“Kaygı en iyi öğretmendir, der Kierkegaard. Ne zaman yeni
bir olasılık ortaya çıksa, kaygının da ona eşlik edeceğini söyler.” (s.17)
“Korktuğum ve beni korkutan her şeyin kendi başına iyi
veya kötü olmadığını, sadece zihnin onlardan etkilendiğini anladım.” Spinoza,
Anlama Yetisinin Düzeltilmesi Üzerine İnceleme
“Bence kaygı, onu tanımamış olduğu için yitip gitmek ya
da altında ezilip kalmak istemeyen her insanın katlanıp çıkmak zorunda olduğu
bir serüvendir. Dolayısıyla, doğru bir şekilde kaygılanmayı öğrenen insan, en
önemli şeyi öğrenmiş demektir.” Kierkegaard, Kaygı Kavramı
“Hiç kuşku yoktur ki kaygı sorunu, pek çok önemli sorunun
bir araya toplandığı bir düğüm noktası ve çözümü zihinsel varoluşumuzun tümüne
ışık tutacak bir bulmacadır.” Freud, Psikanalize Giriş Dersleri
“Bir neslin tümünün... iki çağ arasına, iki yaşam tarzı
arasına sıkışıp kaldığı zamanlar vardır ve bunun sonucunda nesil kendini anlama
yetisini tümden yitirir, ne herhangi bir standardı ne güvencesi vardır; rızası
bile yoktur.” Hermann Hesse, Bozkırkurdu
“Lifton’un kendisi de modern zamanlardaki kaygıdan uyuşma
süreci olarak söz eder. Bu bir savunma tepkisidir; insanların duygularını
uyuşturmaktan, gelen tehdidin bilincinde olmamak için algılarını kapatmaktan
başka ellerinden hiçbir şey gelmediği durumlarda yaşadıkları duygusal bir
uzaklaşmadır. Bilinç yetisi bu şekilde daraltılarak, kaygı geçici olarak
savuşturulmuş gibi görünür. Fakat daha sonra bunun bedelinin ödenip
ödenmeyeceği sorusunun cevabı verilmemiştir.” (s.36)
“Korkmamız gereken tek şey, korkunun kendisidir.”
Franklin D. Rooselvt (s.38)
“Spinoza kaygıyı özel olarak ele almadıysa bunun nedeni
psikolojik muhakeme yürütememesi değildi, bundan emin olabiliriz. Birçok
noktada psikanalitik kavramları öngörmüştü. Tutku (duygusal karmaşayı
kasteder), kişi onun hakkında net ve ayırt edilebilir bir fikir geliştirdiği
anda tutku olmaktan çıkar, ifadesi bunun bir örneğidir. Bu, daha sonraki
yıllarda ortaya çıkacak psikanalitik bir tekniğe yani duygu netleştirmeye dair şaşırtıcı
bir tahmindir..
Spinoza, korkunun temelinde öznel bir problem olduğuna
yani kişinin ruh hali ya da tavırlarıyla ilgili bir mesele olduğuna inanıyordu.
O, korkuyu umudun yanına koyarak tanımlar; her ikisi de kuşku içindeki bir
insana ait özelliklerdir. Korku, nefret ettiğimiz bir şeyin başımıza
gelebileceği fikrinden doğan belirsiz bir hazdır. Spinoza, bu tanımlardan da
anlaşılacağı üzere der, korku umutsuz, umut korkusuz olmaz. Korku, bir zihin
zaafının sonucudur; bu yüzden akıl kullanımıyla ilgisi yoktur. Umut da bir
zihin zaafıdır. Bu nedenle aklın kılavuzluğunda yaşamak için ne kadar gayret
gösterirsek, umuda o kadar az bağlanır, korkuya o kadar az teslim olur ve
kendimizi ondan o kadar iyi kurtarır, bahtımızı o kadar aşarız ve nihayetinde
eylemlerimize aklın öğütleri yön verir. Spinoza’nın korkuları aşmak için
gösterdiği yol, yaşadığı dönemdeki akılcılık vurgusuyla tutarlıdır; yani
duygular baskılanmayacak ama akla tabi olacaktır. Spinoza’ya göre duygu, onun
tersi ve daha güçlü olan bir şeyle aşılır. Fakat bunu yapmak için
düşüncelerimizin ve imgelerimizin düzenlenmesine dikkat etmemiz gerekir.
