9 Oca 2021

Alan Watts - Doğu'nun & Batı'nın Psikoterapisi

“Budizm, Taoizm, Vedanta ve Yoga gibi yaşam biçimlerini derinlemesine incelersek bizim Batı’da anladığımız şekliyle ne felsefe ne de din bulabiliriz. Daha psikoterapiye benzer bir şey buluruz. Bu şaşırtıcı gelebilir, çünkü ikincisini bir bilim olarak düşünürüz; pratik ve materyalistik olduğunu varsayarız; oysa diğerleri son derece ezoterik dinlerdir ve ruhun tamamen bu dünyanın dışında kalan alanlarıyla ilgilenirler gibi gelir.” (s.9)

“Bir insan kendini başkalarının ona atfettiği “kendi” tanımıyla  karıştırmadığı zaman evrensel ve biriciktir. Organizmasının kozmostan ayrılmazlığıyla evrenseldir. Sadece o organizma olduğu için ve sosyal iletişimin yararına bir rolün, sınıfın ve kimliğin stereotipi olmadığı için biriciktir.” (s.15)

“İnsan sorduğu sorunun yanlış olduğunu keşfedene kadar çözümü olmayan ve aynı zeminde sürekli tekrarlanan bir bilmece gibidir. Bu nedenle nevrotik kişi aynı davranış kalıbını tekrarlar; her zaman başarısızdır, çünkü hatalı bir sorunu çözmeye çalışır; kendisiyle çelişmekten anlam üretmeye uğraşır. Sorunun kendisinin anlamsız olduğunu görmezse yeniden psikoza geriler; hiç hareket edemeyecek hale gelir. Alternatif biçimde “psikotik kırılma” kesif umutsuzluğumuzun içinde serbest oyuna izin vermektir. Sorunun çözülemez olduğunu göremeyiz; bunun nedeni son derece zor olması değil, anlamsız olmasıdır.” (s.22)

“Yaşamak için içimizde temel bir içgüdü varsa Freud’un düşündüğü gibi ölmek için de temel bir içgüdü bulunmalıdır. Ama bu hayaletvari güdüler, aciliyetler ve ihtiyaçlar olmadan dil ve düşünce daha açıktır. Wittgenstein şöyle der: Başka bir şey nedeniyle bir şeyin olmasına ihtiyaç yoktur, sadece mantıklı ihtiyaç vardır.” (s.29)

“İnsanı hayal kırıklığına uğratan etkinlik samsara’dır; özgürleşmenin bizi kurtarmayı önerdiği kısırdöngüdür. Bu kurtuluş, hayatın bir sorun, ciddi ve sürmek zorunda olduğunu hissetmemize neden olan ilksel baskılamanın farkına varmayı gerektirir. Çözmeye çalıştığımız sorunun saçma olduğunu görmemiz gerekir. Ama bu, kadere razı gelmekten çok daha fazlasını içerir; hayatın doğanın kaosu içinde kaybetmeye yazgılı bir savaş olduğunu öne süren çileci umutsuzluktan fazlasıdır. Önemli olan sorunun çözümü olmadığını görebilmek değildir, çünkü o zaman mesafeli bir şekilde hayattan eteğimizi çeker ve kolektif bir psikoza kapılırız. Mesele sorunun çözümü olmaması değildir, ama o kadar anlamsızdır ki bir sorun gibi hissedilmemesi gerekir. Yeniden Wittgenstein’den alıntılarsak: Cevabı verilemiyorsa ortada ifade edilecek bir soru da yokturç. Bilmece yoktur. Eğer ortada sorulacak bir soru varsa yanıtlanabilmelidir... Kuşku sadece soru olan yerde barınabilir; soru sadece cevap varsa vardır, bu da sadece bir şey söylenebiliyorsa mümkündür.” (s.32)

“Freud’un id ve libidosu kör ve zorba güdüler olarak sadece şu felsefenin bir yansıtmasıydı: Dünya aslında saf enerjidir; bir tür ham, uçucu bir malzemedir, organik bir örüntü değildir. Bu da her şey bir yana akla verilmiş bir başka isimdir.

