“Budizm, Taoizm, Vedanta ve Yoga gibi yaşam biçimlerini
derinlemesine incelersek bizim Batı’da anladığımız şekliyle ne felsefe ne de
din bulabiliriz. Daha psikoterapiye benzer bir şey buluruz. Bu şaşırtıcı
gelebilir, çünkü ikincisini bir bilim olarak düşünürüz; pratik ve materyalistik
olduğunu varsayarız; oysa diğerleri son derece ezoterik dinlerdir ve ruhun
tamamen bu dünyanın dışında kalan alanlarıyla ilgilenirler gibi gelir.” (s.9)
“Bir insan kendini başkalarının ona atfettiği “kendi”
tanımıyla karıştırmadığı zaman evrensel
ve biriciktir. Organizmasının kozmostan ayrılmazlığıyla evrenseldir. Sadece o
organizma olduğu için ve sosyal iletişimin yararına bir rolün, sınıfın ve
kimliğin stereotipi olmadığı için biriciktir.” (s.15)
“İnsan sorduğu sorunun yanlış olduğunu keşfedene kadar
çözümü olmayan ve aynı zeminde sürekli tekrarlanan bir bilmece gibidir. Bu
nedenle nevrotik kişi aynı davranış kalıbını tekrarlar; her zaman başarısızdır,
çünkü hatalı bir sorunu çözmeye çalışır; kendisiyle çelişmekten anlam üretmeye
uğraşır. Sorunun kendisinin anlamsız olduğunu görmezse yeniden psikoza geriler;
hiç hareket edemeyecek hale gelir. Alternatif biçimde “psikotik kırılma” kesif
umutsuzluğumuzun içinde serbest oyuna izin vermektir. Sorunun çözülemez olduğunu
göremeyiz; bunun nedeni son derece zor olması değil, anlamsız olmasıdır.”
(s.22)
“Yaşamak için içimizde temel bir içgüdü varsa Freud’un
düşündüğü gibi ölmek için de temel bir içgüdü bulunmalıdır. Ama bu hayaletvari
güdüler, aciliyetler ve ihtiyaçlar olmadan dil ve düşünce daha açıktır.
Wittgenstein şöyle der: Başka bir şey nedeniyle bir şeyin olmasına ihtiyaç
yoktur, sadece mantıklı ihtiyaç vardır.” (s.29)
“İnsanı hayal kırıklığına uğratan etkinlik samsara’dır;
özgürleşmenin bizi kurtarmayı önerdiği kısırdöngüdür. Bu kurtuluş, hayatın bir
sorun, ciddi ve sürmek zorunda olduğunu hissetmemize neden olan ilksel
baskılamanın farkına varmayı gerektirir. Çözmeye çalıştığımız sorunun saçma
olduğunu görmemiz gerekir. Ama bu, kadere razı gelmekten çok daha fazlasını
içerir; hayatın doğanın kaosu içinde kaybetmeye yazgılı bir savaş olduğunu öne
süren çileci umutsuzluktan fazlasıdır. Önemli olan sorunun çözümü olmadığını
görebilmek değildir, çünkü o zaman mesafeli bir şekilde hayattan eteğimizi
çeker ve kolektif bir psikoza kapılırız. Mesele sorunun çözümü olmaması
değildir, ama o kadar anlamsızdır ki bir sorun gibi hissedilmemesi gerekir.
Yeniden Wittgenstein’den alıntılarsak: Cevabı verilemiyorsa ortada ifade
edilecek bir soru da yokturç. Bilmece yoktur. Eğer ortada sorulacak bir soru
varsa yanıtlanabilmelidir... Kuşku sadece soru olan yerde barınabilir; soru
sadece cevap varsa vardır, bu da sadece bir şey söylenebiliyorsa mümkündür.”
(s.32)
“Freud’un id ve libidosu kör ve zorba güdüler olarak
sadece şu felsefenin bir yansıtmasıydı: Dünya aslında saf enerjidir; bir tür
ham, uçucu bir malzemedir, organik bir örüntü değildir. Bu da her şey bir yana
akla verilmiş bir başka isimdir.
