1 Nis 2023

Marion Milner - Kendine Ait Bir Hayat

“Dünya öyle muhteşem ki onu kavramak, ona katılmak, onu kucaklamak, her parçamın onunla titreştiğini hissetmek istiyorum.” (s.21)

“Belki de insan ne zaman gerçekten mutlu olduğunu bilirse hayatı için gerekli şeyleri de bilebilirdi.” (s.25)

“Kamusal gerçeklik, herkesin dış dünyanın ne olduğuna dair vardığı fikir birliği, bana benim için neyin önemli olduğunu ya da kendi varlığımın kanunlarına uygun yaşamak için neler yapmam gerektiğini söylemeyi başaramıyordu. Acaba görmezden gelemeyeceğim mahrem bir gerçeklik, bilmekten ziyade hissetmekle ilintili bir gerçeklik olamaz mıydı?” (s.28)

“Bu ruh ya da içimizdeki can dışımızdaki hayatla tümüyle alakasız. İnsan cesaretini toplayıp da ona ne düşündüğünü sorabildiğinde hep diğer insanların söylediklerinin aksini söylüyor… Gerçekten de dünyanın en tuhaf mahluku bu: kahramanlıktan uzak, rüzgargülü gibi değişken, mahcup, küstah, iffetli, şehvetli, geveze, suskun, çalışkan, çabuk yorulan, becerikli, sakar, melankolik, iç açıcı, yalancı, dürüst, bilgili, cahil, cömert, cimri ve müsrif – kısacası, öyle karmaşık, öyle belirsiz, toplum içinde onun hamaliyesini üstlenen versiyonuyla öyle alakasız ki insan bütün hayatını onu anlamaya çalışmakla geçirebilir.” (s.29)

“Belki de bu geçen günlerin bana tatminkâr gelmemesinin, düşte gibi olmasının sebebi mutluluk konusunda çok açgözlü olmam, bana daha önce mutluluk vermiş şeylere ya da fazla gayret gerektirmeyen şeylere kaymamdı. Tatillerin bazen mutsuz geçmesi belki bu yüzdendir: Doğrudan mutluluk avına çıktığın için onu kaybedersin.” (s.33)

“Kendi içimde öyle büyük bir ahenk olsun ki başkalarını da düşünebileyim.” (s.35)

“Onlara göre en önemli şey olaylar, nereye gitmişsin, ne yapmışsın, neler olmuş, nasıl iyi zaman geçirmişsin. Ama bence asıl önemli olan bunlar değil, arada geçen zaman hiçbir şeyin olmadığı uzun günler, rasgele anlar, mesela bir mektubu açtığın ya da bir lokantada tek başına oturduğun veya bir yabancıyla paylaştığın an… Muhtemelen asıl önemli olan şey, aradığın şey, bitkilerin kökleri gibi gizli ve bilginin boşluklarında meydana gelen şey.” (s.40)

“Gerçeklik bu kadar muhteşemken idealizmin ne kadar berbat bir şey olduğunu düşündüm.” (s.42)

“Eskiden hayatın neye hizmet ettiğini anlamak için kafa yorardım – şimdi yaşıyor olmak yeterli bir sebep gibi geliyor.

Ne istiyorum – 

Zaman, bazı şeylerin resmini yapmak ve düşünerek değil hissederek yakından incelemek, şeylerin derinine inmek için boş zaman.

Kahkaha istiyorum, verdiği tatmini, dengeyi ve geniş emniyet duygusunu.

Oyun oynama fırsatları bulmak istiyorum, bazı şeyleri gelişim maksadıyla değil sadece keyif için yapmak.

Büyüyen şeylerin kanunlarını sabırla anlamak. Bunlara hiç vaktim olmadığını hissediyorum çünkü kalabalığa kapılmış sürükleniyorum, günlerimi para kazanmak ve arkadaşlarımla koşturmakla geçiriyorum – pinpon topu gibi.” (s.45)

“Ona verecek şeylerim olduğunu düşünüyorum. Onun uyum sağlamasına, enerjisini dengeli kullanmasına, heyecanını kaybetmeden biraz daha temkinli olmasına yardımcı olabilirim. Bazen böbürlendiğinde sinirleniyorum – tıpkı insanlar hastalandığında sinirlendiğim gibi – ama ona söylersem benim istediğim şekilde değişeceğini düşünüyorum. Ama ben de onun – onca basiretine rağmen bazen körlemesine de olsa – neyi ne maksatla yaptığını anlamayı öğrenebilirim. Zaman zaman onun büyümesine çözülemeyecek şekilde bağlandığımı hissediyorum bu aralar. Onca kalabalığın arasında birbirimizi yol arkadaşı olarak seçtiğimizi çünkü her ikimizin de birbirimiz için nihai amaç olmadığımızı hissediyorum. İkimiz de bir şeylerin peşindeyiz (kim bilir ne) ve içgüdüsel olarak erişmekte birbirimize yardım edebileceğimizi hissediyoruz. İlişkinin ikimizin de kişiliklerine mümkün olan en büyük özgürlüğü tanımasını isterdim.” (s.46)

