23 Nis 2022

Rollo May - Kaygının Anlamı

“Kaygı en iyi öğretmendir, der Kierkegaard. Ne zaman yeni bir olasılık ortaya çıksa, kaygının da ona eşlik edeceğini söyler.” (s.17)

“Korktuğum ve beni korkutan her şeyin kendi başına iyi veya kötü olmadığını, sadece zihnin onlardan etkilendiğini anladım.” Spinoza, Anlama Yetisinin Düzeltilmesi Üzerine İnceleme

“Bence kaygı, onu tanımamış olduğu için yitip gitmek ya da altında ezilip kalmak istemeyen her insanın katlanıp çıkmak zorunda olduğu bir serüvendir. Dolayısıyla, doğru bir şekilde kaygılanmayı öğrenen insan, en önemli şeyi öğrenmiş demektir.” Kierkegaard, Kaygı Kavramı

“Hiç kuşku yoktur ki kaygı sorunu, pek çok önemli sorunun bir araya toplandığı bir düğüm noktası ve çözümü zihinsel varoluşumuzun tümüne ışık tutacak bir bulmacadır.” Freud, Psikanalize Giriş Dersleri

“Bir neslin tümünün... iki çağ arasına, iki yaşam tarzı arasına sıkışıp kaldığı zamanlar vardır ve bunun sonucunda nesil kendini anlama yetisini tümden yitirir, ne herhangi bir standardı ne güvencesi vardır; rızası bile yoktur.” Hermann Hesse, Bozkırkurdu

“Lifton’un kendisi de modern zamanlardaki kaygıdan uyuşma süreci olarak söz eder. Bu bir savunma tepkisidir; insanların duygularını uyuşturmaktan, gelen tehdidin bilincinde olmamak için algılarını kapatmaktan başka ellerinden hiçbir şey gelmediği durumlarda yaşadıkları duygusal bir uzaklaşmadır. Bilinç yetisi bu şekilde daraltılarak, kaygı geçici olarak savuşturulmuş gibi görünür. Fakat daha sonra bunun bedelinin ödenip ödenmeyeceği sorusunun cevabı verilmemiştir.” (s.36)

“Korkmamız gereken tek şey, korkunun kendisidir.” Franklin D. Rooselvt (s.38)

“Spinoza kaygıyı özel olarak ele almadıysa bunun nedeni psikolojik muhakeme yürütememesi değildi, bundan emin olabiliriz. Birçok noktada psikanalitik kavramları öngörmüştü. Tutku (duygusal karmaşayı kasteder), kişi onun hakkında net ve ayırt edilebilir bir fikir geliştirdiği anda tutku olmaktan çıkar, ifadesi bunun bir örneğidir. Bu, daha sonraki yıllarda ortaya çıkacak psikanalitik bir tekniğe yani duygu netleştirmeye dair şaşırtıcı bir tahmindir..

Spinoza, korkunun temelinde öznel bir problem olduğuna yani kişinin ruh hali ya da tavırlarıyla ilgili bir mesele olduğuna inanıyordu. O, korkuyu umudun yanına koyarak tanımlar; her ikisi de kuşku içindeki bir insana ait özelliklerdir. Korku, nefret ettiğimiz bir şeyin başımıza gelebileceği fikrinden doğan belirsiz bir hazdır. Spinoza, bu tanımlardan da anlaşılacağı üzere der, korku umutsuz, umut korkusuz olmaz. Korku, bir zihin zaafının sonucudur; bu yüzden akıl kullanımıyla ilgisi yoktur. Umut da bir zihin zaafıdır. Bu nedenle aklın kılavuzluğunda yaşamak için ne kadar gayret gösterirsek, umuda o kadar az bağlanır, korkuya o kadar az teslim olur ve kendimizi ondan o kadar iyi kurtarır, bahtımızı o kadar aşarız ve nihayetinde eylemlerimize aklın öğütleri yön verir. Spinoza’nın korkuları aşmak için gösterdiği yol, yaşadığı dönemdeki akılcılık vurgusuyla tutarlıdır; yani duygular baskılanmayacak ama akla tabi olacaktır. Spinoza’ya göre duygu, onun tersi ve daha güçlü olan bir şeyle aşılır. Fakat bunu yapmak için düşüncelerimizin ve imgelerimizin düzenlenmesine dikkat etmemiz gerekir. Korkuyu bir kenara atmak için cesareti de aynı şekilde düşünmeliyiz; yani yaşamın sıradan tehlikelerini, onlardan cesaretle nasıl kaçılacağını ve onların nasıl aşılacaklarını düşünerek sıralamalı ve hayal etmeliyiz.” (s.54)

