4 Şub 2023

Engin Geçtan - Hayat


“Alışageldiğimiz düşünceleri altüst eden karşıtlıkların temelinde, içsel yaşantılarımızı normal konuşma diliyle anlatma zorluğu yatar. Çünkü içsel yaşantılarımız, konuşma dilinin sınırlarını fazlasıyla aşar.” Suzuki (s.9)

“Dünyanın giderek hızlanan değişimi içinde, başlangıçta edindiğimiz dünya görüşleri geçerliliğini bir ömür boyu sürdüremez oldu. Bu durum, her an oluşmakta olan yeni dinamikler doğrultusunda, dünya görüşümüzde de sürekli değişiklik yapma gereğini beraberinde getiriyor.

Dünya görüşü tutarsızlaştığında, insanın kendisini ve başkalarını anlayışı parçalanır ve kendisini yalnız, dışarıda bırakılmış biri olarak yaşamaya başlar. Bir dünya görüşünün ahengini, eskiyen bir dünya görüşünün tükendiği yerde yeni bir dünya görüşünün oluşumu belirler. Bu da insanın kendi deneyimleriyle ve sezgileriyle ne kadar temasta olduğuna bağlıdır. Jung’un sözleriyle: Son çözümlemede, temel olan şey bireyin hayatıdır… Biz kendi çağımızı yaratırız.” (s.10)

“Yabancılaşma, insanın üzerine çeken en ağır duygu olmalı, yaşattığı dünyasızlığıyla. Panik atağın ölüm agonisini andıran çaresizliğinden ya da depresyonun iflah olmayacağına inanılan karamsarlığından da ağır. Panik atağa dünyaya yönelik bir imdat çağrısı depresyona dünyaya yönelik bir öfke eşlik eder, yabancılaşmada ise dünya silinir.

Yabancılaşma ağır bir duygu, çünkü dünyasından kopma süreci bir kez üzerine çökmeye başladığında, insanın dünyasıyla yeniden buluşması mümkün olmayabilir.” (s.11)

“İnsanlar, birbirlerine kendi senaryoları doğrultusunda roller verip, karşılarındakilerden bu rolleri gerçekleştirmesini bekler oldular. Sonuç, düş kırıklıkları, kızgınlıklar ve kendimizden kaynaklandığını bir türlü kavrayamadığımız yalnızlık.” (s.13)

“Batı, Doğu’ya hayatını nasıl kazanacağını öğretebilir. Batı, zamanla, nasıl yaşanacağını Doğu’nun ona göstermesini isteme durumunda olacaktır.” Tehyı Hsıeh

“Bilimin egemen olduğu bir kişilik, ilkel yanlarından kopuk olduğu için ehlileştirilmeye açıktır, bunun sonucu olarak da Biz Batılılar, yüksek disiplinli, iyi örgütlenmiş ve mantıklı varlıklarız. Ama diğer yandan, bilinçdışı kişiliğimizin bastırılmasına izin verdiğimiz için, ilkel insanın bilgeliğini ve uygarlığını anlama ve takdir edebilme imkânından yoksun bırakılmışız. Tabii bilinçdışı kişiliğimiz yine de varlığını koruyor ve zaman zaman denetimden çıkıp patlarcasına ortaya çıkabiliyor.” (s.18)

“Okunarak öğrenilecek ve yaşanarak öğrenilecek şeyler var; önemli olan bu ikisinin birleşimini oluşturabilmek. Üstelik, bir insanın diğerinden bir şeyler öğrenebilmesi bir ilişki sürecinin akışı içinde gerçekleştirilebilir.” (s.21)

“Eğer bu sessiz aralıklar olmasa sesler asla bu kadar etkili olmayacaktı, der Krishnamurti. Batı kültürü etkisindeki düşünce tarzında bize, dikkatimizi incelemekte olduğumuz konu üzerine yoğunlaştırmamız ve bu konu  dışındaki şeylere dikkatimizi yönelterek dağıtmamız öğretilir. Krishnamurti’ye göre, bundan çok farklı bir dikkat daha vardır ki bu tür dikkatte zihin hiçbir şeyi dışlamaz, dışarıda bırakmaz. Bu sayede, zihin dışlamaya çalıştığı şeylerin direnciyle karşılaşmayacağı için daha güçlü bir dikkat gerçekleşir. Başka düşüncelerin zihnimize girmesini önlemek için, bilerek ya da bilmeyerek, zihin çevresinde bir direnç duvarı ördüğünüzde zihninizin bütünü değil bir bölümü çalışıyor demektir.” (s.30)

