12 Nis 2017

Ece Temelkuran - İçeriden Kıyıdan Konuşmalar

“Otuzuna gelince insan, yürüyüp geldiği yola şöyle bir bakmalı. Bundan sonra ömrünün diğer yarısına, eski hallerinden ne kadarını ve hangilerini taşıyacağını böyle kararlaştırmalı.” (s.22)

“Hayat, onu erken anladığını sananlardan çok fena alır öcünü. Bir şeyi vaktinde yaşamadan geçersen, çok sonra, seni rezil etme pahasına, sana yaşatır o eksik bıraktığın bölümü. Aşık mı olmadın on altı yaşında? Gelir seni kırk beşinde bulur, en olmaz zamanda. Maceraya mı çıkmadın yirminde? Sürükleye sürükleye götürür seni otuz beşinde.” (s.23)

“İnsan dertlenmeyi bırakıp, otuzuna gelmeden evvel ne yapıp edip zayıf yerlerini koruyarak yaşamayı öğrenmeli. Böyle olmuyor çünkü, olmuyor.” (s.26)

“Yüzlerimiz, sözlerimiz, benliklerimiz yaralardan mı bina edilir aslında? Acaba hiç şekilsiz mi olurdu ağzımız, seslerimiz, ellerimiz, yaralarımız hiç olmasa? Belki de yaralarından tanırlar insanlar birbirlerini. Belki de sırf bu yüzden diyorum, kıymetlidir vaktiyle canımızın acımış olması.” (s.27)

“Temiz hissiyatlara ihtiyacımız var, diyor sırf iyilikten yana açılan aydınlık bir ağız, sevgili Yunus! Duru demek istiyor yani, eğilip bükülmemiş, sistemin pespayeliklerine, kalabalığın domuzca değerlerine katlanmak, uyum sağlamak için eksilip bulandırılmamış hissiyatlar. Mutluluk, acı, öfke, aşk, gitmek, dönmek, karşı çıkmak... Neyse ne, bulandırmadan yaşanmalı demek istiyor.” (s.35)

“Öfkeleneceğin yerde gülümseyerek geçiştirmeye çalışıyorsun durumları. Kafayı mı yediniz kardeşim diyeceğin yerde: Demek dünya böyle. Ne yapalım? Yapayalnız kalacak değiliz herhalde, deyip susmaya başlıyorsun. Sonrası zaten çorap söküğü gibi geliyor. Kendine ettiğin minnacık ihanetlerle başlıyorsun işe. Zamanla bakıyorsun ki, başlangıçta öfkelendiğin, nefret ettiğin, tiksindiğin ne varsa, tam ortasında buluyorsun kendini.” (s.35)

“Kafan daha iyi çalışıyorsa daha iyi açıklamalar buluyorsun yaptığın ve yapmadığın şeylere, kendine ettiğin küçük ihanetlere. İşte o zaman başlıyorsun hissiyatları bulandırmaya. Hayatın netlik ayarını bozuyorsun. Sanıyorsun ki, daha iyi olacak böyle. Olmuyor oysa. Güçten düşüyorsun. Kendinden uzağa doğru epey yol aldığın için... Nasıl diyeyim, sanki öksüz kalıyorsun.” (s.36)

“İlk bir şey vardı. Temiz bir şey. Paşa çayına batırılan bisküvinin verdiği mutluluk gibi bir şey. Alçakgönüllü, eski, küçük, temiz bir şey. Bu sistem benim o küçük, eski, küçük kalbimi bozuyor.
...
İyi büyümek lazım yani. İyi büyümek...” (s.36)

“Bir taş bir taşa aşık olsa ne derdi? Kelebeğin kederi nasıl bir şeydi? Albino bir tavus kuşu konuşsa ne söylerdi? Bir denizkestanesi kimseye sarılamamanın tarihini nasıl bildirirdi? Gücünü kullanmak istemeyen bir boğa nereye kaçabilirdi? Zakkum ağacı hep zehirli olmanın lanetini dese dese nasıl derdi? Ben bunlara verdim kendimi.” (s.40)

“Hallerden geçer insan. Tepetaklak hallerden geçer, doğrulup dikilip fena halde sağlam, bir daha asla tepetaklak olmamaya sözler veren hallere gelir. Sonra bir gün yine sinsi tanrılar birleşip tuzaklarını hazırladıklarında, hiç olmamış gibi yeniden, aynı hallere geri döner; tepetaklak. Gündüzün en acımasız, en büyüsüz saatinde okunacağını bile bile kırılgan sabaha karşı mektupları yazarken bulursun kendini yine. Sonra yine sabırla geçirip bu illeti, yeniden, yepyeni, yine eskisi gibi kararlı, sağlam, sarsılmaz olabilirsin. Ardından yine, sanki hiçbir şey öğrenmemiş gibi geri dönebilirsin tepetaklak hallere... Velhasıl hep aynı terane!” (s.44)

“Devletler, ordular, dinler... Bütün bunlar, herkes, hep birlikte inandığı için gerçekmiş sanılan  dev yalanlar değil mi mesela?” (s.46)