“Bireyde hem korkunun hem de umudun aynı anda bulunması ve bunun belli bir süre boyunca sürmesi, ben dahil daha sonraki birçok yazar tarafından ruhsal çatışmanın bir özelliği kabul edilir.” (s.55)

“Spinoza’nın bakış açısına göre, kuşku nedenlerini umutlarımızdan çıkarıp attığımızda güven hissi ile dolarız; yani artık güzel bir şeyin başımıza geleceği kesindir. Kuşku öğesini, korkumuzdan çıkarıp attığımızda ise çaresiz hissederiz çünkü korkulan olayın gerçekleşeceği ya da gerçekleştiği kesindir. Tersine Kiekegaard’da ise güven, kuşkunun (ya da kaygının) kesilip atılması değil, kuşku ve kaygıya rağmen hayata devam etme tavrıdır.” (s.55)

“Kierkegaard, kaygının özgürlüğe yöneliş olarak anlaşılması gerektiğini savunuyordu. Özgürlük, kişilik gelişiminin hedefidir. Kiekegaard özgürlüğü olanak diye tanımlar. İnsanı bitki veya sadece hayvan olan diğer canlılardan ayıran özellik, insan olanaklarının kapsamında ve olanakların farkında olma yetisinde yatar.” (s.63)

“Özgürlük yetisi kaygıyı da beraberinde getirir. Kierkegaard’a göre kaygı bir insan halidir. İnsan özgürlüğüyle yüze geldiğinde onu yaşar. Hatta kaygıyı özgürlük olasılığı olarak tanımlar. Birey bir olasılığı gözünün önüne getirdiğinde, bu deneyiminde kaygı da potansiyel olarak yerini alır. Çocukların yürümeyi öğrenmesi ve daha ileri bir noktada okula gitmesi ve yetişkinlerin evliliğe ve/veya yeni bir işe adım atması bunun örneklerindendir. Bu tür olasılıklar yani önümüzde uzanan ama henüz katedemediğimiz ya da deneyimlemediğimiz için ne olduğunu bilemediğimiz yollar kaygı içerir (bu normal kaygıdır ve aşağıda da anlatılacağı gibi nevrotik kaygı ile karıştırılmamalıdır. Kierkegaard nevrotik kaygının, normal kaygının daha kısıtlayıcı ve yaratıcılık içermeyen bir türü olduğunu ve bireyin normal kaygı durumlarında yoluna devam etmeyi başaramamasından kaynaklandığını net bir şekilde ifade eder.” (s.64)

“Kierkegaard’ın psikoloji açısından yazarken merkeze aldığı problem, kişinin kendisi olmak için nasıl irade koyacağıdır. İnsanın asıl görevi, kendi olmak için irade koymasıdır. Kierkegaard, kişinin olacağı beni belirli bir şekilde tanımlayamayacağımızı savunur çünkü ben, özgürlüktür. Fakat insanın kendi olmak için irade koymaktan nasıl kaçtığını da uzun uzadıya anlatır: İnsanlar ya ben bilincinden kaçarlar, ya da bir başkası olmaya veya kullanışlı bir ben’den ibaret olmaya irade koyarlar ya da muhalefet yoluyla ben olmaya irade koyarlar ki bu da trajik, acılı bir umutsuzluk biçimidir ve dolayısıyla gerçek bir benlik olamamaya mahkumdur. Buradaki şrade yaratıcı kararlılıktır, en başta özfarkındalığın genişletilmesini temel alır. Genel anlamda konuşacak olursak, bilinç yani ben’in bilinci, ben’in belirleyici kriteridir, diye yazar. Ne kadar bilinç varsa, o kadar ben olunur.” (s.66)

