“Otuzuna gelince insan, yürüyüp geldiği yola şöyle bir
bakmalı. Bundan sonra ömrünün diğer yarısına, eski hallerinden ne kadarını ve
hangilerini taşıyacağını böyle kararlaştırmalı.” (s.22)
“Hayat, onu erken anladığını sananlardan çok fena alır
öcünü. Bir şeyi vaktinde yaşamadan geçersen, çok sonra, seni rezil etme
pahasına, sana yaşatır o eksik bıraktığın bölümü. Aşık mı olmadın on altı
yaşında? Gelir seni kırk beşinde bulur, en olmaz zamanda. Maceraya mı çıkmadın
yirminde? Sürükleye sürükleye götürür seni otuz beşinde.” (s.23)
“İnsan dertlenmeyi bırakıp, otuzuna gelmeden evvel ne
yapıp edip zayıf yerlerini koruyarak yaşamayı öğrenmeli. Böyle olmuyor çünkü,
olmuyor.” (s.26)
“Yüzlerimiz, sözlerimiz, benliklerimiz yaralardan mı bina
edilir aslında? Acaba hiç şekilsiz mi olurdu ağzımız, seslerimiz, ellerimiz,
yaralarımız hiç olmasa? Belki de yaralarından tanırlar insanlar birbirlerini.
Belki de sırf bu yüzden diyorum, kıymetlidir vaktiyle canımızın acımış olması.”
(s.27)
“Temiz hissiyatlara ihtiyacımız var, diyor sırf iyilikten
yana açılan aydınlık bir ağız, sevgili Yunus! Duru demek istiyor yani, eğilip
bükülmemiş, sistemin pespayeliklerine, kalabalığın domuzca değerlerine
katlanmak, uyum sağlamak için eksilip bulandırılmamış hissiyatlar. Mutluluk,
acı, öfke, aşk, gitmek, dönmek, karşı çıkmak... Neyse ne, bulandırmadan
yaşanmalı demek istiyor.” (s.35)
“Öfkeleneceğin yerde gülümseyerek geçiştirmeye
çalışıyorsun durumları. Kafayı mı yediniz kardeşim diyeceğin yerde: Demek dünya
böyle. Ne yapalım? Yapayalnız kalacak değiliz herhalde, deyip susmaya
başlıyorsun. Sonrası zaten çorap söküğü gibi geliyor. Kendine ettiğin minnacık
ihanetlerle başlıyorsun işe. Zamanla bakıyorsun ki, başlangıçta öfkelendiğin,
nefret ettiğin, tiksindiğin ne varsa, tam ortasında buluyorsun kendini.” (s.35)
“Kafan daha iyi çalışıyorsa daha iyi açıklamalar
buluyorsun yaptığın ve yapmadığın şeylere, kendine ettiğin küçük ihanetlere.
İşte o zaman başlıyorsun hissiyatları bulandırmaya. Hayatın netlik ayarını
bozuyorsun. Sanıyorsun ki, daha iyi olacak böyle. Olmuyor oysa. Güçten
düşüyorsun. Kendinden uzağa doğru epey yol aldığın için... Nasıl diyeyim, sanki
öksüz kalıyorsun.” (s.36)
“İlk bir şey vardı. Temiz bir şey. Paşa çayına batırılan
bisküvinin verdiği mutluluk gibi bir şey. Alçakgönüllü, eski, küçük, temiz bir
şey. Bu sistem benim o küçük, eski, küçük kalbimi bozuyor.
...
İyi büyümek lazım yani. İyi büyümek...” (s.36)
“Bir taş bir taşa aşık olsa ne derdi? Kelebeğin kederi
nasıl bir şeydi? Albino bir tavus kuşu konuşsa ne söylerdi? Bir denizkestanesi
kimseye sarılamamanın tarihini nasıl bildirirdi? Gücünü kullanmak istemeyen bir
boğa nereye kaçabilirdi? Zakkum ağacı hep zehirli olmanın lanetini dese dese
nasıl derdi? Ben bunlara verdim kendimi.” (s.40)
“Hallerden geçer insan. Tepetaklak hallerden geçer,
doğrulup dikilip fena halde sağlam, bir daha asla tepetaklak olmamaya sözler
veren hallere gelir. Sonra bir gün yine sinsi tanrılar birleşip tuzaklarını
hazırladıklarında, hiç olmamış gibi yeniden, aynı hallere geri döner;
tepetaklak. Gündüzün en acımasız, en büyüsüz saatinde okunacağını bile bile
kırılgan sabaha karşı mektupları yazarken bulursun kendini yine. Sonra yine
sabırla geçirip bu illeti, yeniden, yepyeni, yine eskisi gibi kararlı, sağlam,
sarsılmaz olabilirsin. Ardından yine, sanki hiçbir şey öğrenmemiş gibi geri
dönebilirsin tepetaklak hallere... Velhasıl hep aynı terane!” (s.44)
“Devletler, ordular, dinler... Bütün bunlar, herkes, hep
birlikte inandığı için gerçekmiş sanılan
dev yalanlar değil mi mesela?” (s.46)
“Hayatlar evler gibi olabilse keşke. Kapısına kilidi
vurup biraz dışarı çıkabilseniz. Hatta ev gibi olan hayatlar sonra da devremülk
olabilse... Aynı hayatı birkaç kişi toplanıp yaşasanız. Öyle tartışa tartışa,
beraber karar vererek mesela. İnsanın kendinde canı sıkılıyor sadece kendiyle!