“Hayatlar evler gibi olabilse keşke. Kapısına kilidi vurup biraz dışarı çıkabilseniz. Hatta ev gibi olan hayatlar sonra da devremülk olabilse... Aynı hayatı birkaç kişi toplanıp yaşasanız. Öyle tartışa tartışa, beraber karar vererek mesela. İnsanın kendinde canı sıkılıyor sadece kendiyle! Keşke birileri daha olsa insanın içinde. Akıl danışabileceği, kritik zamanlarda kendini şöyle masanın üzerinde koyup: Ben şimdi ne yapacağız? diye tartışabileceği...” (s.48)

“İnsan kalabalık bir şeydir oysa. Bazı kalpler ana baba günü.” (s.49)

“İnsan yanında götürüyor kaçtığını. Üstelik ne kadar uzağa kaçsa da... Hatta artık şöyle düşünüyorum: Tuhaf bir dairesel hareketle tam da kaçtığına doğru koşuyor insan kaçarken. Korktuğunu yok saymak, o yokmuş gibi yaşamak insan doğasına aykırı belki. Ya da belki bunu kabul etmek epey zamanını alıyor insanın. Benim zamanımı aldığı gibi...” (s.50)

“Göl yosunları gibi uyuyakalmak da olabilir hayatın sırrı, kim bilir... Dalganın şaşkını kum gibi sürüklenmek de... Siz bilebilir misiniz?” (s.51)

“İnsanlar ölüyor niyeyse. Dünya sanki insan kanıyla işleyen bir makineymiş gibi bir tuhaflık.” (s.56)

“Sen, bir kayalıksın. Sen kendin için sonsuzsun. Sen, sonuna kadar beraber yaşamaya, katlanmaya, taşımaya mecbur olduğunsun. Geri kalan her şey sana vurup vurup köpükleri sönen dalgalar yalnızca.” (s.60)

“Eğer bir gün insanlık yeniden kurulacaksa, yeni bir hukuk inşa edilecekse eğer, insanlığın yeni mevzuatında, kalbi cürümlere de yer verilmeli mutlaka. Selamı alınmayınca kendini enayi gibi hisseden birinin dava açma hakkı olmalı. Söz verip de gelmeyenler, sevip de en olmayacak anda çekip gidenler, iş yerindeki entrikalar, dostluklarda yenen belirsiz kazıklar; her birinin bir cezası olmalı mutlaka. Ezik hissettiğin anda tazminat hakkın doğmalı ezik hissettirenlere karşı. Yeni insanlığın yeni okullarında gençlere rüzgarlı havalarda son kibritle sigara yakma temrinleri yaptırılmalı. Eğer hâlâ kadınlar ve erkekler için ayrı müfredatlar uygulanacaksa, oğlan çocuklarına kadınların kafa karışıklığından, kız çocuklarına da erkeklerin onları nasıl anlamayabileceğinden söz edilmeli. Müzik derslerinde, bazı şarkılardan, o şarkıların yarattığı aptal cesaretlerinden korunmayı, o cesaretle edilen yanlış telefonları etmemeyi öğretmeliler. İçince pişman olacağın şeyleri yapmamayı, yapsan da ertesi gün pişman olmamayı uygulamalı derslerde ele almalı öğretmenler.” (s.63)

“Master programları olmalı daha karmaşık konular için. Bir adam en az acıtarak nasıl terkedilir? Daha az sevdikçe daha çok seviyormuş gibi yapmamak nasıl becerilir? İnsan kendi varoluş enerjisini kaybettiğinde kendi gücüyle buluşmak için ne yapmalıdır? Kalbin tamirinde nelerden faydalanılabilir? gibi başlıkları olmalı akademik tezlerin. Kendini geliştirmeye meraklı olanlar, artk dil kurslarına, tenis kurslarına falan değil de başka türlü kurslara gitmeliler. Tartışma grupları kurulmalı, Rita Hayworth’ın o filmde, put the blame on mame şarkısını söylerken neden aniden striptiz yapmaya başladığını tartışmalı insanlar. Böyle bir ruh halinin Can Yücel’in Sidikli Kontes şiiriyle ilgisi olup olmadığını. Marlene Dietrich’in nasıl olup da  diğer kadınlarda daha güzel görünebildiğini konuşmalı genç kadınlar; böylece belki güzel kadın olmaktan ziyade atmosfer mimarı bir kadın olmanın daha kıymetli olduğunu anlarlar. Humphrey Bogart’ın neden Casablanca’nın son sahnesinde Ingrid Bergman’la gitmediğini anlamalı insanlar ve bu kadar klas davranabilecek hale gelebilmek için ne yaralar kazındığını etine. Ya da Vesikalı Yarim filminde İzzet Günay ile Türkan Şoray’ın raflara beraber konserve dizdikleri sahnenin üzerine gidilmeli. Birbirinden çok başka iki insanın birbirlerine, konserveler bozuluncaya kadar beraber yaşama sözü vermesinin ne dehşet verici bir cesaret gerektirdiğini iyice anlamalı herkes. Bugün bir yerde bir çocuk ölüm-kalım savaşı verir gibi kesirleri ezberlemeye çalışıyor mutlaka. Onun korku dolu yüzünü, o yüzün yıllar sonra başına gelecekleri düşündükçe... İnsanlık artık yeni çocuklar, yeni hukuklar yapmalı.” (s.65)

“Tatilde güneşin altında hiçbir şey yapmadan, hiçbir şey düşünmeden duramaman bu yüzden mesela. Gerginliğe o kadar alıştın ki, gergin olmamak geriyor seni.” (s.72)

