“Büyük oryantal felsefelerde insanın mutsuzluğunun kökleri
varoluş duygusunu yalıtılmış bir bireye ve egoya hapseden ve onu bir bütün
olarak hayattan ve gerçeklikten kopartan kaygı (anksiyete) duygusunun
içindedir. Öte yandan mutluluk -uyum, tamamlanmışlık ve bütünlük duygusu-
yalıtılmışlık duygusunun bir yanılsama olduğunu fark etmektir.” (s.6)
“Mutluluğun anlamı, bu doktrinin psikolojik eşdeğerinin
“tamamen kabulleniş” adını verdiğimiz bir zihin durumu olduğunu açıklar:
deneyimlediğimiz her şeye evet demek; her anda olduğumuz, hissettiğimiz ve
bildiğimiz şeyi çekincesiz kabul etmek. Vedanta’daki gibi “Her şey brahmandır.”
demek, tüm bu evren kabul edilmektedir demektir.” (s.6)
“Bilgelik, insanın kendi ayaklarından kaçabilmesi
mümkünmüş gibi başka bir şey olmak için verimsiz bir çaba harcaması yerine
olduğu şeyi kabul etmesidir.” (s.6)
“Her türlü mutluluğun ele geçmezliği bilinen bir şeydir. Mutluluğu arayanlar onu asla bulamazlar demez miyiz? Bu, özellikle de dış etkenlere bağlı olmayan, bireyin kendi doğasına bağlı ve ıstıraptan etkilenmeyen mutluluk türü için doğrudur. Neşede ve hüzünde sürer, çünkü hayatı tüm yönleriyle pozitif ve içten gelerek kabul etmenin spiritüel alt tonudur.” (s.19)
“Mutluluğu arayanların onu bulamayacağı şu anlama gelir:
ona sahip olanlar onu aramazlar; ona sahip olmayanlar da ararlar ve
bulamazlar.” (s.20)
“İnsan, ruhunu boşaltmalıdır; böylece ruhun armağanları
içine dolar; doğa açılan boşluğu doldurur. İster benliğinden vazgeçme,
Tanrı’nın iradesine teslim olma, hayatı kabul etme, mutluluk için çabalamanın
geriliminden kurtulma, ister kendini hayatın akışına teslim etme diye
adlandırılsın, asıl prensip rahatlamadır.” (s.21)
“Önümüzdeki problem, böyle rahat bir denge merkezini
nasıl bulabileceğimiz ve insanın bireysel yaşamına koyabileceğimizdir.
Mutluluğun etrafındaki hareketle sarsılmadığı bir merkez; dış olaylar nedeniyle
değil kendi olduğu için mutluluk yaratan bir merkez; aşırı lütuftan en derin
ıstıraba kadar deneyimlenen olaylarla sarsılmayan bir merkez.” (s.22)
“En parlak ve sivri zihinlere sahip insanların ruhun en
derin hakikatlerini kaçırmaları şaşırtıcı değildir. Ama bu sadece akılsız
olmakla daha iyi anlaşılacağı anlamına gelmez. Bu tür iç görüler zihnin
parlaklığına ya da ahmaklığına bağlı değildir; zihin kendi kibriyle parlarsa
başka şeyleri kaydedemez. Bu kadar müthiş bir basitliği anlamak için insanın
zihin gözünü açması ve bakması gerekir; bu bir sır değildir, gün ışığı altında
gözümüzün önünde durur, hayat kadar engindir. Çinli bilge Tao-Wu’nun
sözleriyle: Görmek isterseniz dosdoğru içine bakın; ama onu düşünmeye
yeltenirseniz tamamen kaçırırsınız.” (s.25)
“O kadar açıktır ki görmesi uzun sürer.
Aradığın ateşin, kendi fenerinin içinde yanan ateş olduğunu
bilmelisin.
Ve, başından beri pişmekte olan senin pirincin.” (Çin
Şiiri) (s.35)
“Aslında hayat ve ölüm zıt değildir, birbirlerini
tamamlarlar; yaşamaktan ve ölmekten oluşan daha engin bir hayatın asıl
öğeleridir; bu, tekil notalarla ve sessizliklerle oluşan bir melodiye benzer.
Hayat ölümden beslenir; hareketi hücrelerin sürekli doğup ölmesiyle, besini
emip atığı atmasıyla mümkün olur ve kendini gösterir; bunun karşılığında yeni
yaşamların doğduğu verimli bir toprak ortaya çıkar.” (s.31)
“İnsanın mutluluğunun asıl köklerine iniyoruz ve bu
bölgelere saf felsefenin tatlı ve mantıklı sesi giremez. Kişinin hayata karşı
tutumunu kişisel bakış açısından çok farklı olan evrensel bir temele
dayandırması gerektiğinden ne kadar söz edilse de buradaki zorluk, sıradan
insanın evrensel hissedememesidir. Onun merkezi kendisidir ve bilinci bir et
duvarındaki pencerelerden bakar. Bilincinin kendi dışındaki şeylerdeki
varlığını hissedemez; başkalarının gözüyle görüp, organlarıyla hareket edemez.
