3 Eki 2021

Alan W. Watts - Güvencesizlikteki Bilgelik

“Her kitap bir yolculuktur, fakat bu kitap hem her yere gitmeyi hem de hiçbir yere gitmemeyi amaçlamaktadır.” (s.9)

“Zamanın kendisi huzursuz bir zihnin ürünüdür.” (s.13)

“Karşı çaba yasasına her zaman hayran olmuşumdur. Bazen buna “ters işleyen yasa” diyorum. Suyun yüzeyinde kalmaya çalıştığınızda batarsınız, batmaya çalıştığınızda ise yüzeyde kalırsınız. Nefesini tuttuğunuzda ise onu kaçırırsınız. Bu durum çok eski ve göz ardı edilmiş bir deyişi akla getiriyor: Ruhunu kurtarmaya çalışan kişi, onu kaybeder.” (s.15)

“Bu kitap, insan yaşamının böylesine güvensiz ve belirsiz göründüğü bir çağda, bu konudan daha gerekli bir konunun olmadığı kanaatiyle yazılmıştır. Bu güvensizliğin güvende olma çabasından kaynaklandığını söyler ve aksine kurtuluş ve akıl sağlığı, kendimizi kurtarmanın hiçbir yolu olmadığını söyleyen radikal bir kabullenmeye bağlı olduğunu iddia eder.” (s.15)

“Tüm etkileyici dış görünüşünün yanında, hayatımız sonsuz bir karanlıkla başka bir sonsuz karanlık arasındaki bir ışık kıvılcımıdır.” (s.17)

“Algılayan bir canlı olarak insan, yaşamının anlamlı olmasını ister ve eğer gördüğünden daha fazlası yoksa, yani yaşam ve ölümün anlık deneyimleri ve belirsizliğin ardında sonsuz bir düzen ve sonsuz bir yaşam yoksa eğer, yaşamın anlamlı olduğuna inanmakta güçlük çeker.” (s.17)

“İnsanoğlu ileriye bakacak bir geleceği olduğu sürece mutluymuş gibi görünür, bu gelecek yarının güzel günleri ya da mezardan öte sonsuz bir yaşam olabilir. Çeşitli nedenlerden ötürü gün geçtikçe daha çok insan ölümden sonraki sonsuz yaşama inanmakta güçlük çekecektir. Öte yandan yarının güzel günlerinin de bir dezavantajı vardır, güzel günler geldiğinde daha da güzel günlerin geleceği vaadi olmazsa bu günlerin tam tadına varmak zor olacaktır. Eğer mutluluk daima gelecekten umut edilen bir şeye bağlıysa, o gelecek ve biz ölümün cehenneminde yok olana kadar durmadan avuçlarımızdan kaçan boş bir hayali kovalıyor olacağız demektir.” (s.19)

“Çoğumuz kendimizi güvende hissetmek, bireysel yaşamlarımızın değerli ve anlamlı görünmesi için inanırız. Bu nedenle inanç, yaşama asılma, onu sımsıkı tutma ve kendine saklama çabası haline gelir. Ancak yaşamı ve gizlerini onu sımsıkı tutmaya çabaladığınız sürece anlayamazsınız. Aslında onu tutamazsınız, tıpkı bir nehri bir kovaya koyup alıp gidemeyeceğiniz gibi. Eğer akıp giden bir suyu kovanın içinde tutmaya çalışıyorsanız onu anlamamışsınız demektir ve bu da sürekli hayal kırıklığına uğrayacaksınız anlamına gelir, çünkü kovanın içindeki su akmaz. Akan bir suyu “elde etmek” için onu kendi haline bırakmalı ve akmasına izin vermelisiniz. Aynı şey yaşam ve Tanrı için de gereklidir.” (s.26)

“Nasıl ki gökyüzünü temiz bir pencereden görebilirseniz Tanrı’yı da ancak açık bir zihinle bulabilirsiniz. Pencerenin camını maviye boyarsanız gökyüzünü göremezsiniz.” (s.26)