“Günümüzde giderek artan sayıda insan, dostluk ilişkilerine bile yalnızca kendi ihtiyaçları açısından bakma eğiliminde artık. 1970 gibi çok da yakın sayılmayacak bir tarihte yayımlanan ve sonradan klasikleşen Narsisizm kültürü adlı kitabında Christopher Lasch şöyle yazmıştı: Duygusal olarak sığ, yakın ilişkilerden korkan sahte bir içgörüye sahip, cinselliğin karmaşasına düşkün, yaşlılık ve ölüm korkularıyla dolu yeni narsistler geleceğe olan ilgilerini yitirmişlerdir.” (s.30)

“İnsan, temelde, kendini ilişkiler yaratarak var etme eğilimindedir. Bu eğilimlerin yalın biçimlerde yaşayabildiğinde, yalnızlık, boşluk, yabancılaşma ve yalnızca kendiyle meşgul olma eğilimlerine yer kalmayabilir, evrendeki ilişkiler ağının parçası olabildiği için. Krishnamurti bunu son yazılarında şöyle dile getirmiş: Dünyadan sorumluyum, çünkü ben dünyayım.

Kendi zamanında düşünce düzeyinde kuantum kuramına en çok yaklaşabilmiş kişi olan Jung da buna benzer bir biçimde ifade etmişti: Dünyada bazı şeyler yanlış gidiyorsa bu, bireyde bir şeyler yanlış gidiyor, dolayısıyla bende de bir yanlışlık var demektir. Bu yüzden eğer duyarlı biriysem önce kendimi düzeltmeliyim.” (s.34)

“Her ne kadar sinir sistemimiz pek çok şeyi şekil olarak algılamamızı sağlarsa da aslında şeyler boşluklardır. Albert Einstein bunu, “Her şey boşluktur, şekil yoğunlaştırılmış boşluktur.” şeklinde dile getirmişti. Batı’nın bugün ulaşmış olduğu yer, aslında, Doğu’da binlerce yıldan beri bilinmekte idi. Heart Sutra’da Buda’nın şu sözleri yer alır: Şekil, boşluktan başka bir şey değildir, boşluk da şekilden başka.

Nitekim bugünkü bakış açımızla, A, B’den yapılmıştır ya da bunun tersidir diyemeyiz, çünkü her şey karşılıklı etkileşimlerden oluşur. Dış dünyaya, zihnimizin içeriğindeki düşünceler ve izlenimler olmadan bakabilseydik yaşadıklarımız bambaşka olurdu. Dış dünyanın olduğu haliyle, öylece algılanabildiği yaşantılara Suzuki Rashi “başlangıçtakilerin zihni” der. Küçük çocuk pencereden, ağaca konmuş bir kuşun sesini dinlerken annesi kuşu gösterip, “Bak, bu bir serçe” dediği anda kuş sesiyle yaşanmakta olan birliktelik bilgiye dönüştürülür, kurulmuş olan yalın bağ sona erdirilerek.” (s.35)

“Hani bazen iki insan birbirinin varlığında eriyip bir bütüne dönüştüğünde ya da doğayla gerçekten iç içe olabildiğimiz ender anlarda benliğimizin sınırları silinir ya, işte sadece o anlarda hayatımızın ilk günlerindeki “ilişki içinde varolma”yı yeniden yaşayabiliyoruz, bazı insanlar belki de hiçbir zaman yaşayamıyor. İlişki, işbirliği temelinde oluşan bir kucaklaşma. Zorunluluktan ya da insanın kendi isteğiyle de olsa, bir şeyler kazanmak ya da bir şeylerden korunmak amacıyla oluşan beraberliklerde ilişki yaşanamıyor.” (s.37)

“ilişki aynı zamanda, bir şeyler birlikte yapmaktan mutluluk duymaktır. Önemli olan yapılan iş değil, yapılan şeyin birlikte yapılması ve o şey yapılırken bir bütün olabilmek. Dolayısıyla olmak, yapmaktan önce gelir. Ama artık insanlar, içlerinden gelerek ve sorun yaratmadan, birlikte çalışmaktan haz almaya pek yatkın değiller.” (s.37)

“Aslında yalın ilişki eğilimi, bir kadınla bir erkeğin yolda rastlantı sonucu karşılaşması gibi durumların dışında da beklenmedik anlarda ve herhangi bir yerde yaşanabiliyor; insanlar birbirlerine beklenti yüklemediklerinde. Birbirimizi şeyler olarak algılamakta direndikçe, yalnızca birtakım soyutlamalarla sonlanabiliriz. Kendi yansıtmalarımızdan oluşmuş imgeler dünyası ve varsayımsal yaşantılar.” (s.38)

