“Kendi ruhuna bir teleskopla baktı. Düzensiz gibi
görülenleri gördü ve güzel yıldız kümeleri gibi gösterdi ve bilincine
dünyaların içinde gizli dünyalar kattı.” Coleridge, Defterler (s.11)
“Yaşlanınca hem içsel hem de dışsal bağlamda gerilere, gençliğimizin
anılarına dönüyoruz.” (s.13)
“Canlı kalan tüm anıların huzursuzluk ve tutku yaratan
duygusal deneyimler olduklarını anladım.” (s.13)
“Yaşamımdaki dışsal olayların tümü rastlantıdır. Bana her
zaman böyle olmuştur. Bu, kaderin bir marifeti. Yalnız içimdekilerin bir
niteliği ve kalıcı bir değeri oldu. Sonuçta, dışsal olayların tümü silikleşti.
Belki de zaten dış olaylar o kadar da önemli değillerdi ya da içsel gelişmemin
aşamalarıyla örtüştükleri oranda önemliydiler. Yaşamımın dış göstergelerinin
büyük bir bölümü bu nedenle yok oldular ya da tüm enerjimi onlara verdiğim için
tükendiler.” (s.13)
“Birçok açıdan, başkaları gibi olmadığımı biliyorum, ama
aslında nasıl olduğumu bilemiyorum.” (s.20)
“Biz denetleyemediğimiz ya da yalnızca bir bölümünü
yönlendirebildiğimiz ruhsal bir süreciz.” (s.20)
“Dış dünya, içsel olanın yerini alamaz. Bu nedenle,
dışsal olaylar açısından yaşamım zengin değil. Onlarla ilgili söyleyecek fazla
bir sözüm de yok; anlatsam boş ve içeriksiz oldukları duygusuna kapılırım.
Kendimi yalnızca içimde olup bitenlerle anlayabilirim. Yaşamımı benzersiz
kılanlar onlar ve özgeçmişim de onlarla ilgili.” (s.21)
“Tutkuya dönüşen yalnız kalma isteğim ve yalnızlıktan çok
zevk almam yolumu şaşırmama neden olmuştu.” (s.54)
“Üniversitedeki ilk yıllarımda, bilimin inanılmaz
çoklukta bilgiye ulaşmak için kapıları açtığını fakat gerçek sezgilere çok az
katkıda bulunabildiğini anladım. Katkıda bulunsa bile, bu her zaman özel bir
nitelikte oluyordu. Felsefe kitaplarından, bu durumun ruhun varlığına bağlı
olduğunu biliyordum. Ruh olmasaydı ne bilgi ne de sezgi olurdu.” (s.130)
“Coşkuyla ilgilendiğim konular, başkalarınca boş, bulanık
ve hatta korkulacak şeyler olarak algılanıyordu. Korkulan neydi? Bu soruya
yanıt bulamıyordum. O zamanı, mekânı ve nedenselliği kısıtlayan, sınırları aşan
olaylar olabileceği olasılığı ne ilk kez ne de dünyayı sarsacak nitelikteydi.
Hayvanların fırtınaları ve depremleri önceden sezebildikleri bilinen bir
gerçekti. Birinin ölümünü haber veren düşler, ölüm anında duran saatler, kritik
bir anda tuzla buz olan camlar olmuştu. Çocukluğumun dünyasında bunlar olağan
sayılırdı. Oysa şimdi, bunlardan sanki benden başka kimsenin haberi yoktu.
Ciddi ciddi ne tür bir dünyaya çattığımı düşünmeye başladım. Anlaşılan, kentsel
dünyanın ne dağlardan, ormanlardan, nehirlerden ve hayvanlardan oluşan gerçek
dünyadan, yani kırsal dünyadan ne de Tanrı’nın düşüncelerinden haber vardı. Bu
düşünce beni rahatlatıp özsaygımı yeniledi. Tüm öğrenme zengnliğine karşın,
kentsel dünyanın zihinsel açıdan oldukça kısıtlı olduğunun bilincine varmıştım.