“Çoğu zengin insan parayı kullanmak ve onun keyfini sürmekten çok para kazanmayı ve biriktirmeyi bilir. Yaşamayı beceremezler çünkü hep yaşamaya hazırlanırlar. Geçinmek için para kazanmak yerine para kazanmak için para kazanırlar ve bu yüzden de keyif yapma zamanı geldiğinde bunu bir türlü başaramazlar. Pek çok başarılı insan emekli olduğunda sıkılır ve mutsuz olur. Başka bir açıdan bakarsak, hafıza ve tahmin etme yetimizi kullanma şeklimiz bizim hayata daha çok değil daha az uyumlamamıza sebep olur. Zevkli bir anın keyfini çıkarabilmek için bile mutlu bir geleceği garanti etmemiz gerekir, yani imkânsızı istiyoruz.” (s.34)

“Bala düşen sinekler gibiyiz. Hayat tatlı olduğu için ondan vazgeçmek istemiyoruz ve fakat ona ne kadar çok dahil olursak o kadar çok tuzağa düşüyor, sınırlanıyor ve hüsrana uğruyoruz. Onu hem seviyor hem de ondan nefret ediyoruz. Onlar için duyduğumuz kaygının bize işkence etmesi için insanlara ve sahip olduklarımıza âşık oluyoruz. Çelişki sadece bizi kuşatan evrenle bizim aramızda değil, aynı zamanda kendimizle kendimiz arasındadır da. Çünkü inatçı doğa hem çevremizde hem de içimizdedir. Aniden sevimli ve ölümlü olan, hem zevk hem acı dolu, lütuf ve lanet olan bizi çileden çıkaran bu yaşam aynı zamanda bedenlerimizin de yaşamıdır.” (s.37)

“Değişim yalnızca yıkıcı bir güç değildir. Aslında her biçim bir hareket modelidir ve yaşayan her şey, nehirler gibi, dışa doğru akmazsa içine akamaz. Yaşam ve ölüm iki zıt güç değildir, sadece aynı güce iki farklı bakış açısıdır. Çünkü değişim hareketi yıkıcı olduğu kadar yapıcıdır da. İnsan bedeni hareketlerde, dolaşımdan, solunum ve sindirimden oluşan karmaşık  bir yapı olduğu için yaşayan bir yapıdır. Değişime direnmek, yaşama sıkı sıkı tutunmaya çalışmak nefesimizi tutmaya benzer: Eğer ısrar ederseniz, kendinizi öldürürsünüz.” (s.39)

“Hayatımızın bir değişim olduğunu görmezsek kendimizi kendimizin karşısına alırız ve kendi kuyruğunu yemeye çalışan Ouroboros gibi oluruz. Ne kadar mücadele edersek edelim “sabitleme” değişimi anlamlı kılmayacaktır. Değişimi anlamlandırmanın tek yolu ona yapışmak, onunla birlikte hareket etmek ve dansa katılmaktır.” (s.40)

“Çoğumuzun bildiği üzere din, açıkça yaşamı sabitleyerek anlamlandırmaya çalışmaktadır. Din, bu geçici dünyayı değişmeyen bir Tanrı’yla ilişkilendirerek anlamlandırmaya çalışmış, yaşamın amacı ve hedefini, bireyi Tanrı’nın değişmez doğasıyla özdeşleştirerek ölümsüz bir yaşam olarak görmüştür.” Sonsuz lütfun onların üzerine olsun, Tanrım sönmez ışığın onların üzerine parlasın.” Yine aynı şekilde din, tarihin inişli çıkışlı devinimini “sözleri ebediyete kadar süren” Tanrı’nın değişmez kurallarıyla ilişkilendirerek anlamlandırmaya çalışır. Böylece anlaşılır olanla sabit olanı birbirine karıştırarak kendimize bir sorun yaratmış olduk. Olayların akışını katı ve keskin çerçevelere sığdıramadığımızda hayatı anlamlı kılmanın imkânsız olduğunu düşünürüz. Hayatın bir anlamının olması için, değişmez düşünceler ve yasalar açısından anlaşılabilir olması lazım ve bunların değişken bir sahnenin arkasındaki değişmez ve ebedi gerçeklere karşılık düşmesi gerekir. Fakat hayatı anlamlı kılmak buysa eğer akışı sabitlemeye çalışmak gibi olanaksız bir işle uğraşıyoruz demektir.” (s.40)