“Özgürlük, daha ziyade, varoluşun her anında kişinin kendini kendisiyle ilişkilendirmesine bağlıdır. Günümüz terimleriyle ifade edecek olursak, özgürlük, kişinin kendisini ne derece sorumlu ve özerk bir şekilde kendisiyle ilişkilendirdiğine bağlı demektir.” (s.67)

“Birey her deneyiminde yoluna devam etmeyi, olasılıklarını gerçekleştirmeyi arzular; fakat aynı zamanda kafasında bunu yapmama olasılığıyla da oynaşır; bir diğer deyişle, içinde olasılıklarını gerçekleştirmeme arzusu da taşır. Kierkegaard bu durumda nevrotik ve sağlıklı olan arasındaki farkı anlatırken, sağlıklı bireyin çatışmaya rağmen yoluna devam ettiğini, özgürlüğünü gerçekleştirdiğini, sağlıksız kişinin ise kapanma durumuna geçtiğini ve özgürlüğünü feda ettiğini söyler.” (s.69)

“Özgürlük yokluğu gitgide daha da kapanmaya dönüşür ve hiçbir iletişim istenmez. Kierkegaard kapanma ifadesini kullanırken, yaratıcı kişinin mesafe koymasından değil, geriye çekilip uzaklaşması anlamındaki kapanmaktan, durmaksızın olumsuzlama yapmaktan söz ettiğini açıkça belirtir. Bir şeyle birlikte kapanış değil, kendini kapatıştır. Dolayısıyla bu kapanış Kierkegaard’a göre anlamsızlıktır, boşluktur. Kapanan kişi, özgürlük ya da iyi ile yüz yüze geldiğinde kaygı dolar. Kierkegaard açısından “iyi”, kapanan kişinin, özgürlük temelinden yürüyerek kendisini bütüne dahil etmemek için verdiği mücadeleye işaret eder. Hatta “iyi” derken, genişlemeyi, yayılmayı, giderek çoğalan iletişim halini tasvir eder.” (s.73)

“Kierkegarrd, etik insan kader veya süslü boş laflar kadar hiçbir şeyden korkmaz çünkü bu tür şeyler şefkat kılığına girerek onu kandırıp sahip olduğu hazinesini yani özgürlüğünü alabilir, der.” (s.73)

“Goldstein’a göre sağlıklı bir bireyin özgürlüğü, farklı seçenekler arasında seçim yapabilmesinde, çevresindeki güçlükleri aşmak için kendine yeni olanaklar açabilmesinde yatar. Kaygıdan uzaklaşmayıp onun içinden geçerek ilerleyen birey kendini geliştirmekle kalmayıp, dünyasının kapsamını da büyütür. Kaygıya yol açabilecek tehlikelerden korkmamak: İşte bu, başlı başına kaygıyla başa çıkmanın başarılı yöntemidir. Cesaret, son tahlilde, varoluşa yönelik şoklara verilen ve kişinin kendi doğasını gerçekleştirmesi için katlanması gereken, olumlayıcı cevaptan başka bir şey değildir.” (s.95)

“Kültür insanın kaygıyı fethetmesinin ürünüdür; bu açıdan kültür insanın çevresini aşama aşama kendine yeterli kılmasını, kendini de çevreye yeterli kılmasını temsil eder.” (s.95)

“Hasta olmak çatışma durumunu çözmenin bir tür yoludur. Hastalık, kişinin dünyasını küçültme yöntemidir, böylece bedenin ilgi ve sorumluluk alanı daralır ve kişi problemle daha başarılı bir şekilde başa çıkma şansı elde eder. Sağlık ise organizmanın kendi yetilerini gerçekleştirmek üzere özgür kılınmasıdır.” (s.117)

“Kültürel faktörler psikosomatik hastalıkların altında yatan kaygı ile yakından ilişkilidir. Bunu herhangi bir psikosomatik hastalıkta rahatça görebiliriz. Yine mide ülseri vakası ile örnekleyeceğim. Mide ülserinin bu kadar yaygın olması genelde modern Batı kültüründeki aşırı rekabetçi yaşamla ilişkilendirir. Batı uygarlığında  mücadele veren hırslı insanların hastalığıdır.” (s.118)