“Atom-altı dünyada bir foton çifti birbirlerinden çok ayrı düştüklerinde birbirlerine yaklaşmaya başlar, ancak eğer çok yakınlaşırlarsa birbirlerine yapışıp kilitlenmelerine fırsat vermeden hızla birbirlerinden uzaklaşırlar. Bir yanımız bireyselleşme çabaları gösterirken, diğer yanımız çevremizle bütünleşerek yalnız kalmamaya, kendimizi bir yerlere ait hissetmeye çalışır. Hayatın bir beraberlikler ve ayrılıklar dizisi olduğunu kabul edebilen insanlar, “beraberlik içinde bireyleşme” ile “bireyciliği” karıştırmamayı başarabiliyorlar. Çünkü doğadan ve içgüdüsel sezgilerimizden koptuğumuz günlerden bu yana, bizler ancak diğer insanlarla ilişki içinde varolabilen varlıklarız. Ancak, benlik sınırları iyi belirlenmemiş insanların, ilişkilerini iç dünyalarına mâl etme eğilimi sonucu oluşan durum, ilişkinin içeriğindeki kişinin ayrı bir varlık olarak algılanamamasına neden olabiliyor. Böyle bir yaşantıya, ben-şey ilişkisindeki ilişkisizlikten de öte, “onsuz varolamama” durumu ve katlanılması zor bir kopma paniği eşlik eder ki bu, ilişkisi içleştirilmiş diğer kişiyi de zorlayan durumların yaşanmasına neden olabilir.” (s.38)

“Çağdaş fiziğin tanımladığı özgürlük, aklımızın gücüne dayalı bildik inanç sistemimize hiç de uygun değildir. Aldığımız kararlara eşlik eden “niçin”in “çünkü”sü yoktur. Tam tersine “çünkü”yü açıklayan mantığın oluşmasına neden olan şey, yapmış olduğumuz seçimdir ve bir seçim yaparken, o seçimi yapmış olmamıza bir de neden yaratırız. Seçim, Kierkegaard’ın vaktiyle “kader sıçraması” dediği yoğun bir özgürlük anında yapılmıştır. Bu nedenledir ki varoluşçu psikiyatri “neden”lerle değil, “nasıl varolmakta olunduğu”yla ilgilenir.” (s.40)

“Kuantum fiziğinin temelinde dalga/parçacık ikiliği bulunur. Buna göre bütün varlıklar, atom-altı düzeyde, bazen ufak parçacıklardan, bazen de dalgalardan oluşurlar. Bir başka deyişle, kuantum denen şey aynı anda hem dalga, hem parçacıktır. Burada dalga ile kastedilen şey, üç boyutlu gerçek dalgalar değil, olasılık dalgalarıdır. Varlığın dalga ya da parçacık olarak tanımlanan bu iki şeklinin her biri diğerinde olmayan bilgiyi içerir. Beynin sağ ve sol yarım kürelerinde ya da Çin felsefesindeki Yin-Yang olgusunda olduğu gibi. Bu şekillerin hiçbiri tek başına kendi içinde tamamlanmış değildir ve bu ikisi, ancak birlikte bize bir gerçeklik tablosu çizebilir. Ancak böyle bir durum, ikisine birden aynı anda ve net bir biçimde bakamayacağımız anlamına gelir ki bu da Heisenberg’in tanımladığı “Belirsizlik İlkesi”nin özüdür.

Kuantum mekaniğinin temelini oluşturan Heisenberg ilkesi, evrenin yapısının indeterministik, yani önceden belirlenemez olmasını tanımlar. Bir parçacığın hızıyla yerini aynı anda saptayamayız. Hızını bilirsek yeri belirsiz kalır, yerini bilirsek de hızı. Dalga ya da parçacık değerini tek tek ölçmeye çalıştığımızda buna, bu ikilinin ortak değeri nedeniyle ulaşmanın mümkün olamaması, hiçbir şeyin sabit ya da tam anlamıyla ölçülebilir olmadığı gerçeğinin ifadesidir. Her şeyin belirsiz ve kolay anlaşılamaz olması. Newtoncu fiziğe göre her şeyin sabit ve ölçülebilir olma olgusuyla çelişir ve bu çelişkinin getirdiği belirsizlik, gerçekliğin doğası sorunsalını da gündeme getirir.” (s.41)

