“Vedanta’da kullanılan mantık şudur: sebep her zaman
sonucun içinde saklıdır. Eğer sebep yoksa sonuç da yoktur. Sebep gerçek, sonuç
ise onun yansımasıdır. Bu durumda, sonucun asla bağımsız bir varlığı yoktur ve
sebebe bağımlı olarak mevcudiyet bulabilir. Yazıtlar çerçevesinde eğer bir şeye
“Gerçek değil” derseniz, bu “O yoktur” anlamına gelmez. Gerçek olmayan,
“değişime tabii olan” demektir.
İşte bu nedenledir ki, yazıtlarda “Dünya gerçek değildir”
diye geçer. Söylemek istediği şey dünyanın olmadığı değildir, dünyanın geçici
ve değişken olduğudur.
Sebebi kendinde saklı, öncül bir sebep olmalıdır. İşte o
sebepsiz sebebe Brahman ya da nihai gerçek ismini veririz. O nihai gerçekten ya
da Brahman’dan bu Dünya ortaya çıkmıştır, tıpkı örümceğin ağının örümcekten
çıkması ya da toprak bir testinin kilden üretilmesi gibi. Eğer kili ortadan
kaldırırsanız geriye testi kalmaz. Bu durum şunu gösterir: testi kilin farklı
isim ve biçimle tezahüründen başka bir şey değildir. Bu durumda, kil gerçektir,
testi ise gerçek değil yani varlığı toprağa bağlıdır. İşte, aynı kil ve toprak
örneğindeki gibi Dünya da varlığını Brahman’a, nihai gerçekliğe bağlı olarak
kazanır. Dünya’nın kendinden menkul, bağımsız bir mevcudiyeti yoktur.” (s.8)
“Her zihin bir savaş alanıdır.” (s.11)
“Bir kişi bir şey istediğinde, gerçekte istediği şey o
nesne değildir. Daha ziyade, o nesneyi elde ettiğinde daha farklı birisi olmayı
ümit eder.” (s.14)
“Düşününce görürüz ki, kişinin hayatı boyunca peşinden
gittiği tüm arayışlar iki kategoriye ayrılır: bir şeyi elde etmek için çabalamak
ya da bir şeylerden kurtulmak için uğraşmak. Sanskrit dilinde sırasıyla buna
pravritti ve nivritti denir. Savaş sırasında ordunun ilerlemesi pravritti iken,
düşmandan geri çekilme nivritti’dir.
Kişinin rahata ermek adına yaptığı şeyler, kişiden kişiye
farklılık gösterebilir. Bazı insanlar başkasının sahip olmaya can attığı bir
arabadan kurtulmaya çalışır. Kişinin sahip olmaya ya da elden çıkartmaya
çalıştığı şey sahip olduğu değerlere bağlıdır. Ortak olan şey ise herkesin bir
şeye sahip olmak ya da bir şeyi elden çıkarmak istemesidir. Bir kişinin
arzuları sürekli değişir -bir zamanlar arzulanan şey bir süre sonra
arzulanmayabilir- ancak yine de sruti’nin ta kendisi hiç değişmez: istiyorum,
istiyorum, istiyorum.”” (s.14)
“Hayat istemek ve yetersizlik gerilimi arasında yaşanır. Başka
birisinin birçok rahatlığa ve kolaylığa sahip olduğunu görünce onun mutlu
olduğunu düşünebilirsiniz. Bu durum, sizin onu sahip olduklarıyla değerlendiriyor
olmanızdan kaynaklanır. Hiç kimse aslında gerçekten mutlu değildir. Sahip olmak
ve sahip olmamak arasındaki tek fark sahip olanlar bu nesneler ile mutsuz ve
sahip olmayanların ise bu nesnelersiz mutsuz olmalarıdır. Herkes, sadece var
olduğu halinden farklı olmayı istemektedir. Bu durum, her insanda mevcut, ortak
bir sorundur.
