“Rogers insanların, kendilerini kabullenen bir ilişkiye
ihtiyaç duyduklarına inanıyordu. Rogers yanlısı terapistler empatiyi ve
“koşulsuz olumsuz bakış”ı kullanırlar. Rogers ana hipotezini tek bir cümleyle
şöyle ifade ediyordu: Eğer ben belli bir ilişki türünü mümkün kılarsam,
karşımdaki de kendi içinde o ilişkiyi gelişme amaçlı kullanma kapasitesini
keşfederek değişecek ve kişisel gelişim gerçekleşecektir.
Gelişme ile Rogers’ın kast ettiği, kendine değer verme,
esneklik, kendine ve başkalarına saygı duyma yönünde ilerlemekti. Rogers’a göre
insan “arzularında iflah olmaz bir şekilde sosyalleşmiş” bir varlıktı. Ya da
Rogers’ın tekrar tekrar söylediği gibi, insan her açıdan tam insan olduğu zaman
güvenilecek insan olurdu.” (s.8)
“Yaşamın amacı nedir sorusuna Rogers, Kierkegaard’tan
aldığı “ İnsanın gerçekten de olması gerektiği kişi olması” ifadesiyle cevap
verir.” (s.10)
“İnsanlar kabul edilmek ister ve kabul edildiklerine
“kendilerini gerçekleştirme” yönünde ilerleme kaydetmeye başlar.” (s.11)
“Kendimi, kendimi kabullenerek dinlediğimde ve kendim
olabildiğimde daha başarılı oluyorum.” (44)
“Kendimi olduğum gibi kabul ettiğim zaman değişiyorum.
Bunu hem hastalarımdan hem de kendi deneyimlerimden öğrendiğimi sanıyorum. Ne
olduğumuzu adam akıllı kabul edilnceye dek değişemeyiz, olduğumuzdan öteye
gidemeyiz. Değişim ise, kabul etmenin ardından hiç fark ettirmeden geliveriyor.
Kendim olmam sonucu gelişen bir diğer sonuç ise ilişkilerin gerçek ilişkiler
haline gelmesi. Gerçek ilişkiler hayat ve anlam dolu olmanın heyecan veren bir
şeklidir.” (s.45)
“Her insan kendinden menkul bir adadır, hem de en gerçek
anlamıyla ve ancak kendisi olmayı isterse ve kendisi olmaya izin verirse diğer
adalarla kendisi arasında bir köprü kurabilir. Dolayısıyla, bir başka kişiyi kabul
edebildiğim zaman, yani onun gerçek ve hayati bir parçası olan duygularını,
tavırlarını ve inançlarını kabul edebildiğim zaman onun bir kişi olmasına
yardımcı olabilirim: Ve işte bu, benim için çok değerli.” (s.50)
“Kendimdeki ve başka insanlardaki gerçekliklere kendimi
ne kadar çok açabilirsem, bir şeyleri düzeltme telaşına o kadar az kapılıyorum.
Kendimi dinlemeye ve içimde olan biteni yaşamaya ne kadar çok çalışırsam ve
aynı dinleme tavrını bir başkası için de ne kadar uygulayabilirsem, yaşamın
karmaşıklığına o kadar çok saygı duyuyorum. Böylece bir şeyleri düzeltme, hedef
koyma, insanları kalıplara sokma, yönlendirme ve kendi istediğim yola sokma
arzusunu o kadar az hissediyorum.” (s.50)
“Yaşam, en iyi durumunda bile, akıp giden ve içinde
hiçbir şeyin sabit kalmadığı bir değişim sürecidir.” (s.58)
“Martin Buber’in “ötekini onaylamak” şeklinde bir ifadesi
vardır; bu ifade benim için çok anlamlıdır. Der ki, “Onaylamak demek, ötekinin
tüm potansiyelini kabul etmek demektir. Onun kendi içinde olduğu kişiyi
tanıyabilir, içindeki kişiyi bilebilirim. Olma sürecine girmek üzere yaratılan
kişiyi… Artık gelişebilecek, evrilebilecek bu potansiyel çerçevesinde, kendi
içimde ve daha sonra da onun içinde onu onaylayabilirim.” (s.97)
T: Kaçıp gidiveren bir duygu ve pek sık da gelmiyor, ama tüm benliğinizle son derece kaotik bir dünyada iş gördüğünüzü ve hissettiğinizi düşündüğünüz zamanlar oluyor.
H: Evet, öyle. Yani tam anlamıyla sağlıklı insanlar olmaktan ne kadar uzaklaştığımızı, bunun ne denli uzağına düştüğümüzü gerçekten biliyorum.” (s.141)
“Kierkegaard en yaygın umutsuzluğun, kişinin kendisi
olmayı seçmemesinde ya da kendisi olmaya razı olmamasında yattığına dikkat
çeker ve en ağır umutsuzluk biçimi “kendisinden başka biri olma”yı seçmekte
yaşanan umutsuzluk olduğunu söyler. Oysa “gerçekten kendisi olan o benliği
seçmek istemesi umutsuzluğun karşıtıdır” ve bu seçim insanın en anlamlı
sorumluluğudur.” (s.170)
“Kişi haline gelme sürecinde açıkça görülen eğilimlerden
bir diğeri de, seçimlerin ve kararların ya da değerlendirici yargıların kaynağı
veya merkezine ilişkindir. Birey gitgide daha yoğun bir şekilde değerlendirme
merkezinin, kendi içinde olduğunu görmeye başlar. Onaylanıp onaylanmadığı
konusunda, yaşam standartlarında, karar ve seçimlerinde kendi dışındaki
insanların görüşleri daha az önem taşır. Seçimin tamamen kendi içinde
yapıldığını, asıl meselenin “Beni derinden tatmin edeni, beni gerçekten ifade
eden bir şekilde mi yaşıyorum?” sorusu olduğunu anlamaya başlar. Bence yaratıcı
bireyin en önemli sorusu da budur.” (s.183)
“Kendi benliğine sadık ol.” Shakespeare (s.251)
“Maslow, kendilerini gerçekleştiren insanlar olarak
adlandırdığı çalışmasında da aynı özelliklere dikkat çekmiştir. Bu insanlardan
söz ederken şöyle der: Gerçekliğe rahatça nüfuz etmeleri, hayvanlarda ya da
çocuklarda olduğu gibi bir kabul edişe ve anında hissetmeye yakın durmaları, bu
insanların kendi dürtülerine, kendi arzularına, görüşlerine ve öznel
tepkilerine karşı genelde üstün bir farkındalığa sahip olduklarına işaret eder.
Kendilerini gerçekleştiren insanlar, yaşamın temel özelliklerini bazen
hayranlık, bazen zevk, bazen hayret hatta coşku içinde tekrar tekrar, taptaze
ve safça yaşama gibi muhteşem bir kapasiteye sahiptirler; başkalarına göre
bunlar bayat deneyimler olsa bile.” (s.257)
“İyi hayat, deneyimlerim sonucu geldiğim noktaya göre, içeriye doğru istediği yönde hareket etme özgürlüğü olan insan organizmasının seçtiği yöndeki hareket süreci ve seçilen bu yönün sahip olduğu bazı genelgeçer niteliklerdir.” (s.274)