“Olağan ya da olağan dışı terimleriyle düşünmüyorum.
Elbette yapmış olduğum pek çok şey, diğer insanlar açısından olağan dışı
olabilir, ama benim açımdan öyle değil.” Margaret
Atwood (s.1)
“Ailemde erkekler için asla tehdit oluşturmadım. Onlar,
kendinden şüphesi olan insanlar değillerdi. Canımın istediği şeyi
yapabiliyordum. Benim gibi, bütün erkeklerin kendine güvendiği bir ailede
büyüdüğünüzde, bazı erkeklerin korkak, endişeli ve titrek olduğunu fark etmek,
çok sarsıcı olabiliyor. Erkeklerin zayıflığını fark etmek, benim için müthiş
bir şoktu.” Margaret Atwood (s.56)
“Öz güven diye açıklıyordu Margaret, çocuğun insan olarak
takdir edilip edilmediğine bağlı. Pek çok insan, ilk heves geçtikten sonra
tutkularının peşini bırakır, çünkü öz güveni yoktur. Özellikle kızlar,
başkalarını memnun etmek üzere eğitilir ve birileri onlardan hoşlanmazsa,
sorunun kendilerinde olduğunu düşünürler.
Margaret, başkalarını memnun etmek için eğitilmemişti:
Şakayla karışık şöyle şeyler söyleyebiliyordu: Birilerinin sinirine
dokunmuyorsanız, hiç yaşamıyorsunuz demektir.” (s.57)
“En zor şey, aslında erkeklere ait bir dünyada kadın
yaratıcılığına yer bulmaktı.” Margaret Atwood (s.123)
“Kadın yazarlara ait pek de yüreklendirici olmayan
biyografiler okumuştum. Jane Austen asla Bay Darcy ile evlenmemişti. Emily Bronte
erken yaşta, Charlotte ise doğum esnasında hayatını kaybetmişti. George Eliot
hiç çocuk sahibi olmamış ve evli bir adamla yaşadığı için toplum dışına itilmişti.
Emily Dickinson gelip geçmiş, Christina Rossetti yaşama kefende açılan solucan
deliklerinden bakmıştı. Yaşamı, benim normal yaşam saydığım şeyle birleştirmeyi
başaranlar -Bayan Gaskell, Harriet Beecher Stowe- da vardı, fakat herkes
onların ikinci sınıf olduğunu biliyordu. Bir elimde mükemmellik ve korkunç son,
ötekinde sıradanlık ve rahatlık seçenekleri vardı. Dişlerimi sıktım, yüzümü
rüzgara döndüm, çiftli buluşmalara son verdim, kemik çerçeveli gözlük ve sert
bir ifade takınıp balon olmadığımı ispatlamaya çalıştım.” Margaret Atwood
(s.126)
“Demek ki hayatım böyle olacaktı. Tavan arası ve
tüberküloza gizem ve yalnızlık unsurlarını ekledim. Tek başıma uygun bir renge
(siyaha) boyanmış bir tavan arasında yaşayacak ve sevgililer bulup münasip bir
şekilde ıskartaya çıkaracaktım. Hiç çocuk yapmayacaktım. Sanat her zaman önde
gelirdi. Asla otomatik çamaşır yıkama-kurutma makinesi almayacaktım. Sartre,
Samuel Beckett, Kafka ve Ionesco’nun beyaz eşyaları olmadığından emindim ve en
çok hayran olduğum yazarlar onlardı. Çamaşırların nasıl yıkanacağı hakkında
somut bir fikrim yoktu ama kederle, hepsi benim çamaşırlarım olacak, diye
düşünüyordum -yumuşak bebek tulumları, minik tişörtler olmayacaktı- ve bu gibi
ayrıntılar, daha sonra da halledilebilirdi.” Margaret Atwood (s.127)
“Onu çok sevdim desem yalan olmaz -bu biraz da gül
yapraklarını koparıp altında böcekler bulmayı sevmemden kaynaklanıyor- yani
böcekleri böcek oldukları için değil de, oluşturdukları tezatla çiçeği
vurguladıkları için seviyorum.” Gwen MacEwen (s.129)
“Bir insanla yatmak zordu. Bir düşünceyle yatmak istiyor
ve yatıyordunuz, fakat düşünce kollarınızda örseleniyordu, fakat sabahleyin
uyandığınızda ortada insan bile olmuyordu. Yalnızca, et, saç ve tırnak gibi
ayrıksılıklardan oluşan allak bullak bir yığın buluyordunuz. Ardından bir an
evvel ondan uzaklaşıyordunuz.” Margaret Atwood (s.152)
“Mektuplara izin var ama bana dokunma,
Yoksa düşerim dedim.
