31 Tem 2020

Tiziano Terzani - Atlıkarıncada Bir Tur Daha

“İnsanın kendine, kendi dışında bir özün gözleriyle bakabilmesi her zaman işe yarar. Bu bir alıştırmadır ve öğrenilebilir.” (s.9)

“Eski dönemlerde Çin’de pek çok kişi ölümlülüğünü unutmamak için evinde bir tabut bulundururdu; bazıları da önemli kararlar almaları gerektiğinde bu tabutun içine yatarlar, böylece her şeyin nasıl da geçici olduğunu çok daha iyi bir bakış açısından görebilmeyi başarırlardı. İnsan, günlerinin ne kadar değerli olduğunu anlamak için neden bir an için hastalandığını, günlerinin sayılı olduğunu -ki zaten öyledir- düşünmek istemez?” (s.17)

“Hiçbir konuda kestirme yol yoktur; elbette sağlık, mutluluk ve bilgelik konusunda da durum kesinlikle aynıdır. Bunların hiçbiri anlık ve el altında değildir; herkes kendi yöntemleri ile aramalı, kendi yürüyüşünü yapmalıdır zira aynı yerler ve olaylar, her ziyaretçiye göre farklı anlamlar barındırır.” (s.25)

“Hiçbir şeyin körlemesine reddedilmemesi gerektiğine yürekten inanıyorum, çünkü öngörülmemiş ortamlarda ya da zamanlarda farklı çözüm yollarının bulunabileceğine inanıyorum. Mucizeler var mı? Elbette var ama bence herkes kendi mucizesinin yaratıcısı olmalı, özellikle inandığım şey, bizim, dünya ve kendimiz hakkındaki bilgilerimizin hâlâ inanılmaz derecede sınırlı olduğu ve görüngülerin, olayların arkasında bizden kaçan bir gerçekliğin bulunduğudur; çünkü bu gerçeklik, bizim duygularımızın, bilimimizin ve sözde mantığımızın kriterlerinden oluşmuş ağ tarafından yakalanamaz.” (s.26)

“Seksen yaşını aşmış bilge bir Hintlinin konuğu oldum. Ömrünce hayatın anlamı üzerine düşünmekten başka hiçbir şey yapmamış olan bu bilge adam, zamanının bütün büyük öğretmenleriyle tanıştıktan sonra orada yalnız başına yaşamaya başlamıştı, çünkü gerçek ve yüce öğretmenin herkesin kendi içinde bulunan olduğunu anlamıştı. Geceleri, sessizlik sanki gümbürdeyecekmiş gibi yoğunlaştığında yatağından kalkıyor, bir mum yakıyor ve önüne oturuyordu birkaç saat boyunca. Ne yapmak için mi? “Kendim olmayı aramak için” diye yanıtlamıştı beni. “Ezgiyi duyabilmek için.”” (s.27)

“Peki ya ezgi?, diye sordum bir gün. Kolay değildir,dedi. Hazırlanmak gerekir ve hazır olduğunda bazen işitebilirsin. Bu içimizdeki hayatın, bütün hayatları ayakta tutan hayatın, her şeyin kendine ait bir yeri olduğu hayatın, her şeyin bütünleşmiş olduğu hayatın ezgisidir; iyiliğin ve kötülüğün, sağlık e hastalığın, doğum ve ölümün yer almadığı o içsel hayatın ezgisi.” (s.28)

“Önemli olan hayatın ve ölümün aynı şeyin iki ayrı görünüşü olduğunu anlayabilmektir.” (s.29)

“Yine son derece Hintli bir inanışa göre kaderin bize biçmiş olduğu zaman; yıllar, günler ya da saatlerle değil -zaten bunların tümü bizim uydurmamızdır- sayılı olan nefesimizle sınırlıdır. Başka türlü söylersek; doğduğumuz andan itibaren günlerimiz değil, nefeslerimiz sayılıdır. Bir insan normal olarak günde 21 bin, ayda 630 bin ve yılda ortalama 7,5 milyon kez nefes alıp verdiğine göre, bu ritmi yavaşlatmak hayatı uzatmak anlamına gelir. Yeter ki insan bunun için çalışsın.” (s.55)

“Hayatta insanın karşısına her zaman iyi fırsat çıkar. Önemli olan onu tanıyabilmektir.” (s.63)

“Özgürlüğe kavuşmak için fırtınayı kullan.” (s.64)

“Başarı, başarısızlık, bir olayı, hayatın bir dönemini nitelemekte kullanılan son derece göreceli kriterlerdir ama hayatın kendisi geçici ve süreksiz bir şeydir. Bize şu anda katlanılmaz gibi gelen bir şey on yıl sonra son derece önemsiz görünecektir. Büyük olasılıkla onu unutmuş bile olacağız. Neden bugünün dehşetine, on yıl sonra sahip olacağımız gözlerle bakmayı denemiyoruz? Kendimi rahatlamış hissettim, aslında ben kendime bile aynı şeyi vaat edemiyordum. On yıl mı?” (s.94)

“Gördüğüm her şey bana yolunu şaşırmış gibi görünüyordu. Hiçbir şeye ve hiç kimseye saygı duyulmayan bu toplumda herkes kendini özgür sanıyor; her şeye hakkı olduğunu düşünüyordu ama sonunda ellerinde kalan yalnızlık ve hüzünden başka bir şey değildi.” (s.187)