Bu meseleyi çözmek hayatın amacıdır. Kişi bu soruna
duyarsız kalamaz. Hayattaki deneyimler bize, istediklerim bunlar değildi, ben
kendimle barışık olmak istiyorum. Bunu nasıl keşfederim diye düşündürür. Sorun teşhis
edildiğinde ise, kişi nereye bakması gerektiğini çok iyi bilir ve hayat anlam
bulur. İşte o zaman, hayat yaşamaya değerdir.” (s.16)
“Peki, Arjuna’nın peşine düştüğü sreyas nedir? Sreyas,
herkes tarafından aranan nihai amaçtır, herhangi bir eksiklik ve rahatsızlık
hissinden azat olmak, tam ve tatmin bir kişi olmanın keşfidir. Sreyas, genelde
çevrildiği üzere sadece “birisi için iyi
olan şey” demek değildir, herkesin bilinçli ya da bilinçsiz olarak aradığı
nihai iyiliktir.” (s.32)
“Tüm arayışlarımızda üç şeyden özgürleşmeyi arıyoruz:
keder, ölüm ve cehalet.” (s.36)
“Yasla dolu birini teselli etmeye çalışırız çünkü onun
kederli olmaması gerektiğini düşünürüz. Acının ne bize ne de diğerlerine hiç
dokunmamasını isteriz çünkü kederin ve acının doğamıza yabancı olduğunu fark
ederiz. Öte yandan, mutlu olan birisini teselli etmeyiz, tam tersine onun
mutluluğunu kutlarız. Mutluluğun doğamıza uygun olduğunu biliriz.
Eğer keder ve acı gerçekten bizim bir parçamız değilse ve
sadece mutluluk bize aitse neden mutluluğu kendimizin sışında arıyoruz? Arıyoruz
çünkü onun nerede olduğunu bilmiyoruz. Kayıp bir anahtarı aslında sonunda kendi
cebinde bulan birisi gibi, kendi doğamız olan mutluluğun eksikliğini çekiyor ve
onu dışarıda, başka yerlerde arıyoruz.
Hindistan’ın küçük bir köyünde yaşayan bir adam bir gün pazar
yerine gitmiş ve beş eşek satın almış. Geldiği köy, Pazar yerinden çok uzak olduğu
için, en güçlü eşeğinin üzerine binmiş ve diğer eşekler de onu takip ederken köyüne
doğru yola koyulmuş. Evine yaklaştığında diğer eşeklerin hala onu takip edip
etmediğinden emin olmak istemiş. Geriye dönüp sayınca birden fark etmiş ki
sadece dört eşeği kalmış. Yolculuk boyunca daha dikkatli olmadığı için
kendisine kızmış ve evine üzgün bir şekilde varmış. Tam eşekten ineceği sırada
onu karşılamaya gelen karısına “Çok mutsuzum, beş eşek satın aldım ancak bir
şekilde bir tanesini yolda kaybettim” demiş. Karısı ona bakmış ve “ Haklısın,
burada beş eşek yok, altı eşek var” demiş. Benzer şekilde, aradığınız şey
sizinle iken eğer onu fark etmezseniz o zaman onu gerçekten kaybeder ve arama
üzere peşine düşebilirsiniz. İşte böylesi bir arayış gerçek değildir, yersizdir;
arayış, ancak ve ancak aradığınız şeyin her zaman sizinle olduğunu bildiğinizde
çözülebilir.” (s.38)
“Sen, bilensin. Bilinebilir her şeyden farklısın. Senin doğan
sadece, farkındalıktır.” (s.51)
“Eğer mutlu bir anı incelersen, hoşlandığın herhangi bir
şeyin sende hoş bir zihinsel hal oluşturduğunu fark edersin. Bir şeyi
arzuladığında, zihin huzursuz olur ve arzulanan nesne elde edildiğinde
huzursuzluk çözülür ve zihin tatmin olur. Keşfettiğin mutluluk işte bu tatmin