“Hepimiz kelimeler tarafından büyüleniriz. Onları gerçek dünyayla karıştırırız ve gerçek dünyayı sanki kelimelerin dünyasıymış gibi yaşamaya çalışırız. Sonuç olarak bunlar birbirine uymadığında perişan olup şaşkına döneriz. Ne kadar çok kelimelerin dünyasında yaşamaya çalışırsak kendimizi o kadar çok izole edilmiş ve yalnız hissederiz ve hayatın içindeki canlılığın ve neşenin yerine salt bir kesinlik ve güvence koyarız. Diğer yandan, aslında gerçek dünyada yaşadığımızı kabul etmeye ne kadar zorlanırsak kendimizi o denli cahil, muallak ve güvencesiz hissederiz. Bu iki dünya arasındaki farkı kavrayamadığımız sürece sağlıklı bir yaşam sürdüremeyiz.”(s.45)

“Yaşam tarzı onu sürekli bir hüsrana mahkûm ettiği için modern uygarlık doymak bilmez bir açlık içindedir. Gördüğümüz üzere bu hüsranın kaynağı gelecek için yaşamamızdır ve gelecek soyuttur, sadece beyinde bulunan mantıklı bir deneyim çıkarımıdır.” (s.53)

“Doğru bir şekilde çalıştığı zaman beyin “içgüdüsel bilgeliğin” en yüksek biçimidir. Bu nedenle beyin güvercinlerin uçuş içgüdüleri ve rahimdeki fetüsün oluşumuna benzer – süreci kelimelere dökmeden ve “nasıl” yaptığını bilmeden çalışır. Kendini bilen beyin, kendini bilen kalp gibi, bir kargaşadır; kendini “ben” ve benim deneyimim arasındaki keskin bölünme duygusuyla ifade eder. Beyin, bilinç yapması gerekeni yaptığı zaman yani şu anki deneyimden çıkmak için kıvranmadan ve fırıl fırıl dönmeden ama çaba göstermeksizin anın farkına vardığında kendinden beklenen davranışı sergileyebilir.” (s.63)

“Doğası geçicilik ve değişkenlik olan bir dünyada tamamen güvence içinde olmayı istememizin kendisinin bir çelişki olduğu başından bellidir. Fakat bu çelişki güvenceye duyulan arzuyla değişim olgusu arasındaki çatışmadan daha derindedir. Güvence içinde olmak istiyorsam, yani hayatın akışından korunmak istiyorsam eğer; yaşamdan ayrı durmayı istiyorum demektir. Oysa bu ayrım duygusunun kendisidir beni güvencesiz hissettiren. Güvencede olmak “beni” ayrı tutmak ve güçlendirmek demektir, ancak beni yalnız ve korkmuş hissettiren yaşamdan ayrı duran “ben” duygusunun kendisidir. Başka bir deyişle, ne kadar güvence elde edersem o kadar daha fazlasını isteyeceğim. Bunu daha yalın ifade edecek olursam: Güvence arzusu ve güvencesiz hissetmek aynı şeydir. Nefesinizi tutmanız onu kaybetmeniz demektir. Güvence arayışına dayalı bir toplum herkesin davul gibi gergin pancar kadar kırmızı olduğu bir nefes tutma yarışmasından başka bir şey değildir.” (s.67)

“Mutlu olmak kendinizi unutmak istiyorsunuz, ancak kendinizi unutmaya çalıştıkça unutmaya çalıştığınız benliğinizi o derece hatırlarsınız. Acıdan kaçmaya çalışırsınız, fakat kaçmak için mücadele ettikçe acıyı daha da alevlendirirsiniz. Korkuyorsunuz ve cesur olmak istiyorsunuz ama cesur olma çabası kendinden kaçmaya çalışan korkunun kendisidir. Dingin bir zihin istersiniz fakat zihni yatıştırmaya çalışmak dalgaları ütüyle düzeltmeye benzer.

Endişe biçimindeki böyle bir kısır döngü hepimiz için tanıdıktır. Endişe etmenin beyhude bir iş olduğunu biliriz fakat endişelenmeye devam ederiz, çünkü beyhude olması onu engellemez. Güvende olmadığımızı hissettiğimiz ve güvende olmak istediğimiz için üzülürüz. Güvende olmayı istememeliyiz demek de tamamen yararsızdır. Bir arzuya kötü isimler koymak ondan kurtulmamızı sağlamaz. Keşfetmemiz gereken şey güvenlik diye bir şeyin olmadığı, onu aramanın acı dolu bir süreç olduğu ve onu bulduğumuzu düşündüğümüzde de ondan hoşlanmayacak olmamızdır. Başka bir deyişle, gerçekten neyi aradığımızı anlarsak -güvenliğin bir izolasyon olduğunu ve onu ararken kendimize ne yaptığımızı- onu kesinlikle istemediğimizi anlayacağız. Kimse size nefesinizi on dakika boyunca tutmanız gerektiğini söyleyemez. Bunu yapamayacağınızı ve buna teşebbüs etmenin bile son derece rahatsız edici olduğunu bilirsiniz.” (s.68)