“Ama aşk böyledir: İçgüdüsel, açıklanamaz ve çıkarsız. Aşık olanlar mantık aramazlar; hiçbir şeyden korkmazlar; her şeye razıdırlar. Aşıklar kendilerini özgürlük esrikliğine kaptırırlar; bütün dünyayı kucaklayabileceklerini ve bütün dünyanın onları kucaklamakta olduğunu zannederler. İlk karşılaşmada onu sevmeyebilirsiniz ama o sizi en kısa sürede müthiş bir coşkuya sürükler. Herkese, yaratılışın bir parçası olduğunu hissettirir. Ve onun büyüsü işte buradadır. Birkaç bin yıl önce Hint bilgeleri rişiler, “gören kişiler”, hayatın “bir” olduğunu sezdiler. Her hayat, ister benimki, ister şu ağacınki olsun, hayat denen o binlerce biçimlik bütünün parçasıdır.” (s.193)

“Bu dünyada her şey eğretiydi; tek kesinlik, her şeye egemen olan kesin olmama duygusuydu.” (s.196)

“Hintliler kurtuluşa ulaşmayı felsefe dini sayesinde başaracaklarını bilirler ve onlar için kurtuluşun anlamı bilgidir. Bu, dünyayı yönetmek, ona sahip olmak, değiştirmek veya ona egemen olmak için kullanılması gereken “yararlı” bir bilgi değildir. Tam tersine, kutsal kitapların da söylediği gibi bu “bir kez öğrenildi mi, artık geride öğrenecek bir şey bırakmayan o bilgidir.” İşte bu insanın kendi özüne ait olan bilgidir. Biz Batılılara artık bütün bunlar acayip ve belki de aşılmış gibi geliyor. Bizler için önemli olan ve saygı gösterilen tek bilgi “yararlı” olandır, uygulanabilendir, bir iş bulmaya ya da haz vermeye yarayandır. Bizler artık kendimize kim olduğumuzu sormuyoruz; kendimizi de başkalarını da sadece işlevsellik terimleriyle değerlendiriyoruz.” (s.203)

“Artık her şey bir yarış. Hayata hiç dikkat etmeden yaşıyoruz. Uyuyoruz ve gördüğümüz rüyayı anımsamaya bile özen göstermiyoruz. Sadece çalar saate bakıyoruz. Sadece geçen zamanla, onu geçirmekle, gerçekten isteneni ertelemekle ilgileniyoruz. Dikkatimiz “şimdi” değil “sonra” üzerine yoğunlaşmış durumda. Özellikle kentlerde hayat tek bir an durup düşünmeden, bu koşuyu dengelemeye yarayacak olan huzura tek bir an ayırmadan geçip gidiyor. Artık kimsenin hiçbir şeye zamanı yok. Hatta şaşırmaya, iğrenmeye, hüzünlenmeye, aşık olmaya, kendi kendiyle baş başa kalmaya bile zaman yok. Bu koşmanın bizi mutlu edip etmediğini kendimize sormak için durmak konusunda bile kendimize uyduracağımız pek çok bahanemiz var; eğer yoksa da bunları uydurmakta üstümüze yok.” (s.204)

“Yolculuk etmek; hayatın keyfi, benim için bir gençlik hevesiyle, sonradan bir meslek, bir var olma biçimi haline geldi. Daima aynı ama daima farklı; yola çıkmak üzere hazırlanmak, gitmek, hakkında yazmak. Peki bütün bunların anlamı nedir? Bütün içtenliğimle söylüyorum ki; bir kez bile durup bunu kendime sormamıştım. Böyle sürekli devinim halinde olmanın, daima dışımdaki bir şeylerin arayışı içinde bulunmamın nedeni çok basitti. Benim içimde hiçbir şey yoktu. Bomboştum. Ne var ki; bir sünger gibi, içine batırıldığı şeyi emmeye hazır sünger gibi boştum. Onu suya koyarsan ıslanır, sirkeye batırırsan ekşi olur. Hiç yolculuk etmemiş olsaydım, söyleyecek, anlatacak tek sözüm bile olmayacaktı; neye kafa yoracağımı hiç bilemeyecektim.” (s.247)

“Kimi zaman insan bir ayrıntıyı incelerken, bu ayrıntının anlamsız kaldığı bütüne vurulur. İşte bir sabah farkına bile varmadan, gözlerim, terasımın altında, özenle çiçekleri sulayan, Ganj kıyısında duran Tanrı heykelinin boynuna, turuncu çiçeklerden oluşan bir kolye takan kadına takıldı. Derken kara bir keçi geldi ve bu çiçeklerden birini kopardı. Tam birini daha ısıracaktı ki bütün çiçekleri bir lokmada yutan bir inek tarafından kovuldu; kadının tanrısına sunduğu çiçekler ve dualar boşa gitmişti. Kimse duruma isyan etmedi. Az sonra kadın, keçi ve inek her biri kendi yoluna giderek oradan uzaklaştılar; her biri o anda ve zamanın sonsuzluğunda, milyarlarca değişik gezegende, milyarlarca insan ve hayvanın, görünür ve görünmez varlığın varoluş çemberini çevirmekte oldukları o engin yanılsama komedisinde rolünü oynamış, bitirmişti.” (s.255)

“Biz Batılıların huzursuzluğunun bir bölümü, dünyada olup biten her şeyle ilgilenmek ve hatta onu değiştirmek arzusundan ortaya çıkıyor olmasın? Doğu düşüncesi, bizim dışımızdaki hiçbir şeyin değiştirilemez, tek umudun bizim kendi içimizde gerçekleştirebileceğimiz değişiklik olduğunu ileri sürerken gerçekten büyük bir bilgelik sergiliyor olmasın?” (s.255)

“İnsan, zamanın geçtiğini söyler; zamansa, insanın.” Hint Deyişi. (s.293)