“Tüm özgürleşme yolları sonsuz reenkarnasyon döngüsünden kurtuluş vaat eder: Vedanta ve Yoga gerçek Kendilik’in uyanışıyla; Budizm ise herhangi bir öznenin hayat sürecini tamamlamasıyla. Böylece yeniden doğacak kimse kalmayacaktır. Başka sözlerle ifade edersek: Hepsi hayattan hayata ve hatta andan âna yeniden doğmaya devam eden bireysel ruhun maya olduğunu söylerler; bu, oyuncul bir ilüzyondur. Ama Doğu’da ve Batı’da bu doktrinlerin tüm popüler anlatıları insanın özgürleşmedikçe yeniden doğacağını vurgular.” (s.57)

“Özgürleşme ve psikoterapinin ortak bir noktası olduğunu kavramamız için birtakım kanıtlara gerek vardır. Çok iyi bilinen Budizm, Vedanta, Yoga ve Taoizm’in özgürleşme yollarının, bizim sıradan bencil bilinçliliğimizin temelleri gerçeklikte olan sınırlı ve yoksul bir bir bilinçlilik olduğunu iddia etmeleriyle başlamak zorundayız. Temeli ister fiziksel ya da sosyal, ister biyolojik ya da kültürel olsun bu dört yolun da amacı özel bir sınırlandırılmışlıktan kurtulmaktır. Hepsinde meditasyon vardır; bu özel bir nesne, sorun ya da bilincin bir veçhesi üzerine yoğunlaşmak anlamına gelebilir ya da sadece o sırada zihne ne geliyorsa gevşeyip biraz mesafe alarak onu incelemektir.” (s.64)

“Dünyayı kendi orijinal basitliği içinde tutmaya gayret et.” Chuang Tzu (s.77)

“İnsan doğasına onu kendi haline bırakacak kadar güvenebiliriz, çünkü o Tao’nun içindedir ve Tao da dünyanın kendine yeterli düzeni içinde kusursuz bir şekilde hissedilir; kendini yang (pozitif) ve yin (negatif) kutupsallığında gösterir. Kutupsal ilişkiler biri olmadan ötekinin varlığını mümkün kılmazi bu nedenle yang olup da yin’e karşı çıkmanın hiçbir anlamı yoktur. Öte yandan insan kendi doğasına ve parçası olduğu evrene güvenemezse kendi güvensizliğine nasıl güvenebilir? Daha derine inersek güvenmek ya da güvenmemek, kişinin kendini kabul ya da inkâr etmesi, kişi düşünür olarak ve düşüncelerinde kendinden ayrı duramazsa ne anlama gelir?” (s.79)

“Özgürleşmenin yolu, su gibi en az dirençli yolu seçmeyi gerektirir; insan kendi duygularının dopal kıvrımlarını izlemelidir; aptal olmalı ve öğrenmenin inceliklerini reddetmelidir; hareketsiz olmalı ve rüzgârda bir yaprak gibi sürüklenmelidir. Aslında söylenen, aklın tüm sorunları en üst düzeyde yalınlığı arayarak ve en az çabayı göstererek çözdüğüdür.” (s.78)

“Konfiçyus yaşlı bir bilgenin şelaleye girdiğini görür; akıl hastası olduğunu ya da hayatına son vermek istediğini düşünür. Bir müridinden yanına koşarak onu kurtarmayı denemesini ister. Yaşlı adam yüz adım kadar ötede su yüzüne çıkar ve saçlarından sular akarak kıyıya oturur. Konfiçyus onun yanına giderek “Sizin bir ruh olduğunuzu düşündüm bayım, ama bir insan olduğunuzu görüyorum. Lütfen bana söyleyin, böyle bir suyla başa çıkmanın yolları nelerdir?” diye sorar. Hayır, der ihtiyar, benim bildiğim bir yöntem yoktur. Girdapla girer ve girdapla çıkarım, kendimi suya uydururum, suyun bana uymasını beklemem. Onunla bu şekilde başa çıkarım.”  (s.82)

“Bir gün yaşlı üstat Sekito (çok ileri düzeydeki) müridi Yakusan’ı bir kayada otururken görür. “Sekito, burada ne yapıyorsun?” diye sorar.