Korkuyu bir kenara atmak için cesareti de aynı şekilde düşünmeliyiz; yani
yaşamın sıradan tehlikelerini, onlardan cesaretle nasıl kaçılacağını ve onların
nasıl aşılacaklarını düşünerek sıralamalı ve hayal etmeliyiz.” (s.54)
“Bireyde hem korkunun hem de umudun aynı anda bulunması
ve bunun belli bir süre boyunca sürmesi, ben dahil daha sonraki birçok yazar
tarafından ruhsal çatışmanın bir özelliği kabul edilir.” (s.55)
“Spinoza’nın bakış açısına göre, kuşku nedenlerini
umutlarımızdan çıkarıp attığımızda güven hissi ile dolarız; yani artık güzel
bir şeyin başımıza geleceği kesindir. Kuşku öğesini, korkumuzdan çıkarıp
attığımızda ise çaresiz hissederiz çünkü korkulan olayın gerçekleşeceği ya da
gerçekleştiği kesindir. Tersine Kiekegaard’da ise güven, kuşkunun (ya da
kaygının) kesilip atılması değil, kuşku ve kaygıya rağmen hayata devam etme
tavrıdır.” (s.55)
“Kierkegaard, kaygının özgürlüğe yöneliş olarak anlaşılması
gerektiğini savunuyordu. Özgürlük, kişilik gelişiminin hedefidir. Kiekegaard
özgürlüğü olanak diye tanımlar. İnsanı bitki veya sadece hayvan olan diğer
canlılardan ayıran özellik, insan olanaklarının kapsamında ve olanakların
farkında olma yetisinde yatar.” (s.63)
“Özgürlük yetisi kaygıyı da beraberinde getirir. Kierkegaard’a
göre kaygı bir insan halidir. İnsan özgürlüğüyle yüze geldiğinde onu yaşar.
Hatta kaygıyı özgürlük olasılığı olarak tanımlar. Birey bir olasılığı gözünün
önüne getirdiğinde, bu deneyiminde kaygı da potansiyel olarak yerini alır.
Çocukların yürümeyi öğrenmesi ve daha ileri bir noktada okula gitmesi ve
yetişkinlerin evliliğe ve/veya yeni bir işe adım atması bunun örneklerindendir.
Bu tür olasılıklar yani önümüzde uzanan ama henüz katedemediğimiz ya da
deneyimlemediğimiz için ne olduğunu bilemediğimiz yollar kaygı içerir (bu
normal kaygıdır ve aşağıda da anlatılacağı gibi nevrotik kaygı ile
karıştırılmamalıdır. Kierkegaard nevrotik kaygının, normal kaygının daha
kısıtlayıcı ve yaratıcılık içermeyen bir türü olduğunu ve bireyin normal kaygı
durumlarında yoluna devam etmeyi başaramamasından kaynaklandığını net bir
şekilde ifade eder.” (s.64)
“Kierkegaard’ın psikoloji açısından yazarken merkeze
aldığı problem, kişinin kendisi olmak için nasıl irade koyacağıdır. İnsanın
asıl görevi, kendi olmak için irade koymasıdır. Kierkegaard, kişinin olacağı
beni belirli bir şekilde tanımlayamayacağımızı savunur çünkü ben, özgürlüktür.