“Tüm özgürleşme yolları sonsuz reenkarnasyon döngüsünden
kurtuluş vaat eder: Vedanta ve Yoga gerçek Kendilik’in uyanışıyla; Budizm ise
herhangi bir öznenin hayat sürecini tamamlamasıyla. Böylece yeniden doğacak
kimse kalmayacaktır. Başka sözlerle ifade edersek: Hepsi hayattan hayata ve
hatta andan âna yeniden doğmaya devam eden bireysel ruhun maya olduğunu
söylerler; bu, oyuncul bir ilüzyondur. Ama Doğu’da ve Batı’da bu doktrinlerin
tüm popüler anlatıları insanın özgürleşmedikçe yeniden doğacağını vurgular.”
(s.57)
“Özgürleşme ve psikoterapinin ortak bir noktası olduğunu
kavramamız için birtakım kanıtlara gerek vardır. Çok iyi bilinen Budizm,
Vedanta, Yoga ve Taoizm’in özgürleşme yollarının, bizim sıradan bencil
bilinçliliğimizin temelleri gerçeklikte olan sınırlı ve yoksul bir bir
bilinçlilik olduğunu iddia etmeleriyle başlamak zorundayız. Temeli ister
fiziksel ya da sosyal, ister biyolojik ya da kültürel olsun bu dört yolun da
amacı özel bir sınırlandırılmışlıktan kurtulmaktır. Hepsinde meditasyon vardır;
bu özel bir nesne, sorun ya da bilincin bir veçhesi üzerine yoğunlaşmak
anlamına gelebilir ya da sadece o sırada zihne ne geliyorsa gevşeyip biraz
mesafe alarak onu incelemektir.” (s.64)
“Dünyayı kendi orijinal basitliği içinde tutmaya gayret
et.” Chuang Tzu (s.77)
“İnsan doğasına onu kendi haline bırakacak kadar
güvenebiliriz, çünkü o Tao’nun içindedir ve Tao da dünyanın kendine yeterli
düzeni içinde kusursuz bir şekilde hissedilir; kendini yang (pozitif) ve yin
(negatif) kutupsallığında gösterir. Kutupsal ilişkiler biri olmadan ötekinin
varlığını mümkün kılmazi bu nedenle yang olup da yin’e karşı çıkmanın hiçbir
anlamı yoktur. Öte yandan insan kendi doğasına ve parçası olduğu evrene
güvenemezse kendi güvensizliğine nasıl güvenebilir? Daha derine inersek
güvenmek ya da güvenmemek, kişinin kendini kabul ya da inkâr etmesi, kişi
düşünür olarak ve düşüncelerinde kendinden ayrı duramazsa ne anlama gelir?”
(s.79)
“Özgürleşmenin yolu, su gibi en az dirençli yolu seçmeyi
gerektirir; insan kendi duygularının dopal kıvrımlarını izlemelidir; aptal
olmalı ve öğrenmenin inceliklerini reddetmelidir; hareketsiz olmalı ve rüzgârda
bir yaprak gibi sürüklenmelidir. Aslında söylenen, aklın tüm sorunları en üst
düzeyde yalınlığı arayarak ve en az çabayı göstererek çözdüğüdür.” (s.78)
“Konfiçyus yaşlı bir bilgenin şelaleye girdiğini görür;
akıl hastası olduğunu ya da hayatına son vermek istediğini düşünür. Bir
müridinden yanına koşarak onu kurtarmayı denemesini ister. Yaşlı adam yüz adım
kadar ötede su yüzüne çıkar ve saçlarından sular akarak kıyıya oturur.
Konfiçyus onun yanına giderek “Sizin bir ruh olduğunuzu düşündüm bayım, ama bir
insan olduğunuzu görüyorum. Lütfen bana söyleyin, böyle bir suyla başa çıkmanın
yolları nelerdir?” diye sorar. Hayır, der ihtiyar, benim bildiğim bir yöntem
yoktur. Girdapla girer ve girdapla çıkarım, kendimi suya uydururum, suyun bana
uymasını beklemem. Onunla bu şekilde başa çıkarım.” (s.82)
“Bir gün yaşlı üstat Sekito (çok ileri düzeydeki) müridi
Yakusan’ı bir kayada otururken görür. “Sekito, burada ne yapıyorsun?” diye
sorar.
