Zürich’in eski mahallelerinde bazı sahneler çekmek üzere
evden ayrıldığımızda, kuru, sıcak bir hava vardı. Zürich’ten Jung’un
Küsnacht’taki evine dönüyorduk; gök masmaviyken birden karardı ve gök
gürültüleri duyulmaya başladı. Sanki acelesi vardı bulutların. Küsnacht’a
varmıştık ki, şimşek çakmaya başladı, bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu.
Kameramana Jung’un nasıl öldüğünü anlatırken, şimşeğin nasıl çakıp, sevdiği
ağaca yıldırım düştüğünü söylerken, o yıldırım yeniden ağaca düştü. Bugün o
sahne gök gürültüsüyle birlikte çekilmiş bulunmakta, isteyen herkes
seyredebilir.” Laurens van der Post (s.32)
“Jung’un bütünlükten anladığı, yalnızca birlik yada uyum
değildir, kişinin ruhunu oluşturan parçaların bir araya gelerek, bütünleşerek, kişiyi
bölünmez bir bütün yapmasıdır. Bir sentezdir bu. Yeni yaşantılar doğuracak bir
sentez. Kişiliğin başlıca dört ana işlevi vardır: Düşünme, sezgi, duyum ve duyu
işlevleridir bunlar.” (s.34)
“Jung’a göre, irade, serbestçe ele geçirilebilecek ruhsal
bir güçtür. İradeye bilinç yoluyla yön verilebilir. Bu bakımdan, irade gücünün
kapsamı ve şiddeti, bilinç alanının genişliğine ve gelişmişlik derecesine göre
değişir.” (s.35)
“Dört işlevin dördü de, bilinç yüzeyine çıkarılabilirse,
tüm daire aydınlığa kavuşur; o zaman, yusyuvarlak, yani dört başı mamur tam
insan doğar. Bu kuramsal açıdan doğruysa da, gerçekte bu duruma ancak bir
yaklaşma söz konusu olabilir. Kimse kendi içindeki karanlığı tamamlıyla
aydınlatamaz. Bununla birlikte, kendimizi eğitebiliriz: Örneğin, önce akıl
yoluyla nesneyi bilmeye çalışırız; sezgiyle içimizdeki gizil güçlerin ne
olduğunu araştırırız, duyu yoluyla bulduklarımızı algılamaya çalışır, en
sonunda da bir dereceye kadar değerlendiririz bunları.” (s.36)
“Dünya, karşı güçler dengede olduğu için vardır.” (s.52)
“Jung’a göre ruhsal düzen sürekli enerjik bir devinim
durumundadır. Ruhsal enerjiden anlaşılan, ruhsal düzenin bütün biçim ve
etkinliklerinde beliren ve bunlar arasında haberleşmeyi sağlayan kuvvetler
bütünüdür.” (s.53)
“Ruhsal güç ile ruhsal enerjiyi ayırmak gerekir; çünkü
enerji, aslında bir kavramdır; bu anlamda, olgularda nesnel olarak bulunmaz,
yalnızca belli yaşantı verilerinde vardır. Yani enerrji gizil güç olmaktan
çıkarak gerçekleştiğinde, özellikle hareket ve güç olarak yaşanılmaktadır;
gizil güç durumundayken, bir hayvan, ya da durum olarak yaşanmaktadır. Gizil
güç durumundan gerçekleşme düzeyine çıktığında, ruhsal enerjiyi ruhun belli
olgularına yansımış görürürüz; dürtüler, dilekler, irade, coşkular halinde
belirirler. Yalnızca gizilgüç durumundayken ise, belirli olanaklar, eğilimler,
davranışlar, vb. olarak görürüz. Jung’a göre, ruhun yapısı statik değildir,
dinamiktir. Metabolizma, organizmanın fiziksel ekonomisinde nasıl bir denge
sağlıyorsa, ruhsal enerji de ruhun türlü öğeleri arasındaki ilişkileri
düzenler; denge bozulunca da, akıl hastalıkları ortaya çıkar. Karşıtlık, Jung’a
göre, insan yaradılışında vardır: Ruh, kendi kendini ayarlayan bir düzendir.”