“İnsanların daha çok satın alması, daha çok inşa etmesi, daha çok tüketmesi, ekonomi için en büyük müjdedir. Ama ekonomistlerin sadece tüketerek daha hızlı ilerlendiği konusundaki inançları delilikten başka bir şey değildir. Böylelikle dünya yok edilmektedir çünkü daha fazla tüketmek, yeryüzünün kaynaklarını daha fazla kullanmak demektir. Şu anda yeryüzünün üretmekte olduğunun yüzde 120’sini tüketmekteyiz. Yani sermayeden yemekteyiz. Torunlarımıza ne kalacak? Gandhi, yalın ama kesin ve ahlaki dünyasında bunu anlamış ve şöyle demişti: Yeryüzü herkesin gereksinmesini karşılayabilir ama herkesin oburluğunu değil.” (s.306)

“Bugün tek bir şeyden, yarın bir başka şeyden vazgeçersek, başarabiliriz. Aslında hiç de gereksinme duymadığımız sözde ihtiyaçlarımızı silip atmak yeter. Kurtuluşa böyle ulaşılır. Gerçek özgürlük budur; seçebilme özgürlüğü değil, olma özgürlüğü. Atina pazarında dolaşan Diyojen bu özgürlüğünün bilincindeydi. Çevresine bakınır ve homurdanarak kendi kendine: Bak, bak, ne de çok şeye gereksinmem yok, diye söylenirdi.” (s.306)

“Arkadaşlarımın öykülerindeki öfke ya da keder, hastalığın kendiyle değil, onların hayat tarzları, öteki insanlarla olan ilişkileriyle bağlantılıydı. İşte bir toplumun “gelişme” düzeyini değerlendirirken göz önüne alınacak kriter buydu. Kişi başına düşen net ya da brüt gelir düzeyi değil. İnsanın hayatında güvenebileceği, ileriye ve geriye birlikte bakabileceği, anın sevinçlerini ve üzüntülerini paylaşabileceği bir kimsenin varlığının yarattığı zenginlik hangi metreyle ölçülebilirdi ki? Bu belki gençken tanıştığımız, birlikte büyüdüğümüz, birlikte yaşlanmanın güzel olacağını tahmin ettiğimiz bir kişi olabilir.” (s.335)

“Tam olma arzusu bütün zamanların ve bütün anakaraların insanlarının ortak arzusu olmuştur. Sorun evrenseldir. Çözümün kendi de evrenseldir.” Swami

“Vedanta’nın kadim vizyonu içerisinde, bireysellik ve materyalizm peşinde koşmaya başlayan insanın içinde doğan ruhsal boşluğa yanıt verecek son derece modern bir görüş vardı. Metafizik hedefler sunan ve genellikle bunları cennet hayatına erteleyen dinlerin tersine, Vedanta’nın tek bir ruhsal hedefi vardır: İnsanın kendi tamlığının farkında olması. Bu hayatta. Şimdi.” (s.440)

“Gerçek, çoğunluğun fikri değildir. Çoğunluk bir hükümet için oy verebilir ama Gerçek’in ne olduğuna karar veremez.” Swami (s.443)

“Karmayı ilk kez açıklarken şöyle demişti: Her davranış bir sonuç yaratır; bunların bazıları gözle görülebilir, bazıları görünmez. Bilinçli davranışlarımızın görünmeyen sonuçları, karmamızı oluşturur. Çıkar beklemeden bir insana yardım etmek, bir hayvanı kurtarmak, bir çiçeği sulamak gibi olumlu bir davranışın sonucu punya yani bir ödül yaratır; olumsuz davranışların sonucunda da borçlanılır. Jiva dharmada kalırsa punya toplar; dışındaysa borç yazar ve bunun hesabını bir sonraki hayatında verecektir.” (s.444)

“Şans ve şanssızlık karma değil de nedir? Hepimiz şu ya da bu biçimde hayatımızı belirleyen bir şeyin var olduğunu anlıyoruz. Ne var ki bazıları ilkel adam gibi bunu şansa ya da daha kötüsü, kötü ruhlu bir varlığa bağlıyor; öteki insanlar da başımıza gelenlerden kendimizin, yalnızca kendimizin sorumlu olduğunu biliyorlar, çünkü şans ve şanssızlık bizim bu ya da önceki yaşantımızdaki davranışlarımızın meyveleridir. İşte karma budur.” (s.444)

“Dışta olan her şeyi dışarıda bırakın: insanları, nesneleri. Koşullar oldukları gibidirler. Sizi kaygılandıranlar Ben’in dışındadır ve Ben hiçbir şey arzu etmemeli ve hiçbir şeyi yargılamamalıdır. Ben, taraf tutmayan bir derin düşünür olmalıdır ve herkese kendi kaderinin özgürlüğünü bırakmalıdır. Swami sabah meditasyonunda bunları söylüyordu. Duyularınızdan uzaklaşın; ayaklarını ve başını kabuğunun içine çeken kaplumbağa gibi olun. Bedeninize dışarıdan bakın, kendinizi nefes alıp veren bir heykel gibi görün. Dinlemede kalın, olup biteni fark edin ve bunun bilincine varın.” (s.448)

“Temelde, meditasyon yapmak insanın kendi kendinin bilincine varmasıdır. Kolay değildir; çünkü zihin doğası gereği huzursuzdur; kimi zaman çalkantılıdır, kayıp gider, onun düşünmemesini sağlamaya çalışmak “Rüzgarı ellerle yakalayıp istediğimiz yere taşımaya benzer” der Upanişad’lar. Yine de odaklanmak, zihni kendine döndürmek; bana bir istek, kişilik gücü, her türlü çabayı göstermeye değecek bir şey gibi görünüyordu, çünkü insanın kendi zihnini denetim altına alması sonuçta kendi hayatını denetim altına alması demek oluyordu. Zihin, insanın bütün sorunlarının kaynağını oluşturur ama aynı zamanda çözümler de orada yatar. Zihin, her gün çiğneyip geçtiğimiz ve değerini bilemediğimiz bir hazine sandığıdır. Söz konusu olan, onu ele geçirmek, yaptığımız her şeyi dalgınlıkla değil farkındalıkla yapma alıştırmalarıyla egemenliğimiz altına almaktır.” (s.449)