Her şey bağlı, senin uzak durmana…” Margaret Atwood
(s.185)
“Margaret yazar olarak, kâğıttan bir evrende yaşıyordu.
Bir başkasının girişi, bu dünyayı değiştirebilirdi. Buna karşı Margaret de
herkes gibi sevgi istiyordu. Belki de onun için zorluk, her şeyi çok net
görmesi ve kendini ikna edememesiydi. Bir başkasının hayatına girmenin
sonuçlarını daha net görebiliyordu. Yazmak için gerekli olan o boş alanlara ve
boş zamanlara ne olacaktı?
Bu şekilde düşünmek soğukluk muydu? Purdy, Margaret’in
duygusal merkezinde bir katılık olduğunu söylemişti. Margaret bunu kabul
ediyordu. Eğer duygusal olmak, insanın aşk için kendisini en yakın mecazi
uçurumdan aşağı atmasını gerektiriyorsa, o bunu yapmaya hazır değildi. İnsanın
kendine dikkat etmesi gerektiğini düşünüyordu; başka kimse bunu yapamazdı,
üstelik yapmak zorunda da değildi.” (s.187)
“Margaret’in hayali, iki insanın bir dengede buluşup
kendi farklılıklarını korumasıydı; o eski romantik metafordaki gibi, bir
bütünün iki yarısı olarak tanışıp birleşmesi değildi. O modelde, yarımlardan
biri her zaman kontrolü ele alıyordu. Margaret romantik değildi. Fakat bunun
bedelini ödemek zorunda kalacaktı. Bir yanıyla Gwen’in romantizminden çok
etkileniyor olmalıydı. Dünya sadece bir çeşit aşk olduğunu söylüyor ve o aşk,
nihai bir yakınlık için özü tehlikeye atmayı öngörüyordu. Ona inanmamakla hata
mı ediyordu?” (s.187)
“Benim teorime göre şiir beynin melankolik yanıyla
yazılıyor ve bir şey yapmasanız bile, kendinizi yavaş yavaş karanlık ve çıkışı
olmayan bir tünelde ilerlerken bulabiliyorsunuz.” Margaret Atwood (s.187)
“Yetmiyor mu damarlarından akan kelimeler
Seni yaşatmaya…” Margaret Atwood (s.209)
“Margaret, Purdy’ye yakında Jim’le evleneceğini
söylediğinde, onu Jim’in kendisi kadar güçlü biriyle baş etmek için gerekli tüm
savunma teçhizatına sahip olduğuna ikna etmek zorunda kalmıştı: Beni idare
edebiliyor, yani beni kendi halime bırakıyor çoğunlukla.” (s.225)
“İyi kızlar evlenip çocuk sahibi oluyor, şiir yazmıyor.
Bu nedenle şiir yazıyorsan, iyi bir kız olmuyorsun ve bir şekilde
cezalandırılmayı hak ediyorsun. Bunun bir yorumu daha var: Sanatçılar acı çeker.
Yani acı çekmiyorsan sanatçı değilsin. Bu yüzden yazmak için üçkağıtçı bir
şekilde kendine acı çektirmenin yollarını arıyorsun. Ben de böyle şeyler
yaptım. Ya sen? Ama işin aslı, acı çekmekten pek hoşlanmıyorum. Böylece, daha
az acıya izin veren bir mantık geliştirdim.
