8 Mar 2012

Simone de Beauvoir - Kadın İkinci Cins


“Kadın, toplumsal açıdan üretime daha çok katılıp ev işleriyle daha az uğraştığı zaman özgürlüğe kavuşacaktır. Buysa, ancak kadının çalışmasını geniş ölçüde kabul etmekle kalmayıp zorunlu kılan çağdaş büyük sanayi içerisinde gerçekleşebilmektedir.” (s.58)

“Bütün dünya toplumcu olduğu gün, yeryüzünde kadın-erkek diye bir şey kalmayacak, yalnız eşit haklara sahip emekçiler bulunacaktır.” (s.58)

“Kadın da varolan bir varlıktır. Özünde aşkınlık vardır ve hep aynı şeyi tekrarlamayı değil, başka bir geleceğe doğru kendi varlığını aşmayı tasarlar.” (s.61)

“Evlilik karşılıklı bağlılığı gerektiren bir kurum gibi gözüküyorsa da, aslında kadının tam anlamıyla kocanın boyunduruğuna girdiği açıktır. Korkunç derecede kadın düşmanı olan Yahudi geleneği Saint Paul aracılığıyla hortlamıştır. Saint Paul kadınlara silik kişiliği ve ağırbaşlılığı öğütler. Gerek Tevrat’a gerek İncil’e dayanarak kadının erkeğe bağlı olması ilkesini koyar:”Erkek kadından değil, kadın erkekten doğmuştur, erkek kadın için değil, kadın erkek için yaratılmıştır” der.” (s.93)

“Evli kadın alıp bir tahta oturtmayı bilmemiz gereken bir köledir der Balzac. Önemsiz durumlarda erkeğin kenara çekilmesi, kadını öne alması herkesçe kabul edilmiştir. İlkel toplumlardaki gibi yük taşıtacak yerde, onları bütün güç işlerden ve kaygılardan kurtarmak için yarış edilmektedir, böylece sorumlulukları da ellerinden alınmış olmaktadır. Kandırılacakları, yaşama koşullarının kolaylığına kapılıp kendilerine verilmek istenen analık ve ev kadınlığı rolünü benimseyecekleri umulmaktadır.”

“Uzun süre egemen olan kraliçe sayısı, kral sayısından epey yüksektir. Dinde aynı değişimi yapar: Catherine de Sienne, Sainte Therese, ermiş kişilerin bedensel durumunun çok çok ötesindedirler; yüzer yıla yaklaşan gizemsel yaşamları, eylemleri ve yazıları, pek az erkeğin ulaştığı düzeydedir. Buna bakarak, kadınların yeryüzünde başarısızlığa uğramış olmalarının, kadınlık yazgısı içine hapsedilmekten geldiği sonucuna varmak hakkımızdır.” (s.141)

“Kadın eyleme girişmediği için düşünce ve sanat alanlarında ayrıcalıklı bir yere sahiptir; oysa düşünce ve sanatın en canlı kaynakları eylemdedir. Dünyayı yeniden yaratmak isteyen kişi için, onun dışında kalmak pek de iyi bir durum değildir. Burada da eldeki verinin ötesine geçebilmek için, önce onun dört bir yanına kök salmış olmak gerekir. Topluluk olarak öbürlerinden aşağı tutulan insan kategoryaları içinde kişisel alanda kendini bütünlemek hemen hemen olanaksızdır. Bu daracık eteklerle nereye gidelim istiyorsunuz diye soruyordu Marie Bashkirtseff. Stendhal’de, kadın olarak doğan bütün üstün yetenekler, halkın yararı uğruna harcanıp gitmiştir der. Aslını ararsanız insan üstün yetenekli doğmaz, sonradan olur. Kadının içinde bulunduğu durumsa, bu oluşu şimdiye dek engellemiştir.” (s.143)