“Tanrım, o bütün bu iyi dilekleri gerçekten hakediyordu! Başıma kakmadan, hiçbir biçimde yük olmadan, suçluluk duymama yol açmadan orada kalmama izin veriyordu. O, kesinlikle en iyi ilaçlarımdan biriydi. Üstelik bu hastalığa yakalandığımdan beri de değil. Bizimki başından beri bir hayat ortaklığı, dünyaya nasıl bakmak ve nereye gitmek konusunda sezgisel biçimde uyum sağlama evliliğiydi. Ve şimdi birlikte yaşlanmaktan daha güzel ne olabilirdi ki?” (s.458)

“Güç, gücü taşıyan şeyde değil, onun öyle olduğuna inanan zihindedir.” (s.462)

“Kopuş hoşuma gidiyordu ama umursamazlık asla. Bir nehrin tadını çıkarmanın en iyi yolunun akıntının dışında kalmak olduğuna inanıyordum ama bunu yapabilmek için kıyıda oturmalı, suya bakabilmeli, onun aktığını hissedebilmeliydim.” (s.503)

“Kendinizi tanıyabileceğiniz bir hayat sürün.” Swami (s.528)

“Tedavi olmak altı saatte bir hap yutmak değildir, dedi. Tedavinin anlamı, zihni arındırmak, onu iyileşme sürecini desteklemek için kullanmaktır; bu çabada, kutsal bir ırmakta yıkanmak, hacca gitmek, bazı ayinlere katılmak, bazı mantraları söylemek gibi eylemler söz konusu olabilir. Şifalanmak, doğru bir hayat tarzına yönelmektir. Rişiler için bu son derece açıktı. En önemli olan şeyin -Batı tıbbının yaptığı gibi- ortaya çıkan hastalıkları tedavi etmek değil, bedenin uyum, zihnin huzur içinde olduğu bir hayat sürdürerek hastalıkları önlemek olduğunu bilmişlerdi.” (s.536)

“Sağlık Batı tıbbının yaptığı değişik tahlillerin sonuçlarının normal çıkmasıyla anlaşılmaz. Kan, kolestrol, normal denir. Bir insanda bütün bunlar normal olabilir ama yine de kendini iyi hissetmeyebilir. Zihin oynakken, dengede değilken, bu özellikle doğrudur. Swasta’nın anlamı, uyum, Öz’ün gerçekleşmesindeki dengedir. Bizim için gerçek sağlığın anlamı budur.” (s.538)

“İnsanın ıstırabının sadece fiziksel olmadığını, en büyük mutsuzluk kaynağının ruhsal cehalet, kendini bütünden kopuk hissetme olduğunu bildiler. Siz de bilirsiniz; sadece Öz bilgisi, bütün sorunlarımızın çözümüdür.” (s.538)

“Rişiler, sağlığı korumak için doğru bir hayat sürmek gerekir derken, haklıydılar. Oysa bizler hayatımızı de değiştirmeye her an hazırız ve sıklıkla doğru olmayan hedeflere yöneliriz. Değişmek, yapılabilecek en zor şeylerden biri. Değişim bizi korkutur ve hiç kimse yaşama tarzını gerçekten düzeltmek istemez. Bu nedenle nesnel terapiye daha çok yatkınızdır; bu nedenle astımı aerosol ile, alerjiyi antihistaminiklerle, baş ağrısını aspirinle iyileştirmeye çalışırız. Bu, hastalığa yol açan nedenleri araştırmak ve düşünmekten çok daha kolay bir yoldur. Bize uygun olmayan bir evde oturmak, ahmak insanlarla arkadaşlık etmek, yanlış şeyler yemek, anlamı olmayan bir iş yapmak, bu hastalıkların nedeni olarak belirlense bile, bunları değiştirmeye hazır mıyız? Değişim nasıl yapılır? İşte bizim rahatsızlığımıza ortam hazırlayan da bu yetersizliğimizdir.” (s.554)

“Gerçek bilgi kitaplardan gelmez; kutsal kitaplardan da elde edilmez; tek yol deneyimdir. Gerçeği anlayabilmenin en iyi yolu, duygulardan, sezgilerden geçer; akıldan değil. Akıl sınırlıdır.” (s.629)

“Yolculuk etmek işe yaramaz. İnsanın içinde hiçbir şey yoksa, dışarıda asla bir şey bulamayacaktır. İnsanın kendi içinde bulamadığı şeyi gidip dünyanın dört bir yanında araması boşunadır.” (s.629)

“Hayat bir gizemdir ve öyle kalması iyi olur.” (s.632)

“Sığınağıma yerleştim.” (s.636)

“BEN, pek çok şeye gereksinmesi olduğunu sanıyor ama ben, bunun bir tuzak olduğunu biliyorum.” (s.637)

“-Bu kitaplıkta kaç kitap var?

  -On binlerce.

  -Peki, hepsini  okumak ne kadar sürer?

  -Ah… Birkaç hayat boyu.

  -O halde, ben bunları istemiyorum. Bunun bir başka yolu olmalı.