Bu sezgi tehlikeli oldu çünkü beni kendini beğenmişlik nöbetlerine, yersiz
eleştirilere ve saldırganlığa yöneltti. İnsanlar benden hoşlanmamaya
başladılar.” (s.132)
“Her terapstin başka bir bakıç açısına açık olabilmesi
için üçüncü bir kişiye gereksinimi vardır. Papanın bile itiraflarını dinleyen
biri var. Analistlere her zaman, kendinize itiraflarınızı dinleyecek bir baba
ya da bir anne bulun, öğüdünü veririm. Özellikle kadınlar, bu rol için biçilmiş
kaftandır. Kusursuz sezgileri ve keskin eleştirel iç görüşleri vardır.
Erkeklerin içlerini okurlar ve animalarının karmaşıklığını görürler. Bu nedenle
hiçbir kadın kocasını süpermen sanmaz!” (s.166)
“Gerçek deneyimin ve gerçek ruhsal yaşamın üzeri örtülür
ve bilinen kavramların kullanıldığı güvenli ama yapay, iki boyutlu kavramsal
dünyaya sığınılmış olur. Deneyim soyutanır ve gerçeğin yerini alan sözcükleri
kullanılmaya başlanır. Hiç kimse kavramlara uymak zorunda değildir. Kavramların
iyi tarafı insanları deneyimlerden uzak tutmalarıdır. Ruh kavramlarda yaşamaz,
eylemlerde ve olgularda yaşar. Sözcüklerle bir şey elde edilemez, yine de bu
prosedür sonsuza dek tekrarlanır. Bu nedenle hastalarım arasında, yalanı
alışkanlık haline getirmişlerin dışında en zor ve en az minnet duyanlar
entelektüeller olmuştur. Bir dedikleri bir dediklerine uymaz. Bir kompartıman
psikolojisi oluştururlar. Duygularını denetleme gereği olmadığında her şeye
verebilecekleri hazır bir yanıtları vardır. Oysa duyguları gelişmemişse onlar
da nevrotik olurlar.” (s.176)
“Yaralı nasıl kendini yaralarsa, iyileşen de kendini
iyileştirir.” (s.256)
“Bazen, tüm çevreyi kapsıyorum gibi bir duyguya
kapılıyorum. Her ağacın, her dalganın, bulutların ve gelip geçen her hayvanın
içindeyim. Mevsimlerin ve nesnelerin de.” (s.267)
“Elektrik olsun istemedim. Kendi sobamı ve kendi ocağımı
kendim yakıyorum. Akşamları gaz lambası kullanıyorum. Çeşme suyu da yok. Suyu
kuyudan ben çekiyorum. Odun kesiyorum ve yemeğimi kendim yapıyorum. Bu basit
işler, insanı sade yapar. Sade olmak da öylesine zordur ki!” (s.267)
“Ruhumuz ve bedenimiz, atalarımızda da olan bireysel
öğelerden oluşur. Bireyin ruhundaki yenilik, çok eski öğelerin sonsuz
değişimlerinden biridir. Bu nedenle ruhun ve bedenin yoğun bir biçimde tarihsel
nitelikleri vardır ve bunlar bir varlık dünyaya geldiğinde, kendilerine bu yeni
şeyin içinde doğru dürüst bir yer bulamazlar, yani atalarımızdan gelen
nitelikler bu yeni şeyle tam uyum içinde değildirler. Günümüz ruhu çağdaş
olduğunu savunsa da, insanoğlunun ne Ortaçağ’la ne Antik Çağ’la ve ne de
ilkellikle işi bitmiştir. Buna karşın, bizi köklerimizden uzaklaştırdıkça artan
bir gelişme seline kendimizi kaptırdık gidiyoruz. Çoğu zaman, geçmişten kopmak,
geçmişi yok etmek demektir. Böyle olduğunda, ileriye doğru gitmekten başka bir
olasılık kalmaz. Oysa medeniyetimizin getirdiği hoşnutsuzluk, köksüzlüğümüzün
ve geçmişle bağlantımızın yitmesinin sonucudur.” (s.278)
“Doğanın yarım bıraktığını sanat tamamlar, der
simyacılar. Ben, yani bir insan, gizli bir yaratıcılıkla, dünyaya nesnel bir
varoluş katarak, ona kusursuz damgasını vurmuştum. Böyle bir davranışı ancak
yaratıcı yapabilir denir. Oysa böyle dersek yaşamı, en ince ayrıntısına dek
ayarlanmış ve daha önceden saptanmış kurallara göre işleyen bir makine gibi
görürüz. Saat gibi işlediğini düşünürsek, insanın, düyanın ve Tanrı’nın
trajedisi bu tablonun dışında kalır ve yeni ufuklara yol açacak yeni günler
doğmaz. Geriye de, tasarlanmış, can sıkıcı bir işlemden öte bir şey kalmaz.”