“Güvence diye bir şeyin olmadığını anlamak, her şeyin değiştiği teorisini kabul etmekten ve yaşamın geçiciliğini gözlemlemekten bile daha öte bir şeydir. Güvence kavramı içimizde sürekli olan, yaşamdaki değişimlere ve yaşamın her gününe dayanabilen bir şey olduğu hissine dayanır. “Ben” dediğimiz varlığımızın merkezinin ve ruhunun, bu ebedi özün güvenliği, devamlılığı ve kalıcılığından emin olmak için çabalarız. Bu ben’in gerçek insan olacağını düşünürüz -düşüncelerimizin düşüneni, duygularımızın hissedeni, bilgilerimizin bileni olacağını. “Ben”in var olmadığının farkına varana dek aslında güvenlik diye bir şey olmadığını anlamayız.” (s.70)

“Müziği anlamak için onu dinlemelisiniz. Fakat “Bu müziği dinliyorum” diye düşündüğünüz sürece müziği dinlemiyor olacaksınız. Sevinci ya da korkuyu anlamak için bölünmemiş olarak tüm varlığınızla onun farkında olmalısınız. Onu adlandırdığınız ve “Mutluyum” ya da “Korkuyorum” dediğiniz sürece onun farkına varamazsınız. Korku, acı, üzüntü ve can sıkıntısı onları anlamadığımız sürece sorun olarak kalacaklardır fakat anlamak tek ve bölünmemiş bir zihin gerektirir. Şu ilginç deyişin anlamı şüphesiz budur: Tek bir gözün olduğunda bütün bedenin ışıkla dolacaktır.” (s.75)

“Ben’in şimdinin gerçekliğinden kaçmasının mümkün olmadığı açıkça görülünce içsel karmaşa sona erer çünkü “ben” şu an bildiğim şeyin dışında başka bir şey değildir. İnsan zevkin farkına nasıl varıyorsa acının, korkunun, can sıkıntısının ve kederin farkına da aynı şekilde farkına varmaktan başka yolu yoktur. İnsan organizmasının hem fiziksel hem de psikolojik acıya adapte olma konusunda muhteşem güçleri vardır. Acı, ondan kaçmak için geliştirilen içsel çaba tarafından sürekli olarak uyarılmadığında, “ben”i o duygudan ayırdığınızda bu güçler tam olarak devreye girer. Bu çaba, acının beslendiği bir gerilim ortamı yaratır. Fakat gerilim bitince beden ve zihin tıpkı suyu bir bıçakla keser gibi acıyı özümser.

Başka bir hikâyede ise bir adam Çinli bilgeye “Ateşten nasıl kaçabiliriz?” diye sorar, acının ateşinden bahsederek. Bilge “Ateşin tam ortasına git der. Adam “O zaman yakıcı alevlerden nasıl kaçarız?” diye sorunca bilge, “Canını yakacak daha fazla acı olmayacak”, diye yanıt verir.” (s.78)

“Şimdinin dışına çıkamadığımız için tek kaçış yolumuz hatıralara dalmaktır. Orada kendimizi güvende hissederiz, çünkü geçiş sabittir ve bilinir fakat aynı zamanda ölüdür. Böylece, mesela korkudan kurtulabilmek için ondan ayrı durmaya ve onu hatıralar, bilinen ve sabit olan şeyler açısından yorumlayıp sabitlemeye çalışırız. Başka bir deyişle, kendimizi, şimdiyle (hatırlanan) geçmişi karşılaştırarak, onu adlandırarak ve tanımlayarak, gizemli şimdiye adapte etmeye çalışırız.” (s.80)

“Eğer korkunun farkındaysanız, bu duygudan kaçmanın imkânsız olduğunu anlarsınız, çünkü bu duygu artık sizin kendiniz olmuştur. Bu duyguya korku demek onun hakkında ya çok az şey anlatır ya da hiçbir şey anlatmaz size, çünkü karşılaştırma ve adlandırma geçmiş deneyimlere değil hatıralara dayanır tüm varlığınızla tamamen bu yeni deneyimin farkında olmaktan başka bir seçeneğiniz yoktur. Aslında bu anlamdaki her deneyim yenidir ve yaşamın her anında bilinmeyen ve yeni bir şeyin ortasındayızdır. Bu noktada deneyimi ona direnmeden, onu adlandırmadan olduğu gibi kabul edin, böylece “ben” ve anlık gerçeklik arasındaki çatışma hali ortadan kalkar.