“21 Eylül, gece 12. Tek başına yattığım son gece. İnsanın sevdiği birinin olması “çocukça şeyleri kenara atmasını” sağlıyor. Yine de birlikte biraz daha çocuksu olabilmeyi umuyorum, kaygıların ve ağır gerekliliklerin yükünü daha az hissetmeyi. Her şey kaçınılmaz gibi geliyor – kıştan sonra bahar gelmesi gibi. Oyuklarında eşleriyle duran küçük, tüylü hayvanları düşünüyorum. Giysilerim, bavullarım, soyadımın değişmesi nasıl da önemsiz.” (s.46)

“Bu sabah ilk olarak yeni bir güç hissettim, engin bir sükunetle sarmalama ve koruma gücü – içimde bir hayat denizi var.” (s.47)

“Makinelerin değil büyüyen şeylerin arasında yaşamak istiyorum. Güneşle, yağmurla, rüzgârla, temiz havayla, mevsimlerin döngüsüyle düzenli bir tempoda yaşamak istiyorum. Tanımayı ve anlamayı öğreneceğim, utanmadan, şüphe etmeden konuşabileceğim bir iki arkadaş istiyorum.

Kitap yazmak, basıldıklarını, ciltlendiklerini görmek istiyorum.

İnsan davranışı denen bu keşmekeşe dair daha net fikirlere sahip olmak istiyorum.

Çevremi basitleştirmek, böylece titreşen irademi istediğim doğrultuda tutabilmek istiyorum. Kalabalığın yönlendirmelerine tepki olarak oraya buraya savrulmak, hiç direnç  gösterememek istemiyorum.” (s.48)

“Deli kendi düşüncesindeki gerçekliği, asıl gerçekliğe tercih eder. Asla taviz vermez, onun için “ya hep ya hiç”tir. Yine de tümüyle haksız değildir. Çünkü kuşkusuz düşüncenin de kendi gerçekliği vardır – ama sadece bir hakikat üzerine kurulduğunda.” (s.46)

“Ne istediğimi hala düşünerek bulmaya çalıştığım anlaşılıyor, ancak düşünmeyi bıraktığımda gerçekten ne istediğimi anlayabileceğimi henüz keşfetmemişim.” (s.49)

“Gerçekleri ortaya çıkarmaya çalıştıkça kendi zihnimin pek de bilmediğim bir şey olduğuna iyice ikna oldum. Bu yüzden de en acil ihtiyacın, zihnimin alışkanlıklarına biraz daha aşinalık kazanmak olduğuna karar verdim. Anlamam gereken şey genelde zihin değil de kendi zihnim olduğundan, kitaplara başvurmak yerine düşüncelerimi yönlendirmeye çalışmadan serbestçe yazdığımda ne olduğunu gözlemlemeye başladım.

Günlüğe başlamadan önceki zamanlardan kalma bolca malzeme vardı elimde; endişeden ve sıkıntıdan kaçmak istediğimde düşüncelerimi bir yerlere çiziktirirdim.” (s.51)”

“Belki insanın aklının ucundan bile geçmeyecek fikirlere sahip ikinci bir zihni daha vardır.” (s.61)

“Belli ruh hallerinde en basit şeyler, mesela küvetteki suyun üzerine vuran elektrik ışığı bile bana yoğun bir keyif veriyordu, halbuki başka zamanlarda, sevdiğim müzikten, bir bahar gününden ya da arkadaşlarımla birlikte olmaktan hiçbir tatmin duymayacak kadar kör, tepkisiz ve kapalı oluyordum. Bu yüzden de bu ruh hallerinin neden kaynaklandığını bulmaya niyetlendim. Kendim kontrol edebilir miydim? Bazen benim istemli bir hareketimden etkileniyorlardı sanki. Özellikle bir şeyleri yazıya dökmenin yarattığı etki bana çarpıcı gelmişti.” (s.63)

“Çok çeşitli algılama yolları olduğunu keşfetmeye başladım ve bunlar, zihnin içsel bir jesti olarak tanımlayabileceğim bir şeyle kontrol edilebiliyordu. Öz farkındalık, insanın Ben-liğinin çekirdeği olduğundan merkezi bir ilgi alanı oluşturuyordu sanki. İstendiği takdirde bu varlık çekirdeğinin yerinin değiştirilebileceğini keşfetmiştim.” (s.64)

