazır bir zihin durumu yaratmaya özen gösterir; dış ve iç evrenin sürprizlerine hazırlıklı olunmalıdır. Yolundan saparak kabul edilecek şeyler peşine düşmez. Çalışmanın bu özelliğine yetersiz psikologlar tarafından çok az önem verilir ve bunun sonucu olarak da analiz hayattan uzaklaşır. Analiz kişinin sadece geceleri çalışması gereken bir şey değildir; rüya âleminden ibaret değildir ve ruh sağlığı her Perşembe öğle sonrasında on dolarlık ziyaretlerle kazanılamaz.” (s.124)

“Zorlukların birçoğu bilge bir analistle çalışma fırsatı bulamayanlar  için psikolojik çalışmanın amaçlarını açıkça anlayarak aşılabilir ve burada yine Taoizm ve Budizm gibi Oryantal sistemlerin görüşlerinin önemi vardır. Onların amacı özel bir duruma ulaşmak değildir; içinde bulunulan durum ne olursa olsun doğru zihin durumuna ulaşmaktır. Bu gerçekten de Oryantal psikolojinin formlarının temel prensibidir ve göz önüne almamız gereklidir. Evrimi sırasında insan sayısı koşulun/durumun içinden geçer; yolunu bulmak için bir tepenin doruğuna çıkar ve oradan bir başkasına ve bir başkasına daha atlar. Hiçbir aşama son değildir, çünkü hayatın anlamı hareketindedir; hareket ederek ulaşacağı yerde değildir. Güzel bir yolculuğun güzergâha varmaktan daha iyi olduğunu söyleyen bir atasözümüz vardır, bu söz Oryantal fikre yakındır. Bilgelik özel bir yerel ulaşmakta değildir ve kimsenin bunu basamakları psikolojik deneyimin aşamaları olan bir merdivene tırmanmak gibi düşünmesine gerek yoktur. Bu merdivenin sonu yoktur ve aydınlanma, bilgelik ve spiritüel özgürlük herhangi bir basamağında bulunabilir. Bunu keşfederseniz bu tırmanmaktan vazgeçmeniz anlamına gelmez; yaşamaya devam etmek zorunda olmanız gibi tırmanmaya da devam etmeniz gereklidir. Aydınlanma içinde bulunduğunuz anda (şimdide) bulunduğunuz yeri tam olarak kabul etmek demektir.” (s.125)

“Kabule ve spiritüel özgürlüğe giden yol bir yere vararak değil oraya doğru yol yaparak bulunur ve mutluluğun bulunacağı aşama da şimdidir; içinde bulunduğunuz an, o anda bulunduğunuz yer: şimdi içinde bulunduğunuz ruh durumunu tam olarak kabul etmek, kendinizi kibriniz nedeniyle daha üstün, daha ileri bir ruh hali olarak gördüğünüz bir şeye zorlamamak. Mesele şimdiki durumunuzun iyi ya da kötü, nevrotik ya da normal, ilkel ya da ileri olması değildir; neyse odur ve önemli olan da budur. Daha üstün bir aşamaya geçmek için kabul etmeniz mesele değildir; gerçek mesele kabul etmeniz ve kabul etmenin kendisinin daha üstün bir seviye olduğunu bilmenizdir.” (s.126)

“İnsan yaşarken yumuşak ve şefkatlidir; ölünce katı ve sert olur. Tüm hayvanlar ve bitkiler yaşarken yumuşak ve kırılgandır; ölünce kurur ve solarlar. Şöyle denebilir: Sert ve katı ölümün parçalarıdır; yumuşak ve şefkatliyse hayatın. Bu nedenle askerler çok sert oldukları zaman günü çıkartamazlar; ağaç çok sertse kırılacaktır. Güçlü ve ulunun pozisyonu alçaktır, zayıf ve yumuşağınkiyse yüksek.” Lao Tzu (s.141)