“Felix Deutsch, her hastalık kaygı hastalığıdır, der. Bu sözler, kaygı her hastalığın ruhsal bileşenidir anlamına geliyorsa, bu da makul bir görüştür.” (s.122)

“Genel Adaptasyon Sendromu (G.A.S.) kuramı Selye’ye aittir. G.A.S çeşitli iç organlar yoluyla (endokrin bezleri ve sinir sistemi) bizim, içimizde ve çevremizde sürekli olagelen değişikliklere uyum sağlamamıza yardımcı olur. Sağlık ve mutluluğun sırrı dünyanın sürekli değişen koşullarına başarıyla uyum sağlamaktır, bu muazzam uyum sürecinde başarısız olmanın cezası hastalık ve mutsuzluktur. Selye, her insanın belli bir miktarda uyum enerjisiyle doğduğuna inanır.

Enerji, kısmen, bir insanın önündeki görev için duyduğu haz ve bağlılığın ürünü değil midir? Gerontoloji (yaşlılık bilimi) incelemelerimizde, kişinin bunamasında sadece yaş föktörünün değil, o kişinin ilgilenecek hiçbir şeyi olmaması gibi bir psikolojik faktörün de rol oynadığını görmüyor muyuz? Ve beynin enerjisini koruyabilmesinin, keyif alınmasını gerektiren görevlere ciddi ölçüde bağlı olduğunu?” (s.140)

“Selye, kitaplarından birinin ithaf bölümüne şunları yazar: Bu kitap dopdolu yaşanmış bir hayatın stresinden haz almaktan korkmayanlara ve bunu entelektüel bir gayret sarf etmeden yapabileceğini zannedecek kadar da toy olmayanlara ithaf edilmiştir.” (s.143)

“Kaygı, bireyin stres ile bağ kurma, onu kabul etme ve yorumlama şeklidir. Stres, kaygıya giden yolun yarısındaki duraktır. Kaygı stresi ele alış tarzımızdır.”(s.144)

“Epstein’in en ilginç bulgusu kaygı ile özgüven düşüklüğü arasında bağ kurmasıdır. Özgüveni düşük bir kişi, özgüveni yüksek bir kişiden daha kolay yenik düşer. Epstein, şöyle açıklar: Özgüven artışları, mutluluk, bütünleşme, enerji, ulaşılabilirlik, özgürlük ve açılma duygularını da arttırır. Özgüvendeki düşüşler ise mutsuzluk, düzensizleşme, kaygı ve kısıtlanma duygularını yükseltir.” (s.146)

“Hangi vesilelerle (yani hangi nesneler ve hangi durumlarla karşı karşıya gelindiğinde) kaygının hissedileceği, büyük ölçüde kişinin bilgi durumuna ve dış dünya karşısında hissettiği güç duygusuna bağlıdır.” (s.168)

“Otto Rank’in kaygıya dair görüşü, kaynağını insan gelişimindeki ana problem olduğuna mantıken inandığı bireyleşmeden alır. Rank, insanın yaşamının sınırsız sayıda kopuş deneyiminden oluştuğunu, her deneyimin insana birey olmak için daha büyük bir özerklik olanağı sunduğunu düşünür. Bu zincirleme kopuş dizilerinin ilki ve en çarpıcı olanı doğumdur ama aynı psikolojik deneyim, şu ya da bu ölçüde, bebek sütten kesildiğinde, okula gitmeye başladığında, yetişkinliğinde bekarlık döneminden kopup evliliğe adım attığında ve nihai kopuş olan ölüme kadar kişilik gelişimindeki her adımda tekrarlanır. Dolayısıyla Rank’e göre kaygı, bu kopuşlarda yaşanan endişedir. Kaygı, kişinin çevresinde göreli bir bütünlük ve bağımlılık hissettiği önceki durumlardan koparken deneyimlenir: Bu, özerk bir birey olarak yaşama gereği karşısındaki kaygıdır. Fakat kaygı, birey o andaki güvenli konumundan ayrılmayı reddederse de yaşanır. Bu da kişinin bireysel özerkliğini kaybetme kaygısıdır.” (s.182)