(s.53)
“İki kişiliğin karşılaşması, iki kimyasal maddenin
karışımına benzer; herhangi bir tepkime yer alırsa, her ikisi de dönüşüme
uğrar.” (s.59)
“Düş ruhun karanlık ülkesinden gelen, anlaşılması güç bir
bildiridir.” (s.61)
“Bilinçdışı ne kadar baskı altında tutulursa, ruhsal
dengeyi o oranda tehdit eder.” (s.67)
“Kişiliğin gelişmesi hem bir nimet, hem de bir beladır;
pahalıya mal olmaktadır, insanı yalnız kılmaktadır çünkü. Yalnız başına ayakta
durabilmek yetmemektedir, her şeyden önce insanın kendi yasasına bağlı olması
gerekir. İç sesinin gücünü bilinçli olarak benimseyen insan, kişilik sahibi
olur. Amaç kişinin bölünmez bir bütün durumuna gelmesidir; tek, uyumlu, biricik
bir birey olmak demek insanın kendi özü olması demektir. Bu onu bireyci, bencil
yapmak demek değildir.” (s.68)
“Tantrik Yoga’da düşünceye dalmak için, Mandala resimleri
kullanılırdı. Mandalanın esas biçimi, daire ya da karedir; bütünlüğü simgeler,
hepsinde de merkezle olan ilişki belirtilmiştir. Çiçek, haç, tekerlek, dört
sayısı ile dördün çarpanları, Lotus çiçeği, vb. Mandala matematiksel yapısıyla
tüm ruhun ilk düzenidir. Amacı, kaosu, kozmosa dönüştürmektir. Çünkü, bu gibi
figürler, yalnızca düzeni dile getirmezler, doğururlar da.” (s.76)
“Tao’nun tanımını bir iki sözcükle yapmak güçtür. “Anlam”
derler olna. “Yol” da, “Tanrı” diyenler de vardır. Tao’yu, bölünmüş olanı
birleştirmeyi amaçlayan bir yöntem, ya da bilinçli bir yol olarak yorumlayacak
olursak, kavramın psikolojik içeriğine daha yakınlaşmış oluruz.” (s.77)
“Kişiliğin bütünlüğünü, tamlığını, bölünmezliğini kurmak
bütün bir ömrün görevidir. Bu, kişinin kendini, en derin anlamda, ölüme
hazırlaması demektir.” (s.78)
“Her şey yolunda gittiği ve ruhsal enerji yeterli ve iyi
ayarlı durumda uygulama alanı bulduğu sürece, içimizden hiçbir şey bizi
tedirgin edemez. Hiçbir belirsizlik ve kuşku çullanamaz üstümüze, kendi
kendimize karşı bölünmeyiz. Ama ruhsal etkinlik yollarından biri, ya da öteki
tıkanmaya görsün, o zaman, engellenen bir ırmak çıkar ortaya. Su, gerisin geri,
kaynağa akar; içerdeki kişi, görünürdeki kişinin istemediği bir şey istemektedir,
buysa kendi kendimizle savaş durumundayız demektir.” (s.84)
“Psikoloji doğrudan doğruya çağdaş isnanın ruhundaki
hastalıktan, manevi tedirginlikten doğmuştur. Batı uygarlığının en derin
inançlarının sarsılması doğurmuştur psikanalitik açıdan insan ruhunun
incelenmesini, Jung’a göre, çağdaş insan, bir “ruh” peşindedir. Eski Tanrı’ları
ölmüştür. Her ne kadar birçok alanda psikolojik doğum sancıları duyulmaktaysa
da, yeni Tanrı’ları henüz doğmamıştır. Yeni Tanrı’lar zamanla doğacaktır:
Jung’un inancı kesindir. İnsan ırkı kendini yok etmek istemiyorsa, inanmak
zorundadır. Ruh, yapısı gereği, kendiliğinden yeni, özerk simgeler
yaratacaktır; bu simgeler yeni Tanrı’lara biçim verecektir, en sonra da, bu
Tanrılar’a adayacağı yeni bir ruh bulacaktır. Çağdaş insan ruhunu arıyor demek,
bilinçten önce ve zihinden daha temiz bir taban üzerine oturtabileceği, yaşamı
için yeni olan ve kendi içinde duyabileceği bir anlam arıyor demektir.” (s.84)
“Freud, hastaların, geçmişteki takılmalarından
kendilerini kurtarmamış oldukları için bugün engellenmiş olduklarını düşünüyor.
Jung ise, hastalarının geçmişteki takılmalarına dönmelerini, şimdi bir engelle
karşılaşmış olmalarına yoruyordu.” (s.87)
“Aşk, cennet ile cehennem arasında uzayan esnek bir
kavram olup, iyi ile kötüyü, ulu ile sıradanı kendi içinde birleştirir.” (s.98)
“Nevrotik insan, anlamını açıklayamadığı, keyfi
sınırlamalarla bağdaşmayan bir çocuk psişesine sahiptir; bir yanı, sorunu
ortadan kaldırmaya, öteki yanı, özgürlüğe kavuşma peşindedir. Sürüp giden bu
çatışmanın adı nevrozdur.” (s.108)
“Bir insanın kişiliğinin, tümüne egemen olması her
halukârda bir avantajdır, yoksa bastırılmış unsurlar durup dururken başka bir
yerde belirebilirler. İnsanlar, yapılarının gölge-yanını görebilecek şekilde
eğitilmiş olsaydılar, hemcinslerini daha iyi anlayıp sevmeleri mümkün olurdu
belki. Biraz daha az iki yüzlülük, kişinin kendini biraz daha iyi tanıması,
komşumuz için iyi olurdu; çünkü, kendimize uyguladığımız haksızlık ve şiddeti
başkalarına aktarmaya hepimiz hazırızdır.” (s.109)
“Yaşamın ikinci yarısı, tıpkı birinci yarısı kadar anlam
doludur.; sadece anlam ve amaç başkadır. İnsanın iki amacı vardır: birincisi
doğal bir amaçtır, çocuk edinmek, çoluğunu çocuğunu geçindirmektir; bunun için
para ve sosyal mevki gerekir. Bu amaç gerçekleştiğinde yeni bir evre başlar: bu
da kültür evresidir. Birinci amacı gerçekleştirmek için doğa bize yardım eder,
bunun için eğitim yardımımıza koşar; ikinci amaca erişmek için pek yardımcımız
yoktur. Çoğu kez sahte bir tutku ile karşılaşırız; yaşlı adam yeniden
delikanlılık hevesine kapılır, için için buna inanmaz oysa. Doğal evreden
kültürel evreye geçişi birçok kimse için bu denli zor ve acı yapan budur;
gençlikten biraz pay almak için gençlik hevesine kapılırlar, gençlerle genç
olurlar. Nevrozların hayatın akşamında doğmasında şaşacak bir şey yok. Bu, bir
tür ikinci ergenlik çağıdır, tutku fırtınalarının estiği tehlikeli bir çağ.
Ancak, bu yaşta ortaya çıkan sorunlara artık eski reçeteler para etmez;
yelkovan geri alınamaz. Gencin dışarda bulduğu şeyi, yaşamının ikinci
yarısındaki adam içinde arayıp bulmak zorundadır.” (s.152)
“Önemini ve değerini yitiren her bir bilinçli yaşam
parçası için -yasaya göre- bilinçdışında bir denge gücü oluşuyor. Fiziksel
dünyadaki enerji korunumuna benzer bir şey var bunda, çünkü ruhsal
süreçlerimizin bir de nicelik yönü var. Hiçbir ruhsal değer, yerine aynı
yoğunluk derecesinde başka bir değer konulmadıkça, yok olamaz. Bu,
psikoterapistin her gün karşılaştığı bir gerçek; bu olgu her gün yinelenmekte,
bir kez olsun sekteye uğramış değildir.” (s.203)
“Büyük yenilikler hiçbir zaman tepeden gelmez, hep
aşağılardan yükselir; tohumlarının gökten düşmüş olduğı nice gerçek olsa da
ağaçlar, gökten aşağı değil, yeryüzünden göğe yükselirler. Yeryüzü kabuğunun
kabarmasıyla bilincin kabarması aynı şey. Her şey göreceleşiyor, dolayısıyla,
kuşkuya bürünüyor. Duraksayan, soru soran insan, barış anlaşmaları, dostluk
paktları, demokrası ve diktatörlük, kapitalizm ve Bolşeviklik ile şaşkın bir
dünyayı seyrede dursun, ruhu kuşku ve güvensizlik kargaşasını yatıştıracak bir
yanıta özlem duyuyor.” (s.204)
“Ruhsal derinlikler doğanın kendidir; doğa ise yaratıcı
yaşamdır. Doğanın, yaptığı şeyi aynı zamanda yıktığı da gerçek. Çağdaş
görecelikçe yıkılan ne varsa şu görülen
dünyada, ruh, onların eşdeğerlisini yaratacaktır. İlkin, karanlık ve iğrenç
şeylere giden yolun ötesini göremiyoruz, ama bu görüntüye katlanmayan insandan
ne ışık çıkar, ne güzellik.” (s.208)
“Mermi izi, hedefte son bulur; yaşam da, yöneldiği son
amaç olan ölümle bitmekte. Yükselişi, doruğuna varışı, bu amaca yani ölüme
varmak için basamak ve yollardır. Yaşamın yükselişinde bir amaç ve anlam
buluyoruz da, inişinde niye bulmuyoruz? İnsanın doğuşu anlamla dolu da, ölümü
niye değil?” (s.216)
“Psikolojik deneylerim defalarca bana göstermiştir ki,
psişeden çıkan bazı şeyler bilinçten çok daha tamdır. Çoğu zaman, bilinci
yaratamadığı, üstün bir analiz, anlayış veya bilgi bulundurur içinde. Bu gibi
olaylar için uygun bir terimimiz var: içgüdü. Bunu söylerken, sanki yerine
yerleşmiş bir şey varmış gibi, çoğu kimse hoş bir duygu duymaktadır. Ama hiçbir
zaman, bunlar, içgüdüyü kendi yapmadıklarının farkında değillerdir. Tersine,
hep size gelen bir şey vardır; bir fikir gelir aklınıza, kendi kendini
çıkarmıştır ortaya, siz ustaysanız ve çabuk davranırsanız onu
yakalayabilirsiniz.” (s.267)
“Bilinçlilik tam bir yansıma durumunda pek varolamaz.
Olsa olsa bir duygular yığını olur. Yansıtmaların ortadan kalkmasıyla bilinçli
bilgi yavaş yavaş gelişti. Tuhaftır ki, bilim, aslında dünyanın ruhanilikten çıkarılmasının
birinci evresi olan astronomi kanunlarının bulunuşuyla başlamıştır.” (s.299)
“Dinsel yaşantı salttır. Tartışmaya gelmez. Ancak bir
yaşantı duymadığınızı söyleyebilirsiniz, karşınızdaki de, kusura bakma be
duydum, diyecektir. Tartışmanız da orada bitecektir. Dünya dinsel yaşantı
üstünde ne düşünürse düşünsün, onu yaşayan, ona bir hayat, anlam ve güzellik
kaynağı sağlayan ve dünyaya ve insanlığa yeni bir görkem veren büyük bir
hazineye sahiptir, Pistis’e sahiptir, barış içindedir. Böyle bir hayat olmaz,
bu gibi yaşantı gerçek değildir, bu gibi bir pistis bir hayalden ibarettir
diyebilmek için ölçü nerede? Nitekim yaşamanız için yardım eden nihai şeyler
üstünde daha iyi bir gerçek var mı?” (s.306)
“Hindistan’da her şey sanki yüz binlerce defa yeniden
dünyaya gelmiş. Günümüzde, eşi olmayan birey dahi, çağlar boyunca defalarca
doğmuş. Dünyanın kendisi, geçmişte nice kez varolan dünyanın yenilenmesinden
başka bir şey değil. Hindistan’ın en büyük bireyi, eşsiz Guatama Buda’dan önce
bile nica Buda’lar gelmiş, gelecektir de. Tanrıların insan ya da hayvan
biçiminde yeryüzüne inmesinde şaşılacak bir şey yok. Bir şey ne kadar
değişirse, o kadar aynı kalır. Tarihe ne gerek var peki?” (s.361)
“Belli bir şey, başkalarına baktığınız ve kendi
psikolojinizi onlara yansıttığınız sürece, hiçbir zaman kendi kendinizle uyum
içinde olamazsınız. Bakışlarınızı kendi yüreğinize çevirebilirseniz ancak
görüşünüz aydınlanır. Dışta her şey çatışır durumdadır, ancak içerde bir uyum
içinde birleşebilir. Dışarı bakanlar düş görmektedirler, uyanıklar içeri
bakanlardır.” (s.384)
“Kişinin değeri hiçbir zaman başkalarına oranla ifade
olunamıyor, ancak kendi başına bir anlam taşıyor. Dolayısıyla özgüvenimizi veya
özbeğenimizi başka bir kişinin davranışına bağlı kılmamalıyız; o kişi bizi
insan olarak ne kadar etkisi altında bırakırsa bıraksın. Bize olanlar, doğru
anlaşılırsa, bizi kendimize döndürüyor; sanki bizi tüm bağlarımızdan ve
bağımlılıklarımızdan kurtarmak, bizi bize bağımlı kılmak isteyen bilinçdışı bir
kılavuz var. Bunun nedeni, başkalarının davranışına bağımlılığın çocukluk
çağımızdan gelen, onsuz edemeyeceğimizi sandığımız son kalıntısı olması.”
(s.390)
“Bilinçdışını seyre dalarsanız, paçanızı zor
kurtarırsınız; bilinçli gerçek dünyanızda ayağınızı basacağınız sağlam bir zemininiz
yoksa eğer, o bilinçdışı ejderi sizi yutuverir. Bu ne demektir, bilir misiniz!
Bilinçdışınıza bakmaya niyetliyseniz, bütün eleştirici gücünüzle bilincinize
sahip olmanız gerekir.” (s.392)
“Bilinçdışıyla uğraşmanın en iyi yolu yaratıcı yöntemdir.
Örneğin, bir hayal kurun ve eliniz altındaki bütün araçları seferber ederek,
işleyin onu. Sanki o hayal, siz kendinizmişsiniz gibi, ya da siz kendiniz onun
içindeymişsiniz gibi işleyin onu, içinde bulunup da kaçamadığınız gerçek
hayattaki durumlarda nasıl davranıyorsanız, öyle davranın. Böyle bir hayalden
üstesinden geleceğiniz bütün güçlükler, sizin kendi içinizdeki psikolojik
güçlüklerin simgesel ifadeleridir, hayalinizde bunlarla başedebiliyorsanız,
ruhunuzdakilerle de başedebiliyorsunuz demektir.” (s.393)
“Zamandışı ve mekândışı algılar mümkün, algılayan ruhun
kendi de aynı yapıda çünkü.” (s.393)
“Eninde sonunda, ancak bireyin kendi kazanabilir kendi
savaşını, başkası, onun yerine beceremez bunu.” (s.394)
“İnancın ne kadar öznel bir konu olduğunu düşündüğümü
Hristiyanlığın, hakkın tek ve en yüksek tecellisi olduğuna kesinlikle
inanmadığımdan çıkarabilirsiniz. Budizm’de olsun, başka dinlerde olsun en
azından Hristiyanlıktaki kadar hakikat var. Örneğin Yunan Ortodoks kilisesini
mi seçersin, İslamı mı deseler bana, İslamı seçerdim. Siz kendi inancınız
konusunda ne kadar böbürleniyorsanız, başkaları da kendi inançları konusunda o
kadar böbürleniyor. Bu durumda bütün tartışmalar din kavgalarından öteye
gitmiyor, gerçek bir tartışma olanaksızlaşıyor.” (s.395)
“İnsan hayatının cevabı, insan hayatının sınırları içinde
değildir.” (s.395)
“Ta başlangıçtan beri bir yazgı duygusu var içimde, sanki
yaşamım yazgıma çizilmiş de, o doğrultuda yürümek zorundayım.” (s.399)
“Mandalanın gerçekte ne olduğunun yavaş yavaş farkına
vardım: Biçimlenme, dönüşüm, sonrasız zihnin kendini sonsuzca yaratması. Özben
bu; yani kişliğin tamlığı. Her şey iyi gittiği sürece, uyum içindedir özben, ne
var ki düş kırıklığına gelemez.” (s.400)
“Tutkular cehenneminden geçmeyen, onları yenmiş olamaz.
Komşu eve yerleşen o tutkular, her an bir alevle evi tutuşturabilirler;
arkamızda bıraktıklarımız, unuttuklarımız, savsakladıklarımız, artan bir güçle
dönüp geri gelirler.” (s.401)
“Lao Tzu, her şey pırıl pırıl bir ben bulutla kaplıyım,
dediğinde; benim bu geçkin yaşımda duyduğumu dile getirmişti. Lao Tzu, değeri
ve değersizliği de görüp yaşamış, ömrünün sonunda kendi varlığına, sonsuzca
bilinmeyecek olan anlama dönmeyi isteyen birinin üstün nüfuz gücüne sahip,
insan örneği. Bu kişi örneği her zekâ düzeyinde görülebilir, ayırt edici
özellikleri aynıdır hep: Yaşlı bir köylü olabileceği gibi, Lao Tzu gibi bir
filozof da olabilir; yaşlılıktır bu, bir yere varmış olmaktır.” (s.402)
“Arketip: Ruhun kalıtımla geçen bir parçası gibidir,
betimlenemez; önceden bilinçdışında var olan kalıptır, biçimdir, her zaman, her
yerde kendiliğinden oluşur. İçgüdüsel yapısı yüzünden arketip, duygu yüklü
komplekslerin altında olup, onların özerkliğini paylaşır.” (s.403)