-Hiçbir şey, yanıtını verir Yakusan.
-O zaman boş boş oturuyorsun.
-Boş boş oturmak da bir şey yapmaktır.
-Sen, hiçbir şey yapmıyorum dedin. Peki hiçbir şey yapmamak nedir?
-Binlerce bilge insanı buraya getirsen de sana bu sorunun yanıtını veremezler.” (s.84)

“Farklı yöntemleriyle Vedanta, Budizm, Taoizm; insan, egosunun sosyal bir kurgu olduğunu anladığı zaman hayatın sorun olmaktan çıktığını vurgular. Hastalık ve ölüm ıstırap verici olabilir gerçekten de, ama onları bir sorun haline getiren, ego açısından utanç verici olmalarıdır. Bu, kendimizi rolümüzün dışında yakaladığımızda  duyduğumuz utancın aynısıdır; bu, tıpkı bir rahibin burnunu karıştırırken ya da bir polisin ağlarken yakalanmasına benzer. Ego roldür, rol yapmaktır; insanın en derinlerindeki benliğiyse süreklidir; organizmasını o kontrol eder ve bazı şeyleri deneyimlerken onlara dahil olmaz. Acı ve ölüm bu sahte tavrı sergiler ve bu nedenle ıstırap çekmekte her zaman bir suçluluk duygusu da vardır; bu suçluluk duygusu bilinçdışı olduğu zaman açıklaması da çok zordur. Bu nedenle karanlık ve güçlü bir duygu da insanın ıstırap çekmemek ya da ölmemek zorunda olmasıdır.” (s.84)

“Sosyalleşmek, sinir sistemimizdeki tüm duyusal deneyimlememizi bastıran en önemli fiziksel etmenlerden biridir. Görsel alanı organizmanın dışında gibi ele alırız, ama aslında içindedir, çünkü dış dünyanın, gözün ve göz sinirlerinin formuna tercümesidir. Bizim gördüğümüz demek ki organizmanın, yani kendimizin bir durumudur. Bunu söylemek bile çok fazla şey ifade eder: Dış dünya yoktur; bizim sinir sistemimiz ve bu durumun gördüğü bir şey vardır.” (s.85)

“Korteks nedeniyle sinir sistemi bildiğini bilebilir; kendi durumlarını kayıt ve ayırt edebilir. Ama bu sadece bir yankıdır, sonsuz bir dizi değildir.

Korteks nasıl korteksi gözler ve kontrol eder? Belki günün birinde insan beyni bir kez daha kendi üzerine katlanacak ve daha üstün bir korteks geliştirecektir, ama o zamana kadar kortekse kendi durumları hakkında gelen tek geri besleme başkalarından gelecektir.

Ego, bilinçsizce organizmanın korteksten daha üstün bir sistemi varmış gibi davranır; bu, kişiler arası enformasyon sisteminin karmaşasıdır ve beyinde yeni, hayali bir katlanma olur. O zaman kendimi (korteksimi) bildiğimi ve kontrol ettiğimi hissettiğim zaman içimde ya da kendimin daha iyi bir versiyonunda geçit töreni yapan başka insanların sözcükleri ve jestleri tarafından kontrol edildiğimi kabul etmem gerekir. Bunu görememek fena halde kafa karıştırır; o zaman sosyal olarak kabul görmeyen duygularıma geçit vermemeye gayret ederim.

