“Sıkıntı, toplumsal düzendir, kendini görebilen,
işitebilen, kendine dokunabilen nesnelerin tekdüze bitip tükenmezliğidir.”
(s.9)
“Roman bir aynadır: herkes söylüyor bunu. Peki nedir
roman okumak? Aynanın içine atlamaktır sanırım.” (s.14)
“Sevdalar, kararlar, kendi üzerlerinde yuvarlanan kar
toplarıdır. Biz olsa olsa ruh haliyle dış durum arasında bir tür yakışırlık
bulabiliriz; renk ilintisine benzer bir şey.” (s.18)
“Yasakları hem yaratmakta, hem elimin tersiyle
itmekteyim; benliğimin derinliklerinde, kendime karşı, yeniden devrimci olup
çıkarım.” (s.21)
“Bizler ne robotuz ne de kaçık; daha da kötüsüyüz:
özgürüz. Ya bütünüyle dışarıdayız ya bütünüyle içeride.” (s.23)
“Güzellik, üstü örtülü bir çelişkidir.” (s.24)
“Roman bir insan eliyle, insanlar için yazılır. Üstünde
durmadan dış görünüşleri delip geçen Tanrı’nın gözünde ne roman vardır, ne
sanat, çünkü sanat dış görünüşlere dayanır. Tanrı sanatçı değildir.” (s.45)
“İnsanın talihsizliği zamana bağlı bir varlık
olmasındadır.” (s.51)
“İnsan elindekilerin toplamı değildir, henüz elinde
bulunmayanların, ele geçirebileceklerinin bütünüdür. Peki böylesine geleceğin
içinde yüzüyorsak, şimdiki zamanın biçimsiz kabalığı biraz olsun yumuşamıyor
mu?” (s.59)
“Kendi varlığımızı bilmem hangi köşeye çekilmede bulup
ortaya çıkaramayız: yolda, kentte, kalabalığın ortasında, nesneler arasında
nesne, insanlar arasında insan olarak yakalayabiliriz.” (s.64)
“Yazar, kendinden bütünüyle sözederek anlatmalıdır
dünyayı.” (s.115)
“Kadını öteden beri kendime eşit bir varlık saydım, bu
varlığı aradım, benimle eş değerde ama bana sevisel, duygusal öğeler
getirebilecek bir varlık.” (s.126)
“Geçliğimde ay ışığında elele dolaştığım kızı öbür
erkeklerin tiksinç girişimlerinden koruduğumu düşlerdim. Derken koruma
düşüncesi yavaş yavaş yok oldu. Yirmi yaşında bitmişti. Artık ay ışığında
dolaşmayla kadını koruma arasında hiçbir ilinti kalmamıştı. Ayrıca ay ışığında
dolaşmanın yerini de bütün kadınlarla erkekler arasında olup bitenler almıştı.”
(s.127)
“Çirkinliğim, benliğimin derinliklerine işlemiyordu,
çünkü daha o zamandan kendimi beğeniyordum, dolayısıyla çirkinliğim ikinci
düzlemde kalıyordu. Güzel bir oğlan değildim,tamam, ama ikinci dereceden bir
olguydu bu. Daha o zamandan ünlü bir yazar olmak istiyordum, bunun yanında güzelliğin
lafı mı olurdu? Ünlü bir yazarın güzel ya da çirkin olmasına kimse aldırmaz.
Bakın, bir daha söylüyorum, gerçekten ikinci düzlemde kalıyordu çirkinliğim.
Güzel değildim, o kadar.” (s.129)
“Sevda anı yalnızca ay ışığı ya da deniz kıyısı değildi,
aynı zamanda benliğimin en derin köşesini keşfettiğim andı. Kadın da öyle.
Cinsel etkinlik asal öğe değildi. İnsanı alıp sürüklüyordu elbet, ama asıl şu
yumuşak sevgi köklü şeylere dönüşüyordu. İlle de cinsel etkinliğe bağlı
bulunmayan, iki bireyin de kendi varlığı içinde
alabildiğine derinlemesine varolmasına izin veren şeydi bu.” (s.133)
“Simone de Beauvoir’la tanıştıktan sonra, bir insanla
kurulabilecek en iyi ilişkiyi kurduğuma inandım. En eksiksiz ilişkiyi. Bunu
derken yalnız cinsel yaşamdan, iki kişi arasında içli dışlılıktan söz
etmiyorum, aynı zamanda konuşmaktan yaşamın önemli bir kararı üzerine
tartışmaktan söz ediyorum. Dolayısıyla bu eksiksiz ilişki her türlü alışverişte
köklü bir eşitlik gerektiriyordu. İki eşit bireydik. Başka türlüsü aklımızın
köşesinden geçmiyordu. Bir erkek olarak bendeki her şeye sahip bir kadın
bulmuştum, beni mutlak haremcilikten
işte bu kurtardı sanırım. Kadın, yaşamdaki gerçek yerini aldı.” (s.137)
“Zaman zaman belli bir bireysel yaşama savrulmayan, iki
senden oluşmayan, gerçek bir biz yaratan, köklü bir ilinti. Bu “biz”e Simone de
Beauvoir’la bütün ömrümce kavuştum.” (s.140)