Bu çatışma birçoğumuzun içini kemirir, çünkü yaşamlarımız bilinmeye, gerçekleşmekte olanın tam ortasındaki bilinmeyene, yani içinde yaşadığımız gerçek ana direnen uzun bir çabadır. Bu şekilde yaşayarak onunla yaşamayı gerçekten asla öğrenemeyiz. Her an dikkatli, tereddütlü ve savunmadayız bunların hiçbirinin yararı dokunmaz, çünkü yaşam bizi istemesek de bilinmeyene doğru iter ve buna direnmek şiddetle akan bir sele karşı yüzmek kadar boş ve rahatsız edicidir.

Bu berbat durumda yaşama sanatı ne umursamazca savrulmaktır ne de korkuyla geçmişe ve bilinene yapışıp kalmaktır. Bu da her ana tamamen duyarlı olmaya, her anın yeni ve eşsiz olduğunu görmeye, açık ve tümüyle almaya odaklı bir zihnimizin olmasına bağlıdır.” (s.81)

“Çin felsefelerinden -Taoculuk- tüm engelleri esnekliği ve yumuşaklığıyla aşan suyun gücüne dikkat çeker. Bu felsefe, bir kar fırtınasında söğüt ağacının çam ağacına kıyasla nasıl ayakta kaldığını anlatır bize. Çam ağacının inatçı dalları kırılıncaya kadar karı üzerinden toplar. Oysa söğüt ağacının yumuşak dalları karın ağırlığıyla eğilir, onu üzerinden atar ve tekrar eski haline döner.

Mesela yüzerken güçlü bir akıntıya yakalanırsanız, bu akıntıya direnmek ölümcül olabilir. Akıntıyla birlikte yüzmeniz ve giderek kıyıya yaklaşmanız gerekir. Yüksek bir yerden düşen biri bacaklarını dümdüz tutarsa bacakları kırılır, fakat bir kedi gibi esnerse güvenli bir şekilde düşer. Yapısında esneklik olmayan bir bina bir fırtınada veya bir depremde kolayca çöker, lastikleri ve amortisörleri sarsıntıyı azaltmayan bir araba yolda kısa süre içinde bozulur.

Zihin de yastık ya da su gibi şokları sindirebildiği ve esnek olduğu için aynı güçlere sahiptir. Fakat kendini karşıt güce teslim etmek, kesinlikle kaçmakla aynı şey değildir. Bir su kütlesini ittiğinizde su sizden kaçmaz, ittiğiniz noktada size teslim olarak elinizi kuşatır. Bir amortisör sarsıntı anında lobut gibi devrilip düşmez, esner ve aynı yerinde kalır. Kaçmak sert bir şeyin ezici bir güç karşısında yapabileceği tek savunmadır. Bu yüzden iyi bir amortisörün sadece esnek olması yetmez, aynı zamanda sağlam ve yeterince ağır da olmalıdır.” (s.82)

“Dengeli kalmak kendinizi acıdan ayrı tutmaya çalışmaktan kaçınmaktır, çünkü bunu yapamayacağınızı bilirsiniz. Korku, korkudan kaçmak; acı, acıyla savaşmaktır, cesur olmaya çalışmak ise korkmaktır. Eğer zihin acı çekiyorsa, zihin acı olmuştur. Düşünenin kendi düşüncesinden başka bir biçimi yoktur. Kaçış yoktur. Düşünen ve düşüncenin birbirinden ayrılamayacağının farkında olmadığınız sürece kaçmaya çalışacaksınız.” (s.83)

“Elinizi alevden çektiğiniz gibi başınızı baş ağrısından çekip çıkaramazsınız. Siz eşittir baş eşittir ağrı. Gerçekten acının kendisi olduğunuzu anladığınız zaman, acı bir gerekçe olmaktan çıkar, çünkü çıkarılacak kimse yoktur. Gerçek anlamda önemsizleşir yani, acı verir -nokta.