Ve bu duvarın dışındaki dünya tehditkârdır; ona karşı güçlenmek için elinden
geleni yapar; çevresine mal mülkten ve illüzyonlardan bir duvar örerek
kendisini dünyadan ve dünyayı kendisinden uzak tutar. Kalesinde hayatı dediği
şeyleri koruyarak ve onlara bekçilik ederek yaşar ve perdeyi çekerek ışığı,
kapıyı örterek rüzgârı hapsetmeyi bile dener. Oysa rüzgârı hissedebilmek için
onun çıplak teninizi yaladığını duymanız gerekir; zaman için de aynısı
geçerlidir; siz onu tutamadan o geçip gider; hayat için de aynısı geçerlidir ve
o et duvarı onu sonsuza dek elinde tutamaz. Onu hissetmek ve anlamak için
rüzgâr gibi teninizi yalayıp dünya üzerindeki bir boşluktan ötekine doğru geçip
gitmesi gerekir, ama bu dayanılmazdır. Duvarı yıkmak, güvenlikten vazgeçmek,
odanın her iki tarafındaki pencereleri açarak hava akımına izin vermek,
vazoları kırmak, kağıtları uçurmak ve mobilyaları devirmek anlamına gelir. Bu,
yüreğimizdeki tozun ve örümcek ağlarının uçup gitmesi için çok büyük bir bedel
ödemek gibi görünür. Ayrıca üşütebiliriz; delirene kadar titreyerek ve
burnumuzu çekerek oturabiliriz.” (s.34)
“Zıtlıklarla mücadele ederken insan sürekli kendini hayal
kırıklığına uğratır. Hayattan kopardığı ve sadece kendi kişisel kullanımı için
sakladığı ödüller küflenir, çünkü köklerinden koparılmışlardır ve yalıtılan
hiçbir şey yaşayamaz, çünkü hayatın en önemli iki özelliği akış ve değişimdir.”
(s.36)
“Herkes acı çeker, eski zamanlarda da çekerlerdi, ama
herkes mutsuz değildir, çünkü mutsuzluk acının kendisi değil, acıya gösterilen
tepkidir. Genel anlamıyla, ilkel insan doğanın dış güçleriyle çatışması
nedeniyle mutsuzdu. Medeni insanın mutsuzluğu ise genel olarak içindeki ve
toplum içindeki doğal güçlerle çatışmasından kaynaklanır ve bunlar daha
tehlikeli ve şiddetlidirler, çünkü bunların farkına varmayız ve arka kapıdan
içeri sızarlar.” (s.39)
“Çatışma bizim ondan kurtulma arzumuz nedeniyle mutsuzluk
halini alır; bir gerilim bir diğerinin üzerine biner. Ama kabul edildiği zaman
paradoksal bir keşifte bulunuruz; egoyu ve bu çatışmayı kabul etmek, egonun
arkasında duranı da kabul etmek ve onunla bir olmak anlamına gelir ve
benlik-bilinci formunu alarak doğayla bir takım oluşturur.” (s.42)
“Spiritüellik insanın hayatla, Tanrı’yla, evrenin
Benliğiyle ya da bu prensibin adı her neyse onunla tam bir birlik ve uyumuna
temellenen derin bir iç özgürlük duygusudur. Bilmese de bu birliğin sürekli var
olması ve dünyadaki ya da kendisine ilişkin hiçbir şeyin onu tahrip
edememesidir. Ne kadar küçük ve uçarı olursa olsun her düşüncesi ve eylemiyle
evrenin tüm gücünün birlikte çalıştığı duygusudur. Aslında bu tüm insanlar ve
şeyler için geçerlidir, ancak spiritüel insan bunu bilir ve bu farkındalık
hayatına incelikli bir kalite sağlar; dış görünümü yeni bir anlam kazanmadan
öncekiyle aynı olsa da yaptığı her şey tuhaf biçimde canlıdır. Başkalarının
fark ettikleri budur ve öğretme becerisine sahipse bunu diğerlerinde de
görebilirler. Sözcükleri, yaptıkları ve kişisel atmosferi sayesinde bu
farkındalığın tüm yönleriyle hayata karşı büyük bir sevgi uyandırdığını
anlarlar.” (s.72)
“Hayatın kabulü cümlesi kesinlikle hayatın tümünün kabulü
anlamına gelir; basit bir spiritüel bırakınız yapsınlar olarak
anlaşılmamalıdır. Spiritüel ideal “bilge bir edilgenlikten” daha fazlasıdır -
bu, gücü ve çabayı dışlayan kısmi bir tutumdur; eski şeytanları kabul eder, ama
daha akıllı ve karmaşık olduğu için eskisinden daha kötü yeni bir şeytan
yaratır.