“Biri alıp başını gitmeye, artık emniyetli hayatına bir son verip iç sularının yönüne göre akmaya karar verdiğinde niye etraftaki herkes büyük bir paniğe kapılır? Herkes niye hayatının hatasını yaptığını söyler, biri sıradanlığın kalabalık otobanından çıkıp denenmemiş yollara sapmaya kalktığında? Çünkü insanlar korkarlar. Korkularına göre kurdukları hayatlarını sıkıntıyla sürdürüp dururken, başka bir ihtimalin mümkün olduğunu bilseler artık onlar da bu riski göze almak zorunda kalacakları için, bayat hayatlarını onaylayıp hep birlikte, başka hayat zaten olamaz doğrusu bu, derler. Demek mecburiyetindedirler.” (s.79)

“İnsanoğlu zamanı sıfırlamak için zaman içinde anlar seçer. Yılbaşı gibi, doğum günü gibi, evlilik yıldönümü gibi, şu gibi bu gibi... Bu anlar suni olsalar da hayat üzerine düşünmek için hiç yoktan iyi bahanelerdir. Belki de bu yılbaşı bunlara bakmak lazım. Bu yıl için fiyaalı bir hata düşünmek lazım. Etraftakilerin yüzleri sizin için endişelenirken gülüp geçip, bir kere olsun direksiyonu kırıp otobandan çıkmak lazım.” (s.81)

“Çocuklar gülerse, hayat iyileşir.” (s.94)

“Yediremez insan kendine. Hele bir kere yalnız ve özgür yürümenin ne tuhaf bir şahanelikte olduğunu öğrenmişse... Bu yalnızlık şahane olmadığı zaman bile artık beceremez yalvarmayı kimseye. Gönlünü eğemez insan, boynunu düşüremez, ellerini bükemez. Eğilip bükülemeyen kırılır. Kırılan dökülür. Dökülen suya karışır. Sokaklarda biriken yağmur suyuna. Belki bu yüzden, suya karışıp silikleştiği için yüzü, artık yalnız yürüyenin adını kimse söylemez. Saçak altı insanları kaybedenleri sevmez.” (s.101)

“Hayat canınıza kastedecek kadar başka birine dönüştürmeye çalışıyorsa sizi, siz de kendinizi korumayı öğrenmelisiniz aslında. Çünkü bir hayatınız var ve ne olacaksa burada olacak. Sanki çoğumuz deneme 1 tadında yaşıyoruz hayatı. Öyle değil işte, ne yapıyorsan o: hayal edilip ertelenenler için bir ek süre verilmeyecek yarışmacılarımıza!” (s.102)

“O eski biçimlerimizden tanıyoruz, seviyoruz birbirimizi. Kalabalıklar içinde birlikte durmaya karar veren insanlara bakın. Mutlaka aynı kitapları okumuşlardır küçükken, aynı cümleler işlemiştir içlerine. Büyümekle ilgili o derin dertlenme hali, büyürken oluyor. Büyüyünce geçiyor, enteresan bir biçimde. O yüzden galiba şimdi biraz uzakta duruyor bu yazılar bana. Belki bana uzakta ama oradan, aynı yerden geçecek olanlar var daha. Hepimizin aynı yerlerden geçmesi, aynı yerlerde düşmesi, hatta kimi kez aynı sözcüklerle ağlamamız kötü bir şaka gibi gelmiyor mu size? İnsanlığın bu ilerleyemeyişi yani, enteresan değil mi? Herkesin eninde sonunda tek başına büyümesi. Merhametsiz bir gerçek gibi. Büyümenin kendisi değil herhalde beni bu kadar dertlendirmiş olan, bakınca şimdi yazılara. Daha can yakıcı olan o tek başınalık mecburiyeti galiba. Belki de o yüzden yazdım büyümek üzerine, bu mecburiyetle inatlaşmak için, birileri de o kadar yalnız hissetmesin diye. Yani, aslında, biraz nafile... Ama yine de büyümek üzerine...” (s.108)

“Bahsetmediğin bütün o anlar kayıp mı oluyordur acaba? Bunlar hep araya sıkışıp kalmış şeylerdir. Bazen sevdiğin, kalabalık bir masada elini senin kolunun herhangi bir yerine koyar ya da belli belirsiz değer omzuna. O farkında bile değildir belki yaptığı şeyin. Ama o dokunma noktasından ılık bir şey akar gövdene. O, konuşmayı sürdürür masadakilerle; sen kendi içinde daha narin, daha nadide bir âleme gidersin. O elin, o dokunuşun gitmemesini, bitmemesini istersin. Bunu da söyleyemezsin; çünkü söylesen bütün o ılık akıntı dağılır, bozulur; bilirsin. Ama elini çekecek diye canın çok sıkılır. İçinden bunu geçirdiğini kendiliğinden bilsin istersin. Sonra o tabii ki elini çeker, farkında bile değildir olan bitenin. Bir şeker kırığı gibi batar bu içine... Eriyince acısı geçer.” (s.110)

