“Uzun bir gece uykusunun olsa olsa iki hediyesi vardır:
biri zindelik, öbürü unutuş. Birhan’ın uykusuzluğuysa yara almaya açık
olmaktır. Gece gezen herkes gibi hatır, hatıra ve hafızanın harcıyla örülen
hayali bir konakta, yapay ışıklar altında düşe kalka dolaşırken, tarihi bir
serüven gibi yaşar karanlığı. İç kanamaya benzer gizli bir hastalıktır
uykusuzluğu. Başkasının doyasıya uyuduğu uykulardan kovulmuşcasına gücenik,
gece avlanan kuşların bile paydaş olamayacağı yalnızlığı üstlenmek zorunda
kalır. Tek başına temsilidir kitlesel bir uykusuzluğun.” (s.12)
“Birhan gibiler derken, dünyanın uğultusunu içinden duyan
karaduygun insanlardan söz ediyorum. Aşkın bir duyarlılığı sıska bacaklarıyla
taşıyan bu yeryüzü sürgünleri, nasıl ki seslerin cismaniliğini derinden
biliyorlarsa, başlarındaki ağrıyı ucundan tutup iplik gibi yumağından
çözebileceklerini de sanıyorlar. Her şeyi dokunulur kılan imgesel bir alemde,
kendi hatıralarıyla yeniden tasarlıyorlar dünyayı. O yüzden onların hayal
kırıklığı başkalarınınki gibi limoni değil, genelde kan tadında oluyor. Birhan’ın
başı daha çok, daha çok, daha çok ağrıyor o zaman. Hala merak duyduğu bir rüya
çünkü şakaklarında.” (s.24)
“Biz zamanı, aynı şey yalnızca birimizin başına gelsin
diye kurmuştuk.” (s.29)
“Sadece hayatlarımızla bölük değiliz birbirimizden, dilim
dilim zamana da bölünüyoruz. Bazen, eski zaman parçalarımıza bakınca kendimizi
hatırlayamıyoruz.” (s.38)
“-Hangi rengi seviyorsun, asıl onu söyle.
-Doğrusunu
istersen en çok maviyi severim.
-Niçin onu
seçmiyorsun o zaman?
-Sevdiğim şeyleri
haketmiyormuşum gibi geliyor.” (s.40)
“Bir deniz görünce, insan sanıyor ki dünyadaki bütün
denizler aynı. Neden biliyor musun? Çünkü biz karşıdan bakıyoruz. Olan biten
her şeyi, her anı, her küçük ayrıntıyı böyle heykel gibi durarak yüz yirmi
derecelik açıdan görebiliyoruz ancak. Heykeller nasıl bakar, aynı öyle.” (s.44)
“Karşıdan bakmak ezbere bir şey. Pekala gözlerini
kapatabilirsin. Denizleri birbirinden ayırt edemiyorsak, zihnimizle gördüğümüzü
tenimizde bilmediğimiz için.” (s.45)
“Ben eskiden... annemi ağaç sanırdım biliyor musun? Bana
elleriyle değil de yapraklarıyla dokunurdu.” (s.45)
“Kayıbız Helin, hepimiz kayıbız. Kimyamız bozuk bizim.
Toprağa tutunacağımıza ölüm korkusuna tutuluyoruz. Açgözlülüğümüz ondan.
Meyveyi ağacından toplar gibi bedenle ruhu ayırıyoruz birbirinden. Beden,
düşüncesi olmayan ham bir şey oluyor o zaman. O ölüme yollanan madenciler,
kamyon kasalarında sıkış tepiş taşınan o tarım işçileri, onların hepsi bedenden
ibaret. Ezilenler beden, ezenler akıl olmuş. Tam bir bağımlılık ilişkisi! Yoksa
bu zalim kültür böyle sımsıkı nasıl örülür?” (s.47)
“Canı var olan her varlığın bir hafızası var bence. Su
bile eskiyi hatırlıyor buharlaşırken.” (s.50)
“Yeni duygularla şekillenmektense, tek bir duygunun
kalıbına dökülmüş bomboş bir kap gibi hem katı, hem kırılgandım.” (s.62)
“Bir keresinde Birhan, hüzün ile keder arasındaki ayrım
sınıfsal bir meseledir demişti. O günden beri bu ayrımın sınır çizgisini epey
aşırıya kaçma pahasına arıyorum.” (s.68)
“Tanışma anlarının özünde daima karşılaşmaya içkin öngörülemez
bir yaşantı vardır. Karşılaşmanın doğasında, ya hiç karşılaşmasaydık duygusunun
esrarengiz bilinmezliği yatar çünkü. Böyle durumlarda yaşananlar, yaşanmayacak
olana ilişkin bir ürpertidir yalnızca. Bense yaşanmayacak olana eğimliydim.”
(s.77)
“Tesadüf tesadüf müdür gerçekten? Yoksa bütün tesadüfler
gecikmiş karşılaşmalar mıdır?” (s.100)
“Her sabah kimseler dürtmeden kendiliğimizden uyansak da
ellerimizle yontacağımız kafayı asla insandan münezzeh kılamayacaktık.
İmkansızdı, imkansızdı dünyadan başka yere uzanmamız.” (s.104)