Fakat insanın kendi olmak için irade koymaktan nasıl kaçtığını da uzun uzadıya
anlatır: İnsanlar ya ben bilincinden kaçarlar, ya da bir başkası olmaya veya
kullanışlı bir ben’den ibaret olmaya irade koyarlar ya da muhalefet yoluyla ben
olmaya irade koyarlar ki bu da trajik, acılı bir umutsuzluk biçimidir ve
dolayısıyla gerçek bir benlik olamamaya mahkumdur. Buradaki şrade yaratıcı
kararlılıktır, en başta özfarkındalığın genişletilmesini temel alır. Genel
anlamda konuşacak olursak, bilinç yani ben’in bilinci, ben’in belirleyici
kriteridir, diye yazar. Ne kadar bilinç varsa, o kadar ben olunur.” (s.66)
“Özgürlük, daha ziyade, varoluşun her anında kişinin
kendini kendisiyle ilişkilendirmesine bağlıdır. Günümüz terimleriyle ifade
edecek olursak, özgürlük, kişinin kendisini ne derece sorumlu ve özerk bir
şekilde kendisiyle ilişkilendirdiğine bağlı demektir.” (s.67)
“Birey her deneyiminde yoluna devam etmeyi,
olasılıklarını gerçekleştirmeyi arzular; fakat aynı zamanda kafasında bunu
yapmama olasılığıyla da oynaşır; bir diğer deyişle, içinde olasılıklarını
gerçekleştirmeme arzusu da taşır. Kierkegaard bu durumda nevrotik ve sağlıklı
olan arasındaki farkı anlatırken, sağlıklı bireyin çatışmaya rağmen yoluna
devam ettiğini, özgürlüğünü gerçekleştirdiğini, sağlıksız kişinin ise kapanma
durumuna geçtiğini ve özgürlüğünü feda ettiğini söyler.” (s.69)
“Özgürlük yokluğu gitgide daha da kapanmaya dönüşür ve
hiçbir iletişim istenmez. Kierkegaard kapanma ifadesini kullanırken, yaratıcı
kişinin mesafe koymasından değil, geriye çekilip uzaklaşması anlamındaki
kapanmaktan, durmaksızın olumsuzlama yapmaktan söz ettiğini açıkça belirtir.
Bir şeyle birlikte kapanış değil, kendini kapatıştır. Dolayısıyla bu kapanış
Kierkegaard’a göre anlamsızlıktır, boşluktur. Kapanan kişi, özgürlük ya da iyi
ile yüz yüze geldiğinde kaygı dolar. Kierkegaard açısından “iyi”, kapanan
kişinin, özgürlük temelinden yürüyerek kendisini bütüne dahil etmemek için
verdiği mücadeleye işaret eder. Hatta “iyi” derken, genişlemeyi, yayılmayı,
giderek çoğalan iletişim halini tasvir eder.” (s.73)
“Kierkegarrd, etik insan kader veya süslü boş laflar
kadar hiçbir şeyden korkmaz çünkü bu tür şeyler şefkat kılığına girerek onu
kandırıp sahip olduğu hazinesini yani özgürlüğünü alabilir, der.” (s.73)
“Goldstein’a göre sağlıklı bir bireyin özgürlüğü, farklı
seçenekler arasında seçim yapabilmesinde, çevresindeki güçlükleri aşmak için
kendine yeni olanaklar açabilmesinde yatar. Kaygıdan uzaklaşmayıp onun içinden
geçerek ilerleyen birey kendini geliştirmekle kalmayıp, dünyasının kapsamını da
büyütür. Kaygıya yol açabilecek tehlikelerden korkmamak: İşte bu, başlı başına
kaygıyla başa çıkmanın başarılı yöntemidir. Cesaret, son tahlilde, varoluşa
yönelik şoklara verilen ve kişinin kendi doğasını gerçekleştirmesi için
katlanması gereken, olumlayıcı cevaptan başka bir şey değildir.” (s.95)
“Kültür insanın kaygıyı fethetmesinin ürünüdür; bu açıdan
kültür insanın çevresini aşama aşama kendine yeterli kılmasını, kendini de
çevreye yeterli kılmasını temsil eder.” (s.95)
“Hasta olmak çatışma durumunu çözmenin bir tür yoludur.