İhtiyara göre, bunun başka yolu, deneyimdi. İnsanın kendi üzerinde kazanacağı deneyim. Gerçek anlama akılla değil, yürekle gerçekleşebilirdi. İnsan yalnızca denediğini; içinde hissedebildiğini anlayabilir.” (s.638)

“İnsan rutinden kopar kopmaz gündelik yaşantıda -içsel olarak da- ne kadar az özgürlüğe sahip olduğunu; yaptığı ve düşündüğü pek çok şeyin ne kadar alışkanlık ürünü olduğunun farkına varıyor.” (s.642)

“Dikkatimi dağıtan unsurlar, dışsal uyarılar olmayınca zihnim kendi yolunu izlemekte, sınırlarından çıkmakta özgür kalıyordu. Sessiz bir zihin, düşünceleri olmayan zihin anlamına geliyordu. Düşüncelerin bu dinginlikte oluşması ve daha iyi gözlenebilecekleri anlamına geliyordu. Daha iyi düşünülebilirlerdi.” (s.646)

“Ah Gandhi! Vurulmadan az önce ona birisi, hayatının mesajının ne olduğunu sormuş. O da şu yanıtı vermiş: Hayatım, mesajımdır.” (s.700)

“Mutsuzluğumuzun kaynağı, sürekli olarak hoşumuza gidenler ve gitmeyenler arasında bir ayrım yapmamızdır: Ancak her şeyin “Bir” olduğunu kabullenirsek, hiçbir şeyi reddetmeden, zihnimizi dinginleştirmeyi ve endişelenmekten kurtulmayı başarırız.” (s.702)

“Bu yolculuk öyküsünün amacı, bazı hastalıklara deva olmadığını kanıtlamak ve onu aramak için gösterdiğim bunca çabanın boşa gittiğini göstermek değildir. Tam tersine, hastalığın kendisi dahil her şey, son derece yararlı oldu. Bu bahaneyle önceliklerimi keşfetmeye, düşünmeye, bakış açımı ve daha da önemlisi hayat tarzımı değiştirmeye yöneldim. Başkalarına da öğütleyebileceğim budur: İyileşmek için hayatını değiştirmek, değişmek için hayatını değiştirmek. Bundan sonrasında herkes kendi yolundan yürümelidir. Gösterebileceğim kestirme yollar yoktur. Kutsal kitaplar, öğretmenler, gurular, dinler işe yararlar ama onların bizleri yükseltişini, bizi merdivenleri tırmanmaktan kurtaran asansörlere benzetebiliriz. Yürüyüşün son bölümü, dünyayı seyredebileceğimiz ya da bir bulut olmak için yere uzanacağımız çatıya ulaşmak için, çıkacağımız son birkaç basamak, adım adım ve tek başına aşılmalıdır. Ben bunu yapmaya çalışıyorum. İyiyim, gücüm yerinde ama bununla ne övünüyorum ne de seviniyorum. Şimdi bir sonuç beklemeden, karşılık ummadan, arzular oluşturmadan, bana doğru görünenleri yapıyorum. Tek isteğim, kendim için zamana gereksinme duymayacağım ve bana kalanı başkalarına harcayabileceğim o noktaya varabilmek. Şimdi burada, evrenin olağanüstülüğünü, hiç ama hiçbir şeyin rastlantıyla gerçekleşmediğini ve hayatın sonsuz bir sürpriz olduğunu duyumsayarak yaşıyorum. Ve ben her yeni gün bana atlıkarıncada bir tur daha atma fırsatı tanıdığı için kendimi özellikle şanslı sayıyorum.” (s.703)

30 Tem 2020

Jiddu Krishnamurti - Yaşam Üzerine Yorumlamalar 1


“Hırs, ister grup için, ister bireysel kurtuluş için, ister ruhsal başarı için olsun, hareketin ertelenmesi demektir. Arzu daima gelecek içindir; gelecekte bir şey olma arzusu şu anda hareketsizliği doğurur. Şimdi, yarından daha büyük öneme sahiptir. Şimdide bütün zamanlar vardır ve şimdiyi anlamak, zamandan özgür olmaktır.” (s.10)

“Duygusal ve algısal içeriğiyle düşünce, sevgi değildir. Düşünce her durumda sevgiyi reddeder. Düşünce hatıradadır fakat sevgi değildir. Sevdiğin birini düşündüğünde, o düşünce sevgi olmaz. Bir arkadaşının alışkanlıklarını, tavrını, kişisel özelliklerini hatırlayabilirsin ve o kişiyle olan ilişkinde hoş veya hoş olmayan olaylar hakkında düşünebilirsin, lakin düşüncenin çağrıştırdığı görüntüler sevgi değildir. Düşünce, doğası gereği ayrımcıdır. Zaman- uzay, ayrılık- üzüntü algısı düşünce sürecinden doğar ve sevgi, sadece düşünce süreci kesildiğinde ortaya çıkabilir.” (s.17)

“Tüm karmaşa ve üzüntülerin doğma sebebi, düşüncenin sevgi rolü yapmasıdır.” (s.17)

“Eğer ölmüş bir arkadaşını hiç düşünmemiş olsan kendini vefasız ve sevgisiz olmakla itham edersin. Bu tür bir durumu duygusuzluk, umursamazlık olarak değerlendirir ve o insanı düşünmeye başlarsın. Zihnine görüntülerinizi getirir veya eline fotoğraflarınızı alırsın, fakat kalbini zihne ait olan şeylerle doldurmak sevgi için hiç yer bırakmamak demektir. Bir arkadaşın ile birlikteyken onu düşünmezsin; düşünce, sadece onun yokluğunda ölmüş olan sahneleri ve deneyimleri yeniden canlandırır. İnsanlar geçmişin bu yeniden canlanmasına sevgi adını verir. Dolayısıyla pek çoğumuz için sevgi ölümdür, hayatın inkârıdır; geçmiş ve ölü ile birlikte yaşarız, bu yüzden onu sevgi diye adlandırmamıza rağmen biz kendimiz ölü oluruz.