-O zaman boş boş oturuyorsun.
“Farklı yöntemleriyle Vedanta, Budizm, Taoizm; insan, egosunun
sosyal bir kurgu olduğunu anladığı zaman hayatın sorun olmaktan çıktığını
vurgular. Hastalık ve ölüm ıstırap verici olabilir gerçekten de, ama onları bir
sorun haline getiren, ego açısından utanç verici olmalarıdır. Bu, kendimizi
rolümüzün dışında yakaladığımızda
duyduğumuz utancın aynısıdır; bu, tıpkı bir rahibin burnunu
karıştırırken ya da bir polisin ağlarken yakalanmasına benzer. Ego roldür, rol
yapmaktır; insanın en derinlerindeki benliğiyse süreklidir; organizmasını o
kontrol eder ve bazı şeyleri deneyimlerken onlara dahil olmaz. Acı ve ölüm bu
sahte tavrı sergiler ve bu nedenle ıstırap çekmekte her zaman bir suçluluk
duygusu da vardır; bu suçluluk duygusu bilinçdışı olduğu zaman açıklaması da
çok zordur. Bu nedenle karanlık ve güçlü bir duygu da insanın ıstırap çekmemek
ya da ölmemek zorunda olmasıdır.” (s.84)
“Sosyalleşmek, sinir sistemimizdeki tüm duyusal
deneyimlememizi bastıran en önemli fiziksel etmenlerden biridir. Görsel alanı
organizmanın dışında gibi ele alırız, ama aslında içindedir, çünkü dış
dünyanın, gözün ve göz sinirlerinin formuna tercümesidir. Bizim gördüğümüz
demek ki organizmanın, yani kendimizin bir durumudur. Bunu söylemek bile çok
fazla şey ifade eder: Dış dünya yoktur; bizim sinir sistemimiz ve bu durumun
gördüğü bir şey vardır.” (s.85)
“Korteks nedeniyle sinir sistemi bildiğini bilebilir;
kendi durumlarını kayıt ve ayırt edebilir. Ama bu sadece bir yankıdır, sonsuz
bir dizi değildir.
Korteks nasıl korteksi gözler ve kontrol eder? Belki
günün birinde insan beyni bir kez daha kendi üzerine katlanacak ve daha üstün
bir korteks geliştirecektir, ama o zamana kadar kortekse kendi durumları
hakkında gelen tek geri besleme başkalarından gelecektir.
Ego, bilinçsizce organizmanın korteksten daha üstün bir
sistemi varmış gibi davranır; bu, kişiler arası enformasyon sisteminin
karmaşasıdır ve beyinde yeni, hayali bir katlanma olur. O zaman kendimi
(korteksimi) bildiğimi ve kontrol ettiğimi hissettiğim zaman içimde ya da
kendimin daha iyi bir versiyonunda geçit töreni yapan başka insanların
sözcükleri ve jestleri tarafından kontrol edildiğimi kabul etmem gerekir. Bunu
görememek fena halde kafa karıştırır; o zaman sosyal olarak kabul görmeyen
duygularıma geçit vermemeye gayret ederim.