Hastalık, kişinin dünyasını küçültme yöntemidir, böylece bedenin ilgi ve
sorumluluk alanı daralır ve kişi problemle daha başarılı bir şekilde başa çıkma
şansı elde eder. Sağlık ise organizmanın kendi yetilerini gerçekleştirmek üzere
özgür kılınmasıdır.” (s.117)
“Kültürel faktörler psikosomatik hastalıkların altında
yatan kaygı ile yakından ilişkilidir. Bunu herhangi bir psikosomatik hastalıkta
rahatça görebiliriz. Yine mide ülseri vakası ile örnekleyeceğim. Mide ülserinin
bu kadar yaygın olması genelde modern Batı kültüründeki aşırı rekabetçi yaşamla
ilişkilendirir. Batı uygarlığında
mücadele veren hırslı insanların hastalığıdır.” (s.118)
“Felix Deutsch, her hastalık kaygı hastalığıdır, der. Bu
sözler, kaygı her hastalığın ruhsal bileşenidir anlamına geliyorsa, bu da makul
bir görüştür.” (s.122)
“Genel Adaptasyon Sendromu (G.A.S.) kuramı Selye’ye
aittir. G.A.S çeşitli iç organlar yoluyla (endokrin bezleri ve sinir sistemi)
bizim, içimizde ve çevremizde sürekli olagelen değişikliklere uyum sağlamamıza
yardımcı olur. Sağlık ve mutluluğun sırrı dünyanın sürekli değişen koşullarına
başarıyla uyum sağlamaktır, bu muazzam uyum sürecinde başarısız olmanın cezası
hastalık ve mutsuzluktur. Selye, her insanın belli bir miktarda uyum
enerjisiyle doğduğuna inanır.
Enerji, kısmen, bir insanın önündeki görev için duyduğu
haz ve bağlılığın ürünü değil midir? Gerontoloji (yaşlılık bilimi)
incelemelerimizde, kişinin bunamasında sadece yaş föktörünün değil, o kişinin
ilgilenecek hiçbir şeyi olmaması gibi bir psikolojik faktörün de rol oynadığını
görmüyor muyuz? Ve beynin enerjisini koruyabilmesinin, keyif alınmasını
gerektiren görevlere ciddi ölçüde bağlı olduğunu?” (s.140)
“Selye, kitaplarından birinin ithaf bölümüne şunları
yazar: Bu kitap dopdolu yaşanmış bir hayatın stresinden haz almaktan
korkmayanlara ve bunu entelektüel bir gayret sarf etmeden yapabileceğini
zannedecek kadar da toy olmayanlara ithaf edilmiştir.” (s.143)
“Kaygı, bireyin stres ile bağ kurma, onu kabul etme ve
yorumlama şeklidir. Stres, kaygıya giden yolun yarısındaki duraktır. Kaygı
stresi ele alış tarzımızdır.”(s.144)
“Epstein’in en ilginç bulgusu kaygı ile özgüven düşüklüğü
arasında bağ kurmasıdır. Özgüveni düşük bir kişi, özgüveni yüksek bir kişiden
daha kolay yenik düşer. Epstein, şöyle açıklar: Özgüven artışları, mutluluk,
bütünleşme, enerji, ulaşılabilirlik, özgürlük ve açılma duygularını da
arttırır. Özgüvendeki düşüşler ise mutsuzluk, düzensizleşme, kaygı ve
kısıtlanma duygularını yükseltir.” (s.146)
“Hangi vesilelerle (yani hangi nesneler ve hangi
durumlarla karşı karşıya gelindiğinde) kaygının hissedileceği, büyük ölçüde
kişinin bilgi durumuna ve dış dünya karşısında hissettiği güç duygusuna
bağlıdır.” (s.168)
“Otto Rank’in kaygıya dair görüşü, kaynağını insan
gelişimindeki ana problem olduğuna mantıken inandığı bireyleşmeden alır. Rank,
insanın yaşamının sınırsız sayıda kopuş deneyiminden oluştuğunu, her deneyimin
insana birey olmak için daha büyük bir özerklik olanağı sunduğunu düşünür. Bu
zincirleme kopuş dizilerinin ilki ve en çarpıcı olanı doğumdur ama aynı psikolojik
deneyim, şu ya da bu ölçüde, bebek sütten kesildiğinde, okula gitmeye
başladığında, yetişkinliğinde bekarlık döneminden kopup evliliğe adım attığında
ve nihai kopuş olan ölüme kadar kişilik gelişimindeki her adımda tekrarlanır.