“Zohar’ın sözleriyle, “Kuantum mekaniği açısından yaşama baktığımızda, benliğimiz ve ilişkilerimiz hakkındaki görüşlerimizin de değişikliğe uğrama durumunda kaldığını görürüz. Şeyler ve olaylar, geniş bir bütünün birden fazla yönleriymiş gibi davranırlarsa da kendi tek tek varoluşlarını ve anlamlarını bu bütünden alırlar. Heisenberg bunu şu sözlerle açıklamıştı: Dünya, karmaşık bir olaylar dokusu olarak görünür. Bu dokunun oluşumunda her çeşit bağlantı, birbirinin yerini alabilir, birbiriyle örtüşebilir ya da bütünleşebilir.” (s.42)

“Düş gücü bilgiden daha önemlidir.” Albert Einstein (s.46)

“Beyin bir organ değil bir süreçtir ve her an kendini yaratmayı sürdürür.” (s.46)

“Farkındalığın bir düzen izliyor oluşu, yani zaman içindeki görünür istikrarı, bize birçok duyumuzun çağrıştırdığı deneyim kargaşasında değil de bir dünyada yaşadığımız izlenimini verir.” John Crook (s.47)

“Bizler için yepyeni olan bazı görüşlerle karşılaştığımızda, düşünce alışkanlıklarımızdan vazgeçmenin zorluklarından ötürü, bu yeni görüşleri eski ve bildik düşünce alışkanlıklarımızdan vazgeçmenin zorluklarından ötürü, bu yeni görüşleri eski ve bildik düşünce çerçevelerimize yerleştirme eğilimi gösteriyoruz. Ancak bu eğilim, çoğu zaman, kendimize ve dünyaya ilişkin bilgilerimizi ve doğrusu yaşantılarımızı yenileyebilmemizin önünde bir engel oluşturuyor ve bizi, kendimizi zenginleştirme imkânlarından yoksun bırakıyor. Kuantum fiziğinin bize gösterdiklerini, zihnimizin ve yaşantılarımızın kısa sürede özümsemesi zordur ve bu nedenle, başlangıçta, salt entelektüel bilgi olarak korteksimize depolanma olasılığı yüksektir. Çünkü kişisel deneyimlerimizle bütünleşebilmesi uzunca bir zaman dilimine yayılan bir özümseme sürecini gerektirebilir.” (s.52)

“İnsan kendi gölgesiyle yüzleşip hesaplaşmayı öğrenirse dünya için gerçek bir şey yapmış olur, günümüzün devasa, çözülmemiş toplumsal sorunlarının hiç olmazsa küçücük bir parçasını sırtlanmış olur, diyor Jung. Dahası, o insan gerçek birlikteliğe, kendini bilmeye, yaratıcılığa doğru adım atmış olur ve olgunlaşır. Gölge eşikte bekler; bilinçdışının yaratıcı derinliklerine giden yolu tıkamasına izin verebiliriz ya da bizi elimizden tutup o derinliklere götürmesine razı oluruz. Çünkü, kökenini evrim tarihinin derinliklerinden alan gölge basitçe kötü değildir. Aşağılık, ilkel, sakil, hayvansı, çocuksudur; güçlü, canlı ve kendiliğindendir.” (s.55)

“Aslında insanın içsel yaşantılarındaki karşıtlıklar, Jung’un anlattığı persona-gölge kutuplaşmasından farklı biçimlerde de insanın doğasında mevcut. Çalışkan ve üretken bir insanın içinde her zaman bir koca tembel vardır ve bence önemli olan bu ikisinin birbiriyle uzlaşıp, çatışmadan birlikte var olabilmeleri. Tembelin egemen olduğu zamanlarda kendini suçlu hissetmeyen insan, kendi zamanının akışı içinde saati geldiğinde, çalışkan ve üretken yanıyla zaten yeniden buluşacaktır. “Yapmam lazım”ın yerine “yapmak istiyorum”u koyabildiğimizde, “yapmam lazım”ın insana yaşattığı, “kendine karşı işlenmiş varoluşsal suç”un gerilimi söner. “Yapmak” yerini olmaya bırakır. Ancak, günümüz dünyasında pek çok insan, üst-sistemlerin şartlandırmaları ve beklentileri sonucu, yaparak varolabileceği yanılgısını yaşamakta. Olabildiğimiz zaman zaten yapabileceğimizi bilmenin hafifliğini yaşayamadan, tanıyamadan.” (s.62)