Tüm bunlar doğruysa ego duygusunun hipnozdan ibaret olduğu
da gerçektir. Toplum kendi emirlerinin birey tarafından bireyin en gerçek
kendiliğiymiş gibi görünmesini sağlayarak onu kendi istediği gibi davranmaya
ikna eder.” (s.86)
“Kolektif açıdan bir kabulün hâlâ çok uzağındayız. Bizim
dışımızdaki dünya yabancı, fena halde bilinmezdir ve onu buğulu bir camın
arkasından görürüz gerçekten de, onunla sanki ona ait değilmişiz gibi
karşılaşırız. Bu duyguda temelden yanlış bir şey olduğuna çok yavaşça uyanırız;
başka hiçbir şey değilse bile yalın mantık, kendilik ve öteki ne kadar ayrı
olsalar da bu öteki olmadan bir kendilik olamayacağını kavrar. Bu tanımanın
yolunu kesen korku ise, bu dış dünyanın sadece kendiliğimizden oluştuğunu ve
sesimize verilen yanıtın sadece kendi sesimizin sonsuz yankıları olduğunu
sanmamızdır. Bunun nedeni de kendilik kavramımızın varlığımızın çok küçük ve
kurgusal bir parçasına hapsolmasıdır; dünyanın bir aynalar silsilesinden
meydana geldiğini sanmamızdır ve aynaların alevi gitgide azaltması gerçekten
korkutucu bir solipsizmdir. Ama kendiliğin ve ötekinin bir olduğu ortaya çıkar
ve ayrıca kendilik ve yaşanan sürpriz/şaşkınlık duygusu da birdir.” (s.93)
“İnsan, gücünü doğanın güçlerini boyunduruğu altına
almaya o kadar adadı ve bunu öyle bir noktaya vardırdı ki artık son insan da
yok olana kadar tüm insanlığı ortadan kaldırabileceği bir noktaya erişti. Bu
gücünün farkındadır ve çağımızdaki huzursuzlukları, hüzünleri, kaygıları bundan
kaynaklanır. Ya insan ya da doğa “semavi gücünü” yani ebedi Erso’un gücünü
kendisi kadar ölümsüz rakibi karşısında durabilmek için toplayacaktır.” Freud,
Medeniyet ve Hoşnutsuzlukları (s.99)
“Kabul edene kadar hiçbir şeyi değiştiremeyiz.
Başkalarını mahkûm etmek hiçbir şeyi özgürleştirmez, sadece bastırır... Bir
doktor, bir insana yardım etmek istiyorsa onu olduğu gibi kabul etmesi gerekir.
Bunu gerçekte yapabilmesinin biricik yolu da kendisini olduğu gibi görebilmiş
ve kabul edebilmiş olmasıdır. Belki bu kulağa çok basit gelir, ama en zor
şeyler en basit görünenlerdir. Gerçek hayatta basit olma, büyük sanatını icra
edebilmeyi gerektirir.” (s.103)
“İnsan kaygılı olmakta kendini tümüyle özgür hissederse
çok daha az kaygılı olur ve bunun aynısı suçluluk için de söylenebilir. Ya da
müthiş ölüm beklentisi olmasa canlı olmanın hiçbir sevinci kalmazdı.” (s.118)
“Kafaya takmamak dinginliğin, kaygılanmak ilgilenmenin
parodisidir.” (s.119)
“Ölüm anında bir sürü insan sadece tuhaf bir kabulleniş
duygusunu yaşamakla kalmıyor, başına gelmiş olan her şeye rıza da gösteriyor.
Bu, buyurgan bir rıza anlamında değildir; rıza gösterilenle kaçınılmaz olan
arasındaki özdeşleşmenin beklenmedik keşfi biçimindedir.
“Olmak” ve “olmamak”ın birbirinden ayrılmaz doğasının
bizi götüreceği yer bu kabullenmedir. Bu, kutupsallığın, hayatın ölümü, öznenin
nesneyi, insanın dünyayı ve Evet’in Hayır’ı çağrıştırmasının tüm anlamıdır.