Düşünce süreci daima sevgiyi imkânsız kılar. Duygusal karmaşaları yaratan şey, düşüncedir, sevgi değil. Düşünce, sevginin önündeki en büyük engeldir. Düşünce, olan ile olması gereken arasında bir sınır yaratır.” (s.18)

“Eğer farkındalığın tam ise, düşüncenin hayatında ne kadar önemli yer kapladığını göreceksin. Düşünce bariz bir şekilde kendi yerini bulur fakat hiçbir şekilde sevgiyle ilgisi yoktur. Soracaksın, peki öyleyse sevgi nedir? Sevgi, düşüncenin olmadığı bir varoluş halidir. Ancak sevginin gerçek tanımlaması onun bir düşünce süreci olduğudur ve dolayısıyla o aslında sevgi değildir. Düşüncenin kendisini anlamalı ve sevgiyi düşünce ile esir etmemeye çalışmalıyız. Düşünceyi inkâr etmek bizi sevgiye götürmez. Düşünceden kurtuluş ancak onun derin önemi bütünüyle anlaşıldığında mümkündür ve bunun için beyhude ve sığ ifadeler değil, engin bir kendini bilme hali gereklidir. Düşünce yollarını tekerrür değil meditasyon, tanımlama değil farkındalık ortaya çıkarır. Düşünce yollarının farkına varmadan ve deneyimlemeden sevgi olamaz.” (s.19) 

“Doğa bu akşam fazla konuşkan değildi. Ağaçlar soğuktu, kendi sessizliklerine ve karanlıklarına çekilmişti. Çene çalan birkaç köylü, bisikletleriyle yanımızdan geçti ve etrafı bir kez daha derin bir sessizlik ve her şey tek başına kaldığında ortaya çıkan huzur sardı.

Bu tek başınalık acıtan, korkutucu türden değildi. Var olmanın yalnızlığıydı; bozulmamıştı, zengindi, tamdı. Demirhindi ağacının kendisi olma dışında bir varoluşu yoktu. İşte tek başınalık budur. Kişi tek başınadır, ateş gibi, çiçek gibi… Lakin kişi, kendi saflığı ve enginliğinden habersizdir. Kişi sadece tek başınalık varsa gerçekten iletişim kurabilir. Tek başınalık reddetmenin, kendini kapatmanın sonucu değildir. Tek başınalık tüm güdülerden, tüm arzu arayışlarından ve tüm amaçlardan arınmadır. Tek başınalık zihnin nihai ürünü değildir. Zihinsel olarak, tek başına kalmayı isteyemezsin. Bu tür bir istek sadece iletişim kuramamaktan kaynaklanan acıdan bir kaçıştır.

Korkusu ve acısıyla yalnızlık ise benliğin kaçınılmaz eylemidir: soyutlanmak. İster geniş, ister dar olsun bu soyutlanma süreci karmaşa, çatışma ve üzüntünün ürünüdür. İzolasyon asla yalnızlık doğuramaz, birinin var olması için diğeri bitmelidir. Yalnızlık bölünememe, tek başınalık ise ayrılmadır. Tek başına olan esnektir ve bu sebeple dayanıklıdır. Sadece tek başına olan kişi sebepsiz ve sonsuz olanla iletişim kurabilir. Tek başına olan kişi için hayat sonsuzdur; onun için ölüm yoktur. Tek başına olan kişi, var olmayı asla bitiremez.” (s.21)

“Kendini bilme olmadan, akıl süzgecinden geçirerek bulduğun düşüncenin bir temeli olmaz. Önce kendini bilmeden, neyin doğru olduğunu nasıl bilebilirsin? Kendini bilmezsen yanılsama kaçınılmazdır.” (s.24)

"Zenginlik, konfor ve unvan dünyasını reddetmek kısmen basit bir iştir lakin bir şey olma, bir şey haline gelme arzusunu bir kenara koymak büyük bir zekâ ve anlayış gerektirir. Bir şey olma arzusunu sırtlanmış bir zihin asla sakin olamaz çünkü sükunet uygulamanın ya da zamanın bir sonucu değildir. Sükunet bir anlayış durumudur ve “bir şey olmak” bu anlayışı reddeder. Bir şey haline gelmek, aslında anlayışın ertelenmesi sonucu ortaya çıkan “zaman” hissini yaratır. “Olacağım” hissi, kendini yüksek görmekten doğan bir yanılsamadır.” (s.27)

“Bilgi, iki karanlık zamanın arasında parlayan bir ışıktır, ama bu karanlığın ötesine gidemez. Nasıl yakıt makine için gerekliyse, bilgi de teknik için o kadar gereklidir, ama bilinmeyene erişemez. Bilinmeyen, bilinenin ağına yakalanmaz. Bilgi, bilinmeyenin tezahür edebilmesi için bir kenara bırakılmalıdır ama bu ne kadar da zordur.” (s.32.

 “Bilmek, bilinmeyeni reddetmektir.” (s.33)

 “Hayat dışarıdan olduğu kadar, içeriden de olan bir süreçtir; dışarısı kesinlikle içeriyi etkiler ama içerisi her zaman dışarıyı alt eder.” (s.39)

 “Sebep ve sonuçlarla oynadığımız, onların ötesine sözlü ifadeler hariç asla gidemediğimiz için hayatlarımız boş ve önemsizdir. Bu sebepten politik heyecanların, dini duygusallığın kölesi haline geliriz. Umut, sadece bizi oluşturan çeşitli süreçlerin bütünleşmesiyle oluşur. Bütünleşme ise bir ideoloji veya dini, siyasi bir otoriteyi takip etmenin sonucunda meydana gelmez; sadece kapsamlı ve derin farkındalık ile mümkün olur. Bu farkındalık yüzeydeki yanıtlar ile tatmin olmamalı, bilincin derin katmanlarına dalmalıdır.” (s.39)