“Suçluluk duyguları genellikle ilişkilerimizde yaşadığımız olumsuz duyguları bilinç alanımızdan uzaklaştırarak onlara yabancılaşmamızdan kaynaklanır. Kendimize ve dünyamıza karşı farkına varmadan ya da görmezden gelmeye çalışarak sürdürdüğümüz iki yüzlülüğün ürünüdürler. Dolayısıyla, suçluluk duygularına gömülmek, aslında kendimize karşı işlenmekte olan varoluşsal bir suçtur. Sevilebilmek için kendimizi ortadan sildiğimizde, kendimizi ve başkalarını sevebilmemizin yolu da daralıyor, sevilmek için uğraşırken sevmekten uzaklaşıyoruz. Kendimizden vazgeçme sonucu biriken düşmanca duygular, yaşanmakta olan iki yüzlülüğü daha da pekiştirerek kısır bir döngüye dönüşme eğilimi gösterir. Farkına varmaksızın yarattığımız kısır döngüler, hangi içerikte olursa olsunlar uyuşturucu niteliğindedirler, benliğimize egemen olduklarında hayatın akışı duraksar, yıllar geçip giderken aynı döngünün içinde tekrarlanıp durulur, çoğu kez farkına varılmadan.” (s.63)

“Anlaşılabilme umudunu tüketen insanlar, dünyayla ilişkilerini beğenilme üzerine kurma eğiliminde oluyorlar, kurtulması güç bir tuzağa düştüklerini fark edemeden. Çünkü, beğenilmeyi merkez alan bir dünya, insanın kendi içinde giderek daha sıkı kilitlenmesine ve çıkışı bulunamayan bir yalnızlığa gömülmesine neden olabilir. Dolayısıyla, kendini var hissedebilmenin tek yolu beğenilmenin sürekliliğini sağlamaya yönelik bir hayat tarzı. Beğenilme öylesi bir iptila ki bu ihtiyaç karşılanamadığında yaşanabilecek bozgundan kaçınmak için sergilenmekte olan performansın aralıksız sürdürülmesi zorunlu hale gelir. Bunun sonucu olarak, hayatını beğenilme üzerine kuran insanların derininde, çoğu zaman dışarıdan fark edilemeyecek kadar iyi maskelenmiş bir depresyon yaşanır.” (s.64)

“Bir radyo programında bana yöneltilen “Gördüğünüz anda sizi en çok etkileyen kişi kim oldu?” sorusuna tereddütsüz karşılık verdim: Marilyn Monroe. Kendisinin başrollerden birini oynadığı bir filmin galasında, bizler salona girmeden önce fuayede beklerken birden bir itiş kakış olmuş ve ben kendimi, kargaşaya neden olduğu anlaşılan ilaheyle kısa bir süre karşı karşıya bulmuştum. Çok güzel bir kadındı, ama bende asıl iz bırakan yaydığı ışık oldu. O ışığın kaynağını anlayabilmem için, yıllar içinde daha küçük ölçekte benzer imgelerle karşılaşmam gerekecekti: Varolamamanın pırıltısı. İnsan bir yerde varolamadığında bir başka yerde abartılı bir biçimde belirebilen bir varlık.” (s.69)

“Anlaşılabilme sözcüğüne açıklık getirme gereği duyuyorum. Bu sözcüğün aslında düşünce düzeyinde bir yaşantıyı tanımlıyor olmasından ötürü, bir insanın diğerini anlamış olmasının anlamı bana hiçbir zaman yeterince açık gelmemiştir. Anlamak, kendimize ait bir yaşantıyı idrak etme anlamını taşıyabilir. Ancak diğer insanlar söz konusu olduğunda, anlamak sözcüğü bir başka insanı değerlendirebilmiş ya da tanımlayabilmiş olmak gibi anlamlar taşıyabilirse de o insanı hissedebilmiş olduğumuzu ifade etmeyebilir. Bu nedenle, bu sözcüğün zaman zaman birbirimize ulaşabilmemizi engellediğini bile düşünüyorum. Çünkü bana göre aslolan, birlikte olduğumuz insanı hissedebilmek ve ona yaşadıklarımızı hissettirebilmektir ki bu ikisi zaten eş zamanlı olarak yaşanır.” (s.69)

“Kendilerine ayıracak vakit bulamamaktan yakındıkları halde, Pazar günü geldiğinde ne yapacağını bilemeyen insanların sayısı o kadar çok ki.” (s.77)

“Büyük kent insanının sık kullandığı uyuşturuculardan biri de hız. Aynı şey, telaşsız da aynı sürede yapılabilir, üstelik yapılacak şeye ayrılan zaman ve enerjinin bir bölümü seferberlik sırasında tüketilmeden. Ama hız, insanın içindeki boşlukla yüzleşmemesi için çağdaş normların da pekiştirdiği ve uyuşturucu niteliği kazandığında yavaşlatılması zor bir araç.