“Dişil tekniği kabul etmek içimizdeki kayıp iyi parçamızı uyandırır ve bizi bütünleştirir. Kabul, zayıf ve yumuşak olan ağacın yoludur – söğüt gibi. Söğüt, karın ağırlığı altında eğilir ve karı üzerinden atar; ama katı ve sert çamın üzerindeki kar ağaç kırılana kadar birikir. Söğütünki fethetmek için eğilmektir.” (s.141)

“Kusursuz insan zihnini bir ayna gibi kullanır. Hiçbir şeyi tutmaz; hiçbir şeyi inkâr etmez; o alır, ama kendinde saklamaz.” Chuang Tzu (s.142)

“Özgürlük arayışının ilginç bir özelliği, bir yere vardığınızı düşündüğünüz andaki pürüzdür. Bu pürüz tam da bir yere vardığınızı düşündüğünüz anda ortaya çıkar, çünkü spiritüelliğin ana noktası, yakalaması en zor olan nokta aslında bir yere gitme meselesi olmayışıdır. Ruhun özgürlüğünü bir yere tırmanarak elde edemezsiniz; bir tür merdivenle ona ulaşılamaz; öyle olsaydı özel bir teknikle bilgelik ve aydınlanma elde edilebilirdi ve tüm mesele bir bilet alıp trene binmek kadar kolay olurdu. Ama basamaklar ve aşamalar siyah ve beyaz değildir ve sabit kurallar ve düzenlemeler yoktur; gözleyerek arzulanan sonuç elde edilebilir. Bu, birini sevmeyi öğrenmeye çok benzer. Bir kitaba bakarak birini nasıl seveceğinizi öğrenemezsiniz; gerçi bu amaçla yazılmış fazlasıyla kitap vardır.
Herhangi bir tekniğin pratiği bir yere varır, evet, özellikle de kabul tekniği. Ancak bu doğruysa o zaman neden kişinin bundan söz etme sıkıntısına girdiği sorulabilir. Eğer kabul tekniğinin kendisi arzulanan amaca ulaşamıyorsa o zaman neden ondan bunca söz ediyoruz? Çünkü bir deyişe göre “eve giden en uzun yol aslında en kısadır”. Bir yere giderek aslında gitmenin bir işe yaramadığının sırrını keşfetmek önemlidir. Yol sizi her zaman bir dairenin çevresinde döndürür ve başladığınız yere geri gelirsiniz.” (s.143)

“Kabul bir yapma ve teknik meselesi haline getirildiği anda da kendimizi kısır döngünün içinde buluruz. Gerçek kabul ulaşılacak bir şey değildir; peşinden koşulması gereken bir ideal değildir – ruhun ele geçirilecek, elde edilecek ve böylelikle de spiritüel mevkimizi yükseltecek bir özelliği hiç değildir. Bir başka paradoksu daha bağışlayabilirseniz, gerçek kabul kendinizi ŞİMDİ olduğunuz şekilde kabul etmektir; bu anda, kendinizi kabul etmeye başlamalısınız, yani değişmeden önce. Başka bir deyişle, adı “kabul” olan ideal zihin durumuna ulaşmak için, içinde bulunduğumuz andaki zihin durumumuzda bir değişiklik yaparsak içinde bulunduğumuz şeyi kabul etmeyi son derece güçleştiren kibrin eline düşeriz.; bu, insanla Tanrı ya da Tao adını verdiğimiz şey arasındaki engeldir.” (s.156)

“İnsanın kendini hakikaten kabul etmesinde bir gizem vardır ve Pitagorasçılar buna: Kendini bilirsen evreni ve tanrıları da bilirsin, derler.” (s.157)