Tüm bunlar doğruysa ego duygusunun hipnozdan ibaret olduğu da gerçektir. Toplum kendi emirlerinin birey tarafından bireyin en gerçek kendiliğiymiş gibi görünmesini sağlayarak onu kendi istediği gibi davranmaya ikna eder.” (s.86)

“Kolektif açıdan bir kabulün hâlâ çok uzağındayız. Bizim dışımızdaki dünya yabancı, fena halde bilinmezdir ve onu buğulu bir camın arkasından görürüz gerçekten de, onunla sanki ona ait değilmişiz gibi karşılaşırız. Bu duyguda temelden yanlış bir şey olduğuna çok yavaşça uyanırız; başka hiçbir şey değilse bile yalın mantık, kendilik ve öteki ne kadar ayrı olsalar da bu öteki olmadan bir kendilik olamayacağını kavrar. Bu tanımanın yolunu kesen korku ise, bu dış dünyanın sadece kendiliğimizden oluştuğunu ve sesimize verilen yanıtın sadece kendi sesimizin sonsuz yankıları olduğunu sanmamızdır. Bunun nedeni de kendilik kavramımızın varlığımızın çok küçük ve kurgusal bir parçasına hapsolmasıdır; dünyanın bir aynalar silsilesinden meydana geldiğini sanmamızdır ve aynaların alevi gitgide azaltması gerçekten korkutucu bir solipsizmdir. Ama kendiliğin ve ötekinin bir olduğu ortaya çıkar ve ayrıca kendilik ve yaşanan sürpriz/şaşkınlık duygusu da birdir.” (s.93)

“İnsan, gücünü doğanın güçlerini boyunduruğu altına almaya o kadar adadı ve bunu öyle bir noktaya vardırdı ki artık son insan da yok olana kadar tüm insanlığı ortadan kaldırabileceği bir noktaya erişti. Bu gücünün farkındadır ve çağımızdaki huzursuzlukları, hüzünleri, kaygıları bundan kaynaklanır. Ya insan ya da doğa “semavi gücünü” yani ebedi Erso’un gücünü kendisi kadar ölümsüz rakibi karşısında durabilmek için toplayacaktır.” Freud, Medeniyet ve Hoşnutsuzlukları (s.99)

“Kabul edene kadar hiçbir şeyi değiştiremeyiz. Başkalarını mahkûm etmek hiçbir şeyi özgürleştirmez, sadece bastırır... Bir doktor, bir insana yardım etmek istiyorsa onu olduğu gibi kabul etmesi gerekir. Bunu gerçekte yapabilmesinin biricik yolu da kendisini olduğu gibi görebilmiş ve kabul edebilmiş olmasıdır. Belki bu kulağa çok basit gelir, ama en zor şeyler en basit görünenlerdir. Gerçek hayatta basit olma, büyük sanatını icra edebilmeyi gerektirir.” (s.103)

“İnsan kaygılı olmakta kendini tümüyle özgür hissederse çok daha az kaygılı olur ve bunun aynısı suçluluk için de söylenebilir. Ya da müthiş ölüm beklentisi olmasa canlı olmanın hiçbir sevinci kalmazdı.” (s.118)

“Kafaya takmamak dinginliğin, kaygılanmak ilgilenmenin parodisidir.” (s.119)

“Ölüm anında bir sürü insan sadece tuhaf bir kabulleniş duygusunu yaşamakla kalmıyor, başına gelmiş olan her şeye rıza da gösteriyor. Bu, buyurgan bir rıza anlamında değildir; rıza gösterilenle kaçınılmaz olan arasındaki özdeşleşmenin beklenmedik keşfi biçimindedir.

“Olmak” ve “olmamak”ın birbirinden ayrılmaz doğasının bizi götüreceği yer bu kabullenmedir. Bu, kutupsallığın, hayatın ölümü, öznenin nesneyi, insanın dünyayı ve Evet’in Hayır’ı çağrıştırmasının tüm anlamıdır. Özgürleşme yolları birçok kişinin ölümde keşfettiği şeyin yaşarken de keşfedilebileceğini önerir. Özgürleşme insanın kendisinde ötekiyi, hayatı ve ölümü kabullenmesini gerektirir ve bu nedenle birçok inisyasyon töreninde aday sembolik bir ölümle ölür. Ölümün kesinliğini o kadar bütüncül bir şekilde kabul eder ki aslında o gerçekten de ölmüştür ve bu nedenle kaygı duymaz. Zen ustası Bunan’ın sözleriyle: Yaşarken ölü bir insan olur, tam anlamıyla ölü; o zaman yaptığınız her şey, tam istediğiniz gibi, daima iyi olacaktır.” (s.120)