olmuş, boş zihinsel halden gelir, herhangi bir nesneden değil. Sende hoş bir
zihin yaratabilen insanlar, durumlar ve nesneler senin sevdiklerin olurlar. Geçmişine,
değerlerine ve yetiştirilme biçimine göre her nesne bunu getiremez, sadece
belli başlı nesneler ve bireyler bunu gerçekleştirebilir. Hissettiğin mutluluk
her ne kadar sana yakın olursa olsun aslında insanlardan ya da nesnelerden
gelmez. Mutluluk sadece hiçbir şey arzulamayan, tatmin olmuş bir zihinde tezahür
edebilir; çünkü Öz, mutluluğun kaynağıdır. Güzel bir şey gördüğünde ya da hoş
bir şarkı duyduğunda hissettiğin sevinç senin doğanın bir ifadesidir ki bu
sınırsız mutluluk olan Sen’in sadece bir zerresidir.” (s.54)
“Kişi, zihin tarafından üretilen tüm arzuları terk
ettiğinde ve onlardan azat olduğunda, Öz içerisinde ve Öz’ü ile tatmin kişiye
bilge ve sağlam kişi denir. Ateşin herhangi bir sebepten değil de sadece
doğasından ötürü sıcak olması gibi, bilge kişi de herhangi bir sebepten değil
sırf doğası mutluluk olduğu için mutludur. Bilge kişi, Öz’ün, mutluluğun kaynağı
olduğunu bildiğinde hiçbir şeye ihtiyacı kalmaz, işte bu bilgi ile tüm
arzulardan arınır.” (s.56)
“Tıpkı bir okyanus gibi, bilge kişinin yüreği de her
zaman tam ve yeterlidir. Dünya onu önemsese de önemsemese de, istediği şeyi
elde etse de etmese de mutludur; tamlığı herhangi bir şeyin gelip gidişine bağlı
değildir. Tam tersine, mutluluğu nesnelere bağlı olan kişi istediğini elde edip
etmeyişine bağlı olarak memnun ya da mutsuz olacaktır. İşte böylesi bir kişi
küçük bir gölcük gibidir, üzerine yağan yağmurlar durduğunda kurur ya da sağanak
altında yaşar.” (s.57)
“Bilge kişi mutluluğu için hiçbir şeye bağlanmaz ve
böylece dünyada korku ve bağımlılık olmadan hava gibi hafif yaşar.” (s.57)
“Kendisinin tam olduğu gerçeğini ayırt etmiş kişide, onu
aşağı çeken herhangi bir duygu olamaz; çünkü tamlık ile hiçbir şey kıyaslanamaz.”
(s.58)
“Sadece eylemin üzerine seçim hakkına sahipsin, sonuçları
üzerinden hiçbir tercih hakkın yok.” (s.71)
“Herkesin en çok ihtiyaç duyduğu şey özgürlüktür. Mutluluğumuz
için herhangi bir insana ya da nesneye bağlanmak istemeyiz. Nesnelere ve
kişilere, kendi mutluluğu için bağlanmaya samsara denir. Salt nesnelerin
mülkiyeti samsara esaretini, bağımlılığını yaratmaz, ancak herhangi bir şeyin
yokluğu sizi mutsuz ediyorsa işte o zaman esaret altındasınız demektir. Eğer bir
şeyi kasıtlı olarak bırakır ancak yine de mutluluğunuzun ona bağlı olduğunu
hissetmeye devam ederseniz acı çekersiniz ve o taktirde bir samsari’sinizdir,
sannyasi değil.” (s.89)
“Sannyasa, bütünüyle terk eden anlamına gelir. Bütünüyle terk
etmek ya da vazgeçmek ne demektir? Hangi bakımdan sannyasa, nyasa’dan
farklıdır? Eğer kişi gurur ya da acı nedeniyle bir şeyi terk ederse, o zaman
söz konusu terk nyasa olur. Ancak kişi bir şeyi bıraktığında herhangi bir
eksiklik ya da rahatlık duygusuna artık sahip değilse işte o zaman sannyasa’nın
keyfini çıkarmaya başlamış demektir.