“Nirvana’ya varlığın üç işaretinin kabul edilmesiyle ulaşılır; bu, sangiara’ya “Doğum ve Ölüm Çarkı”na ulaşmaktır – sınırlı deneyimin genel bir simgesidir; ruhun zıtlıklar çarkına bağlılığıdır ve orada sevdiğimiz her şey sevmediğimiz şey ile koşullanmıştır. Nirvana bu sangiara dünyasına yeniden ve yeniden ve yeniden doğma ihtiyacından kurtulma olarak anlaşılır. Sangiara bizim kısır döngü dediğimiz şey gibidir -biz ıstırabın karşısına hazzı, hayatın karşısına ölümü, sürekliliğin karşısına değişimi, kaçışın karşısına kabulü çıkartıp durdukça durmadan dönüp duran bir çarktır. “Doğum ve Ölüm Çarkı” gerçekten de insanın mutsuzluğunun kurt kapanıdır; insan kendinden kaçmak için kendini kovalar. Kendi merkezinde dönen bir sopa gibidir; siz onu bir tarafından ittikçe o da dönmeye devam eder.” (s.175)

“Büyük Lankavatara Sutra’da şunlar yazılıdır: Yanlış imgelemler bize ışık ve gölge, uzun ve kısa, siyah ve beyaz gibi şeyler öğretir; bunlar farklıdır ve ayrılmaları gerekir, ama birbirinden bağımsız değillerdir; aynı şeyin farklı görünümleridir; ilişki terimleridir, gerçeklik değil. Varlığın koşulları birbirini karşılıklı dışlayan özelliklerde değildir, aslında özünde hiçbir şey iki değil, birdir. Nirvana ve Samsara (sangiara) bile -yaşam ve ölüm dünyası- aynı şeyin görünümleridir çünkü Samsara yoksa Nirvana da yoktur ve Nirvana’nın olmadığı yerde Samsara olamaz. Tüm ikilikler yanlış imgelerdir.” (s.177)

“Bir anlamda Budizm şimdinin psikolojisi ve felsefesidir; hayatın ne olduğunu sorarsak ve yanıtımız bir teori değil de pratikse şimdiyi göstermekten daha iyi bir cevap olamaz. Şimdide gerçekliği ve özgürlüğü buluruz, çünkü hayatı kabul etmek tüm anlarında şimdiyi kabul etmektir.” (s.178)

“Deneyimin/yaşantılamanın şu ânına ve tüm kapsadığı özgürlüğe olduğu gibi izin vermek; kendi zamanında gelip gitmesine izin vermek âna izin vermektir.; şimdide neysek ona izin vermektir; bu sizi özgürleştirir; hayatın şimdideki ifadesine olanak verir; bu da bizi ta en başından özgürleştirecektir, ama biz bunu yok saymayı ve bu özgürlüğü kendimiz elde etmeyi deneriz.
Bu nedenle Mahayana Budizmi Nirvana’ya ya da aydınlanmaya gerçekten ulaşılamayacağını öğretir, çünkü ona kendi gücümüzle ulaşmaya çalışmak anda olandan kaçmak anlamına gelir; Nirvana’nın ulaşılmayacak bir şey olduğunu da unuturuz, çünkü o zaten vardır. Lankavatara Sutra’dan alıntılarsak: Istırap çekenler ya da ıstırap çekmekten korkanlar Nirvana’yı bir kaçış ya da ödül olarak düşünürler. Nirvana’nın gelecekte duyuları ve duyu-zihni sıfırlama olduğunu düşünürler. Bunun hayat ve ölüm dünyası olduğunu ve Nirvana’nın bundan ayrı olmadığını unuturlar.” (s.179)

“Sen kendin yüzünden acı çekersin. Başkasının rolü yoktur.” Buda (s.180)

“I ching muhtemelen büyük Çin klasiklerinin ikinci en eskisidir. Legge’ye kalırsa M.Ö. 1143 yılı civarında yazılmıştır. Genellikle bir kehanet kitabı olarak kullanılır, ama muhtemelen çok daha derin kullanım alanları da vardı. Konfiçyus, “Hayatıma yıllar eklenecek olsaydı ellisini I’ı çalışmaya ayırırdım ve böylelikle yanlışlar yapmaktan kurtulurdum” demiştir. Ana metin altmış dört heksegramdır ve sekiz trigramdan oluşur; bunlar bölünmüş ve bölünmemiş çizgiler kümeleridir; hayatın elementlerinin sekiz ana etmenine karşılık gelirler. Bu heksegramlardan biri herhangi bir andaki ve herhangi bir durumdaki iki ana etmeni temsil eder. Bölünmüş çizgiler yin prensibini gösterir ve bölünmemiş çizgiler de yang; bu iki özellik Tao’nun formlar dünyasındaki işleyişidir. I Ching ve kehanet sistemi bana kalırsa birçok Batılı’yı şaşkına çevirmiştir, çünkü bize son derece yabancı bir yaşam görüşünü ve akıl yürütme biçimini varsayar. Bu nedenle Jung eşzamanlılık ilkesi terimini kullanır.” (s.183)