Özgürleşme yolları birçok kişinin ölümde keşfettiği şeyin yaşarken de
keşfedilebileceğini önerir. Özgürleşme insanın kendisinde ötekiyi, hayatı ve
ölümü kabullenmesini gerektirir ve bu nedenle birçok inisyasyon töreninde aday
sembolik bir ölümle ölür. Ölümün kesinliğini o kadar bütüncül bir şekilde kabul
eder ki aslında o gerçekten de ölmüştür ve bu nedenle kaygı duymaz. Zen ustası
Bunan’ın sözleriyle: Yaşarken ölü bir insan olur, tam anlamıyla ölü; o zaman
yaptığınız her şey, tam istediğiniz gibi, daima iyi olacaktır.” (s.120)
“Eski Berkeleyci motto, var olmak algılanmaktır, bir
yanda felsefi oyunlara neden olur: Ben görmek için orada değilsem ormanda bir
ağaç var mıdır? Bir yandan da çok derin ve karşı konulmaz bir keşfin nedenidir:
Algımızın yasaları ve süreçleri, bizi ayrılmaz bir şekilde algıladığımıza
bağlayan köprülerdir; nesneyle özneyi birleştiren bir köprü... İnsanın bilimsel
evreninin farkındalığının öngörülmemiş biçimde artmasına neden olur. Ve tekrar
vurgulamak istiyorum ki bu tür artışlar vakanın doğası gereği asla
öngörülemezler... Kimse algılayanla algılananı -özneyle nesneyi- tek bir
evrende birleştirerek başlayan sürecin sonunu bilemez.” Gregory Bateson (s.126)
“Çinli Taoistlerin gördüğü gibi insanın doğasına güvenmekten
başka bir seçenek gerçekten yoktur. Bu umutvar bir arzu ya da duygusallık
değildir; pratik politikaların en pratiğidir.” (s.127)
“Aydınlanmaya, Zen’in vaat ettiği özgürleşmeye ulaşmaya
çok hevesli olan öğrenciye bir koan ya da Zen sorusu sorulur ve bir süre sonra
yanıtıyla gelmesi istenir. İlk koan öğrencinin öğretmene sorduğu sorunun
gizlenmiş bir halidir: Özgürlüğe nasıl ulaşabilirim? Çok farklı şekillerde dile
getirilebilse de koan aslında “Soruyu soran kim? Kim özgürleşmek istiyor?” diye
sorar. Ama öğrencinin sıradan bir yanıtı değerli değildir; “kimin” bu eylemi
istediğini göstermesi, işaret etmesi istenir. Usta aslında “Bana özgürleşmek
istediğini söyledin. Bana seni göster!”der. Bunların sonucunda üzerine önceden
düşünülmemiş ve doğaçlama bir eylem ortaya çıkar ve tümüyle içtendir, ama kendi
kültürünün otorite figürünün bu kadar ön planda olduğu koşullarda bu Çinli ya
da Japon öğrencinin yapacağı son şey budur. Bu şekilde öğrenci bizim argo
tabirimizle tam “faka bastırılmış” olur. Ne kadar samimi ve spontan olmayı
denerse, o kadar da bir yanıt tasarladığının farkına varır. Bu, yeşil bir fil
düşünmeden dileyeceğiniz dileğin yerine geleceğini söylemeye benzer.” (s.136)
“Psikoterapideki en aşina olduğumuz sorunlardan biri
hastanın düşüncelerinin ya da eylemlerinin serbest akışının engellenmiş
olmasıdır. Zen’de buna kuşku ya da tereddüt denir ve dosdoğru ileri gitmeye
karşı egonun baş semptomu olarak görülür. Engellenme bir sorunu düşünmemektir;
düşünmeyi durdurmaktır; kaybetme ya da kazanma korkusu nedeniyle kaygılı bir
zihin boşluğudur. Engellenme “iki arada kalma” durumuna bir tepkidir ve hayatın
olağan akışında eylem ve düşünce öncesindeki bu kısa duraklama bizim egonun
gerçek bir duyusuyla karıştırdığımız şeydir.” (s.140)
“İnsan şeylerin olmasına izin vermelidir. Wu-wei
cümlesiyle Doğu’da neyi ifade ettiklerini öğrendim: “Bir şey yapmamak, olmaya
bırakmak” hiçbir şey yapmamaktan epeyce farklı... İnsanın içine düştüğü
karanlık bölge boş değildir. Bu Lao Tzu’nun “müsrif anası”, “imgeler” ve
“tohumlar”dır. Yüzey temizlendiği zaman diplerdeki şeyler de büyüyebilirler.
İnsanlar bu derinlikte bir şey deneyimledikleri zaman daima kaybolduklarını
düşünürler, ama nasıl devam edeceklerini bilemediklerinde, tek yanıt, mantıklı
olan tek tavsiye, “Bekle bakalım bilinçdışı bu durum için ne diyecek?” olur.
