18 Ara 2018

Carl Gustav Jung - Anılar, Düşler, Düşünceler


“Kendi ruhuna bir teleskopla baktı. Düzensiz gibi görülenleri gördü ve güzel yıldız kümeleri gibi gösterdi ve bilincine dünyaların içinde gizli dünyalar kattı.” Coleridge, Defterler (s.11)

“Yaşlanınca hem içsel hem de dışsal bağlamda gerilere, gençliğimizin anılarına dönüyoruz.” (s.13)

“Canlı kalan tüm anıların huzursuzluk ve tutku yaratan duygusal deneyimler olduklarını anladım.” (s.13)

“Yaşamımdaki dışsal olayların tümü rastlantıdır. Bana her zaman böyle olmuştur. Bu, kaderin bir marifeti. Yalnız içimdekilerin bir niteliği ve kalıcı bir değeri oldu. Sonuçta, dışsal olayların tümü silikleşti. Belki de zaten dış olaylar o kadar da önemli değillerdi ya da içsel gelişmemin aşamalarıyla örtüştükleri oranda önemliydiler. Yaşamımın dış göstergelerinin büyük bir bölümü bu nedenle yok oldular ya da tüm enerjimi onlara verdiğim için tükendiler.” (s.13)

“Birçok açıdan, başkaları gibi olmadığımı biliyorum, ama aslında nasıl olduğumu bilemiyorum.” (s.20)

“Biz denetleyemediğimiz ya da yalnızca bir bölümünü yönlendirebildiğimiz ruhsal bir süreciz.” (s.20)

“Dış dünya, içsel olanın yerini alamaz. Bu nedenle, dışsal olaylar açısından yaşamım zengin değil. Onlarla ilgili söyleyecek fazla bir sözüm de yok; anlatsam boş ve içeriksiz oldukları duygusuna kapılırım. Kendimi yalnızca içimde olup bitenlerle anlayabilirim. Yaşamımı benzersiz kılanlar onlar ve özgeçmişim de onlarla ilgili.” (s.21)

“Tutkuya dönüşen yalnız kalma isteğim ve yalnızlıktan çok zevk almam yolumu şaşırmama neden olmuştu.” (s.54)

“Üniversitedeki ilk yıllarımda, bilimin inanılmaz çoklukta bilgiye ulaşmak için kapıları açtığını fakat gerçek sezgilere çok az katkıda bulunabildiğini anladım. Katkıda bulunsa bile, bu her zaman özel bir nitelikte oluyordu. Felsefe kitaplarından, bu durumun ruhun varlığına bağlı olduğunu biliyordum. Ruh olmasaydı ne bilgi ne de sezgi olurdu.” (s.130)

“Coşkuyla ilgilendiğim konular, başkalarınca boş, bulanık ve hatta korkulacak şeyler olarak algılanıyordu. Korkulan neydi? Bu soruya yanıt bulamıyordum. O zamanı, mekânı ve nedenselliği kısıtlayan, sınırları aşan olaylar olabileceği olasılığı ne ilk kez ne de dünyayı sarsacak nitelikteydi. Hayvanların fırtınaları ve depremleri önceden sezebildikleri bilinen bir gerçekti. Birinin ölümünü haber veren düşler, ölüm anında duran saatler, kritik bir anda tuzla buz olan camlar olmuştu. Çocukluğumun dünyasında bunlar olağan sayılırdı. Oysa şimdi, bunlardan sanki benden başka kimsenin haberi yoktu. Ciddi ciddi ne tür bir dünyaya çattığımı düşünmeye başladım. Anlaşılan, kentsel dünyanın ne dağlardan, ormanlardan, nehirlerden ve hayvanlardan oluşan gerçek dünyadan, yani kırsal dünyadan ne de Tanrı’nın düşüncelerinden haber vardı. Bu düşünce beni rahatlatıp özsaygımı yeniledi. Tüm öğrenme zengnliğine karşın, kentsel dünyanın zihinsel açıdan oldukça kısıtlı olduğunun bilincine varmıştım. Bu sezgi tehlikeli oldu çünkü beni kendini beğenmişlik nöbetlerine, yersiz eleştirilere ve saldırganlığa yöneltti. İnsanlar benden hoşlanmamaya başladılar.” (s.132)