“Birinin içinde ve çevresinde olan şimdiki durum Tao’dur, çünkü şimdiki zaman hayattır. Geçmişe ait anılarımız da, geleceğin potansiyeli de şimdinin içindedir. Kısacası, şeylere bu şekilde bakmak, ânın önemini son derece takdir etmeyi gerektirir ve bir anda olan her şeyin birbiriyle kesin bir ilişkisi vardır, çünkü onlar başka başka nedenlerle değilse bile zaman içinde bir arada olurlar ve bu önemlidir. Bu, Tao isminde bir uyum vardır, demenin bir başka şeklidir ve bu uyum evrenin her ânındaki tüm olayları kusursuz bir akor haline getirir. Şu anda içinizde e çevrenizde olan her şey Tao’dur ve onunla uyumlu olmak istiyorsanız sizin kendi bağlantınızı bulmanız gereken bir uyumdur. Bunun içindeki kendi bağlantınızı keşfettiğiniz zaman Te durumuna geçmişsiniz demektir; bu bazen erdem, lütuf ya da güç olarak tercüme edilir, ama en iyi Tao’nun insanda gerçekleşmesi olarak anlaşılır.” (s.185)

“Tao ve Te en iyi onları bir araya getiren prensiplerle anlaşılır; bu nedenle Tao insanda Te şeklinde ortaya çıkar. Bu, spiritüel bakış açısından Tao ile gizli uyum içinde olan Wu-wei’dir. Başka ve biraz farklı düzenlerde Wu-wei Tao ile materyal yönlerinden uyumu sağlar ve I Ching ilk olarak bununla anlaşılır – gündelik işler, politikalar, strateji ve ekonomi. Bir sürü Tao mekaniği anlık uyumun parçalarını ve ayrıntılı ilişkilerini keşfeder; Taoist psikolojinin amacı bir bütün olarak hissetmektir. Wu-wei’nin sözcük anlamı “yapmamak”, “açıklamada bulunmamaktır” ve bu genellikle “hiçbir şey yapmamak” olarak yanlış tercüme edilir. Ama Wu-wei’nin “yapmamak” derken sadece bunun kendimizden kaynaklı bir eylem olmaması anlamında söyler, çünkü böyle bir şey bizi Tao ile uyumlu hale getiremez ve yine gördüğümüz gibi bu uyumun sırrı aksiyon/eylem değil zaten Tao tarafından kurulmuş olan uyumun kabulüdür. Biz bu aktüel durumu değiştirmek için bir şey yapmayız; ama ona karşı takındığımız tavır bir değişim yaratır ve öncesinde uyumsuzluk hissettiğimiz yerde bir uyum hissetmeye başlarız.” (s.186)

“Zen ekolü aydınlanmanın gizeminin hiçbir şekilde sözcüklerle ve fikirler sistemiyle iletilemeyeceğine inanır ve bu doğrudur. İkilik-olmayan ya da mutlak kabul tüm entelektüel tanımları aşar; ruhun bir koşuludur ve çelişeceği bir zıddı yoktur, bu nedenle de anlaşılması güçtür. Zen üstadına göre aydınlanma, sizin her günkü düşüncelerinizdir. Peki sıradan bir insan ile bir Buda arasındaki farkı yaratan nedir? Ânın Taoist düşüncesiyle uyum içinde, onlar ani gelişmenin aşamalı Budizm ekolünden farklılığına Zen derler; amacı insanın kendi doğasını bu an içinde görmesidir ve doğasının “Buda doğası” olduğunu keşfetmesidir. Tao-wu şöyle açıklar: Onu görmek istiyorsanız onu doğrudan görün; ama onun hakkında düşünmek için durduğunuzda onu tamamen kaçırırsınız.” (s.189)