“Bir keresinde trende gece yolculuğu yaparken gün boyu edinilmiş izlenimlerin zihnimde itişip duran kalabalığı yüzünden bir türlü uyuyamamıştım, tesadüfen kalbimde “kendimi hissettim” ve bir anda zihnim öyle yatıştı ki birkaç dakika içinde huzurlu bir uykuya daldım. Ama yirmi beş yıl boyunca farkındalığın içeride bu şekilde yerleştirilebileceğini keşfetmeden yaşamış olduğum fikri beni şaşırtmıştı.” (s.64)

“Gündelik hayatta kendi bedenimin dışına çıkmaya ve başka insanlarla aynı duyguları hissetmeyi öğrenmeye can atıyor, ama nereden başlayacağımı bilemiyordum. Sonra müzikteki hilemi hatırladım ve “kendimi dışarı koymayı”, odadaki sandalyelerden birine oturmayı deneyerek işe başladım (odada tek başıma olduğumdan başlangıç için bir sandalyenin yeteceğini düşünmüştüm). Sandalye hemen farklı bir gerçeklik kazandı, oranlarını hissettim ve şeklini sevip sevmediğimi hemen söyleyebildim. Daha sonra bakmanın sırrının bu olabileceğini ve insanın istediği şeyleri öğrenmesi için uygulanabileceğini düşündüm. Normalde dışarıdaki şeylere kafamdan bakardım, sanki kafam kendimi içine kapadığım ve pencerelerinden dışarı bakıp olan biteni seyrettiğim bir kuleydi. Şimdi istediğim zaman dışarı çıkabileceğimi, aşağı inebileceğimi ve olan bitenin bir parçası olabileceğimi keşfediyordum, böylece kulenin mesafeli yüksekliğinden göremediğim bazı şeyleri deneyimleyebilecektim… Böyle yeni bir olasılığı keşfettikten sonra bazı şeylere bakmak için sürekli aşağı indiğim düşünülebilir. Halbuki his değil düşünce talep eden günlük bir işin baskısıyla bu yeni özgürlüğü adeta unuttum, aynı zamanda sanırım bu özgürlükten ve kulemin güvenliğini sık sık terk etmekten korkuyordum.

Bu yöntemlerle algılama gücümün, doğrudan bakmaya ya da dinlemeye çalışarak değil bu özel içsel jestle değiştirilebileceğini anlamaya başladım.

Sonra sadece algılamanın değil eylemenin de aynı şekilde kontrol edilebileceğini tahmin etmeye başladım.” (s.66)

“Dünyaya karşı genel tavrımın bir nevi büzüşme olduğunu gördüm, sert bir dokunuşla rahatsız olan denizşakayığı gibi, kendi yaptığı koruyucu duvarların arasında kapalı kalmış amipler gibi. Bir şeyi algılamak istediğimde duyargalarımı sürekli açık tutabileceğim o emniyet halini daha öğrenmem gerekiyordu.” (s.68)

“Bir gün bir geminin güvertesinde, denizin ortasında, hafif bir rüzgar eşliğinde tek başına oturuyordum. Huzursuz ve mutsuzdum; kışın, şehirde, karanlık günlerde çok özlemini çektiğim bir şeyin keyfini çıkaramadığım için sıkıntılıydım. Hep istediğim şeye, güneşe, boş zamana ve denize kavuştuğum için mutlu olmam gerektiğini biliyordum. Birden düşünmeye çalıştığımı fark ettim; ancak bir şeyler düşünebilirsem mutlu olabileceğime inanmış gibiydim. O anda çözmem gereken özel bir sorun yoktu, sadece insanın düşünceleri, fikirleri, gördüğü ve duyduğu şeyler hakkında söyleyecek ilginç şeyleri olması gerektiğine dair bir his vardı.