Yeni kabul psikolojisinin zorluğu, doğru şekilde
anlaşılmazsa bizi gerçeklikten giderek
uzaklaştığımız zihinsel labirentler içinde bırakmasıdır. Gevşeme ya da
kabul tekniğinin “işe yaradığı” kuşkusuzdur çünkü agresif bir davranış daha
fazla belaya neden olur. Jiu Jitsu denemiş olan herkes, gücün teslim olarak alt
edildiğini, şeyleri özel bir şekilde yerleştirince rakibin kendi çabasıyla
kendini alt ettiğini inandırıcı, fiziksel bir gösterimle izlemiştir. Ancak iki
türlü kabul vardır, biri özel şeyler, diğeriyse genel olarak hayat için
geçerlidir. Tıpkı iki türlü mutluluk olması gibi: özel şeylerden ve olaylardan
kaynaklanan mutluluk ve hayatın tamamından kaynaklanan mutluluk. İlk tür kabul
bir teknik sorunsalıdır, ikincisiyse spiritüelliktir; ilkini sağlamanın yolları
mevcuttur, ama ikincisi tuhaf bir şekilde ele geçmez.” (s.89)
“Her şey, hatta hayattan kaçmak bile hayattır.” (s.90)
“Jung’un analizi özel bir sorunun çözümü değildir;
radikal bir farklılaştırma ve kişiliği yeniden yaratmaktır ve ben analizin
on-yirmi yıl sürdüğü vakalar biliyorum. Bu şaşırtıcı değildir, çünkü spiritüel
yaşamda radikal değişikliklere on-yirmi ayda ulaşılamaz; bu, genellikle hayat
boyu süren bir çalışmadır.” (s.115)
“Jung benliği bilinçle bilinçdışı arasındaki “sanal
nokta” olarak tanımlar ve her ikisinin de taleplerini aynı şekilde göz önüne
alır. Bu durumu temsil eden rüyalar mandala formunda ortaya çıkar; bu sihirli
daire, altın çiçek, haçın merkezindeki gül ve bütünlük, denge ve spiritüel
merkeze ulaşmış olmayı ifade eden benzer figürlerdir.” (s.116)
“Rüya görürken bilinç biraz uykulu ve yetersizdir; diğer
zihinsel süreçlerle etkili olarak ilişkiye girmez; herkes günbatımıyla şafak
arasının hayaletlerin oyun zamanı olduğunu bilir.” (s.118)
“Bireyleşmenin Anlamı
Her şeyden önce jargondan farklı olarak düz dilde ne
yapmayı önerir? Bireyin kendi iç dünyasıyla uyum sağlamasını önerir; kendindeki
bilinçdışı doğal aciliyetlerini tanımalıdır, böylelikle tüm varlığıyla bilinçli
bir yerçekimi merkezi ve dengesi olan tam bir organizma haline gelir.
Bilinçdışının, insanın kendi içinde doğal olmasının canlılık kaynağı olduğu ön
varsayımını kabul eder ve ego ona engelsiz, ama yönlendirilmiş bir kanal
sunduğu zaman yaratıcı gücünün en etkili düzeyine eriştiğini varsayar.” (s.119)
“Birçok kişi zaman zaman birden fazla ruhu olduğu
izlenimine kapılır; bu, çocuklar ve ilkel insanlar için özellikle doğrudur.
Lafcadio Hearn, bu konuyu Japon bir köylüyle tartışırken adam ona insanın dokuz
kadar ruhu olduğunu söylemiş; bu sayı spiritüel kusursuzluğa göre değişirmiş.
Ne kadar fazla ruhu varsa o kadar iyiymiş, ama kaç tane ruhunuz olursa olsun
onları bir arada tutmanız önemliymiş. “Bazen bu ruhlar ayrılabilirler. Ama bu
ruhlar ayrılırsa o kişi delirir. Deliler ruhlarını kaybetmiş kişilerdir” demiş.
Bu birçok ruha sahip olma duygusu bilinçdışının bir tür farkındalığı gibi
görünmektedir, özellikle de bunların güçlerinin bağımsız oluşu bu fikri
güçlendirir.” (s.120)
“Bana kalırsa kişiliğin yeniden yaratımı bu
çoğulluğumuzun, bir sürü ruhumuzun yeniden farkında olmak biçiminde
tanımlanırsa yanlış olmaz ve kişiliğimize onların hepsine birden sahip olmakla,
bir kerede birine sahip olmaktan daha fazla katkı sağlarız. Novalis, “Deha
belki de içe dönük çoğulluktan başka bir şey değildir,” der.” (s.120)
“Çinliler şöyle der: Yanlış insanlar doğru araları
kullanırsa doğru araçlar yanlış biçimde çalışır. Bu deyişin doğruluğunu
öncelikle Jung kendi sözleriyle şöyle açıklar: Böyle konularda her şey kişiye
ve çok az olarak da yönteme bağlıdır.” (s.121)
“Psikoterapinin Amaçları
Burası Batı’nın psikolojisinin Doğu’nun psikolojisinden
ders alabileceği bir noktadır; Doğu kabul etmenin yollarına daha fazla ve kabul
edilen şeylere daha az önem verir. Her türlü olaya hazır bir zihin durumu
yaratmaya özen gösterir; dış ve iç evrenin sürprizlerine hazırlıklı olunmalıdır.