“Zen asla açıklamaz; o sadece ipuçları verir. Van der Leuw şöyle söylemiştir: Hayatın gizemi çözülmesi gereken bir sorun değildir, deneyimlenmesi/yaşantılanması gereken bir gerçekliktir.” (s.191)

“Bazıları Zen’in bir tür “Naturalizm” (doğalcılık) olduğunu düşünür. Bir anlamda Natüralizm olabilir ama doğal olmaya çabalayan, hatta buna çabalamamaya bile çabalayan hiç kimse doğal değildir.” (s.192)

“Zen, Mahayana’dan ve hatta Taoizm’den daha fazla kişinin kendi doğasını şimdide görmeye odaklanır! Beş dakika sonra kendinizi kabul edeceğiniz bir zamanda ya da on yıl sonra emekli olup bir dağa çekilip meditasyon yapacağınızda değil! Zen ustası dikkatinizi kendinize yöneltmeniz için gerekli her aracı kullanır; şimdi olduğu şekliyle bilinciniz, deneyiminiz; daha önce de söylediğimiz gibi şimdi olduğunuz şeyden daha büyük bir özgürlük yoktur. Gururumuz bizim hayal gücünden uzak ve mütevazı bir deneyimi kabul etmemizi engeller. Ama Zen gerçekliğinde bir başka şey daha vardır. Kendinize bu özgürlüğü sağladığınız anda bunun bir izin verme olmadığını fark edersiniz; bu özgürlüğe sahip olmadığınızda hiçbir zaman zamanınız da olmayacaktır. Şimdi olduğunuz şeyi tam olarak kabul ettiğiniz zaman -şimdiki zihninizi ve onun doğasını-hiç farkında olmasanız da bu mutlak kabul sağlanmış demektir. Geçmiş ve gelecekteki deneyiminiz ne olursa olsun, sizdeki ya da tüm evrendeki hiçbir şey sizi bu özgürlükten yoksun bırakmamıştır ve bırakmayacaktır. Ancak bu farkındalıktan önce yolda karşınıza bir engel çıkabilir ve özgürlük yolunu bağımlılık yolundan ayırabilir. Ancak bu engeli aşınca sanki hiç olmamış gibi ortadan yok olur ve önünüzdeki yol da açılır.” (s.193)

“Özgür insan dosdoğru yürür; onun tereddütleri yoktur ve ardına bakmaz; onun özgürlüğünü sarsacak geçmişte ve gelecekte hiçbir şey yoktur. Özgürlük ona ait değildir; rüzgardan daha fazla onun malı değildir; ona sahip olamaz ve onun tarafından sahip olunamaz. Ve hiç arkasına bakmadığı için eylemleri iz bırakmaz; bir kuşun havadan geçip gitmesi gibidir.” (s.196)

“Mutluluğu arayanlar onu bulamazlar çünkü aradıkları nesnenin arayan olduğunu anlayamazlar. Kendini bulanlar, mutludur diyoruz, çünkü mutluluğun sırrı kadim deyişlerde yatar: Kimsen, o ol.
Paradoks biçiminde konuşuyoruz, çünkü hayattan koptuk ve mutlu olmak için kendimizi onunla birleştirmemiz gereklidir. Ama onunla zaten biriz ve bizim tüm yaptıklarımız onun yaptıklarıdır. Hayat bizi yaşar; biz hayatı yaşamayız. Yine de hayatın “yaşayacağı” hayattan farklı bir “biz” yoktur. Biz kadercilerin inandıkları gibi hayattan farklı bir şeymiş gibi hayatın edilgen araçları değiliz, çünkü edilgen araç olmak için hayattan farklı bir şey olmamız gerekirdi. Kendinizi hayattan ayrı ve hayatla savaş halinde hissederseniz kendinizi hayatın edilgen bir aracı gibi hissedersiniz.” (s.199)