“Bizi biz yapan hangi hayallerdi? Gördüğümüz hangi şeydi bugün –diyelim ki- yazı yazmamızı sağlayan? Uyunmamış bir öğle uykusudur belki bütün hayatın çizgisini ta sonuna kadar çizip geçiveren. Batılıp çıkılan çamurlardan kalan, kaderimizi ebru gibi damla damla belirleyen bir şey vardır belki geride.” (s.131)

“Anneler, hayatta kendileri nerelerinden kırıldılarsa, kızları için tasarladıkları çelik zırhların tam o noktasına çifte su vermek isteyeceklerdir. Kızlar, annelerin, hayatı bari bu kez yenme hamlesidir çünkü. Hiçbir zırh hayat geçirmez değildir halbuki. Bu yüzden işte bu proje hep hedefi ıskalayacaktır. Kızlar, tam da annelerinin kendilerinde en beğenmedikleri yumuşak karınlara sahip olduklarını vakti gelince görecekler; her kız vakti gelince annesinin bir benzeri olduğunun farkına varacaktır.” (s.137)

“Daha otuz yaşına girmeden o büyük otuz yaş efsanesiyle ilgili yazmaya başlamıştım zaten. O yazıları yazdıktan bir yıl sonra otuz oldum. Ve gördüm ki otuz yaş depresyonu diye bir şey hakikaten varmış. Ama ne sanıldığı ne de benim yazdığım gibiymiş. Daha açık söyleyeyim: Bu yazılar yanılmış! Doğrudur, bir şeyin sonu ve bir başka şeyin başlangıcı olabilir otuz. Ama ısrar edersen... hatta ısrar etmek bile yetmez, uğraşmak lazım, o kadar yani. Yoksa hakikaten hiçbir ehemmiyeti yok. Şimdi, uzak bir şehirden, uzak bir ülkeden bakınca otuz yaşın etrafında geçen son iki yıldır yaşananlara... Sen değiştirmedikçe hiçbir şey değişmiyor aslında. İyisi de kötüsü de. Diğer yandan gerçek olan bir şey var ki insan neyi geride bırakıp neyi beraberinde götüreceğini iyi hesap etmeli. Mesele bir yaş meselesi değil. Çünkü zaten herkesin bir iç zamanı var aslında, kendi kendine demlenen, demlenme süresi olan insan sanıldığı gibi bir şey değil; çocukken ihtiyar, ihtiyarken çocuk bir bakıma. Takılmaya gerek yok otuza diyeceğim ama oradan yeni geçecek olanlar, biliyorum, yine de takılacak.” (s.144)

“Tam oradasın şimdi. Buralara geldiğinde ne olacağını hiç düşünmemiştin. Aynada sende yeni olanın, büyümüş olanın ne olduğunu aramaktasın. Otuz yaşından sonra aldığın kilolar üzerine yapışır diyor etraftakiler. Böyle düşük kaliteli kaygıların kenarındasın. Belki de onlar haklılar, aklı başında bir kadın olmak konusunda düşünmelisin. Bol bol su içip, sigarayı bırakıp, sebze ağırlıklı yemekler pişirip, buzdolabına rejim listeleri yapıştırıp... Ve falan ve filan. Oysa sana sorsalar şimdiki gözlerinin farkını söyleyemezsin çocukluk fotoğraflarından. Öyle değil mi? Her kış usturuplu ayakkabılar giyinip ama her kış eskidenki gibi yuvarlak burunlu, kırmızı çizmeler almayı gizlice planlayan ve hemen vazgeçip bu acayip fikirden zevahiri toplayan... Ve falan ve filan. Artık yaşını sorduklarında girdiğini değil bitirdiğini söylüyorsun sen ama hâlâ alışamadın buna; acıklı bir yalan atıyorsun hissini çıkaramıyorsun içinden. Sana sorsalar dirayetli, basiretli, güçlü kuvvetli, kafası net, hayatını yoluna koymuş bir kadın olamadan, sel basması gibi sanki, gün almaya başladın otuzundan. Belki de bütün yıllar içinde, yavaş yavaş değil de tam yaşını düşündüğü anda, aniden yaşlanır insan..” (s.145)

“Sıkıntıdan patlasan da otuzuna girdin artık. Artık sen, aklın tekinsiz hayatlara kaymasın, gönlün bir serseriliğe kaçmasın diye... İnsanlar bir yaş gelince, kendileri olmamak için kendi kalplerine yalvarırlar.” (s.147)

“Ah! Şimdiki halin senin en güzel halin. Bak en güzel diyorum. Yayıl, ürkmeden yayıl hayatın üzerine. Yap, durmadan yap. O kadar çok da düşünme. Savur eteğini, savur. Kırılırsa kırılsın, dökülürse dökülsün. Çünkü otuz yaşındasın, bu senin en güzel halin: Sen kırıp döktüklerini hâlâ öperek tedavi edebilirsin. Sen en az birkaç yıl daha uçuşarak yaşayabilirsin. Çünkü bu senin... Bak en güzel diyorum! Anlarsın.” (s.148)