“Eski Berkeleyci motto, var olmak algılanmaktır, bir yanda felsefi oyunlara neden olur: Ben görmek için orada değilsem ormanda bir ağaç var mıdır? Bir yandan da çok derin ve karşı konulmaz bir keşfin nedenidir: Algımızın yasaları ve süreçleri, bizi ayrılmaz bir şekilde algıladığımıza bağlayan köprülerdir; nesneyle özneyi birleştiren bir köprü... İnsanın bilimsel evreninin farkındalığının öngörülmemiş biçimde artmasına neden olur. Ve tekrar vurgulamak istiyorum ki bu tür artışlar vakanın doğası gereği asla öngörülemezler... Kimse algılayanla algılananı -özneyle nesneyi- tek bir evrende birleştirerek başlayan sürecin sonunu bilemez.” Gregory Bateson (s.126)

“Çinli Taoistlerin gördüğü gibi insanın doğasına güvenmekten başka bir seçenek gerçekten yoktur. Bu umutvar bir arzu ya da duygusallık değildir; pratik politikaların en pratiğidir.” (s.127)

“Aydınlanmaya, Zen’in vaat ettiği özgürleşmeye ulaşmaya çok hevesli olan öğrenciye bir koan ya da Zen sorusu sorulur ve bir süre sonra yanıtıyla gelmesi istenir. İlk koan öğrencinin öğretmene sorduğu sorunun gizlenmiş bir halidir: Özgürlüğe nasıl ulaşabilirim? Çok farklı şekillerde dile getirilebilse de koan aslında “Soruyu soran kim? Kim özgürleşmek istiyor?” diye sorar. Ama öğrencinin sıradan bir yanıtı değerli değildir; “kimin” bu eylemi istediğini göstermesi, işaret etmesi istenir. Usta aslında “Bana özgürleşmek istediğini söyledin. Bana seni göster!”der. Bunların sonucunda üzerine önceden düşünülmemiş ve doğaçlama bir eylem ortaya çıkar ve tümüyle içtendir, ama kendi kültürünün otorite figürünün bu kadar ön planda olduğu koşullarda bu Çinli ya da Japon öğrencinin yapacağı son şey budur. Bu şekilde öğrenci bizim argo tabirimizle tam “faka bastırılmış” olur. Ne kadar samimi ve spontan olmayı denerse, o kadar da bir yanıt tasarladığının farkına varır. Bu, yeşil bir fil düşünmeden dileyeceğiniz dileğin yerine geleceğini söylemeye benzer.” (s.136)

“Psikoterapideki en aşina olduğumuz sorunlardan biri hastanın düşüncelerinin ya da eylemlerinin serbest akışının engellenmiş olmasıdır. Zen’de buna kuşku ya da tereddüt denir ve dosdoğru ileri gitmeye karşı egonun baş semptomu olarak görülür. Engellenme bir sorunu düşünmemektir; düşünmeyi durdurmaktır; kaybetme ya da kazanma korkusu nedeniyle kaygılı bir zihin boşluğudur. Engellenme “iki arada kalma” durumuna bir tepkidir ve hayatın olağan akışında eylem ve düşünce öncesindeki bu kısa duraklama bizim egonun gerçek bir duyusuyla karıştırdığımız şeydir.” (s.140)

“İnsan şeylerin olmasına izin vermelidir. Wu-wei cümlesiyle Doğu’da neyi ifade ettiklerini öğrendim: “Bir şey yapmamak, olmaya bırakmak” hiçbir şey yapmamaktan epeyce farklı... İnsanın içine düştüğü karanlık bölge boş değildir. Bu Lao Tzu’nun “müsrif anası”, “imgeler” ve “tohumlar”dır. Yüzey temizlendiği zaman diplerdeki şeyler de büyüyebilirler. İnsanlar bu derinlikte bir şey deneyimledikleri zaman daima kaybolduklarını düşünürler, ama nasıl devam edeceklerini bilemediklerinde, tek yanıt, mantıklı olan tek tavsiye, “Bekle bakalım bilinçdışı bu durum için ne diyecek?” olur. İnsan kendisi bulup kendisi izlediği zaman yol onun yoludur. “Bu nasıl yapılır?” sorusunun genel bir reçetesi yoktur.” Jung (s.149)