Tabii insanın düşünmesi gerektiğine dair bu fikrin farkına vardığım anda ne kadar salakça olduğunu anladım ve bir şeyler yapmaya çalışmayı bıraktım, kendimi koyverdim. O anda güneşin vurduğu iplerin beyazlığı deniz fonu önünde gözümü aldı ve öylece oturup etrafa bakmaktan büyük memnuniyet duymaya başladım.” (s.69)

“Benliğimin ihtiyacı dengeydi, güneş ama çok fazla değil, yağmur ama sürekli değil. Beden nasıl belli bir tür gıdayla doyuyorsa, benlik de belli bir tür deneyimle kolayca doyuyordu ve kendine has bir bilgeliği vardı, tek eksik benim bunu yorumlamayı öğrenmemdi.” (s.79)

“Tavırlarımı değiştirmek istiyorum; sürekli bir şeyin peşinde koşmak ama bunun ne olduğunu bilmemek beni huzursuz ediyor. Bazı insanları, özellikle sanatçıları kıskanıyorum. Oyun tavrı edinmek istiyorum. Bundan kastım, yaparken alınan zevk dışında bir şeye hizmet etmeyen bir edime konsantre olmak. Bunu neden istiyorum? Tam sebebini bilmiyorum, sadece çok cazip geliyor. Belki de insanı ruhunu kurtarma uğraşından azat ediyordur. Ruhunu kurtarmak isteyen ben, yitirmek istiyorum. Oyun benim için özgürlük demek – korkulardan özgür olmak. Ruhun haysiyetinin bir ifadesi, hiçbir gerekçelendirme bağının kölesi değil.” (s.80)

“İrademi sürekli sonsuz hedefler peşinde koşmaya zorladığımı, bu hedeflerin de beni asıl istediğim şeye ulaşmaktan alıkoyduğunu anlamıştım. Buna ulaşmayı neden böyle umutsuzca arzuladığımı bilemiyordum ama en azından en büyük ihtiyacımın – bir cesaret edebilsem – kendimi bırakmak ve başarı kazanma dürtüsünden kurtulmak olduğunu tahmin etmeye başlamıştım. Bütün bu hedefleri bıraksam, daha temel bir amacın, kendi kendime yüklediğim şahsi hırsların değil kendi mizacımın özünden çıkan bir şeyin farkına varabileceğimi de seziyordum. İnsanlar “Ne pahasına olursa olsun kendin ol” diyorlardı. Ama insanın kendisinin ne olduğunu bilmesinin o kadar da kolay olmadığını anlamıştım. Başka insanların istediği şeyleri istemek, sonra da bunun kendi tercihin olduğunu zannetmek çok daha kolaydı.” (s.86)

“Gayretini, geriye hiçbir şey kalmayana kadar sürekli baltalıyor musun? Eylemsizlikle etkilenemeyecek hiçbir şey yoktur.” Lao Tzu (s.87)

“Düşüncemi ne itmeli ne de sürüklenmeye bırakmalıydım. İçsel bir jest yaparak geri  çekilmeli ve seyretmeliydim, çünkü irademin, düşünce kalabalığına polislik yaptığı bir durumdu bu, görevi orada durup yolun gelip geçenler için açık kalmasını sağlamaktı. Neden kimse bana iradenin işlevinin geride durmak, beklemek, itmemek olduğunu söylememişti?” (s.92)

“Düşüncemin saçaklarında, her dakika belli belirsiz şekiller bulunur ve ben onlara baktığımda netleşirler. Elinde fener tutan bir polis memuru gibi farkındalığımın aydınlık dairesini istediğim yere yöneltebilirim.” (s.95)

“Bir keresinde bezgin, kendimden bıkmış, Akdeniz’e bakan bir yarın üzerinde yatarken, “Hiçbir şey istemiyorum” demiştim ve anında manzara kartpostal çiğliğinden sıyrılmış, yaradılışın ilk gününden kalma bir ışıkla parlamıştı, yol kenarındaki tuzlu otlar bile.” (s.96)

“Kendimi gözlemliyorum ki başkalarını tanıyayım.” Lao Tzu (s.109)

“Kendime iki kural belirledim:

1.       İnsanın içini karartan herhangi bir kaygı ya da dargınlık yükü asla göründüğü şey değildir. Ne zaman üzerimde bir bulut gibi asılı dursa ve dağılmayı reddetse bilmeliyim ki körü düşünce alanından geliyor ve beni asıl kaygılandıran şey benden gizleniyordur.

2.       Hem kendinde hem de başkalarında bu tür duygular üzerine akıl yürütmek boşunadır.

      Saplantılı korkular ya da kaygılar karşısında fikir yürütmenin neden işe yaramadığını anlamaya başlamıştım çünkü kaynakları aklın ve sağduyunun kapsama alanı dışındaydı. Zihin ıssızlıklarında, bir şeyin hem kendisi hem de başka bir şey olabildiği yerlerde gelişiyorlardı ve onlarla başa çıkmanın tek yolu makul olmaya dair bütün teşebbüsleri bırakıp düşüncelere hürriyet tanımaktı.” (s.124)

“Nasıl istirahat edeceğini bilmişsen, şehirler, imparatorluklar fethetmişlerden daha fazlasını başarmışsındır.” (s.147)

“Bir kere kendi hayat kaynağımla temasa geçtikten sonra, “ebedi kollar”a dair bir inanç ya da şüphe yersiz kaçıyordu; yediğimiz elmanın tadının güzel olduğuna inanmayız, güzeldir.” (s.162)

“Mutluluk anlarımı gözlemlemek ve neden kaynaklandıklarını bulmak üzere yola çıkmıştım. Ama tecrübelerimi incelediğimde farklı, incelemediğimde farklı şeylerden mutlu olduğumu keşfettim. Bakma eylemi kendi başına bütün varlığımı değiştiren bir güçtü.