Yolundan saparak kabul edilecek şeyler peşine düşmez. Çalışmanın bu özelliğine
yetersiz psikologlar tarafından çok az önem verilir ve bunun sonucu olarak da
analiz hayattan uzaklaşır. Analiz kişinin sadece geceleri çalışması gereken bir
şey değildir; rüya âleminden ibaret değildir ve ruh sağlığı her Perşembe öğle
sonrasında on dolarlık ziyaretlerle kazanılamaz.” (s.124)
“Zorlukların birçoğu bilge bir analistle çalışma fırsatı
bulamayanlar için psikolojik çalışmanın
amaçlarını açıkça anlayarak aşılabilir ve burada yine Taoizm ve Budizm gibi
Oryantal sistemlerin görüşlerinin önemi vardır. Onların amacı özel bir duruma
ulaşmak değildir; içinde bulunulan durum ne olursa olsun doğru zihin durumuna
ulaşmaktır. Bu gerçekten de Oryantal psikolojinin formlarının temel prensibidir
ve göz önüne almamız gereklidir. Evrimi sırasında insan sayısı koşulun/durumun
içinden geçer; yolunu bulmak için bir tepenin doruğuna çıkar ve oradan bir
başkasına ve bir başkasına daha atlar. Hiçbir aşama son değildir, çünkü hayatın
anlamı hareketindedir; hareket ederek ulaşacağı yerde değildir. Güzel bir
yolculuğun güzergâha varmaktan daha iyi olduğunu söyleyen bir atasözümüz
vardır, bu söz Oryantal fikre yakındır. Bilgelik özel bir yerel ulaşmakta
değildir ve kimsenin bunu basamakları psikolojik deneyimin aşamaları olan bir
merdivene tırmanmak gibi düşünmesine gerek yoktur. Bu merdivenin sonu yoktur ve
aydınlanma, bilgelik ve spiritüel özgürlük herhangi bir basamağında
bulunabilir. Bunu keşfederseniz bu tırmanmaktan vazgeçmeniz anlamına gelmez;
yaşamaya devam etmek zorunda olmanız gibi tırmanmaya da devam etmeniz
gereklidir. Aydınlanma içinde bulunduğunuz anda (şimdide) bulunduğunuz yeri tam
olarak kabul etmek demektir.” (s.125)
“Kabule ve spiritüel özgürlüğe giden yol bir yere vararak
değil oraya doğru yol yaparak bulunur ve mutluluğun bulunacağı aşama da
şimdidir; içinde bulunduğunuz an, o anda bulunduğunuz yer: şimdi içinde
bulunduğunuz ruh durumunu tam olarak kabul etmek, kendinizi kibriniz nedeniyle
daha üstün, daha ileri bir ruh hali olarak gördüğünüz bir şeye zorlamamak.
Mesele şimdiki durumunuzun iyi ya da kötü, nevrotik ya da normal, ilkel ya da
ileri olması değildir; neyse odur ve önemli olan da budur. Daha üstün bir
aşamaya geçmek için kabul etmeniz mesele değildir; gerçek mesele kabul etmeniz
ve kabul etmenin kendisinin daha üstün bir seviye olduğunu bilmenizdir.”
(s.126)
“İnsan yaşarken yumuşak ve şefkatlidir; ölünce katı ve
sert olur. Tüm hayvanlar ve bitkiler yaşarken yumuşak ve kırılgandır; ölünce
kurur ve solarlar. Şöyle denebilir: Sert ve katı ölümün parçalarıdır; yumuşak
ve şefkatliyse hayatın. Bu nedenle askerler çok sert oldukları zaman günü
çıkartamazlar; ağaç çok sertse kırılacaktır. Güçlü ve ulunun pozisyonu
alçaktır, zayıf ve yumuşağınkiyse yüksek.” Lao Tzu (s.141)
“Dişil tekniği kabul etmek içimizdeki kayıp iyi parçamızı
uyandırır ve bizi bütünleştirir. Kabul, zayıf ve yumuşak olan ağacın yoludur –
söğüt gibi. Söğüt, karın ağırlığı altında eğilir ve karı üzerinden atar; ama
katı ve sert çamın üzerindeki kar ağaç kırılana kadar birikir. Söğütünki
fethetmek için eğilmektir.” (s.141)
“Kusursuz insan zihnini bir ayna gibi kullanır. Hiçbir
şeyi tutmaz; hiçbir şeyi inkâr etmez; o alır, ama kendinde saklamaz.” Chuang
Tzu (s.142)
“Özgürlük arayışının ilginç bir özelliği, bir yere
vardığınızı düşündüğünüz andaki pürüzdür. Bu pürüz tam da bir yere vardığınızı
düşündüğünüz anda ortaya çıkar, çünkü spiritüelliğin ana noktası, yakalaması en
zor olan nokta aslında bir yere gitme meselesi olmayışıdır. Ruhun özgürlüğünü
bir yere tırmanarak elde edemezsiniz; bir tür merdivenle ona ulaşılamaz; öyle
olsaydı özel bir teknikle bilgelik ve aydınlanma elde edilebilirdi ve tüm
mesele bir bilet alıp trene binmek kadar kolay olurdu. Ama basamaklar ve
aşamalar siyah ve beyaz değildir ve sabit kurallar ve düzenlemeler yoktur;
gözleyerek arzulanan sonuç elde edilebilir. Bu, birini sevmeyi öğrenmeye çok
benzer. Bir kitaba bakarak birini nasıl seveceğinizi öğrenemezsiniz; gerçi bu
amaçla yazılmış fazlasıyla kitap vardır.