“Sen bundan böyle sadece istediklerini yap. Her bir şeyi seçerken içinin hayvanlarına sor. Senin için doğru olanı onlar biliyor. Bir tanesi yüzünü ekşitse, ciddiye al bunu. Çünkü böyle yapabilirsen eğer, içinin suyu akması gereken yere akacak. Sonunda bir yerde birikilecekse eğer o, senin istediğin yer olacak. Suyun akışını bozma korkularınla. Sakın bozma, yoksa yanlış yerde birikip yosun tutturursun hayvanlarına. Bu cümleleri anladığından emin ol ve sakın hafife alma. Doğru yoktur çünkü, suyun akmak istediği yer vardır sadece. İçinin suyunda senin sırrın saklı. Belki de içinin suyu, senden daha iyi biliyor senin aslında ve en çok ne istediğini; nereden birikmen gerektiğini...” (s.148)

“Kadınların bilhassa kendi kalplerini sıkıştıran soruları ile geçiyor yirmiler. Öyle miyim yoksa böyle miyim? gibi bir anaforun içinde yitip gidiyor enerjiler. Nihayet herhalde tartışmasız bir otuza gelindiğinde, ben de böyleyim, gibi bir cümle kuruluyor insanın ta içinde. Meydan okumayan, yerse, demeyen, kesinlikle böyleyim ölsem değişmem, diye diretmeyen, kendi halinde bir, ben de böyleyim cümlesi bu. Sesi, sakin sular gibi akan. Galiba değişmiyor, gelişmiyor, iyileşmiyor da kendine alışıyor insan. Otuz yıl alıyor demek kendinle boğuşup, kendinle yenişip, sakinleşip, öfkeni atıp, artık oturacağın köşeni bulman.” (s.152)

“Otuz iyidir, çünkü artık çocuk değilsin. Çocuk kalmak üzerine yapılan edebiyatları koy bir kenara, hepsi saçmadır aslında. Büyümek iyidir. Çocuklar, insana yakışmayacak kadar acımasız olabilirler. Çocuklar insanlara hak etmedikleri merhametleri gösterebilirler. Çoculukla ilgili bir tek şaşırma yeteneğni alabilirsin yanına. Almalısın becerebilirsen, mutlaka.” (s.153)

“Otuz güzeldir çünkü ömrün en güzel yerindesin. Gençliğin tatlılığıyla ihtiyarlığın bilgeliği arasındaki en tepedeki noktada duruyorsun. İster yine uçuşur, ister yine beğendiğin yerde durursun. Şimdi sen büyük yolculuklara hiç korkmadan çıkabilirsin. Şimdi sen tam kendine göresin. Artık başkalarının senin hakkında düşündükleri de önemli değil. Sözler, kötülükler, su kabarcıkları gibi sönüveriyor. Sen yine orada duruyorsun. Rüzgar uğulduyor tepelerinde; sanki gülüyorsun. Tin tin tini mini hanım gibisin. Peşinde bir rüzgarla yürüyorsun sanki. Sen yürüdükçe rüzgar estiriyorsun. Böyle hissetmek iyi geliyor ya da. Ama kendini sevme işini abartmayacak kadar da kendini biliyorsun. Efendisin, iyisin. Canın fena sıkılsa da ara sıra artık kendini tedavi etmeyi biliyorsun.”

“Otuz iyidir. Çünkü sen otuzsun. Bu kadar. Kendinin tadına bakıyorsun. Dünyaya gelmiş ve yürümekte olan birisin. Bir gün gideceksin. Sen bu halin tadına bakıyorsun, bu gövdenin içinde olmayı, böyle bir beyin ve böyle bir kalp taşıyor olmayı elinden geldiğince deniyorsun. Şimdi sen artık abartmıyorsun. Abartmadığın için zaman daha az sürtünüyor sana. Sen artık daha ziyade tıngır mıngır cümleleri seviyorsun. Tıngır mıngır... Tıngır mıngır... Ellerini başının arkasına koyup ayaklarını şöylemesine uzatıp dünyanın hallerine bakıyorsun. Dünya da senin hallerine... Otuz iyidir. Çünkü sen, şimdi otuzsun!” (s.156)

“İşyerlerinde olduğum zamanlar boyunca en çok içimi kıyan şeylerden biri, zaman hissiydi. Sabah girdiğin bir mekânda, hep aynı ışık ve atmosfer koşulları altında günün nasıl ve ne zaman geçtiğini anlayamıyordu insan. Bu yüzden büroda ne zaman akşam edilse benden bir şey, bir gün daha çalındığını hissederdim. Böyle böyle aylar geçerdi; mevsimler... Şimdi bürolarda çalışan insanlar için hâlâ böyle geçiyordur zamanlar. Bu geçen günlerin, ayların, mevsimlerin sizin ömrünüz, tek ömrünüz olduğunu düşündüğünüz anlar ne kahredici oluyor, kim bilir?” (s.159)

“Bahar, tehlikelidir. İnsana olmayacak işler yaptırdığı gibi çabucak kaçtığı için suçu hiçbir zaman ispatlanamamıştır. Tekin değildir yani. Sonbahar başlangıç ve sondur. Niyeyse hep bir şeye karar vermelisindir sonbaharda. Bu yüzden durup denize, denizsiz yerlerde göğe bakılmalıdır hep. Yağmur yağınca deniz çoğalır mı, diye sorulmalıdır. Niyeyse...
Mevsimlerin en merhametlisidir kış. Evin mevsimi, sarılmanın, sarınmanın, sarmalanmanın. Uzun çayların, derinlemesine yemeklerin, etraflıca içmelerin mevsimi. Karşılaşmaların değil, buluşmaların... sıcak olan her şeye doğru neşeyle yönelmenin, böylece hep beraber ılımanın...” (s.162)

“Atkılar ve şapkalar yüzünden dağılmış saçlarımızla bizi güzel bulacak birileri olacak mı bu kış? Yatak 36,7 derece olacak mı girdiğimizde? Yoksa boynunu kendine yaslayan kuğular gibi mi olacağız bu kış da? Mevsimlerden en ince fikirlisidir kış. Öyle işte...” (s.163)

“Kış aslında iki kişilik bir mevsimdir. Uyku kokan yorganlar, birbirine karışan rüyalar, sayıklamalarla uyandırdığın biri ve onun gecenin ortasında gülen yüzü... Bu, sokulmanın mevsimi. Eskiden pazarlarda satılan civcivler gibi, kemikler, eklemler birbirine geçmeli. Kış: Bir insanın bir başka insan için yapıldığının delili!” (s.165)

“Olur ya: Kar tazedir. Bulut gibi temiz. Kesin bir metre vardır kalınlığı. Yani kaldırıp sırtüstü atsan kendini tutar; ihanet etmez. Kollarını açıp şöylemesine. Havanın içinden su gibi kaymak isteği. Hiç tutuk davranmadan, kafanda düşüş anının tatlı boşluğundan başka bir şey olmayarak. Bütün ağırlığını yere sakınımsız bırakmak artık kocaman bir bedeni olduğunu unutturur insana. Ağırlığın geçer.
Ama işte bu şahane fikir geliverince akla, insan birden vazgeçiverir. O şahane fikirle haylazlaşan yüzü, yeniden büyük adam olmaya karar verir. Zira, kesin karın gizlediği sivri bir taş vardır yerde ve sendeki bu şansla sırtının tam ortasına giriverir. İnsan işte o zaman sıkıntıyla, yürüyüp gidiverir.
Biriyle birlikte olmak da işte, tam da böyle bir meseledir. Her şey iyi, her şey güzel olacak değil ya... Sendeki bu şansla hikayenin sonu kesin sırtına giren zalim bir taşla bitecektir.
Bir gün yeniden yarım kalacağı korkusuyla hiç tamamlanamayanlar vardır. Sırtına taş girecek korkusuyla kara yatamayanlardır onlar. Taş var mı diye karı yokladıkları için delik deşik edenlerdir karın karnını. Taş olmadığından emin olduklarında artık ne kar mucizevi ve sonsuz bir yataktır ne de kendini bırakıverme isteği kalmıştır elde. Hiç düşmezler böylece. Hiç taş girmez sırtlarına. Hiçbir yerleri acımasın diye, etlerinde başka bir etin izi kalmadan devam ederler yollarına. İdare ederler.
Ne zaman bu kadar kıymetli olduk biz? Kimselere, hiç kimselere teslim edilemeyecek kadar stratejik bir önemi kazanmamız ne zamana denk gelir? Bu hayatlar ne zamandan beri çuvallamaması, tökezlememesi gereken büyük birer proje?
Ne zamandan beri bir daha asla yaralanmaması gerekecek kadar cılızlaştı içimiz? Oysa geçer hepsi. Bugüne kadar geçmiştir. Ve kurduğumuz cümlelerin hepsi yaralarımızdandır. Yara yoksa bir hayat cümlesi de yoktur aslında. Ancak ve sadece, “Bir daha mı? Birine teslim olmak mı? Asla!” cümleleriyle yaşayanlar değil mi aslında kendini en çok karın serin koynuna bırakmak isteyenler? “hiçbir şey istemiyorum” diyenler değil midir aslında bu hayattan en temiz, en sonsuz ve en yumuşak kar yatağını bekleyenler? Umduğundan utananlar... Karı yoklaya yoklaya delik deşik edenler.
Yaralarını organları zannedenlerdir onlar. En kıymetli cümleleri yaralarına dair olanlar. Bütün iyilikli şeyleri, bir taş ihtimali yüzünden delik deşik edenler.
İki kişi durmuşsunuz mesela. Önünüzde kar, sonsuz bir kar yatağı. Elleri cebinde birinin. Orada, tam da sırtının ortasına gelecek yerde bir taşın pusuda beklediğini, boş bulunup atıverse kendini, tarihin en büyük yarasını alacağını sanıyor. Sen de diyorsun ki, “Yoktur.” Berikinin yüzünde bir bakış: İspat et o zaman. İnandır beni orada bir taşın olmadığına. Bu sefer de yeni bir yara almadan yaşayacağıma.
Edemezsiniz. Taşın yokluğunu ispat imkansızdır. Ne diyeceksiniz deseniz deseniz? Çünkü bir şeyin ancak varlığını ispat edebilirsiniz.” (s.169)

“Yaşamak hakikaten böyle bir şey midir? Yürümek değil de ağır ağır sağdan sıvışmak mıdır?” (s.170)

“Serçe telaşıyla yaşayan kadınlar, zamanın ağırlığıyla uçabilen büyük kanatlı adamları seçerler.” (s.179)

“Yollardan geçerken burnun bir koku yakalar, saçına bir ses dolanır. Pıtır pıtır nedensiz neşeler düşer içine. Bugün iyi bir şey olacak dersin, kendi kendine. Bu yüzden iyidir belki bahar. Güzel bir şey olacak, diye diye çünkü, güzel bir şey yaparsın mutlaka. hayra yormadığın kış günlerinde hayırsız belaları çağırman gibi, bahara da bir büyü yaparsın işte.” (s.180)

“Bak ne diyorum! Bu bahar kırlarda, beyaz örtülü bir masada çok sevdiğin insanlarla şarap içip çakırkeyif olacaksın. Durup dururken oynamalara kalkacaksın. Yanakların kızaracak, ağaçların altında uyuyacaksın. Çiçeklerden nasıl taç yapılıyordu, en fazla buna kafa yoracaksın. Öyle olacak yani. Ben öyle diyorum.” (s.181)

“Ben kadınları, erkeklere oranla hep daha çok yazmaya değer buldum. Çok az şiirli erkek gördüm bugüne kadar. Ama en düz sanılan, en tekdüze bulunan kadın bile bir şiire sahipti. Şiir hep kadınlardaydı. Bana sorarsanız, yazı yazmak için biri, önce kadınları sevmeli, önce onları anlatabilmeliydi. Bir divanın üzerinde, ayaklarını altına alıp ballandıra ballandıra dedikodu yapmanın tadı gibi... Bir de hep büyük bir haksızlık gibi gelecek bana, kadınların en güzel hallerinin erkekler tarafından asla görülemeyecek olması. Çünkü aslında en çok o hallerdir yazılası olan. Bunu kabul etmeyeceklerdir kimileri; ama, bir kadının en güzel hali, onu izleyen bir erkek gözü olmayınca ortaya çıkar aslında.” (s.200)

“Bu hayatta kadınlarla ilgili en derinden kahrolduğum bir mesele varsa o da budur: Kadınların kendilerini yavaş yavaş yok etmeleri. Gelenekten, mecburiyetten veya genellikle olduğu üzere bir erkekten dolayı kendi ışıklarını söndüren kadınlardır. Orada müthiş bir trajedi var, müthiş bir haksızlık. Kanıtlanamayacak bir cinayet sanki, ağır ağır işlenen...” (s.218)

“Kadınların tek başlarınayken çıkardıkları ışığı koruyarak sevilmeleri, biriyle birlikte olmaları neden mümkün değil? Neden ışıkları sönüyor kadınların bir adamın koluna girince? Bir anlasam... Bir anlasam...” (s.221)

“Bazı kadınlar yakalanamaz, durdurulamaz ve kimseye ait olamazlar. Onlar zaten kendilerine bile ait değildir de, o karmaşık bir mesele. O kadınlara yalnızca yakın durulabilir, yakalanıp durdurursan, kendine ait kılarsan... Ölüverirler. Çünkü onlar kuş gibidirler. Böyle uçucu kadınlar, tepeden aşağıya inen bir bisiklet gibi, fren yaptıklarında düşeceklerini pek iyi bilirler. O yüzden belki de hayat boyu kendilerini en sevdiklerinden bile korumak mecburiyetindedirler. Kendilerini durdurup öldürüverecek şeylere karşı dikkatli olmaları gerektiğini –her nasılsa- bilirler. Onlar, insanı ancak frensiz bir seyahate davet edebilirler. Zira fren yaparlarsa artık onlar, o kadınlar değiller. Bozulmuş bir oyuncak gibi kıymetsizler. Kanatlarının altına rüzgârı aldığında uçabilen kuşlar gibi, rüzgârsız kaldığında bir lokma ete dönüşen kadınlar... Ve adamlar, ekseriyetle, kadınları eğitilebilecek kuşlar sanırlar. Bilir misiniz? Eğiticiler, eve dönsünler, uzaklara uçmasın diye önce kuşların kanatlarını biraz kırarlar... Ama kimi kuşlar ve kadınlar, gökyüzü kadar uçmayacaklarsa ölüvermeyi tercih ederler.” (s.227)

“Fakat olsa olsa en sıkıcısı gülün hayatıdır. Öyle dur, sessiz ve dik, bir klişe olarak elden ele azal, hiç istifini bozmadan ifade et, durmadan poz vererek ifade et. Hiç konuşmayan, hiç konuşmadığı için âşık olunan kadınlar gibi yalan...” (s.244)

“Şimdi, bugün konuşacaksam eğer, hayatın tam burasında ilişkilerle ilgili bildiğim tek bir şey var: İnsan hayatı boyunca bir doğru bir de yanlış ilişki yaşamalı. Doğru olanda sırf doğru olduğu için kalmamayı, yanlış olandan sırf yanlış olduğu için gitmemeyi görmeli. Bunları bir kez yaşayınca da geriye öğrenilecek pek bir şey kalmıyor zaten.” (s.253)

“Hep irkildim, sevelim sevilelim teranesinden. Sanki o kadar kolaymış gibi, o kadar pürüzsüz, o kadar şipşak oluveren bir şeymiş gibi sevmek. Öyle değil işte. Birini içine almak, ona orada yer açmak, gövdeyi, hayatı düpedüz yeniden düzenleyen, kesip biçen bir şey. Hadi bunu becerdin diyelim. Ya o gidince? Onun için onca zahmetle açtığın yerdeki boşluğu kim ne yapacak? Sevelim sevilelim diyenler sanki bunları yaşamayan kişiler gibi. Yoksa yani... anlatabildim mi? O gidince, sanki rüzgâr içinden geçiyor gibi.” (s.260)

“Her gelen beraberinde bir gün gidecek olduğu gerçeğini de getirir. Belki de bu yüzden kimileri kimsenin gelmesini istemeyecektir. Bir gidişe daha dayanamayacağı için zamanı çalı çırpıyla, çaputlu bir karışıklıkla, mühim işler kalabalığıyla, ufak tefek heyecanlarla, figüran kalplerle dolduracaktır. Çünkü, insanı birini sevmeden önceki halinden çok daha yalnız bırakır, birinin gitmesi.” (s.262)

“Sevmek, sürekli bir şey değildir belki; bir ânın yarılması ve bütün zamanın o ânın içine akmasıdır. Bütün kalbin o sonsuz âna dolmasıdır. Ne kalacak sevmelerden geriye? Şu kadar sevişme mi? Bu kadar ortak yatırım mı? Bir fotoğraf sadece. Bir günün, hiç de özel olmayan o ânın, hiç de hesaplanmamış bir duruşu...” (s.273)

“Seni seviyorum cümlesi mümkün değildir sanki. Mümkün olan, seni sevmiştim, demektir. Çünkü sevmek şimdiki zamanla, dünya zamanıyla ilgili bir şey değildir. Kalbinin meridyenleri yeryüzü meridyenleri kadar düzgün değildir.” (s.275)

“Böyle tekinsiz gecelere dayanıklı bir hayat mümkün müdür? dengeler bozulmasın diye içinde uyuşturup uyuttuğun tutkuya çağıran gecelere hazırlıklı bir hayat... Mümkün müdür? Hep yalnız olmak, yalnız kalmak gerekir herhalde. Tekinsiz gecelerde, karnının ta içinde istiyorsan bir şeyi, birini ensesinden tutup çekmeyi, öpmeyi... Herhalde, böyle gecelerde birini öpebilmek için sırtında başkalarını taşımıyor olmak gerekirdi.
Fakat o kadar yalnızlığa katlanamaz insan. Bu yüzden kurulur düzenler. Her biri bozulur sonra. Çünkü tekinsiz geceler... Doğru hayat mümkün değildir. Çünkü belalı bir gecenin bastırması her an mümkündür.” (s.282)

“Belki de bir eve girerken aidatından, kirasından önce o evde daha önce kimlerin yaşadığını öğrenmeli. Mistik bir şey veyahut da bir kadınsal takıntı değil bu. Son derece fizik bilimiyle alakalı. Mimarlar söylüyor: çok mutlu bir ilişkiyi bile bitirebilecek evler varmış. Odaların konumlanışı, evin ışığa göre duruşu, bir yanlışlık olabilir evde; ispatlayamayacağınız ancak hissedebileceğiniz. Bu yüzden içgüdülerinizden başka güvenebileceğiniz bir şey yoktur bir ev seçerken. Hayat her evde aynı değildir bir de.” (s.290)

“Zamanını denk getirebilirsen, bir kuru papatya da değiştirir seni. Sarı lekeli bir dize bile başkası yapar insanı. Her şey gözlerinin o günkü büyüklüğüne bağlı! Gözlerin çok büyürse her şey batar içine. Dışarılara çıkıp öteden beriden konuşamayacak kadar kırılgan cümleler birikir ağzında. Bu sırada aniden bir şey bastırır içine, yağmurdan daha ıslak bir şey. Rilke çıkıp gelir raflardan: Kollarından boşluğu, fırlat soluk aldığımız uzaya; belki kuşlar/ daha derin bir uçuşla duyar genişleyen havayı.” (s.296)

“Yalandır, insan kendini öyle her yere götürmez aslında. Yeni bir ev her zaman yeni bir hayat demektir; isteseniz de istemeseniz de. Neleri terk ettiniz eski evinizle birlikte? Hayatınızın hangi dönüm noktasıydı o? İstisnasız her yeni ev, sizin içinizde, hayatınızda olup bitenlerin derinden –yüzeyden belki görünmeyen- bir dönüm noktasıdır mutlaka.” (s.298)

“Ben bu kitabı yolda yazdım. Otuz yaşın, git, dediği bir yolda.” (s.306)

“Gidilen yer, gidilecek serüven, orada neler görüleceği değil, önemli olan yola çıkmanın bizatihi kendisi. Burada olmamak ya da orada olmak değil. En heyecanlı, en sevilesi mekân ikisinin ortası. Bu yüzde severim havaalanlarını. Hiçbir yerdesindir çünkü. Hiç kimsesindir. İnsanların pek sevmediği bağlantılı uçuşlar arası havalimanı bekleyişleri bu yüzden şahanedir bana göre. Çünkü orası yolun tam ortası. Hiçbir yerin tazeleyici rüzgârı.” (s.312)

“Yüreğin bir aklı vardır. Kendi meşrebince bir olgunluğu. Öyle her esintide havalanacak bir naylon poşet değildir yürek, olmamalı. Çocuklar gibi şendik durumlarına da hiç lüzum yok. Niye çocuklar gibi olalım ki? Büyüyelim mümkünse. Ancak büyünce bilinebilir çünkü insanın, hayatın ve akıllı bir yüreğin kıymeti. Kıymetsiz olanı, ancak büyükler tanıyabilir gözünden.” (s.318)