“Ne olurdu bazı sözleri hiç söylememiş olsaydım; ya da
bazı şeyleri hiç söylememek için kesin kararlar almamış olsaydım. Kendime
söyleyecek söz bırakmadım.” Oğuz Atay, Tutunamayanlar (s.15)
“Her gün açıklanamayanlar biraz daha artıyor. Tarifi güç
bir yorgunluk geliyor üstüme.” Oğuz Atay, Tutunamayanlar (s.15)
“Bütünüyle unutulmaya kimsenin gücü yetmiyor... Bütünüyle
unutulmak gibi acıklı bir oyuna kimsenin yüreği dayanmıyor, der Turgut. Çünkü
anlatamayan insan dile getiremediği öfkesiyle baş başa kalır, çünkü
anlatamamak, rüyada bağırmak isteyip de sesi çıkmayan insanın dehşetine düşürür
insanı. Çünkü anlatamamak yalnızlık demektir.” Oğuz Atay, Tutunamayanlar (s.16)
“İçimde hâlâ kelimeler yoluyla canlanmak isteyen bir
hayatın olması garip.” (s.33)
“Rüzgar, toz, rüzgar. Yine de masallar, çatılardan çok
daha iyi bi korunak unutuluşa karşı.” John Berger (s.37)
“Bir yastan söz edeceksek eğer, sese dayalı bir dünyadan
sözcüklerin dünyasına geçişin yası bu. Bir sesi yitirip sözcüklere mahkum
olmanın yası.” (s.43)
“Gözlerimi kapasam, karanlıkta kalırsın.” Latife Tekin
(s.53)
“Mümkün olabilse de doğuştan gelen mutluluğunu,
sadeliğini, saflığını yitirmiş dilbazlar dünyanın bir tarafında, masum, sessiz
insanlar da ayrı bir köşesinde ömür sürseler.” Latife Tekin (s.55)
“Gaston Bachelard Mekânın Poetikası’nda evi bir mutluluk
mekanı olarak tarif etmişti. Sahip olduğumuz, rakip güçlere karşı savunduğumuz,
bizi daima kendine çeken bu mekâna ait imgeleri, bu imgelerin düşsel değerini
inceliyordu. Evin düş kuran çocuk için koruyucu sınırlar oluşturduğundan,
anıların ve düşlerin barınağı olduğundan söz ediyordu. En çok da ışık
imgesinden yola çıkmıştı. Evden dışarıya sızan, evi gören bir varlığa, bir göze
dönüştüren ışık: Penceredeki ışık, evin gözüdür.” (s.61)
“Dışarıda karanlıktayızdır, evdeyse ışık vardır.” (s.62)
“Geceye açılmış bir gözdür ev. Görür, geceler, gözetler.”
Bachelard (s.62)
“Her çocuk er geç aynı şeyi yaşar. Bir zaman gelir, onun
için ev olmaktan çıkar ev. Ne erken çocuklukta olduğu gibi keşfedilecek bir
dıştır artık, ne de dış dünyaya karşı sığınılacak bir iç. Tam olarak ne zaman
yaşarız bunu: Evin dışarıya karşı bir sığınak olduğu kadar bir engel de
olduğunu fark ettiğimiz an mı? Evin geçici, ana babamızın güçsüz,ölümlü
olduğunu sezdiğimiz an mı? Yoksa evin bize bir iç dünya bağışlarken aynı
zamanda büyük bir iç sıkıntısı da verdiğiniz, bir iç dünyası olmanın bedelinin
bu iç sıkıntısı olduğunu fark ettiğimiz an mı?
Bu duygunun zamanı, yoğunluğu, katlanılabilirliği, evden
eve çocuktan çocuğa değişir kuşkusuz. Tek bir şey dışında: Ömür boyu bize eşlik
eden mutluluk imgelerimizin olduğu kadar, kurtulmak için hep çaba
harcayacağımız korkularımızın, dağıtmak için her yolu denediğimiz iç
sıkıntımızın da kaynağı, kaynağı değilse bile ilk sahnesi burası. Evden söz
edeceksek mutlaka buraya, bu mutluluk mekânının arka bahçesine, birçok düşün
olduğu gibi birçok şiirin, öykünün, romanın da imgelerini topladığı bu arka
bahçeye uğramamız şart.” (s.63)
“Pazar gününün cumadan bakıldığında sonsuz bir mutluluk
imgesi olarak göründüğünden söz etmişti bir arkadaşım. Asıl mutluluk diyordu,
cumanın kendisinde, yani mutluluğun görülebilir olduğu yerde. Pazarın ışığı
oraya vurmuştur. Bu yüzden Cuma parıldar, ışır; pazarın kendisiyse söner.”