“Oryantal felsefe her yer Brahman’dır, dediği zaman Batılı entelektüalizmi buna hemen kadercilik etiketini yapıştırmaya karşı koyamaz. Kısır döngüyü kıramamamızın nedeni determinizm ya da kaderciliğin bunların felsefi tanımı olmasıdır. Kısır döngü insanın iktidarsızlığıdır; insan olarak iktidarsızlığımızın Tanrı olarak her şeye kadir gücümüzle karşılandığını fark edene kadar da çözüme kavuşamaz. Bu, kaderciliğin özgürlüğe dönüştüğü noktadır.” (s.200)

“Bize ne zaman bir eylem seçeneği sunulsa, kararımızı özgür eylemimiz ya da irademiz değil, o anda varlığımızı etkileyen bir dizi etmen belirler: Kalıtsal güdülerimiz, güdüsel reflekslerimiz, ahlaki yetişmemiz ve binlerce başka eğilim bizi özel bir seçime yöneltir; bu, tıpkı bir mıknatısın bir iğneyi manyetik alanına çekmesine benzer. Bir seçim eylemi bir motifi olmadan yapılmıyorsa özgür olamaz ve motiflerimiz de geçmiş koşullanmalarımızın neticesidir. Ama motif neden için kullanılan bir başka isimdir; bir nedeni olmayan bir eylem olanaksızdır. Böylelikle bir neden-sonuç ilişkisi zinciri sahibi oluruz ve her neden bir sonuçtur ve her sonuç da bir nedendir; bu zincirin her halkasının her iki yanında birer halka bulunur ve önce bir neden ve ardından da bir sonuç gelir. Demek ki zincirin son halkasını belirleyen ilk halkadır.” (s.201)

“Vedanta insanın ruhunun Brahman olduğunu söyler; bunun anlamı bizim en derin kendiliğimizin/benliğimizin kaderin çarklarını çalıştıran ilk Neden olmasıdır.” (s.203)

“İnsan kendini kaderin bir aracından başka bir şey olarak görmezse, özgürlüğünü egosunun hayattan istediği ödülleri kopartabilmek için yapacağı şeylerle kısıtlarsa özgürlüğünü asla kavrayamaz. Özgür olabilmek için insan kendini ve hayatı bir bütün olarak görmelidir; etkin bir güç ve edilgen bir araç olarak görmek yerine aynı etkinliğin iki yüzü olarak bakmalıdır. Bu iki yüz arasında uyum da olabilir, çatışma da, ama çatışmanın kendisi bu tek etkinlikten de doğabilir. İnsan hayatın etkinliğini hem kendi içinde hem de içinde bulunduğu şimdide bir bütün olarak gördüğünde, şimdiki zamanda kendi düşünceleri ve eylemleriyle evrenin doğası arasında bir ayrım olmadığını fark ettiğinde, deneyimi/yaşantılaması da bütüncül olur. Sanki bir kuklanın iplerini çekermiş gibi onu düşündürten ve harekete geçirten hayat değildir; daha ziyade insanın kendi düşünceleri ve yaptıkları bir arada kendi yaratımıdır ve bu doğası şahsi olmayan bir yaratımdır. İnsanın iradesi ve doğanın etkinliği bir ve aynı şeyin iki farklı adıdır, çünkü hayatın yaptıkları insanın yaptıklarıdır ve insanın yaptıkları da hayatın yaptıklarıdır.” (s.204)

