“Çok olmadığımız kesin
Çok olan tarafta değiliz
Çok olan tarafta olmayacağız...” Nevzat Çelik
“Maddenin hallerinden biri de olağanüstü olandır.” (s.22)
“Dünyanın en çabuk geçen, geçer geçmez de en hızlı
yakalanılan hastalığına sahipti: Umut.” (s.41)
“Kısa araba geçmişinde en sevdiği yer olduğuna karar
verdiği cam kenarında oturuyordu. Manzaradan değildi cam kenarını sevmesi.
Yanında bir insan az olması demekti. Öğreniyordu Derdâ. Ne kadar az, o kadar
iyi.” (s.57)
“Travmatik olan hayattı. Hepsi. Bütün hayat. Her şey.
Özellikle de travmatik gibi durmayan ne varsa. Doğmak gibi. Dolayısıyla, doğum
sonrası depresyon, yeni annelerin yakalandığı psikolojik bir hastalığın değil,
hayatın tanımıydı. Hayatta kalma isteğinin. Hayata rağmen.” (s.97)
“Hayal gücü yüksek insanların çoğu gibi ticaretten
anlamıyordu.” (s.97)
“Kendisini odasına kilitleyip, dışarıyı dışarıya
hapsetmeye çalışır.” (s.120)
“İnsanlığın ergenlik hali, bütün aptallığına rağmen,
hayatı boyunca, özgür bir yaratığa en çok benzediği dönemdir.” (s.121)
“Eğer bu dünyada bir yerlerde, insanlar çocukları
bombalıyorsa, bunu bilmeye gerek yoktu. O dünya zaten yanmış çocuk eti kokardı.
Eğer bir yerlerde, başka çocuklar açlıktan geberip gidiyorsa, bunu da bilmeye
gerek yoktu. O dünyanın zaten açlıktan nefesi kokardı. Ve çocukların burunları
bu kokuları alır, ergen öfkesi olarak da geri verirdi. Ta ki burunları yetişkin
uysallığıyla tıkanana kadar.” (s.121)
“Sadece hayalde kalacağı için kurmaya cesaret ettiği tek
hayali gerçek olmuştu. Sonra başka bir şey düşündü: Kim seçiyor acaba, dedi
içinden. Hangi hayalin gerçek olacağını? O hayali kuran mı, yoksa o hayali
kurduran mı?” (s.137)
“Ben ölüyüm! Bunu anlayabiliyor musun? Ölü! Sadece daha
gömülmedim, o kadar!” (s.165)
“Ve herkes görünene aldanmaya hazırdı. Çünkü görünene
aldanmak, hayatı dayanılır kılmanın ilk şartıydı.” (s.173)
“Bu hayatta kimseye hiçbir şeyi tam olarak
anlatamayacağını anlamıştı. Biri için ölüm kalım meselesi olan, diğerinin
gözünde toz kadardı. İsa çevresindeki mezarlara baktı ve iyi ki ölüyorlar, dedi
içinden. İnsanoğlunun, hak ettiği için öldüğüne o gün inandı. Ölene kadar da
başka bir şeye inanmadı.” (s.203)
“O günden sonra Derda, hücre hücre öldü ve gün gün
yaşlandı. Çünkü derdi korku değil, korkuyu beklemekti. Ve korkuyu beklemek,
korkudan beterdi. Bir zamanlar, birinin yazdığı gibi...” (s.222)
“Belki de hayat, yanlış anlayınca güzeldi. Sadece yanlış
anlayınca. Ama her şeyi...” (s.280)
“Herkesin öyle bir hikayesi yok muydu? Başlayıp da
bitiremediği. Çünkü kimsenin dinlemediği... İçine atmak diye bir şey varken,
anlatmaya ne gerek vardı? İçine atıp sifonu çekmek varken. Alkolle dolu bir
sifonu...” (s.285)
“Adını çok düşündüm. Bildiklerimden hiçbirini
yakıştıramadım. Seni bulduğum gün, senden duyacağım. Bu yüzden tahmin etmeyi
bıraktım. Şimdilik sana, sevgilim, diyorum. Umarım kızmazsın.” (s.331)
“Sana yemin ediyorum. Her neredeysen gelip seni
bulacağım. Eğer öldüysen, peşinden koşacağım. Ölümden sonra hayat yoksa da,
sana kavuşmak için, onu yaratacağım. Çünkü sana aşığım.” (s.331)
“Bazı insanlar böyledir. Diğerlerine göre çok daha
kırılgan olurlar. Ölümü sırtlarında bir çanta gibi taşıyıp yorulduklarında önce
onu açarlar. Her neyse...” (s.346)
“Küçük bir kız gibi hissediyorum kendimi. Aslında belki
de on bir yaşındaki bir kız yazıyor sana bütün bunları. Her neyse! Mektubun
başında da belirttiğim gibi, nereye varacağını bilmediğim bölüme geldik: Sona.
Çünkü senden ne istediğimi bilmiyorum. Ama sanki sen ve ben... Ne diyeceğimi
bilemiyorum. Hâlâ okuyorsan hâlâ yanımdasındır. Ama eğer, bütün bunları sadece
birer tesadüf olduğunu düşünüyorsan, hemen gidebilirsin. Hayatlarımıza devam
eder ve her şeyi unuturuz. Hayır, yalan söylemeyeceğim. Ben hayatıma devam
edemem ve hiçbir şeyi unutamam!
Çünkü Oğuz Atay’ı da okudum, seni de tanıdım...
Diyebilirsin ki, bir insanı fotoğraflarından ve
hakkındaki haberlerden ne kadar tanıyabilirsin? Haklısın, belki de çok az... O
zaman şöyle demeliyim: Seni az tanıyorum... Az...
Sen de fark ettin mi? Az, dediğin, küçücük bir kelime.
Sadece A ve Z. Sadece iki harf. Ama aralarında koca bir alfabe var. o alfabeyle
yazılmış onbinlerce kelime ve
yüzbinlerce cümle var. sana söylemek isteyip de yazamadığım sözler bile
o iki harfin arasında. Biri başlangıç, diğeri son. Ama sanki birbirleri için
yaratılmışlar. Yan yana gelip de birlikte okunmak için. Aralarındaki her harfi
teker teker aşıp birbirlerine kavuşmuş gibiler. Senin ve benim gibi...
Bu yüzden belki de, az çoktan fazladır. Belki de az,
hayat ve ölüm kadardır! Belki de, seni az tanıyorum, demek, seni kendimden çok
biliyorum, demektir. Belki de az, her şey demektir. Ve belki de benim sana
söyleyebileceğim tek şeydir.” (s.349)
“Seni az seviyorum, dedi Derdâ.
Ben daha az, dedi Derda.
Bir daha da konuşmadılar.” (s.354)