Ölçülen zamanın egemenliği, benliğimize mal ettiğimiz çalar saatlerden ötürü ilk bakışta bize başedilmez görünebilir.

Trafik ışığı kırmızıya dönüşmeden önce yetişebilmek için seferberlik durumuna geçtiğinizde ya da asansörün gelmesini bekleyemeden merdivene yöneldiğinizde kazandığınız saniyelerin neden sizden daha değerli olduğu sorusunu hiç kendinize sordunuz mu?” (s.78)

“Evrende siyahlar ve beyazlar şeklinde bir ikili bölü yok, her bir varlık kendi bünyesinde beyazını ve siyahını yaşayarak büyük bütünün içindeki kendi bütünlüğünü sürdürmekte.” (s.79)

“Tekillik, bilinen fizik kurallarının geçerliğini kaybetmesi, zamanın durması gibi kavranması güç durumları içeren bir olgu olduğu için beni aşıyor. Bilgisayarlar bir yana, zaten çoğumuzun beyni başka kaynaklardan yüklenen bilgi bombardımanından sersemlemiş halde. Ancak yine de bu konuya değinme gereğini duydum. Çünkü hayat bana, çığrından çıkmışcasına gidişlerin eninde sonunda bir engele çarpmaya mahkum olduğunu öğretti.” (s.82)

“Duygusal gelişimleri için gerekli zemini bulamamış oldukları için mi bazı insanların düşünce sistemleri aşırı geliştirilerek bu eksiklikleri ödünlenmeye çalışılıyor? Yoksa çevrenin şartlandırmalarından ötürü entelekt aşırı geliştiriliyor da duygusal dünya fakirliğe mahkum ediliyor ve sezgiler köreltiliyor? Neden kendilerini yalnızca entelekt ve seksten ibaret yaşayan insanların sayısı giderek artıyor?” (s.85)

“İnsan ya da aslında doğadaki her varlık sürekli olarak bir dengeye ulaşma çabası içinde. Ancak eğer ulaşılan bir denge durumu fazla uzun sürerse bu yeniden dengesizliğe dönüşebiliyor ve yaşanmakta olan “durum”u, yeniden “sürece” dönüştürme ihtiyacı beliriyor. Bu ihtiyacı fark edemeyenlerin hayatı yavaş yavaş kurumaya başlıyor.” (s.86)

“Bence aslolan, hangi şekilde olursa olsun, insanın, olabildiğince, kendisini kendi olarak hissedebileceği bir hayatı sürdürmeyi gerçekleştirebilmesi. Bir yandan da hayatın bir süreç olduğunu, kendimizi her an kendimiz olarak hissetmemizin mümkün olamayacağını, hayatın inişleri ve çıkışları olduğunu kabul ederek. Kendimize başarılı bir hayat ısmarlamaya çalışmanın, kendimizden vazgeçme tehlikesini de beraberinde getireceğinin idrakiyle. Bir şeyi isteyerek ve severek yaparken ulaşılacak sonucun baskısı zaten yaşanmaz, sonucu düşünerek yaptığımızda ise istek kaygıya dönüşebilir. Çünkü çoğu zaman başarı, kendisini şartlı kabul edenlerin, ya da vaktiyle şartlı kabul edilmiş olanların, kendilerini kabul edebilmelerinin tek ve mutlak şartı. Üstelik, sonuca ulaşıp kendini başarılı hissettiği anın ardından insanı yeniden boşluğa düşüren ve daha da öteye koşmaya yönelten bir tuzak.” (s.87)

“Bana göre mutluluk bir durum değil, süreç; dış etkenlere doğrudan bağımlı olmayan, iç dünyamızın derinliklerinden gelen ve zaman zaman buluşabildiğimiz bir yaşantı. Kendimizi bir diğer insanla ya da evrenle bir “bütün” olarak yaşayabildiğimiz, bazen de sadece yaşıyor olmanın bize sevinç verdiği anlarda, bir başka deyişle kendimizi ve dünyamızı gözlemlemekten özgürleşebildiğimiz zamanlarda bizi sarıveren bir duygu, ısmarlanması mümkün olmayan.” (s.89)