Keşke birileri daha olsa insanın içinde. Akıl danışabileceği, kritik zamanlarda
kendini şöyle masanın üzerinde koyup: Ben şimdi ne yapacağız? diye
tartışabileceği...” (s.48)
“İnsan kalabalık bir şeydir oysa. Bazı kalpler ana baba
günü.” (s.49)
“İnsan yanında götürüyor kaçtığını. Üstelik ne kadar
uzağa kaçsa da... Hatta artık şöyle düşünüyorum: Tuhaf bir dairesel hareketle
tam da kaçtığına doğru koşuyor insan kaçarken. Korktuğunu yok saymak, o yokmuş
gibi yaşamak insan doğasına aykırı belki. Ya da belki bunu kabul etmek epey
zamanını alıyor insanın. Benim zamanımı aldığı gibi...” (s.50)
“Göl yosunları gibi uyuyakalmak da olabilir hayatın
sırrı, kim bilir... Dalganın şaşkını kum gibi sürüklenmek de... Siz bilebilir
misiniz?” (s.51)
“İnsanlar ölüyor niyeyse. Dünya sanki insan kanıyla
işleyen bir makineymiş gibi bir tuhaflık.” (s.56)
“Sen, bir kayalıksın. Sen kendin için sonsuzsun. Sen,
sonuna kadar beraber yaşamaya, katlanmaya, taşımaya mecbur olduğunsun. Geri
kalan her şey sana vurup vurup köpükleri sönen dalgalar yalnızca.” (s.60)
“Eğer bir gün insanlık yeniden kurulacaksa, yeni bir
hukuk inşa edilecekse eğer, insanlığın yeni mevzuatında, kalbi cürümlere de yer
verilmeli mutlaka. Selamı alınmayınca kendini enayi gibi hisseden birinin dava
açma hakkı olmalı. Söz verip de gelmeyenler, sevip de en olmayacak anda çekip
gidenler, iş yerindeki entrikalar, dostluklarda yenen belirsiz kazıklar; her
birinin bir cezası olmalı mutlaka. Ezik hissettiğin anda tazminat hakkın
doğmalı ezik hissettirenlere karşı. Yeni insanlığın yeni okullarında gençlere
rüzgarlı havalarda son kibritle sigara yakma temrinleri yaptırılmalı. Eğer hâlâ
kadınlar ve erkekler için ayrı müfredatlar uygulanacaksa, oğlan çocuklarına
kadınların kafa karışıklığından, kız çocuklarına da erkeklerin onları nasıl
anlamayabileceğinden söz edilmeli. Müzik derslerinde, bazı şarkılardan, o
şarkıların yarattığı aptal cesaretlerinden korunmayı, o cesaretle edilen yanlış
telefonları etmemeyi öğretmeliler. İçince pişman olacağın şeyleri yapmamayı,
yapsan da ertesi gün pişman olmamayı uygulamalı derslerde ele almalı
öğretmenler.” (s.63)
“Master programları olmalı daha karmaşık konular için.
Bir adam en az acıtarak nasıl terkedilir? Daha az sevdikçe daha çok seviyormuş
gibi yapmamak nasıl becerilir? İnsan kendi varoluş enerjisini kaybettiğinde
kendi gücüyle buluşmak için ne yapmalıdır? Kalbin tamirinde nelerden
faydalanılabilir? gibi başlıkları olmalı akademik tezlerin. Kendini
geliştirmeye meraklı olanlar, artk dil kurslarına, tenis kurslarına falan değil
de başka türlü kurslara gitmeliler. Tartışma grupları kurulmalı, Rita
Hayworth’ın o filmde, put the blame on mame şarkısını söylerken neden aniden
striptiz yapmaya başladığını tartışmalı insanlar. Böyle bir ruh halinin Can
Yücel’in Sidikli Kontes şiiriyle ilgisi olup olmadığını. Marlene Dietrich’in
nasıl olup da diğer kadınlarda daha
güzel görünebildiğini konuşmalı genç kadınlar; böylece belki güzel kadın
olmaktan ziyade atmosfer mimarı bir kadın olmanın daha kıymetli olduğunu
anlarlar. Humphrey Bogart’ın neden Casablanca’nın son sahnesinde Ingrid
Bergman’la gitmediğini anlamalı insanlar ve bu kadar klas davranabilecek hale
gelebilmek için ne yaralar kazındığını etine. Ya da Vesikalı Yarim filminde
İzzet Günay ile Türkan Şoray’ın raflara beraber konserve dizdikleri sahnenin
üzerine gidilmeli. Birbirinden çok başka iki insanın birbirlerine, konserveler
bozuluncaya kadar beraber yaşama sözü vermesinin ne dehşet verici bir cesaret
gerektirdiğini iyice anlamalı herkes. Bugün bir yerde bir çocuk ölüm-kalım
savaşı verir gibi kesirleri ezberlemeye çalışıyor mutlaka. Onun korku dolu
yüzünü, o yüzün yıllar sonra başına gelecekleri düşündükçe... İnsanlık artık
yeni çocuklar, yeni hukuklar yapmalı.” (s.65)
“Tatilde güneşin altında hiçbir şey yapmadan, hiçbir şey
düşünmeden duramaman bu yüzden mesela. Gerginliğe o kadar alıştın ki, gergin
olmamak geriyor seni.” (s.72)
“Biri alıp başını gitmeye, artık emniyetli hayatına bir
son verip iç sularının yönüne göre akmaya karar verdiğinde niye etraftaki
herkes büyük bir paniğe kapılır? Herkes niye hayatının hatasını yaptığını