Yine de bu durum, kriz anlarında yapılmak üzere hazırda tutulan bir deney değildir. Bir yaşam tarzıdır. Şu anda başlayan tüm eylemler ve ilişkilerin her zaman farkında olmak, onlara dair tetikte ve duyarlı olmaktır. Bu, kendinizi şimdiden ayıramayacağınız ve şimdiyi tanımlayamayacağınız için farkında olmak dışında gerçekten başka bir seçeneğiniz olmadığını anlamanıza bağlıdır. Aslında bunu kabul etmeyebilirsiniz, ancak bunun bedeli tüm yaşamınızı kaçınılmaz olan bir şeye karşı koymak amacıyla büyük ve boş çabalarla harcamak olacaktır.” (s.84)

“Düşüncenin ötesine geçmek dahilere özgü değildir. “Yaşamın gizemi çözülmesi gereken bir problem değil, yaşanması gereken bir gerçekliktir.” diye bakıldığı sürece düşüncenin ötesine geçme olgusu hepimize açıktır. Bu, pek çok kâhine verilmiştir, fakat pek azı peygamber olabilir. Birçok insan müzik dinler ama çok az kişi çalabilir ve beste yapabilir. Fakat eğer sadece geçmişle ilgili şeyler duyuyorsanız, dinleyemezsiniz bile. Eğer kulaklarımız yalnızca tamtamların müziğine alışıksa Mozart’ın senfonilerini ne yapalım o zaman? Ritimleri algılayabiliriz, fakat harmoni ve melodiye dair hiçbir şey hissedemeyiz. Başka bir deyişle, müziğin en önemli öğelerini keşfedemeyiz.” (s.87)

“Evrenin bütünlüğüyle ilgili pek çok teori vardır. Fakat bu teoriler, insanı bencilliğin yalnızlığından, çelişkilerden, yaşam korkusundan kurtaramamıştır. Çünkü bir çıkarım ve bir duygu arasında dünya kadar fark vardır. Öyle hissetmeseniz bile evrenin bir bütün olduğu sonucunu çıkarabilirsiniz. Bedeninizin bütün yıldızları ve güneşleri içine alan kesintisiz bir sürecin içinde bir hareket olduğu teorisini oluştursanız da, yine de yalnız ve ayrı hissetmeye devam edebilirsiniz. Siz içsel deneyimin bütünlüğünü keşfetmedikçe, duygu teoriyle örtüşmeyecektir. Bütün teorilere rağmen kendi içinizde bölündüğünüz sürece yaşamdan ayrı kaldığınızı hissedeceksiniz.

Fakat mesela gökyüzünü algılayamadığınızı değil de, o algının kendisi olduğunuzu idrak ettiğinizde, kendinizi ayrık hissetmeyeceksiniz. Duygular açısından, gökyüzü algınız gökyüzüdür ve hissettiğiniz, duyumsadığınız ve bildiğinizin dışında bir “siz” yoktur. Bu nedenle gizemciler ve pek çok şair “Her şeyle bir olma ya da Tanrı’yla birleşme” duygusunu dile getirmiştir. Sör Edwin Arnold’un ifade ettiği gibi: Özü bırakınca, evren ben’i büyütür.” (s.95)

“Zihin bölündüğü sürece yaşam daimi bir çelişki, gerilim, engel ve hayal kırıklığı olacaktır. Acı üstüne acı, korku üstüne korku, sıkıntı üstüne sıkıntı birikir. Sinek baldan kurtulmak için ne kadar uğraşırsa, bala o kadar hızlı batar. Büyük bir gerilim ve anlamsızlık içindeki insanın rahatlamayı şiddet, heyecan ve coşkuda aramasına ve bedeninin, iştahının, maddi dünyanın ve etrafındaki insanların sömürülüşünde aramasına şaşmamak gerekir. Bu durumun, varoluşun kaçınılmaz ve zorunlu olan acılarına kattıkları ölçülemez boyuttadır.

Fakat bölünmemiş zihin, kendinden ayrı durma ve şimdi ve burada olmaktansa başka bir yerde olma çabasının yarattığı gerilimden kurtulmuştur. Her an tam olarak yaşanır ve bu nedenle de bütünlük ve memnuniyet duygusu vardır. Bölünmüş zihin yemek masasına gelir daha iyisini bulmak için hiçbir yediğini sindirmeden acele acele sırayla her yemeği tırtıklar. Hoşuna giden bir şey bulamaz, çünkü gerçekten tadına baktığı hiçbir şey yoktur.