İnsan kendisi bulup kendisi izlediği zaman yol onun yoludur. “Bu nasıl
yapılır?” sorusunun genel bir reçetesi yoktur.” Jung (s.149)
“Haley, herhangi bir sosyal durumda; bir insan
diğerlerini çıkmazda bırakınca, ötekilerin de aynı tip davranışlarla yanıt
verdiklerini göstermiştir.” (s.154)
“Spontan olan kendiliğinden olandır; Taoist Tzu-jan ya da
“kendi kendine” çaba göstermeden meydana gelendir. Spontanlık bir ego eylemi
değildir, tam tersine egonun sosyal kontrol mekanizmasının engellemediği
eylemdir. Biri tutar da, “Seni tüm yüreğimle seviyorum” derse, burada konuşan
ego değildir. İnsanın sosyal rolünün, kimliğinin ve görev duygusunun
zorlamaları ve çatışmaları olmadan spontan sevmek muhteşemdir demek ister.”
(s.155)
“Seçmek ve birini almak olmadığı taktirde, kusursuz yolda
zorluklar yoktur. Dümdüz hakikate ulaşmak isterseniz, doğru ve yanlışın
aklınızı kurcalamasına izin vermeyin. Doğru ve yanlış arasındaki çelişki zihnin
hastalığıdır.” Zen ustası, Sengs Ts’an (s.168)
“Mesele insanın seçmekten vazgeçmesi değildir, gerçekten
bir seçim olmadığı bilgisiyle seçmesidir. Doğu felsefesi görünüşte böyle
paradokslarla dolu gibi görünür: eylemsiz hareket, düşüncesiz düşünmek,
bağlanmadan sevmek. Sadece göreli bir evrende tüm seçimler, tüm taraf tutmalar
oyunculdur. Ama bu, insanın bir aciliyet duymadığı anlamına gelmez. Işığın ve
karanlığın göreliliğini bilmek, güneşe gözlerini kırpıştırmadan bakabilmek
değilidir; yukarının ve aşağının göreliliğini bilmek, yukarı doğru düşebilmek
anlamına gelmez.” (s.168)
“İnsan, özünden negatif olunca; normallik giderek kendine
zemin bulamayan bir ideal halini almıştır. Çileci bir huzur onun için çaba
harcanmasını gerektirir. Kimse normali yakalayamaz; herkes yakalanabilirmiş gibi
davranmak zorundadır. Psikolojik insan, normalin peşinde koşarken kendini
unutamaz, çünkü normallik bir miktar kendilik-farkındalığı gerektirir.” Rieff
(s.178)
“Hayat bir oyunsa onun tersine gitmenin bir yolu yoktur.
En belirgin çelişkiler, en sert beyanatlar oyunun ciddi olduğunu gösterir;
ancak spontanlık emreden en saçma girişimler ve en çok içine düşülen
kısırdöngüler oyunun aşırı uç noktalarıdır. Oyun buna dönüştüğü zaman
medeniyetin duyguları bastırma yöntemi bir baraj duvarının ardında biriken su gibi
sadece Eros’un gücüne güç katar. Saklambaç oyunu devam eder ve her mantık
yürütmede en spiritüelve başka bir dünyaya ait imgelerle ortaya çıkar. Bunu
gören bodhisattva hiçbir zaman küçümsemez ve özgürleşmesi, dünyanın bir oyun
olduğu bilgisi onu ötekilerden üstün kılar. Başkalarının özgürleşmesi için
çalışması sadece şefkatli olmasından kaynaklanır; onların oyun bilinçsiz
olduğunda ve ciddiyet aşırı bir uca taşındığında çektiği ıstırabı görür. Bu
şefkatin nedeni, bodhisattva’nın kendisinin durumun aşırı ucunda yer alması
değildir, çünkü aydınlığın tohumu en yoğun karanlıkta bulunur ve tüm açık
mücadeleler aslında örtük olarak sevgidir.” (s.194)