“Deneyim bir şey, deneyimlemek ise başka bir şeydir. Deneyim, deneyimleme halinin önünde bir bariyerdir. Deneyim güzel de olsa, çirkin de olsa deneyimlemenin çiçek açmasına engel olur. Deneyim zaten zamanın ağındadır, zaten geçmiştedir. Sadece şimdiye bir yanıt olarak hayat bulan bir hatıraya dönüşmüştür. Hayat şimdidir; deneyim değildir. Deneyimin ağırlığı ve gücü şimdiyi gölgeler ve böylece deneyimleme, deneyim haline gelir.” (s.40)

“Sevdiğimiz bir şeye zarar vermek nasıl da kolaydır! Aramıza nasıl da kolayca bir bariyer giriverir; bir kelime, bir mimik, bir gülümseme! Sağlık, ruh hali ya da arzu gölgelenir ve bir zamanlar parlak olan şey sıkıcı, ağır hale gelir. Kendi kendimizi eskitiriz ve öncesinde berrak ve açık olan şey usandırıcı, karmakarışık oluverir. Sürekli sürtüşme, umut ve hayal kırıklığı yüzünden, öncesinde güzel ve basit olan kişi korkulu ve beklentili hale gelir. İlişki karmaşık ve zordur; çok azı onu sağ salim atlatabilir. Biz onun sabit, sürekli, aralıksız olmasını istesek de ilişki derinden ve tümüyle anlaşılması gereken, bir iç veya dış şablona uydurulmaması gereken bir süreç, bir harekettir. Geleneklere uygunluğu salık veren sosyal yapı, sadece aşk varsa ağırlığını ve otoritesini yitirir. Bir ilişkide sevgi, benliğin yönlerini açığa çıkardığı için arındırıcı bir süreçtir. Bu açığa çıkarma olmadan, ilişkinin çok az önemi olur.” (s.54)

“Memnuniyet “olanın” farkında olmayla, sadelik ise “olandan” özgürleşmeyle gelir. Dışarıdan sade olmak iyidir ama içeriden sade ve net olmak çok daha önemlidir.” (s.82)

“Çatışma ve duruluk beraber var olmaz; basitliği getirecek olan şey çatışmayı yenmek değil çatışmadan özgürleşmektir. Aksi taktirde ele geçirilen şey tekrar tekrar ele geçirilmelidir ve bunun sonucunda çatışma sonsuz olur.” (s.83)

“Berraklık size bir başkası tarafından verilemez. Karmaşa, bizleriz; onu meydana getiririz ve bz kaldırmak zorundayız.” (s.93)

“Korku, yatıştırma ve mumlarla uzaklaştırılamaz; bir şey haline gelme arzusunun kesilmesiyle sona erer.” (s.93)

“Soyutlanma korkunun sonucudur ve korku tüm duygu bağlarını sona erdirir. Duygu bağı ilişkidir; ilişki her ne kadar zevkli veya acılı olursa olsun, içinde kendi kendini unutma ihtimali vardır. Soyutlanma benliğe ait bir yöntemdir ve benliğin her faaliyeti kişiye çatışma ile üzüntü getirir.” (s.110)

“Günün sonu bütün dünlerin ölümüydü ve bu ölümde geçmişin hüznü olmaksızın, bir yeniden doğum vardı. Sessizliğin enginliğinde hayat yepyeniydi.” (s.139)

“Mutluluk arayışında problemler yaratırız ve sonra içlerinde takılır kalırız. Araçlar eninde sonunda mutluluğun kendisinden daha önemli ve belirgin hale geleceği için, araçlar yoluyla olan mutluluk her durumda çatışma doğurur. Eğer bu sandalyenin güzelliği ile mutluluğa ulaşırsam, o zaman sandalye benim için en önemli şey haline gelir ve onu diğerlerine karşı korumak zorunda kalırım. Bu mücadelede bir zamanlar sandalyenin güzelliğiyle hissettiğim mutluluk tamamen unutulur, kaybolur ve ben sandalye ile kalakalırım. Sandalyenin kendi başına çok az değeri vardır ama mutluluğumun aracı olduğu için ben ona olağan dışı bir değer yüklerim. Böylece araçlar, mutluluğun yerine koyduğum şeyler haline gelir.” (s.143)

“Anlama, çatışmadan kurtulmayı sağlar. Çatışmadan kurtuluşun sonucu ise bütünleşmedir.” (s.155)

“Yalnızca, olanı anlamada olandan özgürleşme vardır.” (s.169)

 "-Zihnimi mutlu Engadin deneyiminde dolaşırken buluyorum. O deneyimi hatırada canlandırmak bir kaçış mıdır?

  -Apaçık. Asıl olan şu andaki yaşamınızdır: bu kalabalık cadde, işiniz, anlık ilişkileriniz. Eğer bunlar zevk ve haz verici olsaydı, Engadin unutulup giderdi; ama şu anda “olan” kafa karıştırıcı ve acı verici olduğu için, geçmiş ve ölü bir deneyime dönersiniz. Bu deneyimi hatırlayabilirsiniz ama bitmiştir; ona sadece hatıra yoluyla hayat verirsiniz. Ölü bir şeye hayat pompalamak gibidir bu. Şimdiki an sıkıcı, sığ olduğu için geçmişe döneriz ya da kendi kendimize uydurduğumuz bir geleceğe bel bağlarız. Bugünden kaçmak, kişiyi kaçınılmaz olarak yanılsamaya götürür. Bugünü yargılama ya da haklı çıkarma olmaksızın, gerçekten olduğu gibi görmek “olan”ı anlamaktır ve olanda bir dönüşüm yaratan eylem işte o zaman meydana gelir.” (s.174)