Öte yandan, şu anda yaşadığınızı hatta şu anın kendisi olduğunuzu, bundan başka ne bir geçmiş ne de bir gelecek olduğunu anladığınız zaman rahatlar, acı da haz da olsa dolu dolu tadarsınız. Birden evrenin neden var olduğu, bilinçli canlıların neden yaratıldığı, duyarlı organların, uzayın, zamanın ve değişimin neden olduğu apaçık ortaya çıkar. Doğanın haklılığını kanıtlama, yaşamı gelecek açısından anlamlı kılma çabasından kaynaklanan sorunlar tamamen yok olur. Açıkça, her şey şu an için var olmuştur. Bir danstır o ve siz dans ederken bir yere varmaya çalışmazsınız. Dönüp durursunuz fakat bir şeyi kovaladığınız yanılsamasıyla ya da cehennemin tuzaklarından kaçar gibi değil.” (s.100)

“Geçmiş ve güvenlik terk edildiği her an, yaşam yenilenir. Ölüm, hepimizin doğmadan önce yaşadığı bir bilinmeyendir.

Ölüm yaşamın tüm gizemi olduğu için ölümden daha yaratıcı bir şey yoktur. Ölüm, geçmişin terk edilmesi, bilinmeyenin kaçınılmaz olduğu, “ben”in devam edemeyeceği ve sonuçta hiçbir şeyin sabit olamayacağı anlamına gelir. İnsan bunu bildiği zaman, hayatında ilk kez yaşamaya başlar. Nefesini tutarak onu kaybedersin. Nefesini bırakarak onu bulursun.” (s.101)

“Nasıl öleceğini ve nasıl yeniden doğacağını bilmediğin sürece, bu karanlık dünyada üzgün bir yolcu olursun.” Goethe (s.101)

“Neysem o olduğumu, kaçışın ve bölünmemin mümkün olmadığını kabul etmek zorunda kalmak, kuşkusuz en berbat kadercilikmiş gibi gelir. Korkuyorsam, o halde korkuya saplanıp kalmışım gibi görünür. Fakat aslında, ondan kaçmaya çalıştığım sürece korkuya zincirlenirim. Diğer yandan, kaçmaya çalışmadığım zaman anın gerçekliğiyle ilgili sabitlenmiş ya da saplanmış hiçbir şey olmadığını keşfederim. Korku, kötü, negatif gibi kelimelerle onu adlandırmadan bu duygunun farkına vardığım zaman, anında başka bir şeye dönüşür ve yaşam özgürce ilerler. Duygu arkasında onu hisseden kişiyi yaratarak var olmaya devam etmeyecektir artık.” (s.112)

“Sağlam ve samimi olan bir zihin iyi olmakla, diğer insanlarla olan ilişkilerini belli kurallara göre yönetmeye çalışmakla ilgilenmez. Öte yandan, özgür olmakla da, bağımsızlığını kanıtlamak için huysuz bir şekilde  davranmakla da ilgilenmez. Onun ilgisi kendine değil, farkında olduğu insanlara ve problemlere karşıdır; bunlar onun kendisidir. Kurallara göre değil anın şartlarına göre hareket eder ve diğerleri için dileği “iyi” güvence değil, özgürlüktür.

İnsan ilişkilerinin ahlaka dayanmasından daha insanlık dışı bir şey yoktur. Bir insan yardımsever olmak için ekmeğini bölüşüyorsa, sadık olmak için bir kadınla birlikte yaşıyorsa, önyargılı olmamak için bir zenciyle yemek yiyorsa, barış için öldürmeyi reddediyorsa ruhsuzun tekidir.” (s.113)

“Sonsuz zamanın korkunç bir kâbus olduğunu anlamak için biraz hayal gücü yeterlidir, zira genellikle anlaşıldığı üzere cennet ve cehennem arasında pek fazla bir seçenek yoktur. Yaşamaya devam etme arzusu ancak insan sonsuz zamandan çok belirsiz zamanı düşündüğünde çekici gelir. İstediğiniz kadar çok zamanınızın olması başka bir şey, fakat bitmeyen bir zamanınızın olması başka bir şeydir. Devamlılıkta, kalıcılıkta bir haz yoktur.” (s.122)