Herkese birtakım nevrozlar verilmiş. Fakat sanatçı,
bunları bir şekilde sanatına yansıtabiliyor ve sanatçı olmayanlar bunu
başaramıyorlar. Onlar, bunu yaşayarak çözmek zorundalar. Bu nedenle, sanatçı
kendi nevrozlarına, eşit şiddette nevroza sahip sanatçı olmayan birinden daha
iyi adapte oluyor. İnsanlar bana ne kadar aklı başında olduğumu söylediğinde,
aslında acı çekiyor olmam gerektiğini düşünüyorum. Bu alışkanlıktan kurtulmak
kolay olmuyor.” Margaret Atwood (s.265)
“Hepimiz kamusal yaşama kapalı ve ondan farklı bir özel
yaşam istiyoruz ve bu yaşamda, hükmeden ve hükmedilenin, hiyerarşinin ve
politikacıların olmamasını, sadece eşit ve özgür insanların olmasını arzu
ediyoruz. Ancak bu, her kültürün kapalı bir sistem olması ve bizim de güce
dayalı ve ondan beslenen bir kültüre sahip olmamız nedeniyle çok zor, hatta
imkânsız görünüyor. Çok yazık, çünkü gücü uygulamak aşkı yaşamakla zıt anlamlı.
Aşk verirken, güç alıyor ve aldığı için kendini haklı çıkarıyor. Ne yazık ki
kendi kişisel yaşamımız olarak gördüğümüz şey boyunca yaptıklarımız, aslında
dış dünyanın güç oyunlarını ve güç mücadelelerini kopyalamaktan ibaret. Bu
durumu, kendimizden ve birbirimizden gizlemek için büyük bir çaba harcamamız
ise daha da üzücü.” Margaret Atwood (s.300)
“Margaret’in deyimiyle, aynaları kıran bir ilişki yaşamak
mümkündü. Kadınlar, aşkı saplantı haline getirerek çok vakit harcıyorlardı ve
aşk kendisiyle çelişen bir biçimde kişisel bir saplantıya dönüşüyordu.
Margaret, kadınların kendilerini iki kişilik evreni aşan bir bağlamda düşünüp
yaratıcı bir şekilde dünyayla meşgul olmalarının onlar için daha iyi olacağını
söylüyordu. Sonuçta, kendi sorumluluğumuzu üstlenmemiz gerekiyordu, çünkü
elimizdeki tek şey kendi kaderimizdi ve kaderimizi sadece biz belirleyebilirdik.”
(s.308)
“Aşk dediğimiz şey, genellikle kendi güvenliğimiz adına
ötekine sahip olmayı gerektirir -kalıcılığa yönelik bu talep, boğucu ve
yıkıcıdır. Graeme, bu şiir hakkında kendisine yöneltilen soruya, aşkın sonsuz
olduğunda ısrar ederek, onu kaderin cilvelerine ve tehlikelerine teslim
ediyorsun. Bunu yapmaya başladığın an belaya davetiye çıkarıyorsun, diye cevap
vermişti. Bu sana yetiyor. Aşk, hemen olsun diye tutturulamayacak kadar büyük
bir şey.” (s.344)
“Yazar olmama izin vermeyen biriyle yaşamak, benim için
imkansız olurdu. Ama yazarlık bana epey pahalıya patladı, onu da söyleyeyim.
Diğer kadınların sahip olduğu pek çok şeyi kaçırdım -uzun bir süre çocuksuz ve
bekar yaşadım. Şimdi bir şey kaçırmadığımı biliyorum. Ancak sorun şu ki,
eskiden böyle düşünmüyordum.” Margaret Atwood (s.345)
“Kendi başının çaresine bakabilen, canı istediğinde yemek
pişirebilen erkeklerden hoşlanıyorum. Kimsenin çorabındaki söküğü de dikmem.
Erkekler çaresiz değiller ve gerektiğinde kendi ev işlerini yapabilirler.
Aksini düşünseydim, onlara saygısızlık etmiş olurdum.” Margaret Atwood (s.346)
“Graeme Gibson, ilişkiler hakkında yöneltilen sorularda
romantik metaforlara güvenmediğini belli ediyor. Benzerlik ararken en fazla,
iki insan arasındaki ilişki liken gibidir, diyor. Liken, alglerle simbiyotik
bir birlik kuran halofit bir bitki. Bir başka deyişle, iki organizma birbirine
geçmiş, ancak tamamen bağımsız.” (s.395)