“Cevapsız kalan bütün sorular beni rahatsız etmiyor, çünkü insanın ancak hazır olduğu cevaplara ulaşabildiğine inanıyorum.” (s.94)

“Paranın insanların dünyalarını sığlaştırmasının ona olan tutkuyu daha da pekiştirmesi sonucu oluşan kısırdöngü neredeyse salgına dönüştü bir süredir. Parayla ilgili bu tartışma bana, yakın geçmişte gördüğüm filmdeki repliklerden birini hatırlattı nedense: “Sen hayatı hiç merak etmedin ki…” (s.96)

“İnsanlar hakkında bilgi sahibi olmak onları tanıma anlamını içermez, çünkü birbirimizi ancak yaşantılar içinde tanıyabiliriz ki bu da zaman gerektiren bir süreç. Eski kuşaklarda yaygın ve ben-şey ilişkisinin klasik örneklerinden olan merakiliğin yerini farklı bir olgu aldı genç kuşaklarda: Tanışmanın ardından kendiyle ilgili biçimsel bilgileri bir çırpıda karşı tarafa sunarak yakınlık kurulabileceği beklentisi. Birileri hakkında bilgi edinerek onları tanıyacağına inanmak ya da kendiyle ilgili bilgi sunarak yakınlık beklemek, insanları imgeye dönüştürerek algılama tuzağını da beraberinde getirebiliyor. Oysa imgeler, insanın kendi kişiliğinin yansıtmalarının yaratısıdır, dolayısıyla yansıtıldığı kişinin kendiyle pek ilgisi yoktur. Üstelik, imgeleştiren kişi de kendisini imgesi olarak algılamaya başladığında işler daha da karışabiliyor. Taraflar birbirini karşılıklı imgeleştirerek algıladığında ise yalnızlıktan ve hayata ilişkin korkulardan kurtulanamıyor.” (s.100)

“Kendimizle olan ilişkimizde yeterince dürüst olamadığımızda organizmamızın bedel ödemesi kaçınılmaz hale geliyor. Fiziksel sağlığımızdaki zamansız aksamalardan, hayatın akıcılığının engellenmesine kadar.” (s.102)

“T.S. Elliot’un dediği gibi; televizyon milyonlarca insanın aynı şakaya aynı anda gülmesini sağlayan, ama kendilerini yine de yalnız hissetmelerine sebep olan bir eğlencedir.” (s.104)

“İnsan, geleceği düşünmeye başladığı andan itibaren, yaşamakta olduğu cenneti terk edip anksiyete dünyasına adım atar; üzerine kaygının gri tonu çöker, hırs dürtüsü oluşur, mülkiyet başlar ve “düşünceden yoksun” yabanın keyifli hayatiyeti kaybolur. Kaşif Peary, Eskimo rehberlerinden birine “Ne düşünmektesin?” diye sorduğunda “Düşünmem gerekmiyor” diye cevap vermiş rehber. Gerekmedikçe düşünmenin bilgeliği bizlere uzak ve yabancı artık.” (s.109)

“Amerika yerlisi Mohawk kabilesinde şöyle bir deyiş vardır: Kadınların ezelden beri bildiği kainat dengelerini erkekler de anlamaya başladıkları zaman, dünya daha iyi bir dünya olarak değişmeye başlamış olacaktır.” (s.111)

“İyi yaşanmış, (özgün, otantik) bir zaman ölümün de doğal karşılanmasını sağlar. Bu ifade I Ching felsefesindeki, ölüm yaşanmış bir hayatın başına konan bir taçtır, sözüyle neredeyse özdeş.” (s.113)

“Karşımıza çıkıveren her türlü sorumluluğu sessizce kabul edivermek kendimize karşı en büyük sorumsuzluktur.” John Cage (s.128)

“Doğduğumuzda yargılamayı bilmiyoruz, sonraları yargılandıkça yargılamayı öğreniyoruz. Yargıladığımız sürece de sağduyudan uzaklaşıyoruz. Başkalarının iç dünyalarını tanıma ve paylaşmayı içeren bir mesleği sürdürürken, giderek, hayatların yargılanmayacağını anlamaya başlıyorsunuz. Başkalarının hayatlarını olduğu gibi kabul etmeyi öğrendikçe kendinizi, kendinizi kabul edebildikçe de başkalarını oldukları gibi kabul etme eğilimi kendiliğinden geri gelmeye başlıyor.” (s.130)