(s.69)
“Nedir Pazar öğleden sonralarını çocuk için katlanılması
zor bir sıkıntının sahnesi kılan? Psikanalitik bakış çocuğun sıkıntısını “bir
şeylerin başlatıldığı ancak hiçbir şeyin gerçekleşmediği o donuk beklenti
durumu”yla açıklar.” (s.69)
“Bizde en çok sıkıntı uyandıran anlar yalnız olduğunuz
anlardan çok, başkalarının yanında kendimizi yalnız hissettiğimiz anlar değil
mi? Oyun arkadaşı bulamadığımız anlardan çok, oyun arkadaşlarımızla
birlikteyken sıkıldığımız anlar? Bir şeylerin olmasını beklediğimiz, bu
şeylerin bir türlü gerçekleşmediği anlar. Çağrı var, çağıran var, çağrıldığımız
yerde bekliyoruz, ama hiçbir şey olmuyor. Uzunca bir süre görmediğimiz,
zihnimizde uyarıcı bir imgeye dönüştürdüğümüz biriyle buluştuğumuzda ne çok
yaşamışızdır: yanlış yer, yanlış zaman, yanlış insan. Sizi yanılttığı için
karşınızdakine, yanlış şeye umut bağladığınız için kendinize duyduğunuz öfkeyi
bastırdığınızda tek bir duygu kalır geriye: Sıkıntı. Bir şeyler başlamış ama
hiçbir şey gerçekleşmiyor.” (s.70)
“Gitmek ya da kalmak: Evin bize dayattığı –yoksa
bağışladığı mı demeliydim bir ikilem bu. Walter Benjamin’in Geri Dön Her Şey
Affedildi adlı fragmanından şu satırlar: Tıpkı barfiksde büyük dönüşü yapmaya
çalışan jimnastikçi gibi her çocuk er ya da geç kendi payına düşecekkaderi
belirleyen talih çarkını kendisi için çevirir. Çünkü yalnız on beşindeyken
bildiğimiz ya da yaptığımız şey sonradan bizi cezbedecektir. Dolayısıyla hiçbir
zaman telafi edemeyeceğimiz bir şey vardır: On beşimizdeyken evden kaçmamış
olmak. Sonradan anlarız, sokakta geçirilen kırk sekiz saat, tıpkı alkalik
çözeltide olduğu gibi, mutluluğun kristalini yaratır.” (s.75)
“O kristale yakından baktığımda,gitmek yönündeki
tercihlerimiz, sevdiklerimize zalimce gelebilecek özgürlük arayışımız kadar,
bazen kalmak zorunda olduğumuz için çektiğimiz sıkıntının, şu bitmek bilmeyen
ev ödevlerinin de payını görüyorum. Çok sonra, işler yolunda gider, şu ödevler
biterse eğer, belki bir gün bize de birisi söyler: Geri Dön Her Şey Affedildi.”
(s.75)
“Bir yemişin, hamlığından kurtulması sürecini insancaya
çevirirken, geçmesi gerekebilecek süreyi çok uzatıyorum; bu da, ağır kanlı bir
ağaç olduğuma verilsin. Elimden ancak bu kadarı geliyor.” Bilge Karasu, Göçmüş
Kediler Bahçesi (s.77)
“Bir zamanlar başkalarının onun için kurduğu düzenden
kaçan, sonra kendi düzenini kuran kişi, şimdi o düzende rahat edemezse nereye
kaçar, kaçamazsa ne yaşar? Eve olan inanç bir kere zedelendikten sonra, geri
döndüğünüzde bulduğunuz yabancı, nüfuz edilmez, inatçı kütleyle birlikte
yaşamak nasıl bir şey?” (s.101)