(s.300)
“Doğanın sınırsız bilgi içerdiği doğru ama bu bilgileri
bilinç yalnızca zamanı geldiğinde algılayabiliyor. Büyük bir olasılıkla bu
süreç insan ruhunda da olan bir olguya benziyor. Yıllarca bir şeyden
kuşkulanırız, ama gerçeği ancak belirli bir an geldiğinde açıkça kavrayabiliriz.”
(s.358)
“Batılı insan durağan bir dünyanın anlamsızlığına
dayanamaz. Anlamı olduğunu düşünmek zorundadır. Doğulunun böyle bir varsayıma
gereksinmesi yoktur çünkü kendisi bu düşüncenin somutlaşmış halidir. Batılı
dünyanın anlamını tamamlamak gereksinimi içindeyken, Doğulu dünyayı ve varoluşu
kendisinden uzaklaştırmaya çalışarak anlamı insanın kendisinde gerçekleştirmeye
çalışır.” Buddha (s.367)
“Dünya bizim başımıza gelen bir olgudur ve biz çok büyük
bir belirsizliğin kurbanları olduğumuz için acı çekeriz.” (s.394)
“Mantığı göz ardı edemeyiz ve etmemeliyiz ama
içgüdülerimizin bizim yardımımıza koşacağı umudunu da yitirmememiz gerekir.”
(s.394)
“Beni anlamadıklarını gördüğümde, iletişim kurmaktan
hemen vazgeçtiğim için birçok insanı kırdım. İlerlemem gerekiyordu.
Hastalarımın dışında, insanlara karşı sabırlı olamadım. Bana uygulanan ve seçme
özgürlüğümü elimden alan içimdeki bir yasaya uymak zorundaydım ama kuşkusuz,
her zaman ona uyamadım. Hangimiz yaşam boyu tutarlı olabilirz ki? İç dünyama
uydukları sürece bazı insanlar için hep vardım ve onlara kendimi yakın
hissederdim, ama sonra beni onlara bağlayan bir şey kalmazsa onlardan kopardım.
İnsanların bana söyleyecek bir şeyleri kalmasa da varlıklarını sürdürdüklerini
öğrenmem hiç de kolay olmadı. Birçok insanda beni heyecanlandıran insanca bir
canlılık buldum ama bu heyecanı psikolojinin büyülü dairesi içinde kaldıkları
sürece duyuyor, bir an sonra, onları aydınlatan projektör başka bir yöne
döndüğünde artık görülecek bir şey bulamıyordum. Birçok insana karşı yoğun bir
ilgi duydum ama içlerini okur okumaz ilgim sönerdi. Bu yüzden çok düşman
edindim. Yaratıcı bir insan, yaşamını çok az denetleyebilir. Özgür değildir,
şeytanı onun elini kolunu bağlar ve onu yönetir.” (s.412)
“Doğduğumuz dünya çok acımasız, ama aynı zamanda ilahi
bir güzelliği var. Anlamlı oluşunun mu, yoksa anlamsızlığının mı ağır bastığına
karar vermek, insanın yapısına bağlı. Anlamsızlık tümüyle baskın çıksaydı,
gelişmek için attığımız her adımda, yaşamın anlamı büyük bir oranda değerini
yitirirdi. Ama böyle değil ya da bana öyle geliyor. Büyük bir olasılıkla, tüm
metafizik sorunsallarında olduğu gibi, her ikisi de doğru. Yaşam anlam ve
anlamsızlık demek ya da yaşamda anlamlar ve anlamsızlıklar var. anlamın ağır
basıp zaferi kazanmasını kaygılı bir umutla yürekten istiyorum.” (s.414)
“Her şey apaçık, bulanık gören benim.” Lao Tzu (s.414)