“Bireycilik, yaratıcı potansiyeli harekete geçirebilir, entelektin geliştirilmesine katkıda bulunabilir ya da özellikle bağımsız işlerde başarı getirebilir, ama bireysellik daha bağımsız ve daha yürekli bir duygusal zemin gerektirir.” (s.146)

“Otto Rank vaktiyle insan tiplerini tanımlarken “artist” tipi insanlardan söz etmişti. Onun “artist” olarak tanımladığı insanın, resim yapan, müzik besteleyen ya da yorumlayan, tiyatroda ya da filmlerde oynayan kişilerle pek ilgisi yok. Rank’a göre “artist”, yaşantılardan en uygun tepkiyi en uygun zamanda gösterip çevresinde gerekli değişiklikleri yaratarak etkin olabilen biridir. “Artist” kendi yakın çevresi dışında kimsenin tanımadığı bir ev kadını ya da bir işçi olabilir. Rank’ın tanımlamış olduğu “artist”, konumu ne olursa olsun kendi hayatını yaratma gücü ve dünyaya egemen olan değerliler ve daha az değerliler bölümlemesinin dışında kalan görünürdeki sıradanlığıyla bana hep yakın gelmiştir.” (s.158)

“Diğer varlıklardan daha üstün ve gelişmiş olduğu sanısında olan uygarlaşmış insan, aslında bu gezegende yaşayan varlıkların en kırılganı. Kırılganlığından ötürü de yıkıcılığa eğilimli. Diğer varlıklar yalnızca hayatta kalabilmek amacıyla saldırgan davranışlarda bulunuyorlar. Uygarlaşma adına doğadan giderek uzaklaşan insan, bu kopukluğun getirdiği çaresi olmayan yalnızlığından ötürü yıkıcılıktan başka amacı olmayan saldırgan davranışlar sergileyebiliyor.” (s.165)

“Korkmadığımız ve savunmada olmadığımız zamanlarda güzelleşiyor ve daha anlamlı bir hal alıyoruz, üzerimizdeki örtünün yükü hafiflediğinden. Ama çoğu zaman, acımasız çalışma koşullarının, klişeleşmiş sosyal ayinlerin ve yakın ilişkilerimizdeki abartılı beklentilerin ortasında savrulup, şartlanmalarımız doğrultusunda kendimizi dış dünyaya endeksleyiveriyoruz. Bir başka deyişle, yaşantılarımızın başlangıcının bizden değil, çevremizden kaynaklanmasını beklercesine kendimizi dış etkenlere bırakıverme eğilimindeyiz, zedelenme ya da anlaşılamama korkularımızdan ötürü risk almaktan kaçınarak. “Rağmen varolabilmek”, dış etkenler ve diğer insanlar bizi nerelere çekiştirirlerse çekiştirsinler kendimiz olmaya çalışmak karşılığı olarak kullandığım bir deyim. Söylemesi kolay, uygulaması zor olsa da bu deyim bir kenarda dursun derim, fazla tozlanmadan.” (s.166)

“İnsanın iç dünyasındaki kargaşa, her zaman, dış dünyanın kargaşasından daha ürkütücüdür.” (s.166)

“Eğer bugün huzursuz bir dünyada yaşıyorsak bunun, egemen konumda olan güçlerin evrenin doğasına aykırı bir yol seçmekle kalmayıp, dünyanın geri kalanını da beraberlerinde sürüklemeye çalışmalarından kaynaklandığını düşünüyorum.” (s.168)

“Bana göre, hayat bir dizi rastlantı ve bizim o rastlantılarla birlikte nasıl varolduğumuz ya da olmadığımız. Önce günaydın, sonra biraz haz, biraz acı, biraz aşk, biraz hayal kırıklığı, biraz sıcaklık, biraz yalnızlık, biraz boyun eğme, biraz başkaldırı ve ardından iyi geceler. Düş gücü ve tutkuları engellenmişler için ise hayat, çocukken oynadığımız oyunların büyüyünce izin verilmeyen oyunsuzluğu. Bence hayat, burada saydıklarımla ve saymadıklarımla, tartışılması gerekmeyecek kadar sıradan ve yalın. İnsanlık tarihi boyunca onu karmaşık bir hale getirme yönünde öyle ustalaşmışız ki bazılarımız bununla ilgili bir şeyler söyleme ihtiyacını duyuyoruz; hayatın kendisinden çok, onu çözülmesi zor bir yumağa nasıl dönüştürdüğümüzü anlatabilme umuduyla. Bunlar benim görüşlerimdi, başkalarının her zaman söyleyecek farklı şeyleri olacak. Hoşça kalın!” (s.176)