söyler, biri sıradanlığın kalabalık otobanından çıkıp denenmemiş yollara
sapmaya kalktığında? Çünkü insanlar korkarlar. Korkularına göre kurdukları
hayatlarını sıkıntıyla sürdürüp dururken, başka bir ihtimalin mümkün olduğunu
bilseler artık onlar da bu riski göze almak zorunda kalacakları için, bayat
hayatlarını onaylayıp hep birlikte, başka hayat zaten olamaz doğrusu bu,
derler. Demek mecburiyetindedirler.” (s.79)
“İnsanoğlu zamanı sıfırlamak için zaman içinde anlar
seçer. Yılbaşı gibi, doğum günü gibi, evlilik yıldönümü gibi, şu gibi bu
gibi... Bu anlar suni olsalar da hayat üzerine düşünmek için hiç yoktan iyi
bahanelerdir. Belki de bu yılbaşı bunlara bakmak lazım. Bu yıl için fiyaalı bir
hata düşünmek lazım. Etraftakilerin yüzleri sizin için endişelenirken gülüp
geçip, bir kere olsun direksiyonu kırıp otobandan çıkmak lazım.” (s.81)
“Çocuklar gülerse, hayat iyileşir.” (s.94)
“Yediremez insan kendine. Hele bir kere yalnız ve özgür
yürümenin ne tuhaf bir şahanelikte olduğunu öğrenmişse... Bu yalnızlık şahane
olmadığı zaman bile artık beceremez yalvarmayı kimseye. Gönlünü eğemez insan,
boynunu düşüremez, ellerini bükemez. Eğilip bükülemeyen kırılır. Kırılan
dökülür. Dökülen suya karışır. Sokaklarda biriken yağmur suyuna. Belki bu
yüzden, suya karışıp silikleştiği için yüzü, artık yalnız yürüyenin adını kimse
söylemez. Saçak altı insanları kaybedenleri sevmez.” (s.101)
“Hayat canınıza kastedecek kadar başka birine
dönüştürmeye çalışıyorsa sizi, siz de kendinizi korumayı öğrenmelisiniz
aslında. Çünkü bir hayatınız var ve ne olacaksa burada olacak. Sanki çoğumuz
deneme 1 tadında yaşıyoruz hayatı. Öyle değil işte, ne yapıyorsan o: hayal
edilip ertelenenler için bir ek süre verilmeyecek yarışmacılarımıza!” (s.102)
“O eski biçimlerimizden tanıyoruz, seviyoruz birbirimizi.
Kalabalıklar içinde birlikte durmaya karar veren insanlara bakın. Mutlaka aynı
kitapları okumuşlardır küçükken, aynı cümleler işlemiştir içlerine. Büyümekle
ilgili o derin dertlenme hali, büyürken oluyor. Büyüyünce geçiyor, enteresan
bir biçimde. O yüzden galiba şimdi biraz uzakta duruyor bu yazılar bana. Belki
bana uzakta ama oradan, aynı yerden geçecek olanlar var daha. Hepimizin aynı
yerlerden geçmesi, aynı yerlerde düşmesi, hatta kimi kez aynı sözcüklerle
ağlamamız kötü bir şaka gibi gelmiyor mu size? İnsanlığın bu ilerleyemeyişi
yani, enteresan değil mi? Herkesin eninde sonunda tek başına büyümesi.
Merhametsiz bir gerçek gibi. Büyümenin kendisi değil herhalde beni bu kadar
dertlendirmiş olan, bakınca şimdi yazılara. Daha can yakıcı olan o tek
başınalık mecburiyeti galiba. Belki de o yüzden yazdım büyümek üzerine, bu
mecburiyetle inatlaşmak için, birileri de o kadar yalnız hissetmesin diye.
Yani, aslında, biraz nafile... Ama yine de büyümek üzerine...” (s.108)
“Bahsetmediğin bütün o anlar kayıp mı oluyordur acaba?
Bunlar hep araya sıkışıp kalmış şeylerdir. Bazen sevdiğin, kalabalık bir masada
elini senin kolunun herhangi bir yerine koyar ya da belli belirsiz değer
omzuna. O farkında bile değildir belki yaptığı şeyin. Ama o dokunma noktasından
ılık bir şey akar gövdene. O, konuşmayı sürdürür masadakilerle; sen kendi
içinde daha narin, daha nadide bir âleme gidersin. O elin, o dokunuşun
gitmemesini, bitmemesini istersin. Bunu da söyleyemezsin; çünkü söylesen bütün
o ılık akıntı dağılır, bozulur; bilirsin. Ama elini çekecek diye canın çok
sıkılır. İçinden bunu geçirdiğini kendiliğinden bilsin istersin. Sonra o tabii
ki elini çeker, farkında bile değildir olan bitenin. Bir şeker kırığı gibi
batar bu içine... Eriyince acısı geçer.” (s.110)
“Bizi biz yapan hangi hayallerdi? Gördüğümüz hangi şeydi
bugün –diyelim ki- yazı yazmamızı sağlayan? Uyunmamış bir öğle uykusudur belki
bütün hayatın çizgisini ta sonuna kadar çizip geçiveren. Batılıp çıkılan
çamurlardan kalan, kaderimizi ebru gibi damla damla belirleyen bir şey vardır
belki geride.” (s.131)
“Anneler, hayatta kendileri nerelerinden kırıldılarsa,
kızları için tasarladıkları çelik zırhların tam o noktasına çifte su vermek
isteyeceklerdir. Kızlar, annelerin, hayatı bari bu kez yenme hamlesidir çünkü.
Hiçbir zırh hayat geçirmez değildir halbuki. Bu yüzden işte bu proje hep hedefi
ıskalayacaktır. Kızlar, tam da annelerinin kendilerinde en beğenmedikleri
yumuşak karınlara sahip olduklarını vakti gelince görecekler; her kız vakti
gelince annesinin bir benzeri olduğunun farkına varacaktır.” (s.137)
“Daha otuz yaşına girmeden o büyük otuz yaş efsanesiyle
ilgili yazmaya başlamıştım zaten. O yazıları yazdıktan bir yıl sonra otuz
oldum. Ve gördüm ki otuz yaş depresyonu diye bir şey hakikaten varmış. Ama ne
sanıldığı ne de benim yazdığım gibiymiş. Daha açık söyleyeyim: Bu yazılar
yanılmış! Doğrudur, bir şeyin sonu ve bir başka şeyin başlangıcı olabilir otuz.
Ama ısrar edersen... hatta ısrar etmek bile yetmez, uğraşmak lazım, o kadar
yani. Yoksa hakikaten hiçbir ehemmiyeti yok. Şimdi, uzak bir şehirden, uzak bir
ülkeden bakınca otuz yaşın etrafında geçen son iki yıldır yaşananlara... Sen
değiştirmedikçe hiçbir şey değişmiyor aslında. İyisi de kötüsü de. Diğer yandan
gerçek olan bir şey var ki insan neyi geride bırakıp neyi beraberinde
götüreceğini iyi hesap etmeli. Mesele bir yaş meselesi değil. Çünkü zaten
herkesin bir iç zamanı var aslında, kendi kendine demlenen, demlenme süresi
olan insan sanıldığı gibi bir şey değil; çocukken ihtiyar, ihtiyarken çocuk bir
bakıma. Takılmaya gerek yok otuza diyeceğim ama oradan yeni geçecek olanlar,
biliyorum, yine de takılacak.” (s.144)
“Tam oradasın şimdi. Buralara geldiğinde ne olacağını hiç
düşünmemiştin. Aynada sende yeni olanın, büyümüş olanın ne olduğunu
aramaktasın. Otuz yaşından sonra aldığın kilolar üzerine yapışır diyor
etraftakiler. Böyle düşük kaliteli kaygıların kenarındasın. Belki de onlar
haklılar, aklı başında bir kadın olmak konusunda düşünmelisin. Bol bol su içip,
sigarayı bırakıp, sebze ağırlıklı yemekler pişirip, buzdolabına rejim listeleri
yapıştırıp... Ve falan ve filan. Oysa sana sorsalar şimdiki gözlerinin farkını
söyleyemezsin çocukluk fotoğraflarından. Öyle değil mi? Her kış usturuplu
ayakkabılar giyinip ama her kış eskidenki gibi yuvarlak burunlu, kırmızı
çizmeler almayı gizlice planlayan ve hemen vazgeçip bu acayip fikirden zevahiri
toplayan... Ve falan ve filan. Artık yaşını sorduklarında girdiğini değil
bitirdiğini söylüyorsun sen ama hâlâ alışamadın buna; acıklı bir yalan
atıyorsun hissini çıkaramıyorsun içinden. Sana sorsalar dirayetli, basiretli,
güçlü kuvvetli, kafası net, hayatını yoluna koymuş bir kadın olamadan, sel
basması gibi sanki, gün almaya başladın otuzundan. Belki de bütün yıllar
içinde, yavaş yavaş değil de tam yaşını düşündüğü anda, aniden yaşlanır
insan..” (s.145)
“Sıkıntıdan patlasan da otuzuna girdin artık. Artık sen,
aklın tekinsiz hayatlara kaymasın, gönlün bir serseriliğe kaçmasın diye...
İnsanlar bir yaş gelince, kendileri olmamak için kendi kalplerine yalvarırlar.”