“Kişinin kendisini tehdit eden, acı dolu bir çaresizlik ve kaygı yaşamasına neden olan kişi ve deneyimlere husumet duyması anlaşılır bir şeydir. Fakat nevrotik kaygı kişinin zayıflığı ve diğer kişilere bağımlılığından kaynaklandığı için bu kişilere duyulan her türlü husumet, bağımlılığını da tehlikeye atacaktır ki her ne pahasına olursa olsun o bağımlılığı korumak zorundadır. Aynı şekilde, bu kişilere saldırmasını söyleyen iç ruhsal dürtüler, misilleme ve karşı saldırı korkularını beraberinde getirir ki bunlar da ayrıca kaygıyı artırırlar.” (s.198)

“Kaygı gelişmeyi ve farkındalığı engeller, etkin yaşam alanını daraltır. Duygusal sağlık ile kişisel farkındalık doğru orantılıdır. Bu nedenle kaygının dağıtılması farkındalığının artmasını, benliğin genişlemesini sağlar. Benliğin genişlemesi duygusal sağlığa ulaşılması demektir.” Sullivan (s.202)

“Pico della Mirandola İnsanın Değeri Üzerine Söylev’de Yaratıcı’nın Adem’e şunları söylediğini betimler: Sana ne sabit bir ikamet, ne de herkesle aynı biçimi verdik... Seni dar mekanlara hapsetmedik, özgür iradenle, sana bahşedilen güçle, kendi doğanı kendin çizeceksin. Seni dünyanın tam ortasına koyduk, baktığın yerden dünyadaki her şeyi daha kolay görebilesin diye. Seni ne yersel ne göksel, ne ölümlü ne ölümsüz olarak yarattık; özgür, olağandışı bir yontucu gibi kendini, kendi seçiminle biçimleyebilesin diye. Aşağıya, yaşamın kaba biçimlerine inmek de tanrısal yaşam sürenlerin düzenine çıkmak da senin elinde.” (s.213)

“Kaygı filizinin hedefi bireysel başarı hedefinin kotarılamaması değildir. Bence bunun nedeni, psikoljik yalıtılma ve toplumda pozitif değer eksikliğidir ve bunların ikisi de aşırı bireyselciliğin sonuçlarıdır.” (s.215)

“Modern insan piyasada kendisini hem satıcı hem de satılık meta olarak deneyimlediğinden, özsaygısı kendi kontrolünün dışındaki koşullara bağlıdır. Başarılı ise değerlidir, değilse değersizdir. Bu yönlendirmeden kaynaklanan emniyetsizlik hissine ne kadar değer biçsek azdır. Kişi, kendi değerinin öncelikle kendine ait insani niteliklerinden değil de, koşulları sürekli değişen rekabetçi bir piyasadaki başarısından oluştuğunu hissederse, o kişinin öz saygısı sallantıda kalmaya mahkumdur ve sürekli başkalarının onayını alma ihtiyacı duyacaktır.” Erich Fromm (s.229)

“Kaygı duygusu çok daha derine işler. Kişiliğin merkezinde ya da özünde bir şeyin tehlikede olduğu hissedilir. Öz saygım, kişi olarak kendimi deneyimleyişim, değerli biri olma hissim... İşte tehlike altında olan şeyler kabaca bunlarla tarif edilir. Ben şu tanımı öneriyorum: kaygı, bireyin sahip olduğu kişiliğinin varlığı için temel öneme sahip bazı değerlerin tehdit altına girmesiyle tetiklenen endişedir.” (s.240)

“Kimi zaman nispeten önemsiz tehditlere sanki felaket yaşamış gibi tepki veren kişiler, kendi içlerinde “orantısız miktarda” kaygı “taşıyan” kişiler olarak tarif edilir. Oysa bu yanlış bir tariftir. Aslında bu insanlar tehditler karşısında aşırı zayıf kişilerdir. Problem, neden bu kadar zayıf olduklarında yatar.” (s.250)