“İnsan hayatı hayatın insanı yaşadığı gücün aynısıyla yaşar. Bu nedenle hayatla kurulan bağın yanıtı gibi görünen mutlak kabul özgürlüğün de anahtarıdır; şimdi olduğunuz şeyi kabul ettiğiniz zaman şimdi olduğunuz şey olmak konusunda özgür olursunuz; bu nedenle budala, budala olmasına izin verdiği zaman bilgeye dönüşür. Gerçekte de şimdi olduğumuz şey olmak konusunda her zaman özgürüz ve ancak yanlış kibir/gurur bizim bunu görmemize engel olabilir. Bu nedenle kabul hem edilgenlik hem de aktifliktir; edilgenlik olarak kendimizi kabul etmektir: arzularımızı ve korkularımızı hayatın hareketleri olarak görmek, doğayı ve bilinçdışını kabullenmek, aktivite olarak bize özgür olma izni verir ve arzularımızla korkularımıza sahip çıkarız. Ego ve bilinçdışı, doğa ve insan, biz ve hayat benzersiz bir uyumla dans eden iki dansçıya benzer; biri aktif ve diğeri pasiftir. Bu bütünlük duygusuna sadece ender anlarda değil gündelik yaşamımızda da sahip olmamız gerekir; bu da evrenin ve doğanın, gezegenlerin dönmesinin, suyun akmasının, gök gürültüsünün kükremesinin ve rüzgarın esmesinin kendi aktivitelerimizle bir olduğunu anlamamızla mümkündür.” (s.205)

“Özgür insan kendisinde değişmeyen bir merkez hisseder; bu tam olarak onun egosu değildir; tam olarak hayatın, doğanın ya da egodan bağımsız bilinçdışının içinde de değildir. Bu, dansın tam ortasıdır; iki partnerin çevresinde dönerek birliklerini hissettikleri noktadır. Bu insan özgürdür, çünkü bu merkez onun kendisini özgür ve evrende evinde hissetmesini sağlar; onu her yere götürebilir, her şeyi yaptırabilir. Lao Tzu, Tao için şunu der: Onu kullanınca tükenmediğini göreceksiniz.” (s.212)

“ (Sen olmadan) Tanrı’yı, evreni ve bunların benzerlerini aramaktan vazgeç. O’nu kendi dışında ara. Neşe ve kederi, sevgi ve nefreti, birisi uyanmazken uyanmayı ve birisi uyanırken uyanmamayı, biri kızgınken diğerinin olmamasını, biri aşık olurken diğerinin sevmemesini öğren. Tüm bunları yakından araştırırsan O’nu kendi içinde bulacaksın. O atomlar kadar bir ve fazladır; böylece kendinde kendinden çıkmanın yolunu göreceksin.” Monoimus (s.213)

“İnsanın hayatı özgürlüğüne uyandığında başlar ve bunu hayatının ne kadar erken döneminde keşfederse onun için o kadar iyi olur.” (s.215)

“Bireyleşme sürecinde psişenin yeni bir organ geliştirdiğini söyleyebiliriz, Jung buna bir yanda “egodan farklı olan benlik” adını vermiştir, diğer yanda da “bilinçdışı”. Bu Benlik, özgürlüğün aracı, bir kural olarak ancak yılların olgunluğuyla, özgürlük bir alışkanlık haline dönüştüğünde ve insan organizmasını kendi amaçlarına uyacak şekilde biçimlendirdiğinde ortaya çıkar; tıpkı sürekli akan suyun kayanın üzerine şekiller çizmesini andırır. Bu, kişiliğin gerçekleştirilmesidir.” (s.219)

“Aziz Augustine’in sözlerini hatırlarsak: “Sev ve yapabileceğin kadarını yap.”
Sevgide ve kabulde insan kendi doğasının hiçbir yüzünü inkâr etmez.” (s.221)

“Ama benim kanatlarım böylesine uçmak için değildir.
Ancak kendi zihnimde bir şey kuvvetle ışır.
Ve aniden bir şimşek gibi gelir tatmin.
Burada yüce canlılığın kibirli fantezileri hayal kırıklığına uğratır.
Ama şimdi benim iradem ve benim arzularım,
Güneşi ve yıldızlı ateşleri hareket ettiren aynı sevgiyle
Tıpkı bir tekerlek gibi döner; sabit ve dengeli.” Dante (s.228)