Nyasa’yı tanımayan kimse var mıdır? Eğer ergenliğe girmiş
bir çocuğun babası artık bilye oynamak için büyüdüğünü, bilyeleri bırakması ve
onun yerine kriket oynaması gerektiğini söylerse çocuk bilye oynamayı
bırakabilir. Kendi küçük kardeşlerine tüm bilye koleksiyonunu da verebilir. Ancak
o, bir bilye nyasi’dir, sannyasi değil, çünkü hala oynamaya karşı bir hevesi
vardır; diğer çocuklar bilye oynarken onları gördüğünde durup izlemeye başlar. Krişna,
bu konuda önceki bölümlerde şöyle der: duyu nesnelerinden vazgeçen kişi için
nesneler ortadan kalkabilir ancak (onlara dair) tat hala devam etmektedir.
Ertesi gün, çocuk bilye oynayan diğer çocukların oyun
oynadıkları yere gitmekten kaçar, çünkü onları izlemenin sadece oyun oynama arzusunu
arttıracağını bilir. Böylesi bir yaklaşım sannyasa değil nyasa’dır, çünkü çocuk
vazgeçtiği şeye karşı özlem ve isteği hala içinde taşımaktadır.
Ancak, çocuk yaşlanıp da bir büyükbaba olduğunda
torunları bilye oynamasını istediğinde içinde herhangi bir tereddüt yaşamaz. Neden?
Çünkü bilye oynamaya karşı artık içinde bir heves ya da özlem yoktur,
dolayısıyla da bilyenin yokluğunda herhangi
bir üzüntü olmaz. Bilyelerle ilişkisi açısından artık bir nyasi değil sannyasi’dir.”
(s.89)
“Herhangi bir şeye karşı ne nefret ne de özlem duyan
kişiyi sen her zaman sannyasi diye bil. Bileği kuvvetli Arjuna, gerçekten de
karşıtlıklardan (sevinç ve keder, acı ve haz vs.) özgür olan kişi kolaylıkla
esaretten özgürleşir. Çocukluk oyunlarının cazibesi bittiğinde artık sen bir
bilye-sannyasi’sin. Kendinizi tam ve özgür, mutluluğu hiçbir şeye bağlı olmayan
bir varlık olarak fark etmeniz sizi sannyasi yapacaktır.” (s.90)
“Sannyasa yani terk etmek, bırakmak ne zihinsel ne de fiziksel
bir eylemdir. Sabit ve odaklı bir zihin gerektirir ancak psikolojik bir hal
değildir. Terk etmek, Ben’in hakikatinin eylemsizlik ve Öz’ün fiziksel, algısal,
zihinsel tüm eylemlerden azade olduğunu bilmektir. Öz’ün herhangi bir eylemde
bulunamayacağını bilen kişi, fiziksel olarak eylemde bulunsa bile azat olmuştur,
o artık bir sannyasi’dir.
Ancak sannyasa da eylemden ziyade tefekküre, kendi özüne
dönmeye dayalı bir yaşam tarzı vardır. Zihin tefekküre müsait olunca eylemde
bulunmak adına herhangi bir arzu taşımaz ve kişi Öz’ün sorgulanması ile meşgul
olabilir. Ancak ve ancak böylesi bir zihin özgürlüğü keşfedebilir.
Bu nedenle, Krişna sannyasa’yı tepkisellikten ziyade
vakur, olayları açık bir şekilde görebilen, yargılamadan gözlem yapabilen,
kendi halinde gülümseyebilen ve galeyana hemen gelmeyen, tefekküre meyilli bir
zihin geliştirmesi gerektiğini vurgular. Ancak ve ancak böylesi bir zihin
tefekküre ve öğrenmeye müsait olacaktır.” (s.92)
“Krişna şöyle der: Karma yoga, tefekkürde, kendi özüne
dönme sürecinde ustalaşmak isteyen ve doğruyu yanlıştan ayırt edebilen birisi
için araçtır; terk etmek ise tefekkürde zaten ustalaşmış kişi için araçtır.”