“Her terapstin başka bir bakıç açısına açık olabilmesi için üçüncü bir kişiye gereksinimi vardır. Papanın bile itiraflarını dinleyen biri var. Analistlere her zaman, kendinize itiraflarınızı dinleyecek bir baba ya da bir anne bulun, öğüdünü veririm. Özellikle kadınlar, bu rol için biçilmiş kaftandır. Kusursuz sezgileri ve keskin eleştirel iç görüşleri vardır. Erkeklerin içlerini okurlar ve animalarının karmaşıklığını görürler. Bu nedenle hiçbir kadın kocasını süpermen sanmaz!” (s.166)

“Gerçek deneyimin ve gerçek ruhsal yaşamın üzeri örtülür ve bilinen kavramların kullanıldığı güvenli ama yapay, iki boyutlu kavramsal dünyaya sığınılmış olur. Deneyim soyutanır ve gerçeğin yerini alan sözcükleri kullanılmaya başlanır. Hiç kimse kavramlara uymak zorunda değildir. Kavramların iyi tarafı insanları deneyimlerden uzak tutmalarıdır. Ruh kavramlarda yaşamaz, eylemlerde ve olgularda yaşar. Sözcüklerle bir şey elde edilemez, yine de bu prosedür sonsuza dek tekrarlanır. Bu nedenle hastalarım arasında, yalanı alışkanlık haline getirmişlerin dışında en zor ve en az minnet duyanlar entelektüeller olmuştur. Bir dedikleri bir dediklerine uymaz. Bir kompartıman psikolojisi oluştururlar. Duygularını denetleme gereği olmadığında her şeye verebilecekleri hazır bir yanıtları vardır. Oysa duyguları gelişmemişse onlar da nevrotik olurlar.” (s.176)

“Yaralı nasıl kendini yaralarsa, iyileşen de kendini iyileştirir.” (s.256)

“Bazen, tüm çevreyi kapsıyorum gibi bir duyguya kapılıyorum. Her ağacın, her dalganın, bulutların ve gelip geçen her hayvanın içindeyim. Mevsimlerin ve nesnelerin de.” (s.267)

“Elektrik olsun istemedim. Kendi sobamı ve kendi ocağımı kendim yakıyorum. Akşamları gaz lambası kullanıyorum. Çeşme suyu da yok. Suyu kuyudan ben çekiyorum. Odun kesiyorum ve yemeğimi kendim yapıyorum. Bu basit işler, insanı sade yapar. Sade olmak da öylesine zordur ki!” (s.267)

“Ruhumuz ve bedenimiz, atalarımızda da olan bireysel öğelerden oluşur. Bireyin ruhundaki yenilik, çok eski öğelerin sonsuz değişimlerinden biridir. Bu nedenle ruhun ve bedenin yoğun bir biçimde tarihsel nitelikleri vardır ve bunlar bir varlık dünyaya geldiğinde, kendilerine bu yeni şeyin içinde doğru dürüst bir yer bulamazlar, yani atalarımızdan gelen nitelikler bu yeni şeyle tam uyum içinde değildirler. Günümüz ruhu çağdaş olduğunu savunsa da, insanoğlunun ne Ortaçağ’la ne Antik Çağ’la ve ne de ilkellikle işi bitmiştir. Buna karşın, bizi köklerimizden uzaklaştırdıkça artan bir gelişme seline kendimizi kaptırdık gidiyoruz. Çoğu zaman, geçmişten kopmak, geçmişi yok etmek demektir. Böyle olduğunda, ileriye doğru gitmekten başka bir olasılık kalmaz. Oysa medeniyetimizin getirdiği hoşnutsuzluk, köksüzlüğümüzün ve geçmişle bağlantımızın yitmesinin sonucudur.” (s.278)