“Haley, herhangi bir sosyal durumda; bir insan diğerlerini çıkmazda bırakınca, ötekilerin de aynı tip davranışlarla yanıt verdiklerini göstermiştir.” (s.154)

“Spontan olan kendiliğinden olandır; Taoist Tzu-jan ya da “kendi kendine” çaba göstermeden meydana gelendir. Spontanlık bir ego eylemi değildir, tam tersine egonun sosyal kontrol mekanizmasının engellemediği eylemdir. Biri tutar da, “Seni tüm yüreğimle seviyorum” derse, burada konuşan ego değildir. İnsanın sosyal rolünün, kimliğinin ve görev duygusunun zorlamaları ve çatışmaları olmadan spontan sevmek muhteşemdir demek ister.” (s.155)

“Seçmek ve birini almak olmadığı taktirde, kusursuz yolda zorluklar yoktur. Dümdüz hakikate ulaşmak isterseniz, doğru ve yanlışın aklınızı kurcalamasına izin vermeyin. Doğru ve yanlış arasındaki çelişki zihnin hastalığıdır.” Zen ustası, Sengs Ts’an (s.168)

“Mesele insanın seçmekten vazgeçmesi değildir, gerçekten bir seçim olmadığı bilgisiyle seçmesidir. Doğu felsefesi görünüşte böyle paradokslarla dolu gibi görünür: eylemsiz hareket, düşüncesiz düşünmek, bağlanmadan sevmek. Sadece göreli bir evrende tüm seçimler, tüm taraf tutmalar oyunculdur. Ama bu, insanın bir aciliyet duymadığı anlamına gelmez. Işığın ve karanlığın göreliliğini bilmek, güneşe gözlerini kırpıştırmadan bakabilmek değilidir; yukarının ve aşağının göreliliğini bilmek, yukarı doğru düşebilmek anlamına gelmez.” (s.168)

“İnsan, özünden negatif olunca; normallik giderek kendine zemin bulamayan bir ideal halini almıştır. Çileci bir huzur onun için çaba harcanmasını gerektirir. Kimse normali yakalayamaz; herkes yakalanabilirmiş gibi davranmak zorundadır. Psikolojik insan, normalin peşinde koşarken kendini unutamaz, çünkü normallik bir miktar kendilik-farkındalığı gerektirir.” Rieff (s.178)

“Hayat bir oyunsa onun tersine gitmenin bir yolu yoktur. En belirgin çelişkiler, en sert beyanatlar oyunun ciddi olduğunu gösterir; ancak spontanlık emreden en saçma girişimler ve en çok içine düşülen kısırdöngüler oyunun aşırı uç noktalarıdır. Oyun buna dönüştüğü zaman medeniyetin duyguları bastırma yöntemi bir baraj duvarının ardında biriken su gibi sadece Eros’un gücüne güç katar. Saklambaç oyunu devam eder ve her mantık yürütmede en spiritüelve başka bir dünyaya ait imgelerle ortaya çıkar. Bunu gören bodhisattva hiçbir zaman küçümsemez ve özgürleşmesi, dünyanın bir oyun olduğu bilgisi onu ötekilerden üstün kılar. Başkalarının özgürleşmesi için çalışması sadece şefkatli olmasından kaynaklanır; onların oyun bilinçsiz olduğunda ve ciddiyet aşırı bir uca taşındığında çektiği ıstırabı görür. Bu şefkatin nedeni, bodhisattva’nın kendisinin durumun aşırı ucunda yer alması değildir, çünkü aydınlığın tohumu en yoğun karanlıkta bulunur ve tüm açık mücadeleler aslında örtük olarak sevgidir.” (s.194)