Herhangi bir tekniğin pratiği bir yere varır, evet,
özellikle de kabul tekniği. Ancak bu doğruysa o zaman neden kişinin bundan söz
etme sıkıntısına girdiği sorulabilir. Eğer kabul tekniğinin kendisi arzulanan
amaca ulaşamıyorsa o zaman neden ondan bunca söz ediyoruz? Çünkü bir deyişe
göre “eve giden en uzun yol aslında en kısadır”. Bir yere giderek aslında
gitmenin bir işe yaramadığının sırrını keşfetmek önemlidir. Yol sizi her zaman
bir dairenin çevresinde döndürür ve başladığınız yere geri gelirsiniz.” (s.143)
“Kabul bir yapma ve teknik meselesi haline getirildiği
anda da kendimizi kısır döngünün içinde buluruz. Gerçek kabul ulaşılacak bir
şey değildir; peşinden koşulması gereken bir ideal değildir – ruhun ele
geçirilecek, elde edilecek ve böylelikle de spiritüel mevkimizi yükseltecek bir
özelliği hiç değildir. Bir başka paradoksu daha bağışlayabilirseniz, gerçek
kabul kendinizi ŞİMDİ olduğunuz şekilde kabul etmektir; bu anda, kendinizi
kabul etmeye başlamalısınız, yani değişmeden önce. Başka bir deyişle, adı
“kabul” olan ideal zihin durumuna ulaşmak için, içinde bulunduğumuz andaki
zihin durumumuzda bir değişiklik yaparsak içinde bulunduğumuz şeyi kabul etmeyi
son derece güçleştiren kibrin eline düşeriz.; bu, insanla Tanrı ya da Tao adını
verdiğimiz şey arasındaki engeldir.” (s.156)
“İnsanın kendini hakikaten kabul etmesinde bir gizem
vardır ve Pitagorasçılar buna: Kendini bilirsen evreni ve tanrıları da
bilirsin, derler.” (s.157)
“Nirvana’ya varlığın üç işaretinin kabul edilmesiyle
ulaşılır; bu, sangiara’ya “Doğum ve Ölüm Çarkı”na ulaşmaktır – sınırlı
deneyimin genel bir simgesidir; ruhun zıtlıklar çarkına bağlılığıdır ve orada
sevdiğimiz her şey sevmediğimiz şey ile koşullanmıştır. Nirvana bu sangiara
dünyasına yeniden ve yeniden ve yeniden doğma ihtiyacından kurtulma olarak
anlaşılır. Sangiara bizim kısır döngü dediğimiz şey gibidir -biz ıstırabın
karşısına hazzı, hayatın karşısına ölümü, sürekliliğin karşısına değişimi,
kaçışın karşısına kabulü çıkartıp durdukça durmadan dönüp duran bir çarktır.
“Doğum ve Ölüm Çarkı” gerçekten de insanın mutsuzluğunun kurt kapanıdır; insan
kendinden kaçmak için kendini kovalar. Kendi merkezinde dönen bir sopa gibidir;
siz onu bir tarafından ittikçe o da dönmeye devam eder.” (s.175)
“Büyük Lankavatara Sutra’da şunlar yazılıdır: Yanlış
imgelemler bize ışık ve gölge, uzun ve kısa, siyah ve beyaz gibi şeyler
öğretir; bunlar farklıdır ve ayrılmaları gerekir, ama birbirinden bağımsız
değillerdir; aynı şeyin farklı görünümleridir; ilişki terimleridir, gerçeklik
değil. Varlığın koşulları birbirini karşılıklı dışlayan özelliklerde değildir,
aslında özünde hiçbir şey iki değil, birdir. Nirvana ve Samsara (sangiara) bile
-yaşam ve ölüm dünyası- aynı şeyin görünümleridir çünkü Samsara yoksa Nirvana
da yoktur ve Nirvana’nın olmadığı yerde Samsara olamaz. Tüm ikilikler yanlış
imgelerdir.” (s.177)
“Bir anlamda Budizm şimdinin psikolojisi ve felsefesidir;
hayatın ne olduğunu sorarsak ve yanıtımız bir teori değil de pratikse şimdiyi
göstermekten daha iyi bir cevap olamaz. Şimdide gerçekliği ve özgürlüğü
buluruz, çünkü hayatı kabul etmek tüm anlarında şimdiyi kabul etmektir.”
(s.178)
“Deneyimin/yaşantılamanın şu ânına ve tüm kapsadığı
özgürlüğe olduğu gibi izin vermek; kendi zamanında gelip gitmesine izin vermek
âna izin vermektir.; şimdide neysek ona izin vermektir; bu sizi özgürleştirir;
hayatın şimdideki ifadesine olanak verir; bu da bizi ta en başından özgürleştirecektir,
ama biz bunu yok saymayı ve bu özgürlüğü kendimiz elde etmeyi deneriz.
Bu nedenle Mahayana Budizmi Nirvana’ya ya da aydınlanmaya
gerçekten ulaşılamayacağını öğretir, çünkü ona kendi gücümüzle ulaşmaya
çalışmak anda olandan kaçmak anlamına gelir; Nirvana’nın ulaşılmayacak bir şey
olduğunu da unuturuz, çünkü o zaten vardır. Lankavatara Sutra’dan alıntılarsak:
Istırap çekenler ya da ıstırap çekmekten korkanlar Nirvana’yı bir kaçış ya da
ödül olarak düşünürler. Nirvana’nın gelecekte duyuları ve duyu-zihni sıfırlama
olduğunu düşünürler. Bunun hayat ve ölüm dünyası olduğunu ve Nirvana’nın bundan
ayrı olmadığını unuturlar.” (s.179)
“Sen kendin yüzünden acı çekersin. Başkasının rolü
yoktur.” Buda (s.180)
“I ching muhtemelen büyük Çin klasiklerinin ikinci en
eskisidir. Legge’ye kalırsa M.Ö. 1143 yılı civarında yazılmıştır. Genellikle
bir kehanet kitabı olarak kullanılır, ama muhtemelen çok daha derin kullanım
alanları da vardı. Konfiçyus, “Hayatıma yıllar eklenecek olsaydı ellisini I’ı
çalışmaya ayırırdım ve böylelikle yanlışlar yapmaktan kurtulurdum” demiştir.