“Mutluluk için, bir sonu olmayan dinginlik gereklidir.” (s.176)

“Sevdi dumansız bir alevdir.” (s.189)

“Sığ bir zihin, kendisini bilgi ve akıllıca cümlelerle süsleyerek, bilgece sözleri alıntılayarak, dış görünüşünü allayıp pullayarak derinleşmez. İster içeriden ister dışarıdan olsun, hiçbir dekor erişilmez derinlikte bir zihin yaratmaz. Güzellik verecek olan şey, mücevher ya da kazanılmış erdem değil, zihnin bu erişilmez derinliğidir. Güzelliğin meydana gelmesi için zihin kendi küçüklüğünün farkında olmalıdır; kıyaslamanın tamamen bitirildiği bir farkındalık hali olmalıdır.” (s.191)

“Neden kendini bu kadar zekice koruyorsun? Neye karşı koruyorsun? Etrafındaki karmaşaya karşı dedin; peki bu karmaşada, karşısında kendini koruman gereken ne var? Eğer bu bir karmaşa ise ve sen bunu net olarak görüyorsan, o zaman ona karşı kendini korumana gerek yoktur. Sadece korku varsa ve anlama yoksa kişi kendini korur. Peki, öyleyse neden korkuyorsun?” (s.211)

“İki insan arasında ancak duygu birliği varsa birbirlerini anlarlar; eğer birbirlerine karşı koyarlarsa anlama olmaz.” (s.212)

“ Meditasyonun amacı, meditasyonun kendisidir. Meditasyonun içinde ve ötesinde bir şey aramak, kazanmaktır, yani bir sondur. Kazanılan şey tekrar kaybedilir. Bir sonuç aramak kendini kandırmaya devam etmektir; ne kadar ulvi olursa olsun tüm sonuçlar arzunun yansımalarıdır. Ulaşmak, kazanmak, keşfetmek için bir araç olarak meditasyon, meditasyonu yapan kişiye sadece güç verir. Meditasyon, meditasyonu yapan kişidir; meditasyon, meditasyon yapanı anlamaktır.” (s.224)

“Düşünce daima dış tepkidir, hiçbir zaman derinden cevap veremez. Düşünce daima dışsaldır; daima bir etkidir. Düşünmek ise etkilerin uzlaşımıdır. Düşünce kendini farklı seviyelere yerleştirebilmesine rağmen daima yüzeyseldir. Düşünce asla derinde olana, üstü kapalı olana nüfuz edemez. Düşünce kendisinin ötesine gidemez ve bunu yapmak için her teşebbüs bir hüsran olur.” (s.227)

“Aşk sadece koşullar yerine getirildiğinde ulaşılabilir olan, parlak ve ulaşılamaz bir ideal mi? Kişinin tüm koşulları yerine getirmek için zamanı var mı? Güzellik hakkında konuşur, yazar, resmeder, dans eder, vaaz çekeriz ama ne güzeliz ne de aşkı biliyoruz. Biz sadece sözleri biliyoruz.Açık ve savunmasız olmak duyarlı olmaktır; esirgeme olan yerde duyarsızlık vardır. Savunmasız olan kişi emniyetsizdir, yarından özgürdür, açık olan kişi örtülüdür, bilinmeyendir. Açık ve savunmasız olan güzeldir; etrafı çevrelenmiş olan donuk ve duyarsızdır. Zekâ gibi yavanlık da bir çeşit kendini koruma yöntemidir. Bu kapıyı açarız ama taze havayı sadece belirli bir açıklıktan almak istediğimiz için diğerini kapalı tutarız. Asla dışarı çıkmayız, tüm kapı ve pencereleri aynı anda açmayız. Duyarlılık zamanla kazanabileceğiniz bir şey değildir.” (s.236)

“Geçmişe nasıl da bağlıyız! Aslında geçmişe bağlı değiliz; biz geçmişiz ve hem hüzünle hem sevgiyle anılan hazmedilmemiş hatıralarının katmanları olan geçmiş nasıl da karmaşık bir şey. Geçmiş bizi gece gündüz takip eder; bu döngü nadiren kırılır ve berrak bir aydınlık ortaya çıkar. Geçmiş her şeyi donuk ve yorgun hale getiren bir gölge gibidir; şimdiki zaman ise bu gölgede netliğini, tazeliğini kaybeder. (s.240)

“Rüya zihnin başka bir meşguliyeti, huzursuzluğunun sembolüdür. Rüya görmek bilinç halinin devamı, uyanık saatler boyunca faal olmayanın uzantısıdır. Hem üst zihnin hem de derin zihnin faaliyeti, meşguliyetle ilgilidir.” (s.241)

“İletişim birliği için duyarlılık, savunmasızlık, korkudan kurtulma, bir şey haline gelmekten özgürleşme olmalıdır. Sevgi bir şey haline gelmek veya “olacağım” hali değildir. Bir şey haline gelme sırasında duygu bağı kurulamaz çünkü sürekli olarak kendini soyutlarsın. Sevgi savunmasızdır; sevgi açıktır; sevgi ölçülemeyen, bilinmeyendir.” (s.263)

“-Ne yapmam gerektiği konusunda nasıl net olacağım?

  -Eylem, berraklığın ardından gelmez: berraklığın kendisi eylemdir. Sen net olmakla değil, ne yapman gerektiğiyle ilgilisin. Yapman gerekenler ile itibar, umut ettiklerin ile aslında olan arasında bölünmüşsün. İtibar ve bazı ideal eylemler için duyduğun ikili arzu, çatışma ve kamaşa getirir. Ancak “olan”a bakabilmeye muktedir olduğunda berraklık olur. