9 Eyl 2016

Sema Kaygusuz - Karaduygun

“Uzun bir gece uykusunun olsa olsa iki hediyesi vardır: biri zindelik, öbürü unutuş. Birhan’ın uykusuzluğuysa yara almaya açık olmaktır. Gece gezen herkes gibi hatır, hatıra ve hafızanın harcıyla örülen hayali bir konakta, yapay ışıklar altında düşe kalka dolaşırken, tarihi bir serüven gibi yaşar karanlığı. İç kanamaya benzer gizli bir hastalıktır uykusuzluğu. Başkasının doyasıya uyuduğu uykulardan kovulmuşcasına gücenik, gece avlanan kuşların bile paydaş olamayacağı yalnızlığı üstlenmek zorunda kalır. Tek başına temsilidir kitlesel bir uykusuzluğun.” (s.12)

“Birhan gibiler derken, dünyanın uğultusunu içinden duyan karaduygun insanlardan söz ediyorum. Aşkın bir duyarlılığı sıska bacaklarıyla taşıyan bu yeryüzü sürgünleri, nasıl ki seslerin cismaniliğini derinden biliyorlarsa, başlarındaki ağrıyı ucundan tutup iplik gibi yumağından çözebileceklerini de sanıyorlar. Her şeyi dokunulur kılan imgesel bir alemde, kendi hatıralarıyla yeniden tasarlıyorlar dünyayı. O yüzden onların hayal kırıklığı başkalarınınki gibi limoni değil, genelde kan tadında oluyor. Birhan’ın başı daha çok, daha çok, daha çok ağrıyor o zaman. Hala merak duyduğu bir rüya çünkü şakaklarında.” (s.24)

“Biz zamanı, aynı şey yalnızca birimizin başına gelsin diye kurmuştuk.” (s.29)

“Sadece hayatlarımızla bölük değiliz birbirimizden, dilim dilim zamana da bölünüyoruz. Bazen, eski zaman parçalarımıza bakınca kendimizi hatırlayamıyoruz.” (s.38)

“-Hangi rengi seviyorsun, asıl onu söyle.
  -Doğrusunu istersen en çok maviyi severim.
  -Niçin onu seçmiyorsun o zaman?
  -Sevdiğim şeyleri haketmiyormuşum gibi geliyor.” (s.40)

“Bir deniz görünce, insan sanıyor ki dünyadaki bütün denizler aynı. Neden biliyor musun? Çünkü biz karşıdan bakıyoruz. Olan biten her şeyi, her anı, her küçük ayrıntıyı böyle heykel gibi durarak yüz yirmi derecelik açıdan görebiliyoruz ancak. Heykeller nasıl bakar, aynı öyle.” (s.44)

“Karşıdan bakmak ezbere bir şey. Pekala gözlerini kapatabilirsin. Denizleri birbirinden ayırt edemiyorsak, zihnimizle gördüğümüzü tenimizde bilmediğimiz için.” (s.45)

“Ben eskiden... annemi ağaç sanırdım biliyor musun? Bana elleriyle değil de yapraklarıyla dokunurdu.” (s.45)

“Kayıbız Helin, hepimiz kayıbız. Kimyamız bozuk bizim. Toprağa tutunacağımıza ölüm korkusuna tutuluyoruz. Açgözlülüğümüz ondan. Meyveyi ağacından toplar gibi bedenle ruhu ayırıyoruz birbirinden. Beden, düşüncesi olmayan ham bir şey oluyor o zaman. O ölüme yollanan madenciler, kamyon kasalarında sıkış tepiş taşınan o tarım işçileri, onların hepsi bedenden ibaret. Ezilenler beden, ezenler akıl olmuş. Tam bir bağımlılık ilişkisi! Yoksa bu zalim kültür böyle sımsıkı nasıl örülür?” (s.47)

“Canı var olan her varlığın bir hafızası var bence. Su bile eskiyi hatırlıyor buharlaşırken.” (s.50)

“Yeni duygularla şekillenmektense, tek bir duygunun kalıbına dökülmüş bomboş bir kap gibi hem katı, hem kırılgandım.” (s.62)

“Bir keresinde Birhan, hüzün ile keder arasındaki ayrım sınıfsal bir meseledir demişti. O günden beri bu ayrımın sınır çizgisini epey aşırıya kaçma pahasına arıyorum.” (s.68)

“Tanışma anlarının özünde daima karşılaşmaya içkin öngörülemez bir yaşantı vardır. Karşılaşmanın doğasında, ya hiç karşılaşmasaydık duygusunun esrarengiz bilinmezliği yatar çünkü. Böyle durumlarda yaşananlar, yaşanmayacak olana ilişkin bir ürpertidir yalnızca. Bense yaşanmayacak olana eğimliydim.” (s.77)

“Tesadüf tesadüf müdür gerçekten? Yoksa bütün tesadüfler gecikmiş karşılaşmalar mıdır?” (s.100)

“Her sabah kimseler dürtmeden kendiliğimizden uyansak da ellerimizle yontacağımız kafayı asla insandan münezzeh kılamayacaktık. İmkansızdı, imkansızdı dünyadan başka yere uzanmamız.” (s.104)