Dolayısıyla Rank’e göre kaygı, bu kopuşlarda yaşanan endişedir. Kaygı, kişinin
çevresinde göreli bir bütünlük ve bağımlılık hissettiği önceki durumlardan
koparken deneyimlenir: Bu, özerk bir birey olarak yaşama gereği karşısındaki
kaygıdır. Fakat kaygı, birey o andaki güvenli konumundan ayrılmayı reddederse
de yaşanır. Bu da kişinin bireysel özerkliğini kaybetme kaygısıdır.” (s.182)
“Kişinin kendisini tehdit eden, acı dolu bir çaresizlik
ve kaygı yaşamasına neden olan kişi ve deneyimlere husumet duyması anlaşılır
bir şeydir. Fakat nevrotik kaygı kişinin zayıflığı ve diğer kişilere
bağımlılığından kaynaklandığı için bu kişilere duyulan her türlü husumet,
bağımlılığını da tehlikeye atacaktır ki her ne pahasına olursa olsun o
bağımlılığı korumak zorundadır. Aynı şekilde, bu kişilere saldırmasını söyleyen
iç ruhsal dürtüler, misilleme ve karşı saldırı korkularını beraberinde getirir
ki bunlar da ayrıca kaygıyı artırırlar.” (s.198)
“Kaygı gelişmeyi ve farkındalığı engeller, etkin yaşam
alanını daraltır. Duygusal sağlık ile kişisel farkındalık doğru orantılıdır. Bu
nedenle kaygının dağıtılması farkındalığının artmasını, benliğin genişlemesini
sağlar. Benliğin genişlemesi duygusal sağlığa ulaşılması demektir.” Sullivan
(s.202)
“Pico della Mirandola İnsanın Değeri Üzerine Söylev’de
Yaratıcı’nın Adem’e şunları söylediğini betimler: Sana ne sabit bir ikamet, ne
de herkesle aynı biçimi verdik... Seni dar mekanlara hapsetmedik, özgür
iradenle, sana bahşedilen güçle, kendi doğanı kendin çizeceksin. Seni dünyanın
tam ortasına koyduk, baktığın yerden dünyadaki her şeyi daha kolay görebilesin
diye. Seni ne yersel ne göksel, ne ölümlü ne ölümsüz olarak yarattık; özgür,
olağandışı bir yontucu gibi kendini, kendi seçiminle biçimleyebilesin diye.
Aşağıya, yaşamın kaba biçimlerine inmek de tanrısal yaşam sürenlerin düzenine
çıkmak da senin elinde.” (s.213)
“Kaygı filizinin hedefi bireysel başarı hedefinin
kotarılamaması değildir. Bence bunun nedeni, psikoljik yalıtılma ve toplumda
pozitif değer eksikliğidir ve bunların ikisi de aşırı bireyselciliğin sonuçlarıdır.”
(s.215)
“Modern insan piyasada kendisini hem satıcı hem de
satılık meta olarak deneyimlediğinden, özsaygısı kendi kontrolünün dışındaki
koşullara bağlıdır. Başarılı ise değerlidir, değilse değersizdir. Bu
yönlendirmeden kaynaklanan emniyetsizlik hissine ne kadar değer biçsek azdır.
Kişi, kendi değerinin öncelikle kendine ait insani niteliklerinden değil de,
koşulları sürekli değişen rekabetçi bir piyasadaki başarısından oluştuğunu
hissederse, o kişinin öz saygısı sallantıda kalmaya mahkumdur ve sürekli
başkalarının onayını alma ihtiyacı duyacaktır.” Erich Fromm (s.229)
“Kaygı duygusu çok daha derine işler. Kişiliğin
merkezinde ya da özünde bir şeyin tehlikede olduğu hissedilir. Öz saygım, kişi
olarak kendimi deneyimleyişim, değerli biri olma hissim... İşte tehlike altında
olan şeyler kabaca bunlarla tarif edilir. Ben şu tanımı öneriyorum: kaygı,
bireyin sahip olduğu kişiliğinin varlığı için temel öneme sahip bazı değerlerin
tehdit altına girmesiyle tetiklenen endişedir.” (s.240)
“Kimi zaman nispeten önemsiz tehditlere sanki felaket
yaşamış gibi tepki veren kişiler, kendi içlerinde “orantısız miktarda” kaygı
“taşıyan” kişiler olarak tarif edilir. Oysa bu yanlış bir tariftir. Aslında bu