Her günün sonunda olanları gözden geçirmeye ve bana en iyi görünen şeyleri seçmeye başladığımda, beklemediğim bazı sonuçlar aldım. Bu deneye başlamadan önce, hayatın içinde sorgulamadan sürüklendiğim zamanlarda hayatımı olaylarla ölçerdim. Genelde “iyi vakit geçirmek” olarak görülen şeye kavuştuğumda mutlu olduğumu zannederdim. Ama her günkü mutluluğun hesabını tutmaya başladığımda, kendine özel bir niteliği olan bazı anların farkına vardım, bu nitelik etrafımda olup bitenden tümüyle bağımsızdı zira bazen en önemsiz durumlarda ortaya çıkıyordu. Bu anların özel olmasının sebebi, “güzel vakit geçirmek”ten anladığım şeyin çok ötesinde bir mutluluk hissi vermesi ve gündelik kayıtlarımdaki diğer bütün kaygıları gölgede bırakmasıydı. Bu anların tesadüfen bir kenara çekilip kendi deneyimime geniş bir odakla baktığım, hiçbir şey istemediğim ve  her şeye hazır olduğum zamanlarda ortaya çıktığı sonucuna vardım zamanla. Çalışmalarımın geri kalanı bu bakma becerisinin neye bağlı olduğunu ortaya çıkarma teşebbüsüne dönüştü.” (s.173)

“Bir sonraki keşfim beni mutlu eden şeyi artık bildiğim halde onu her istediğimde elde edemediğimdi. Gözlerim açık yaşamaktan beni men eden sayısız engel var gibiydi ama birbiri ardına ipuçlarını takip edince hepsinin kökeninde korkunun yattığını anladım. Bu korkunun kökenini de kör düşüncemi gözlemlemek için yöntemler bularak öğrendim. Benimle çevrem ve benimle kendim arasına giren daimi bir benmerkezli gevezelik olduğunu keşfettim ve bunun sesini kesmeyi öğrenene kadar çarpık kurgusal bir dünyada yaşamak, gerçek ihtiyaçlarımla gerçek koşullarım arasındaki hayati bağlantıdan mahrum kalmak durumundaydım. Sadece ve sadece bunu kırabildiğimde altında mutluluğun büyüyebileceği koşulları seçebilecek kadar net görmeyi başardım; mesela faaliyetlerimi sınırlamayı, her yeni şeyin peşinden koşmamayı, başka insanların yaptığı şeylere yetişeceğim diye bütün enerjimi harcamamayı, bunu yaparsam kendi şahsıma ait ihtiyaçlara enerjim kalmadığını öğrendim.” (s.174)

“Beni mutlu eden şeylerle ilgili bir günlük tutarak, mutluluğun benim tam da farkında olmadığım zamanlarda geldiğini keşfetmiştim. Böylece hedefimin, gittikçe daha fazla farkında olmak ve akıl yoluyla kavrama ile aynı şey olmayan bir anlayışla daha fazla anlamak olduğu sonucuna vardım. Bunun doğal itkilere dayalı bir hayata karşı, bilince dayalı bir hayat meselesi olmadığını da fark etmiştim; zira bilinç olmadığında en azından benim için doğal ifade özgürlüğü yoktu, sadece rasgele edinilmiş teamüller ve birbirine zıt, yanlış anlaşılmış idealler karmaşası arasında bir çatışma vardı. Anlamadığımda kör alışkanlıkların insafına kalıyordum; anladığımda kendi yaşama kurallarımı geliştirebilir ve değişen bir medeniyetin çelişen tavsiyelerinden hangilerinin kendi ihtiyaçlarıma uygun olduğunu bulabilirdim. Daha fazla anlayabilmek için daha fazla hareketsizlik gerektiğini keşfedince hem başka birileri vasıtasıyla değil kendi gözlerimle görmeye başladım hem de öz bilincimin beni hapseden adasından kaçmanın yolunu nihayet keşfedebildim.” (s.181)