“Doğanın yarım bıraktığını sanat tamamlar, der simyacılar. Ben, yani bir insan, gizli bir yaratıcılıkla, dünyaya nesnel bir varoluş katarak, ona kusursuz damgasını vurmuştum. Böyle bir davranışı ancak yaratıcı yapabilir denir. Oysa böyle dersek yaşamı, en ince ayrıntısına dek ayarlanmış ve daha önceden saptanmış kurallara göre işleyen bir makine gibi görürüz. Saat gibi işlediğini düşünürsek, insanın, düyanın ve Tanrı’nın trajedisi bu tablonun dışında kalır ve yeni ufuklara yol açacak yeni günler doğmaz. Geriye de, tasarlanmış, can sıkıcı bir işlemden öte bir şey kalmaz.” (s.300)

“Doğanın sınırsız bilgi içerdiği doğru ama bu bilgileri bilinç yalnızca zamanı geldiğinde algılayabiliyor. Büyük bir olasılıkla bu süreç insan ruhunda da olan bir olguya benziyor. Yıllarca bir şeyden kuşkulanırız, ama gerçeği ancak belirli bir an geldiğinde açıkça kavrayabiliriz.” (s.358)

“Batılı insan durağan bir dünyanın anlamsızlığına dayanamaz. Anlamı olduğunu düşünmek zorundadır. Doğulunun böyle bir varsayıma gereksinmesi yoktur çünkü kendisi bu düşüncenin somutlaşmış halidir. Batılı dünyanın anlamını tamamlamak gereksinimi içindeyken, Doğulu dünyayı ve varoluşu kendisinden uzaklaştırmaya çalışarak anlamı insanın kendisinde gerçekleştirmeye çalışır.” Buddha (s.367)

“Dünya bizim başımıza gelen bir olgudur ve biz çok büyük bir belirsizliğin kurbanları olduğumuz için acı çekeriz.” (s.394)

“Mantığı göz ardı edemeyiz ve etmemeliyiz ama içgüdülerimizin bizim yardımımıza koşacağı umudunu da yitirmememiz gerekir.” (s.394)

“Beni anlamadıklarını gördüğümde, iletişim kurmaktan hemen vazgeçtiğim için birçok insanı kırdım. İlerlemem gerekiyordu. Hastalarımın dışında, insanlara karşı sabırlı olamadım. Bana uygulanan ve seçme özgürlüğümü elimden alan içimdeki bir yasaya uymak zorundaydım ama kuşkusuz, her zaman ona uyamadım. Hangimiz yaşam boyu tutarlı olabilirz ki? İç dünyama uydukları sürece bazı insanlar için hep vardım ve onlara kendimi yakın hissederdim, ama sonra beni onlara bağlayan bir şey kalmazsa onlardan kopardım. İnsanların bana söyleyecek bir şeyleri kalmasa da varlıklarını sürdürdüklerini öğrenmem hiç de kolay olmadı. Birçok insanda beni heyecanlandıran insanca bir canlılık buldum ama bu heyecanı psikolojinin büyülü dairesi içinde kaldıkları sürece duyuyor, bir an sonra, onları aydınlatan projektör başka bir yöne döndüğünde artık görülecek bir şey bulamıyordum. Birçok insana karşı yoğun bir ilgi duydum ama içlerini okur okumaz ilgim sönerdi. Bu yüzden çok düşman edindim. Yaratıcı bir insan, yaşamını çok az denetleyebilir. Özgür değildir, şeytanı onun elini kolunu bağlar ve onu yönetir.” (s.412)

“Doğduğumuz dünya çok acımasız, ama aynı zamanda ilahi bir güzelliği var. Anlamlı oluşunun mu, yoksa anlamsızlığının mı ağır bastığına karar vermek, insanın yapısına bağlı. Anlamsızlık tümüyle baskın çıksaydı, gelişmek için attığımız her adımda, yaşamın anlamı büyük bir oranda değerini yitirirdi. Ama böyle değil ya da bana öyle geliyor. Büyük bir olasılıkla, tüm metafizik sorunsallarında olduğu gibi, her ikisi de doğru. Yaşam anlam ve anlamsızlık demek ya da yaşamda anlamlar ve anlamsızlıklar var. anlamın ağır basıp zaferi kazanmasını kaygılı bir umutla yürekten istiyorum.” (s.414)

“Her şey apaçık, bulanık gören benim.” Lao Tzu (s.414)