insanlar tehditler karşısında aşırı zayıf kişilerdir. Problem, neden bu kadar
zayıf olduklarında yatar.” (s.250)
“Kişi, kendi güç ve yeteneklerini temel alarak eylemde
bulunma yetisine sahip değilse, özerk eylem gerektiren her yeni durumun
kendisini tehdit edeceği bir tuzağa düşer.” (s.267)
“Kişi özerk bireysel kararlar almaktan kaçarsa, kapanma
durumuna geçerek kendini korumaya alır ve özerkliğiyle birlikte başkalarıyla
iletişim kurma olasılıklarından da feragat eder. Kapanma durumu çatışmadan
kaçma çabasının sonucudur ama aslında daha büyük bir çatışmayla yani nevrotik
çatışma ve nevrotik kaygıyla sonuçlanır.” (s.268)
“Durum ne olursa olsun, kaygı kişinin varlığını ya da onu
özdeşleştirdiği şeyi yok edecek bir şeyle karşı karşıya kaldığında verilen
tepkidir.” (s.412)
“Kaygıyla baş etmenin yapıcı yolu, onunla yaşamayı öğrenmek
ve insan olarak kaderimizle karşılaştığımızda onu bizi eğiten bir öğretmen
olarak görmektir. Pascal bu durumu çok güzel anlatmıştır: İnsan bir sazdır,
doğada çok güçsüz olan cılız bir saz. İnsanı ezmek için evrenin tümüyle
silahlanması gerekmez; onu öldürmeye hafif bir rüzgar esintisi ya da bir damla
su yeter. Evren insanı ezdiğinde bile, insan kendisini yok eden evrenden daha
soyludur; çünkü insan öleceğini de bilir, evrenin onun üzerindeki üstünlüğünü
de. Oysa evren bunların tekini bile bilmez.” (s.413)
“Sağlıklı bir bireyin özgürlüğü, varlığına yönelik
potansiyel tehditleri karşılayıp aşarak kendini yeni olasılıklara açma
yetisinde yatar.” (s.444)
“Bireysel özgürlüğün ortaya çıkışıyla kaygı birbiriyle
çok yakından ilişkilidir; hatta özgürlük olasılığı her zaman kaygı uyandırır ve
bu kaygının karşılanma tarzı, özgürlüğün olumlanacağını mı yoksa feda mı
edileceğini belirler.” (s.445)
“Öz farkındalığın gelişmesi, yeni olasılıklarla karşılaşan
kişinin ileriye doğru adım atmasıyla gerçekleşir. Kierkegaard bu
öz farkındalığın ortaya çıkışını “nitel sıçrama” olarak adlandırır; bu durum,
modern dinamik psikolojinin farklı bir bağlamında ise egonun ortaya çıkışı
olarak tarif edilir. Bireyler yeni olasılıklara kendilerini bırakmayı reddedip,
bilinen ortamlardan bilinmeyen ortamlara ilerlemeyi istemeyip kaygıdan,
sorumluluktan ve suçluluk duygusundan kaçmaya çalıştığı müddetçe,
özgürlüklerini feda ederler, özerklik ve öz farkındalıklarını azaltırlar.”
(s.445)
“Kierkegaard özlü bir ifadeyle, riske girmek kaygıya neden
olur ama risk almamak kişinin kendini kaybetmesi demektir, der. Kişinin kendini
olasılıklara açması, kaygıyla yüzleşmesi ve buna dahil olan sorumluluk ve
suçluluk duygularını kabul etmesi öz farkındalığın, özgürlüğün ve yaratıcılık
alanlarının artmasıyla sonuçlanır. Bir de tüm dünyanın maceraya veya riske
atılmaya tehlikeli bir şey gibi bakması var. Neden? Çünkü kaybedebilirsiniz.
Fakat hiç riske girmemek de ucuz bir kurnazlıktır.” (s.446)
“Birey ne kadar yaratıcıysa, o kadar çok olasılığa sahip
olur, bunun yanı sıra kaygı ve onun eşlikçisi olan sorumluluk ve suçluluk
duygusuyla o kadar çok karşılaşır. Ya da Kierkegaard’ın ifadesiyle “Ne kadar
bilinç varsa, o kadar benlik vardır.” Öz farkındalığın artması demek benliğin de
artması demektir. Vardığımız sonuç şu: Benliğin olumlu yönleri, birey kaygı
yaratan deneyimlerle yüzleştikçe ve içinden geçip onları aştıkça gelişir.”
(s.446)