(s.93)
“Deneyim Bilgi Değildir
Terk etmek, bırakmak aslında hiçbir zaman değişmeyen, tam
ve eksiksiz olan kendi doğamızı tanımaktır. Bu hakikatten uzak kalmamıza neden
olan cehalet ve hatayı sadece Vedanta öğretisi giderebilir. Sevinç ya da tamlık
gibi pek çok deneyime sahip olabilirsiniz, ancak deneyim size sat-cit-ananda,
Varlık-Farkındalık-Tamlık olduğunuz hakikatini vermez. Sşzş öylesi deneyimlere
sevk eden koşulları yaratmaya daha çok çalışmalısınız. Hepimiz mutluluğun ne
demek olduğunu deneyimlerimiz sayesinde biliyoruz, ancak her birimiz o hiç
bitmeyen daimi mutluluğu arıyoruz. Hali hazırda var olan zihin çerçevemiz ile
yargıladığımız bazı standartlarımız var. Daha tatmin edici deneyimler
istediğimizi söylüyoruz çünkü deneyimlerin en tatminkârı o derin sevinci
tanıyoruz. Özellikle çok güzel bir şey keşfettiğinizde, zihniniz bir an için
arınır ve mükemmel sevincin tadını alırsınız. O andan itibaren diğer tüm
deneyimleri onunla kıyaslarsınız ve o deneyim bir standart olarak kalır. İlelebet
sürecek o mutluluk deneyimini gerçek kılacak araçları aramaya başlarsınız. Peki,
söz konusu o mutluluğun kaynağı nedir?” (s.94)
“Doğruyu yanlıştan ayırt etme yetisi yani zekâ
bahşedilmiş kişi, zihni adım adım çözümleyip ayrıştırır. Zihni, Öz içerisinde
ikamet eden kişi, artık hiçbir şey düşünmez. Düşünmenizi gerektiren hiçbir şey
yok. Şu ana kadar yeterince düşündünüz. Sadece kendinizin saf sessizlik olan
biçimsiz, şekilsiz Farkındalık olduğunu takdir edin. Aniden bir rahatlama
gerçekleşecek. Sessizliği düşündüğünüz zaman, sessizlikten başka bir şey
olamazsınız. İşte, Krişna’nın Arjuna’ya öğrettiği meditasyon budur.” (s.100)
“Hepimiz özgür olmak istiyoruz. Eğer özgürlük
erişilebilir bir şey ise, Krişna Arjuna’ya özgürlüğün kendinden başka hiçbir
yerde olamayacağını söyler ki bu durumda özgürlük zaten kişinin ta kendisidir. Elde
edilen herhangi bir kazanç kişiye özgürlük veremez, çünkü her kazanç bir miktar
kaybı da içinde barındırır. Krişna Arjuna’ya: “Sen, bu beden zihin bileşiği
değilsin, çünkü bu bileşik senin tarafından biliniyor. Sen öznesin, her tür
bilgi nesnesinden farklısın. Sen biçimsiz Farkındalık’sın ve bu sebeple mekânda
ya da zamanda hiçbir kısıtlamaya tabii değilsin.” (s.102)
“İnanç, herhangi bir bilgi elde etmeden önce sahip olunan
bir yargıdır ve sorgulama ile doğrulanmaya tabiidir. İnanç bilgiye dayanmaz, bu
nedenle her zaman sarsılabilir. Sarsılamayan inanç, inanç değil bilgidir.”
(s.104)
“Öz’ün bilgisine sahip olan kişi hayatında iniş çıkışlar
ya da geliş gidişler deneyimlemez. Bilgelik denge getirir.” (s.127)
“Zihnin saflaştırılması terimini sıklıkla duyarız. Bu ne
anlama gelir? Zihnin saflaştırılması, zihinde oluşan hoşlandım-hoşlanmadımlar
nedeniyle oluşan tepkilerin ortadan kaldırılması anlamına gelir. Herkes bu
ikilik haline fazlasıyla sahiptir. İnsanlara seçim yetisi verilmiştir; doğa
bizi belli şekillerde eylemlerde bulunmaya programlamamıştır. Özgür irademizi
kullanarak, hoşlandıklarımızı ve hoşlanmadıklarımızı süreç içerisinde seçerek
tercihlerde bulunuruz.
Kişi olgunlaştıkça, eğitim, kültür ve medeniyet daha ince
ayarda hoşlanma ve hoşlanmamalar yaratır. Bazen insanlarda
hoşlandım-hoşlanmadımlar daha kaba nitelikte iken diğerlerinde daha hassas ve
ince olabilir. Şairler, sanatçılar ve bilim adamları daha yüksek seviye bir
hassasiyete sahiptir çünkü onlar sıradan bir gözlemciden daha fazla gören
gözlere sahiptir. Bu hassasiyet bir sorun oluşturabilir, çünkü kişi
hassaslaştıkça hoşlanma ve hoşlanmamaların gücüne karşı korumasız kalarak,
incinebilir. Böylesi kişilerin kederlenmesi için bir faciaya gerek yoktur; eğer
hassasiyetleri dayanıklılıkları ile desteklenmiyorsa hava durumunda oluşan en
küçük bir değişiklik bile düşünmelerine neden olabilir. Eğer kişi hassas ise
bir şeyler tam olarak kendi istediği gibi olmadığında tepkilerini sönümleyecek
bir yastığa ihtiyaç duyar. Böylesi bir yaklaşım ve anlayış yastığı ile
desteklenmeyen bir zihin güçlü olamaz.” (s.128)
“Krişna bilginin elde edilmesinde gerekli yirmi değer
sayar. Analiz edildiğinde her bir değerin bizi tek bir değere götürdüğü görülür:
kendini, kendinde tutacak, sakin ve dengeli bir zihne sahip olmak.” (s.149)
“Kibirden muaf, yapmacıksız, zarar vermeyen, uyumlu,
dürüst, öğretmenine hizmette kusur etmeyen, saf ve duru, azimli ve sebatkâr,
nefsi üzerinde kontrol sahibi, duyu nesnelerine karşı kayıtsız ve tutkusuz,
bencillikten uzak, doğum, ölüm, yaşlılık, hastalık ve acının getirdiği
sorunların farkında, mülkiyet hissinden azade, oğluna, eşine, evine vs.
tutunmadan, bağımlı olmadan özen gösterebilen, istediği ve istemediği her şeye
eş zihinsel tutum içerisinde yaklaşabilen, Tanrı’ya adanmış, sessiz yerlere çekilip
sükûnet içerisinde kalabilen, yanına eşlik edecek birisini sürekli aramayan, Öz’ün
bilgisini veren yazıtları düzenli olarak çalışan, Öz’ün hakikatini görebilen
kişi bilgiye erişebilir. Tüm bunlar, bilgiye erişmek için gerekli araçlardır ve
hepsinin karşıtında ise cehalet vardır.” (s.150)
“İnsanlar farklı mizaçtadır. Eğer onları olduğu gibi
kabul ederseniz santi, huzur içerisinde olursunuz. Eğer onların sizin
istediğiniz gibi değişmesini isterseniz hayal kırıklığına uğrarsınız. Herkesin kendi
yaradılışı gereğince sorunları vardır; istediğiniz değişim onlar için mümkün
olmayabilir. Eğer bunu anlayabilirseniz, insanlarla ilgili sorunlarınızın yüzde
doksanı çözülebilir. Kalbinizin rahat ve geniş olması gereklidir, o kişiyi
olduğu gibi kabul edin. Eğer birisinin değişmesine yardım edebiliyorsanız,
yapın; ama eğer yapamıyorsanız, sadece onun iyiliği için dua edin. Dünya ikinize
de yetecek kadar büyüktür, neden kalbinizi sıkıştırıyorsunuz?” (s.152)
“Samacittatvan zihnin sükûneti, dinginliğidir. İyi ya da
kötü, başarı ya da yenilgi neyle karşılaşırsanız karşılaşın dengede kalmak yani
kısacası karma yoga yaklaşımını korumaktır. Zihnin bu sükûnetine, dinginliğine
yoga denir.” (s.154)