“Kişi, kendi güç ve yeteneklerini temel alarak eylemde bulunma yetisine sahip değilse, özerk eylem gerektiren her yeni durumun kendisini tehdit edeceği bir tuzağa düşer.” (s.267)

“Kişi özerk bireysel kararlar almaktan kaçarsa, kapanma durumuna geçerek kendini korumaya alır ve özerkliğiyle birlikte başkalarıyla iletişim kurma olasılıklarından da feragat eder. Kapanma durumu çatışmadan kaçma çabasının sonucudur ama aslında daha büyük bir çatışmayla yani nevrotik çatışma ve nevrotik kaygıyla sonuçlanır.” (s.268)

“Durum ne olursa olsun, kaygı kişinin varlığını ya da onu özdeşleştirdiği şeyi yok edecek bir şeyle karşı karşıya kaldığında verilen tepkidir.” (s.412)

“Kaygıyla baş etmenin yapıcı yolu, onunla yaşamayı öğrenmek ve insan olarak kaderimizle karşılaştığımızda onu bizi eğiten bir öğretmen olarak görmektir. Pascal bu durumu çok güzel anlatmıştır: İnsan bir sazdır, doğada çok güçsüz olan cılız bir saz. İnsanı ezmek için evrenin tümüyle silahlanması gerekmez; onu öldürmeye hafif bir rüzgar esintisi ya da bir damla su yeter. Evren insanı ezdiğinde bile, insan kendisini yok eden evrenden daha soyludur; çünkü insan öleceğini de bilir, evrenin onun üzerindeki üstünlüğünü de. Oysa evren bunların tekini bile bilmez.” (s.413)

“Sağlıklı bir bireyin özgürlüğü, varlığına yönelik potansiyel tehditleri karşılayıp aşarak kendini yeni olasılıklara açma yetisinde yatar.” (s.444)

“Bireysel özgürlüğün ortaya çıkışıyla kaygı birbiriyle çok yakından ilişkilidir; hatta özgürlük olasılığı her zaman kaygı uyandırır ve bu kaygının karşılanma tarzı, özgürlüğün olumlanacağını mı yoksa feda mı edileceğini belirler.” (s.445)

“Öz farkındalığın gelişmesi, yeni olasılıklarla karşılaşan kişinin ileriye doğru adım atmasıyla gerçekleşir. Kierkegaard bu öz farkındalığın ortaya çıkışını “nitel sıçrama” olarak adlandırır; bu durum, modern dinamik psikolojinin farklı bir bağlamında ise egonun ortaya çıkışı olarak tarif edilir. Bireyler yeni olasılıklara kendilerini bırakmayı reddedip, bilinen ortamlardan bilinmeyen ortamlara ilerlemeyi istemeyip kaygıdan, sorumluluktan ve suçluluk duygusundan kaçmaya çalıştığı müddetçe, özgürlüklerini feda ederler, özerklik ve öz farkındalıklarını azaltırlar.” (s.445)

“Kierkegaard özlü bir ifadeyle, riske girmek kaygıya neden olur ama risk almamak kişinin kendini kaybetmesi demektir, der. Kişinin kendini olasılıklara açması, kaygıyla yüzleşmesi ve buna dahil olan sorumluluk ve suçluluk duygularını kabul etmesi öz farkındalığın, özgürlüğün ve yaratıcılık alanlarının artmasıyla sonuçlanır. Bir de tüm dünyanın maceraya veya riske atılmaya tehlikeli bir şey gibi bakması var. Neden? Çünkü kaybedebilirsiniz. Fakat hiç riske girmemek de ucuz bir kurnazlıktır.” (s.446)

“Birey ne kadar yaratıcıysa, o kadar çok olasılığa sahip olur, bunun yanı sıra kaygı ve onun eşlikçisi olan sorumluluk ve suçluluk duygusuyla o kadar çok karşılaşır. Ya da Kierkegaard’ın ifadesiyle “Ne kadar bilinç varsa, o kadar benlik vardır.” Öz farkındalığın artması demek benliğin de artması demektir. Vardığımız sonuç şu: Benliğin olumlu yönleri, birey kaygı yaratan deneyimlerle yüzleştikçe ve içinden geçip onları aştıkça gelişir.” (s.446)