“Analar babalar kızların kişisel gelişmesini kolaylaştıracak yerde, onu evliliğe hazırlamaktadırlar. Genç kız da bu evlilikte öyle büyük üstünlükler görür ki, bir an önce evlendirilmeyi bekler; dolayısıyla erkek kardeşlerinden daha bilgisiz, daha zayıf yetiştirilmiş olur, kendini bütünüyle uğraşına veremez, dolayısıyla hep geri kalır, böylece kısırdöngü tamamlanır, çalışma yaşamındaki geriliği, koca arama arzusu kamçılar. Her nimetin bir külfeti vardır. Külfetler çok ağırsa, nimetler kölelik olmaya başlar.” (s.148)

“Her insanı içkinlikten kurtaran, varlığının doğrusunu tamamlamasına, kendini aşkınlık, nesneye dönük bir kaçış, bir tasarı biçiminde ortaya koymasına izin veren şey, öbür insanların varlığıdır. Ama özgürlüğünü doğrulayan bu yabancı özgürlük, aynı zamanda çatışmaya girer onunla, bu mutsuz bilincin tragedyasıdır. Her bilinç, kendini en yüce bilinç diye kabul ettirmek ister. Her bilin. Karşısındakini köleleştirerek, kendini bütünlemeye çalışır. Her bireyin kendi varlığını, karşısındaki varlıkta özgürlük içinde tanımasıyla, karşılıklı bir hareketle, kendini ve öteki varlığı hem nesne, hem özne olarak ortaya koymasıyla bu dram aşılabilir.” (s.153)

“Kadın erkeğin gereksiz bir yinelenmesi değil, erkekle doğanın canlı birleşmesinin gerçekleştiği büyülü yerdir. Kadın yok olduğu an, erkekler buz gibi bir dünyada geçiş belgesiz, yapayalnız yabancılar olarak kalıverirler. Kadın, yaşamın doruğuna çıkarılmış topraktır. Neşeli ve duyarlı toprak-anadır. Onsuz yeryüzü sessiz ve ölüdür. (Michel Carrouges)” (s.154)

“”Kadın olmak der Kierkegaard, öylesine garip, karışık, karmaşık bir şeydir ki, hiçbir yüklem onu tek başına anlatamadığı gibi, kullanılacak çeşitli yüklemler bir tek kadının kaldıramayacağı kadar çelişir.” Buysa kadının olumlu bir biçimde yani kendisi için varolam varlığına göre değil de, olumsuz bir biçimde yani erkeğe gözüktüğü gibi ele alınmasındandır.” (s.158)

“İnsan kadın doğmaz, sonradan olur. İnsan dişisinin toplum içerisindeki görünüşünü belirleyen biyolojik, ruhsal ve iktisadi bir yazgı yoktur, erkekle kadınsı erkek denilen iğdiş edilmiş cins arasındaki bu ürünü yaratan uygarlığın tümüdür. Ancak başkasının araya girişi bir bireyi öteki varlık haline getirebilir. Kendisi için varolan çocuk, ayrı bir cinsten olduğunu yakalayamaz.” (s.231)

“Kendini beğenmişliğinin içinde de utanç duygusu vardır. Erkeklerin bakışları hem gururunu okşar, hem de yaralar; ortaya koyduğu kadarıyla görülmek isterdi: gözlerse hep delicidir.” (s.329)

“Hiçbir şey bir bakıştan daha iki anlamlı olamaz; bizden uzaktır ve bu uzaklıktan ötürü, saygılı gözükür: oysa sinsice el koyar algıladığı imgeye.” (s.330)

“Seven kadın, ne bir ölüdür, ne de uyuyan bir kadın. Onda hiç durmadan sönen, sonra yenilenen bir atılım vardır. Arzunun devamını sağlayan, büyülenmeyi yaratan, işte bu sönen atılımdır.” (s.363)

“Aşkta, ruhu bir yana bırakılırsa kadın, içindeki gizi ancak çalmasını bilen söyleyen bir lir’dir.(Balzac)” (s.373)