Ana metin altmış dört heksegramdır ve sekiz trigramdan oluşur; bunlar bölünmüş
ve bölünmemiş çizgiler kümeleridir; hayatın elementlerinin sekiz ana etmenine
karşılık gelirler. Bu heksegramlardan biri herhangi bir andaki ve herhangi bir
durumdaki iki ana etmeni temsil eder. Bölünmüş çizgiler yin prensibini gösterir
ve bölünmemiş çizgiler de yang; bu iki özellik Tao’nun formlar dünyasındaki
işleyişidir. I Ching ve kehanet sistemi bana kalırsa birçok Batılı’yı şaşkına
çevirmiştir, çünkü bize son derece yabancı bir yaşam görüşünü ve akıl yürütme
biçimini varsayar. Bu nedenle Jung eşzamanlılık ilkesi terimini kullanır.”
(s.183)
“Birinin içinde ve çevresinde olan şimdiki durum Tao’dur,
çünkü şimdiki zaman hayattır. Geçmişe ait anılarımız da, geleceğin potansiyeli
de şimdinin içindedir. Kısacası, şeylere bu şekilde bakmak, ânın önemini son
derece takdir etmeyi gerektirir ve bir anda olan her şeyin birbiriyle kesin bir
ilişkisi vardır, çünkü onlar başka başka nedenlerle değilse bile zaman içinde
bir arada olurlar ve bu önemlidir. Bu, Tao isminde bir uyum vardır, demenin bir
başka şeklidir ve bu uyum evrenin her ânındaki tüm olayları kusursuz bir akor
haline getirir. Şu anda içinizde e çevrenizde olan her şey Tao’dur ve onunla
uyumlu olmak istiyorsanız sizin kendi bağlantınızı bulmanız gereken bir
uyumdur. Bunun içindeki kendi bağlantınızı keşfettiğiniz zaman Te durumuna
geçmişsiniz demektir; bu bazen erdem, lütuf ya da güç olarak tercüme edilir,
ama en iyi Tao’nun insanda gerçekleşmesi olarak anlaşılır.” (s.185)
“Tao ve Te en iyi onları bir araya getiren prensiplerle
anlaşılır; bu nedenle Tao insanda Te şeklinde ortaya çıkar. Bu, spiritüel bakış
açısından Tao ile gizli uyum içinde olan Wu-wei’dir. Başka ve biraz farklı
düzenlerde Wu-wei Tao ile materyal yönlerinden uyumu sağlar ve I Ching ilk
olarak bununla anlaşılır – gündelik işler, politikalar, strateji ve ekonomi.
Bir sürü Tao mekaniği anlık uyumun parçalarını ve ayrıntılı ilişkilerini
keşfeder; Taoist psikolojinin amacı bir bütün olarak hissetmektir. Wu-wei’nin
sözcük anlamı “yapmamak”, “açıklamada bulunmamaktır” ve bu genellikle “hiçbir
şey yapmamak” olarak yanlış tercüme edilir. Ama Wu-wei’nin “yapmamak” derken
sadece bunun kendimizden kaynaklı bir eylem olmaması anlamında söyler, çünkü
böyle bir şey bizi Tao ile uyumlu hale getiremez ve yine gördüğümüz gibi bu
uyumun sırrı aksiyon/eylem değil zaten Tao tarafından kurulmuş olan uyumun
kabulüdür. Biz bu aktüel durumu değiştirmek için bir şey yapmayız; ama ona
karşı takındığımız tavır bir değişim yaratır ve öncesinde uyumsuzluk
hissettiğimiz yerde bir uyum hissetmeye başlarız.” (s.186)
“Zen ekolü aydınlanmanın gizeminin hiçbir şekilde
sözcüklerle ve fikirler sistemiyle iletilemeyeceğine inanır ve bu doğrudur.
İkilik-olmayan ya da mutlak kabul tüm entelektüel tanımları aşar; ruhun bir
koşuludur ve çelişeceği bir zıddı yoktur, bu nedenle de anlaşılması güçtür. Zen
üstadına göre aydınlanma, sizin her günkü düşüncelerinizdir. Peki sıradan bir
insan ile bir Buda arasındaki farkı yaratan nedir? Ânın Taoist düşüncesiyle
uyum içinde, onlar ani gelişmenin aşamalı Budizm ekolünden farklılığına Zen
derler; amacı insanın kendi doğasını bu an içinde görmesidir ve doğasının “Buda
doğası” olduğunu keşfetmesidir. Tao-wu şöyle açıklar: Onu görmek istiyorsanız
onu doğrudan görün; ama onun hakkında düşünmek için durduğunuzda onu tamamen
kaçırırsınız.” (s.189)
“Zen asla açıklamaz; o sadece ipuçları verir. Van der
Leuw şöyle söylemiştir: Hayatın gizemi çözülmesi gereken bir sorun değildir,
deneyimlenmesi/yaşantılanması gereken bir gerçekliktir.” (s.191)
“Bazıları Zen’in bir tür “Naturalizm” (doğalcılık)
olduğunu düşünür. Bir anlamda Natüralizm olabilir ama doğal olmaya çabalayan,
hatta buna çabalamamaya bile çabalayan hiç kimse doğal değildir.” (s.192)
“Zen, Mahayana’dan ve hatta Taoizm’den daha fazla kişinin
kendi doğasını şimdide görmeye odaklanır! Beş dakika sonra kendinizi kabul
edeceğiniz bir zamanda ya da on yıl sonra emekli olup bir dağa çekilip
meditasyon yapacağınızda değil! Zen ustası dikkatinizi kendinize yöneltmeniz
için gerekli her aracı kullanır; şimdi olduğu şekliyle bilinciniz, deneyiminiz;
daha önce de söylediğimiz gibi şimdi olduğunuz şeyden daha büyük bir özgürlük
yoktur. Gururumuz bizim hayal gücünden uzak ve mütevazı bir deneyimi kabul
etmemizi engeller. Ama Zen gerçekliğinde bir başka şey daha vardır. Kendinize
bu özgürlüğü sağladığınız anda bunun bir izin verme olmadığını fark edersiniz;
bu özgürlüğe sahip olmadığınızda hiçbir zaman zamanınız da olmayacaktır. Şimdi
olduğunuz şeyi tam olarak kabul ettiğiniz zaman -şimdiki zihninizi ve onun
doğasını-hiç farkında olmasanız da bu mutlak kabul sağlanmış demektir. Geçmiş
ve gelecekteki deneyiminiz ne olursa olsun, sizdeki ya da tüm evrendeki hiçbir
şey sizi bu özgürlükten yoksun bırakmamıştır ve bırakmayacaktır. Ancak bu
farkındalıktan önce yolda karşınıza bir engel çıkabilir ve özgürlük yolunu
bağımlılık yolundan ayırabilir. Ancak bu engeli aşınca sanki hiç olmamış gibi
ortadan yok olur ve önünüzdeki yol da açılır.” (s.193)
“Özgür insan dosdoğru yürür; onun tereddütleri yoktur ve
ardına bakmaz; onun özgürlüğünü sarsacak geçmişte ve gelecekte hiçbir şey
yoktur. Özgürlük ona ait değildir; rüzgardan daha fazla onun malı değildir; ona
sahip olamaz ve onun tarafından sahip olunamaz. Ve hiç arkasına bakmadığı için
eylemleri iz bırakmaz; bir kuşun havadan geçip gitmesi gibidir.” (s.196)
“Mutluluğu arayanlar onu bulamazlar çünkü aradıkları
nesnenin arayan olduğunu anlayamazlar. Kendini bulanlar, mutludur diyoruz,
çünkü mutluluğun sırrı kadim deyişlerde yatar: Kimsen, o ol.
Paradoks biçiminde konuşuyoruz, çünkü hayattan koptuk ve
mutlu olmak için kendimizi onunla birleştirmemiz gereklidir. Ama onunla zaten
biriz ve bizim tüm yaptıklarımız onun yaptıklarıdır. Hayat bizi yaşar; biz
hayatı yaşamayız. Yine de hayatın “yaşayacağı” hayattan farklı bir “biz”
yoktur. Biz kadercilerin inandıkları gibi hayattan farklı bir şeymiş gibi
hayatın edilgen araçları değiliz, çünkü edilgen araç olmak için hayattan farklı
bir şey olmamız gerekirdi. Kendinizi hayattan ayrı ve hayatla savaş halinde
hissederseniz kendinizi hayatın edilgen bir aracı gibi hissedersiniz.” (s.199)
“Oryantal felsefe her yer Brahman’dır, dediği zaman
Batılı entelektüalizmi buna hemen kadercilik etiketini yapıştırmaya karşı
koyamaz. Kısır döngüyü kıramamamızın nedeni determinizm ya da kaderciliğin
bunların felsefi tanımı olmasıdır. Kısır döngü insanın iktidarsızlığıdır; insan
olarak iktidarsızlığımızın Tanrı olarak her şeye kadir gücümüzle karşılandığını
fark edene kadar da çözüme kavuşamaz. Bu, kaderciliğin özgürlüğe dönüştüğü noktadır.”
(s.200)
“Bize ne zaman bir eylem seçeneği sunulsa, kararımızı
özgür eylemimiz ya da irademiz değil, o anda varlığımızı etkileyen bir dizi
etmen belirler: Kalıtsal güdülerimiz, güdüsel reflekslerimiz, ahlaki yetişmemiz
ve binlerce başka eğilim bizi özel bir seçime yöneltir; bu, tıpkı bir
mıknatısın bir iğneyi manyetik alanına çekmesine benzer. Bir seçim eylemi bir
motifi olmadan yapılmıyorsa özgür olamaz ve motiflerimiz de geçmiş
koşullanmalarımızın neticesidir. Ama motif neden için kullanılan bir başka
isimdir; bir nedeni olmayan bir eylem olanaksızdır. Böylelikle bir neden-sonuç
ilişkisi zinciri sahibi oluruz ve her neden bir sonuçtur ve her sonuç da bir
nedendir; bu zincirin her halkasının her iki yanında birer halka bulunur ve
önce bir neden ve ardından da bir sonuç gelir. Demek ki zincirin son halkasını
belirleyen ilk halkadır.” (s.201)
“Vedanta insanın ruhunun Brahman olduğunu söyler; bunun
anlamı bizim en derin kendiliğimizin/benliğimizin kaderin çarklarını çalıştıran
ilk Neden olmasıdır.” (s.203)
“İnsan kendini kaderin bir aracından başka bir şey olarak
görmezse, özgürlüğünü egosunun hayattan istediği ödülleri kopartabilmek için
yapacağı şeylerle kısıtlarsa özgürlüğünü asla kavrayamaz. Özgür olabilmek için
insan kendini ve hayatı bir bütün olarak görmelidir; etkin bir güç ve edilgen
bir araç olarak görmek yerine aynı etkinliğin iki yüzü olarak bakmalıdır. Bu
iki yüz arasında uyum da olabilir, çatışma da, ama çatışmanın kendisi bu tek
etkinlikten de doğabilir. İnsan hayatın etkinliğini hem kendi içinde hem de
içinde bulunduğu şimdide bir bütün olarak gördüğünde, şimdiki zamanda kendi
düşünceleri ve eylemleriyle evrenin doğası arasında bir ayrım olmadığını fark
ettiğinde, deneyimi/yaşantılaması da bütüncül olur. Sanki bir kuklanın iplerini
çekermiş gibi onu düşündürten ve harekete geçirten hayat değildir; daha ziyade
insanın kendi düşünceleri ve yaptıkları bir arada kendi yaratımıdır ve bu
doğası şahsi olmayan bir yaratımdır. İnsanın iradesi ve doğanın etkinliği bir
ve aynı şeyin iki farklı adıdır, çünkü hayatın yaptıkları insanın yaptıklarıdır
ve insanın yaptıkları da hayatın yaptıklarıdır.” (s.204)
“İnsan hayatı hayatın insanı yaşadığı gücün aynısıyla
yaşar. Bu nedenle hayatla kurulan bağın yanıtı gibi görünen mutlak kabul
özgürlüğün de anahtarıdır; şimdi olduğunuz şeyi kabul ettiğiniz zaman şimdi
olduğunuz şey olmak konusunda özgür olursunuz; bu nedenle budala, budala
olmasına izin verdiği zaman bilgeye dönüşür. Gerçekte de şimdi olduğumuz şey
olmak konusunda her zaman özgürüz ve ancak yanlış kibir/gurur bizim bunu
görmemize engel olabilir. Bu nedenle kabul hem edilgenlik hem de aktifliktir;
edilgenlik olarak kendimizi kabul etmektir: arzularımızı ve korkularımızı
hayatın hareketleri olarak görmek, doğayı ve bilinçdışını kabullenmek, aktivite
olarak bize özgür olma izni verir ve arzularımızla korkularımıza sahip çıkarız.
Ego ve bilinçdışı, doğa ve insan, biz ve hayat benzersiz bir uyumla dans eden
iki dansçıya benzer; biri aktif ve diğeri pasiftir. Bu bütünlük duygusuna
sadece ender anlarda değil gündelik yaşamımızda da sahip olmamız gerekir; bu da
evrenin ve doğanın, gezegenlerin dönmesinin, suyun akmasının, gök gürültüsünün
kükremesinin ve rüzgarın esmesinin kendi aktivitelerimizle bir olduğunu
anlamamızla mümkündür.” (s.205)
“Özgür insan kendisinde değişmeyen bir merkez hisseder;
bu tam olarak onun egosu değildir; tam olarak hayatın, doğanın ya da egodan
bağımsız bilinçdışının içinde de değildir. Bu, dansın tam ortasıdır; iki
partnerin çevresinde dönerek birliklerini hissettikleri noktadır. Bu insan
özgürdür, çünkü bu merkez onun kendisini özgür ve evrende evinde hissetmesini
sağlar; onu her yere götürebilir, her şeyi yaptırabilir. Lao Tzu, Tao için şunu
der: Onu kullanınca tükenmediğini göreceksiniz.” (s.212)
“ (Sen olmadan) Tanrı’yı, evreni ve bunların benzerlerini
aramaktan vazgeç. O’nu kendi dışında ara. Neşe ve kederi, sevgi ve nefreti,
birisi uyanmazken uyanmayı ve birisi uyanırken uyanmamayı, biri kızgınken
diğerinin olmamasını, biri aşık olurken diğerinin sevmemesini öğren. Tüm bunları
yakından araştırırsan O’nu kendi içinde bulacaksın. O atomlar kadar bir ve
fazladır; böylece kendinde kendinden çıkmanın yolunu göreceksin.” Monoimus
(s.213)
“İnsanın hayatı özgürlüğüne uyandığında başlar ve bunu
hayatının ne kadar erken döneminde keşfederse onun için o kadar iyi olur.”
(s.215)
“Bireyleşme sürecinde psişenin yeni bir organ
geliştirdiğini söyleyebiliriz, Jung buna bir yanda “egodan farklı olan benlik”
adını vermiştir, diğer yanda da “bilinçdışı”. Bu Benlik, özgürlüğün aracı, bir
kural olarak ancak yılların olgunluğuyla, özgürlük bir alışkanlık haline
dönüştüğünde ve insan organizmasını kendi amaçlarına uyacak şekilde
biçimlendirdiğinde ortaya çıkar; tıpkı sürekli akan suyun kayanın üzerine
şekiller çizmesini andırır. Bu, kişiliğin gerçekleştirilmesidir.” (s.219)
“Aziz Augustine’in sözlerini hatırlarsak: “Sev ve
yapabileceğin kadarını yap.”
Sevgide ve kabulde insan kendi doğasının hiçbir yüzünü
inkâr etmez.” (s.221)
“Ama benim kanatlarım böylesine uçmak için değildir.
Ancak kendi zihnimde bir şey kuvvetle ışır.
Ve aniden bir şimşek gibi gelir tatmin.
Burada yüce canlılığın kibirli fantezileri hayal
kırıklığına uğratır.
Ama şimdi benim iradem ve benim arzularım,
Güneşi ve yıldızlı ateşleri hareket ettiren aynı sevgiyle
Tıpkı bir tekerlek gibi döner; sabit ve dengeli.” Dante
(s.228)