14 Nis 2015

Jean Paul Sartre - Yazınsal Denemeler

“Sıkıntı, toplumsal düzendir, kendini görebilen, işitebilen, kendine dokunabilen nesnelerin tekdüze bitip tükenmezliğidir.” (s.9)

“Roman bir aynadır: herkes söylüyor bunu. Peki nedir roman okumak? Aynanın içine atlamaktır sanırım.” (s.14)

“Sevdalar, kararlar, kendi üzerlerinde yuvarlanan kar toplarıdır. Biz olsa olsa ruh haliyle dış durum arasında bir tür yakışırlık bulabiliriz; renk ilintisine benzer bir şey.” (s.18)

“Yasakları hem yaratmakta, hem elimin tersiyle itmekteyim; benliğimin derinliklerinde, kendime karşı, yeniden devrimci olup çıkarım.” (s.21)

“Bizler ne robotuz ne de kaçık; daha da kötüsüyüz: özgürüz. Ya bütünüyle dışarıdayız ya bütünüyle içeride.” (s.23)

“Güzellik, üstü örtülü bir çelişkidir.” (s.24)

“Roman bir insan eliyle, insanlar için yazılır. Üstünde durmadan dış görünüşleri delip geçen Tanrı’nın gözünde ne roman vardır, ne sanat, çünkü sanat dış görünüşlere dayanır. Tanrı sanatçı değildir.” (s.45)

“İnsanın talihsizliği zamana bağlı bir varlık olmasındadır.” (s.51)

“İnsan elindekilerin toplamı değildir, henüz elinde bulunmayanların, ele geçirebileceklerinin bütünüdür. Peki böylesine geleceğin içinde yüzüyorsak, şimdiki zamanın biçimsiz kabalığı biraz olsun yumuşamıyor mu?” (s.59)

“Kendi varlığımızı bilmem hangi köşeye çekilmede bulup ortaya çıkaramayız: yolda, kentte, kalabalığın ortasında, nesneler arasında nesne, insanlar arasında insan olarak yakalayabiliriz.” (s.64)

“Yazar, kendinden bütünüyle sözederek anlatmalıdır dünyayı.” (s.115)

“Kadını öteden beri kendime eşit bir varlık saydım, bu varlığı aradım, benimle eş değerde ama bana sevisel, duygusal öğeler getirebilecek bir varlık.” (s.126)

“Geçliğimde ay ışığında elele dolaştığım kızı öbür erkeklerin tiksinç girişimlerinden koruduğumu düşlerdim. Derken koruma düşüncesi yavaş yavaş yok oldu. Yirmi yaşında bitmişti. Artık ay ışığında dolaşmayla kadını koruma arasında hiçbir ilinti kalmamıştı. Ayrıca ay ışığında dolaşmanın yerini de bütün kadınlarla erkekler arasında olup bitenler almıştı.” (s.127)

“Çirkinliğim, benliğimin derinliklerine işlemiyordu, çünkü daha o zamandan kendimi beğeniyordum, dolayısıyla çirkinliğim ikinci düzlemde kalıyordu. Güzel bir oğlan değildim,tamam, ama ikinci dereceden bir olguydu bu. Daha o zamandan ünlü bir yazar olmak istiyordum, bunun yanında güzelliğin lafı mı olurdu? Ünlü bir yazarın güzel ya da çirkin olmasına kimse aldırmaz. Bakın, bir daha söylüyorum, gerçekten ikinci düzlemde kalıyordu çirkinliğim. Güzel değildim,  o kadar.” (s.129)

“Sevda anı yalnızca ay ışığı ya da deniz kıyısı değildi, aynı zamanda benliğimin en derin köşesini keşfettiğim andı. Kadın da öyle. Cinsel etkinlik asal öğe değildi. İnsanı alıp sürüklüyordu elbet, ama asıl şu yumuşak sevgi köklü şeylere dönüşüyordu. İlle de cinsel etkinliğe bağlı bulunmayan, iki bireyin de kendi varlığı içinde  alabildiğine derinlemesine varolmasına izin veren şeydi bu.” (s.133)

“Simone de Beauvoir’la tanıştıktan sonra, bir insanla kurulabilecek en iyi ilişkiyi kurduğuma inandım. En eksiksiz ilişkiyi. Bunu derken yalnız cinsel yaşamdan, iki kişi arasında içli dışlılıktan söz etmiyorum, aynı zamanda konuşmaktan yaşamın önemli bir kararı üzerine tartışmaktan söz ediyorum. Dolayısıyla bu eksiksiz ilişki her türlü alışverişte köklü bir eşitlik gerektiriyordu. İki eşit bireydik. Başka türlüsü aklımızın köşesinden geçmiyordu. Bir erkek olarak bendeki her şeye sahip bir kadın bulmuştum, beni mutlak haremcilikten  işte bu kurtardı sanırım. Kadın, yaşamdaki gerçek yerini aldı.” (s.137)

“Zaman zaman belli bir bireysel yaşama savrulmayan, iki senden oluşmayan, gerçek bir biz yaratan, köklü bir ilinti. Bu “biz”e Simone de Beauvoir’la bütün ömrümce kavuştum.” (s.140)