(s.147)
“Ah! Şimdiki halin senin en güzel halin. Bak en güzel
diyorum. Yayıl, ürkmeden yayıl hayatın üzerine. Yap, durmadan yap. O kadar çok
da düşünme. Savur eteğini, savur. Kırılırsa kırılsın, dökülürse dökülsün. Çünkü
otuz yaşındasın, bu senin en güzel halin: Sen kırıp döktüklerini hâlâ öperek
tedavi edebilirsin. Sen en az birkaç yıl daha uçuşarak yaşayabilirsin. Çünkü bu
senin... Bak en güzel diyorum! Anlarsın.” (s.148)
“Sen bundan böyle sadece istediklerini yap. Her bir şeyi
seçerken içinin hayvanlarına sor. Senin için doğru olanı onlar biliyor. Bir
tanesi yüzünü ekşitse, ciddiye al bunu. Çünkü böyle yapabilirsen eğer, içinin
suyu akması gereken yere akacak. Sonunda bir yerde birikilecekse eğer o, senin
istediğin yer olacak. Suyun akışını bozma korkularınla. Sakın bozma, yoksa
yanlış yerde birikip yosun tutturursun hayvanlarına. Bu cümleleri anladığından
emin ol ve sakın hafife alma. Doğru yoktur çünkü, suyun akmak istediği yer
vardır sadece. İçinin suyunda senin sırrın saklı. Belki de içinin suyu, senden
daha iyi biliyor senin aslında ve en çok ne istediğini; nereden birikmen
gerektiğini...” (s.148)
“Kadınların bilhassa kendi kalplerini sıkıştıran soruları
ile geçiyor yirmiler. Öyle miyim yoksa böyle miyim? gibi bir anaforun içinde
yitip gidiyor enerjiler. Nihayet herhalde tartışmasız bir otuza gelindiğinde,
ben de böyleyim, gibi bir cümle kuruluyor insanın ta içinde. Meydan okumayan,
yerse, demeyen, kesinlikle böyleyim ölsem değişmem, diye diretmeyen, kendi
halinde bir, ben de böyleyim cümlesi bu. Sesi, sakin sular gibi akan. Galiba
değişmiyor, gelişmiyor, iyileşmiyor da kendine alışıyor insan. Otuz yıl alıyor
demek kendinle boğuşup, kendinle yenişip, sakinleşip, öfkeni atıp, artık
oturacağın köşeni bulman.” (s.152)
“Otuz iyidir, çünkü artık çocuk değilsin. Çocuk kalmak
üzerine yapılan edebiyatları koy bir kenara, hepsi saçmadır aslında. Büyümek
iyidir. Çocuklar, insana yakışmayacak kadar acımasız olabilirler. Çocuklar
insanlara hak etmedikleri merhametleri gösterebilirler. Çoculukla ilgili bir
tek şaşırma yeteneğni alabilirsin yanına. Almalısın becerebilirsen, mutlaka.”
(s.153)
“Otuz güzeldir çünkü ömrün en güzel yerindesin. Gençliğin
tatlılığıyla ihtiyarlığın bilgeliği arasındaki en tepedeki noktada duruyorsun.
İster yine uçuşur, ister yine beğendiğin yerde durursun. Şimdi sen büyük
yolculuklara hiç korkmadan çıkabilirsin. Şimdi sen tam kendine göresin. Artık
başkalarının senin hakkında düşündükleri de önemli değil. Sözler, kötülükler,
su kabarcıkları gibi sönüveriyor. Sen yine orada duruyorsun. Rüzgar uğulduyor
tepelerinde; sanki gülüyorsun. Tin tin tini mini hanım gibisin. Peşinde bir
rüzgarla yürüyorsun sanki. Sen yürüdükçe rüzgar estiriyorsun. Böyle hissetmek
iyi geliyor ya da. Ama kendini sevme işini abartmayacak kadar da kendini
biliyorsun. Efendisin, iyisin. Canın fena sıkılsa da ara sıra artık kendini
tedavi etmeyi biliyorsun.”
“Otuz iyidir. Çünkü sen otuzsun. Bu kadar. Kendinin
tadına bakıyorsun. Dünyaya gelmiş ve yürümekte olan birisin. Bir gün
gideceksin. Sen bu halin tadına bakıyorsun, bu gövdenin içinde olmayı, böyle
bir beyin ve böyle bir kalp taşıyor olmayı elinden geldiğince deniyorsun. Şimdi
sen artık abartmıyorsun. Abartmadığın için zaman daha az sürtünüyor sana. Sen
artık daha ziyade tıngır mıngır cümleleri seviyorsun. Tıngır mıngır... Tıngır
mıngır... Ellerini başının arkasına koyup ayaklarını şöylemesine uzatıp
dünyanın hallerine bakıyorsun. Dünya da senin hallerine... Otuz iyidir. Çünkü
sen, şimdi otuzsun!” (s.156)
“İşyerlerinde olduğum zamanlar boyunca en çok içimi kıyan
şeylerden biri, zaman hissiydi. Sabah girdiğin bir mekânda, hep aynı ışık ve
atmosfer koşulları altında günün nasıl ve ne zaman geçtiğini anlayamıyordu
insan. Bu yüzden büroda ne zaman akşam edilse benden bir şey, bir gün daha
çalındığını hissederdim. Böyle böyle aylar geçerdi; mevsimler... Şimdi
bürolarda çalışan insanlar için hâlâ böyle geçiyordur zamanlar. Bu geçen
günlerin, ayların, mevsimlerin sizin ömrünüz, tek ömrünüz olduğunu düşündüğünüz
anlar ne kahredici oluyor, kim bilir?” (s.159)
“Bahar, tehlikelidir. İnsana olmayacak işler yaptırdığı
gibi çabucak kaçtığı için suçu hiçbir zaman ispatlanamamıştır. Tekin değildir
yani. Sonbahar başlangıç ve sondur. Niyeyse hep bir şeye karar vermelisindir
sonbaharda. Bu yüzden durup denize, denizsiz yerlerde göğe bakılmalıdır hep.
Yağmur yağınca deniz çoğalır mı, diye sorulmalıdır. Niyeyse...
Mevsimlerin en merhametlisidir kış. Evin mevsimi,
sarılmanın, sarınmanın, sarmalanmanın. Uzun çayların, derinlemesine yemeklerin,
etraflıca içmelerin mevsimi. Karşılaşmaların değil, buluşmaların... sıcak olan
her şeye doğru neşeyle yönelmenin, böylece hep beraber ılımanın...” (s.162)
“Atkılar ve şapkalar yüzünden dağılmış saçlarımızla bizi
güzel bulacak birileri olacak mı bu kış? Yatak 36,7 derece olacak mı
girdiğimizde? Yoksa boynunu kendine yaslayan kuğular gibi mi olacağız bu kış
da? Mevsimlerden en ince fikirlisidir kış. Öyle işte...” (s.163)
“Kış aslında iki kişilik bir mevsimdir. Uyku kokan
yorganlar, birbirine karışan rüyalar, sayıklamalarla uyandırdığın biri ve onun
gecenin ortasında gülen yüzü... Bu, sokulmanın mevsimi. Eskiden pazarlarda
satılan civcivler gibi, kemikler, eklemler birbirine geçmeli. Kış: Bir insanın
bir başka insan için yapıldığının delili!” (s.165)
“Olur ya: Kar tazedir. Bulut gibi temiz. Kesin bir metre
vardır kalınlığı. Yani kaldırıp sırtüstü atsan kendini tutar; ihanet etmez.
Kollarını açıp şöylemesine. Havanın içinden su gibi kaymak isteği. Hiç tutuk
davranmadan, kafanda düşüş anının tatlı boşluğundan başka bir şey olmayarak.
Bütün ağırlığını yere sakınımsız bırakmak artık kocaman bir bedeni olduğunu
unutturur insana. Ağırlığın geçer.
Ama işte bu şahane fikir geliverince akla, insan birden
vazgeçiverir. O şahane fikirle haylazlaşan yüzü, yeniden büyük adam olmaya
karar verir. Zira, kesin karın gizlediği sivri bir taş vardır yerde ve sendeki
bu şansla sırtının tam ortasına giriverir. İnsan işte o zaman sıkıntıyla,
yürüyüp gidiverir.
Biriyle birlikte olmak da işte, tam da böyle bir
meseledir. Her şey iyi, her şey güzel olacak değil ya... Sendeki bu şansla
hikayenin sonu kesin sırtına giren zalim bir taşla bitecektir.
Bir gün yeniden yarım kalacağı korkusuyla hiç
tamamlanamayanlar vardır. Sırtına taş girecek korkusuyla kara yatamayanlardır
onlar. Taş var mı diye karı yokladıkları için delik deşik edenlerdir karın
karnını. Taş olmadığından emin olduklarında artık ne kar mucizevi ve sonsuz bir
yataktır ne de kendini bırakıverme isteği kalmıştır elde. Hiç düşmezler
böylece. Hiç taş girmez sırtlarına. Hiçbir yerleri acımasın diye, etlerinde
başka bir etin izi kalmadan devam ederler yollarına. İdare ederler.
Ne zaman bu kadar kıymetli olduk biz? Kimselere, hiç
kimselere teslim edilemeyecek kadar stratejik bir önemi kazanmamız ne zamana
denk gelir? Bu hayatlar ne zamandan beri çuvallamaması, tökezlememesi gereken
büyük birer proje?
Ne zamandan beri bir daha asla yaralanmaması gerekecek
kadar cılızlaştı içimiz? Oysa geçer hepsi. Bugüne kadar geçmiştir. Ve
kurduğumuz cümlelerin hepsi yaralarımızdandır. Yara yoksa bir hayat cümlesi de
yoktur aslında. Ancak ve sadece, “Bir daha mı? Birine teslim olmak mı? Asla!”
cümleleriyle yaşayanlar değil mi aslında kendini en çok karın serin koynuna
bırakmak isteyenler? “hiçbir şey istemiyorum” diyenler değil midir aslında bu
hayattan en temiz, en sonsuz ve en yumuşak kar yatağını bekleyenler? Umduğundan
utananlar... Karı yoklaya yoklaya delik deşik edenler.
Yaralarını organları zannedenlerdir onlar. En kıymetli
cümleleri yaralarına dair olanlar. Bütün iyilikli şeyleri, bir taş ihtimali yüzünden
delik deşik edenler.
İki kişi durmuşsunuz mesela. Önünüzde kar, sonsuz bir kar
yatağı. Elleri cebinde birinin. Orada, tam da sırtının ortasına gelecek yerde
bir taşın pusuda beklediğini, boş bulunup atıverse kendini, tarihin en büyük
yarasını alacağını sanıyor. Sen de diyorsun ki, “Yoktur.” Berikinin yüzünde bir
bakış: İspat et o zaman. İnandır beni orada bir taşın olmadığına. Bu sefer de
yeni bir yara almadan yaşayacağıma.
Edemezsiniz. Taşın yokluğunu ispat imkansızdır. Ne
diyeceksiniz deseniz deseniz? Çünkü bir şeyin ancak varlığını ispat
edebilirsiniz.” (s.169)
“Yaşamak hakikaten böyle bir şey midir? Yürümek değil de
ağır ağır sağdan sıvışmak mıdır?” (s.170)
“Serçe telaşıyla yaşayan kadınlar, zamanın ağırlığıyla
uçabilen büyük kanatlı adamları seçerler.” (s.179)
“Yollardan geçerken burnun bir koku yakalar, saçına bir
ses dolanır. Pıtır pıtır nedensiz neşeler düşer içine. Bugün iyi bir şey olacak
dersin, kendi kendine. Bu yüzden iyidir belki bahar. Güzel bir şey olacak, diye
diye çünkü, güzel bir şey yaparsın mutlaka. hayra yormadığın kış günlerinde
hayırsız belaları çağırman gibi, bahara da bir büyü yaparsın işte.” (s.180)
“Bak ne diyorum! Bu bahar kırlarda, beyaz örtülü bir
masada çok sevdiğin insanlarla şarap içip çakırkeyif olacaksın. Durup dururken
oynamalara kalkacaksın. Yanakların kızaracak, ağaçların altında uyuyacaksın.
Çiçeklerden nasıl taç yapılıyordu, en fazla buna kafa yoracaksın. Öyle olacak
yani. Ben öyle diyorum.” (s.181)
“Ben kadınları, erkeklere oranla hep daha çok yazmaya
değer buldum. Çok az şiirli erkek gördüm bugüne kadar. Ama en düz sanılan, en
tekdüze bulunan kadın bile bir şiire sahipti. Şiir hep kadınlardaydı. Bana
sorarsanız, yazı yazmak için biri, önce kadınları sevmeli, önce onları
anlatabilmeliydi. Bir divanın üzerinde, ayaklarını altına alıp ballandıra
ballandıra dedikodu yapmanın tadı gibi... Bir de hep büyük bir haksızlık gibi
gelecek bana, kadınların en güzel hallerinin erkekler tarafından asla
görülemeyecek olması. Çünkü aslında en çok o hallerdir yazılası olan. Bunu
kabul etmeyeceklerdir kimileri; ama, bir kadının en güzel hali, onu izleyen bir
erkek gözü olmayınca ortaya çıkar aslında.” (s.200)
“Bu hayatta kadınlarla ilgili en derinden kahrolduğum bir
mesele varsa o da budur: Kadınların kendilerini yavaş yavaş yok etmeleri.
Gelenekten, mecburiyetten veya genellikle olduğu üzere bir erkekten dolayı
kendi ışıklarını söndüren kadınlardır. Orada müthiş bir trajedi var, müthiş bir
haksızlık. Kanıtlanamayacak bir cinayet sanki, ağır ağır işlenen...” (s.218)
“Kadınların tek başlarınayken çıkardıkları ışığı
koruyarak sevilmeleri, biriyle birlikte olmaları neden mümkün değil? Neden
ışıkları sönüyor kadınların bir adamın koluna girince? Bir anlasam... Bir
anlasam...” (s.221)
“Bazı kadınlar yakalanamaz, durdurulamaz ve kimseye ait
olamazlar. Onlar zaten kendilerine bile ait değildir de, o karmaşık bir mesele.
O kadınlara yalnızca yakın durulabilir, yakalanıp durdurursan, kendine ait
kılarsan... Ölüverirler. Çünkü onlar kuş gibidirler. Böyle uçucu kadınlar,
tepeden aşağıya inen bir bisiklet gibi, fren yaptıklarında düşeceklerini pek
iyi bilirler. O yüzden belki de hayat boyu kendilerini en sevdiklerinden bile
korumak mecburiyetindedirler. Kendilerini durdurup öldürüverecek şeylere karşı
dikkatli olmaları gerektiğini –her nasılsa- bilirler. Onlar, insanı ancak
frensiz bir seyahate davet edebilirler. Zira fren yaparlarsa artık onlar, o
kadınlar değiller. Bozulmuş bir oyuncak gibi kıymetsizler. Kanatlarının altına
rüzgârı aldığında uçabilen kuşlar gibi, rüzgârsız kaldığında bir lokma ete
dönüşen kadınlar... Ve adamlar, ekseriyetle, kadınları eğitilebilecek kuşlar
sanırlar. Bilir misiniz? Eğiticiler, eve dönsünler, uzaklara uçmasın diye önce
kuşların kanatlarını biraz kırarlar... Ama kimi kuşlar ve kadınlar, gökyüzü
kadar uçmayacaklarsa ölüvermeyi tercih ederler.” (s.227)
“Fakat olsa olsa en sıkıcısı gülün hayatıdır. Öyle dur,
sessiz ve dik, bir klişe olarak elden ele azal, hiç istifini bozmadan ifade et,
durmadan poz vererek ifade et. Hiç konuşmayan, hiç konuşmadığı için âşık olunan
kadınlar gibi yalan...” (s.244)
“Şimdi, bugün konuşacaksam eğer, hayatın tam burasında
ilişkilerle ilgili bildiğim tek bir şey var: İnsan hayatı boyunca bir doğru bir
de yanlış ilişki yaşamalı. Doğru olanda sırf doğru olduğu için kalmamayı,
yanlış olandan sırf yanlış olduğu için gitmemeyi görmeli. Bunları bir kez
yaşayınca da geriye öğrenilecek pek bir şey kalmıyor zaten.” (s.253)
“Hep irkildim, sevelim sevilelim teranesinden. Sanki o
kadar kolaymış gibi, o kadar pürüzsüz, o kadar şipşak oluveren bir şeymiş gibi
sevmek. Öyle değil işte. Birini içine almak, ona orada yer açmak, gövdeyi,
hayatı düpedüz yeniden düzenleyen, kesip biçen bir şey. Hadi bunu becerdin
diyelim. Ya o gidince? Onun için onca zahmetle açtığın yerdeki boşluğu kim ne
yapacak? Sevelim sevilelim diyenler sanki bunları yaşamayan kişiler gibi. Yoksa
yani... anlatabildim mi? O gidince, sanki rüzgâr içinden geçiyor gibi.” (s.260)
“Her gelen beraberinde bir gün gidecek olduğu gerçeğini
de getirir. Belki de bu yüzden kimileri kimsenin gelmesini istemeyecektir. Bir
gidişe daha dayanamayacağı için zamanı çalı çırpıyla, çaputlu bir karışıklıkla,
mühim işler kalabalığıyla, ufak tefek heyecanlarla, figüran kalplerle
dolduracaktır. Çünkü, insanı birini sevmeden önceki halinden çok daha yalnız bırakır,
birinin gitmesi.” (s.262)
“Sevmek, sürekli bir şey değildir belki; bir ânın
yarılması ve bütün zamanın o ânın içine akmasıdır. Bütün kalbin o sonsuz âna
dolmasıdır. Ne kalacak sevmelerden geriye? Şu kadar sevişme mi? Bu kadar ortak
yatırım mı? Bir fotoğraf sadece. Bir günün, hiç de özel olmayan o ânın, hiç de
hesaplanmamış bir duruşu...” (s.273)
“Seni seviyorum cümlesi mümkün değildir sanki. Mümkün
olan, seni sevmiştim, demektir. Çünkü sevmek şimdiki zamanla, dünya zamanıyla
ilgili bir şey değildir. Kalbinin meridyenleri yeryüzü meridyenleri kadar
düzgün değildir.” (s.275)
“Böyle tekinsiz gecelere dayanıklı bir hayat mümkün
müdür? dengeler bozulmasın diye içinde uyuşturup uyuttuğun tutkuya çağıran
gecelere hazırlıklı bir hayat... Mümkün müdür? Hep yalnız olmak, yalnız kalmak
gerekir herhalde. Tekinsiz gecelerde, karnının ta içinde istiyorsan bir şeyi,
birini ensesinden tutup çekmeyi, öpmeyi... Herhalde, böyle gecelerde birini
öpebilmek için sırtında başkalarını taşımıyor olmak gerekirdi.
Fakat o kadar yalnızlığa katlanamaz insan. Bu yüzden
kurulur düzenler. Her biri bozulur sonra. Çünkü tekinsiz geceler... Doğru hayat
mümkün değildir. Çünkü belalı bir gecenin bastırması her an mümkündür.” (s.282)
“Belki de bir eve girerken aidatından, kirasından önce o
evde daha önce kimlerin yaşadığını öğrenmeli. Mistik bir şey veyahut da bir
kadınsal takıntı değil bu. Son derece fizik bilimiyle alakalı. Mimarlar
söylüyor: çok mutlu bir ilişkiyi bile bitirebilecek evler varmış. Odaların
konumlanışı, evin ışığa göre duruşu, bir yanlışlık olabilir evde;
ispatlayamayacağınız ancak hissedebileceğiniz. Bu yüzden içgüdülerinizden başka
güvenebileceğiniz bir şey yoktur bir ev seçerken. Hayat her evde aynı değildir
bir de.” (s.290)
“Zamanını denk getirebilirsen, bir kuru papatya da
değiştirir seni. Sarı lekeli bir dize bile başkası yapar insanı. Her şey
gözlerinin o günkü büyüklüğüne bağlı! Gözlerin çok büyürse her şey batar içine.
Dışarılara çıkıp öteden beriden konuşamayacak kadar kırılgan cümleler birikir
ağzında. Bu sırada aniden bir şey bastırır içine, yağmurdan daha ıslak bir şey.
Rilke çıkıp gelir raflardan: Kollarından boşluğu, fırlat soluk aldığımız uzaya;
belki kuşlar/ daha derin bir uçuşla duyar genişleyen havayı.” (s.296)
“Yalandır, insan kendini öyle her yere götürmez aslında.
Yeni bir ev her zaman yeni bir hayat demektir; isteseniz de istemeseniz de.
Neleri terk ettiniz eski evinizle birlikte? Hayatınızın hangi dönüm noktasıydı
o? İstisnasız her yeni ev, sizin içinizde, hayatınızda olup bitenlerin derinden
–yüzeyden belki görünmeyen- bir dönüm noktasıdır mutlaka.” (s.298)
“Ben bu kitabı yolda yazdım. Otuz yaşın, git, dediği bir
yolda.” (s.306)
“Gidilen yer, gidilecek serüven, orada neler görüleceği
değil, önemli olan yola çıkmanın bizatihi kendisi. Burada olmamak ya da orada
olmak değil. En heyecanlı, en sevilesi mekân ikisinin ortası. Bu yüzde severim
havaalanlarını. Hiçbir yerdesindir çünkü. Hiç kimsesindir. İnsanların pek
sevmediği bağlantılı uçuşlar arası havalimanı bekleyişleri bu yüzden şahanedir
bana göre. Çünkü orası yolun tam ortası. Hiçbir yerin tazeleyici rüzgârı.”
(s.312)
“Yüreğin bir aklı vardır. Kendi meşrebince bir olgunluğu.
Öyle her esintide havalanacak bir naylon poşet değildir yürek, olmamalı.
Çocuklar gibi şendik durumlarına da hiç lüzum yok. Niye çocuklar gibi olalım
ki? Büyüyelim mümkünse. Ancak büyünce bilinebilir çünkü insanın, hayatın ve
akıllı bir yüreğin kıymeti. Kıymetsiz olanı, ancak büyükler tanıyabilir
gözünden.” (s.318)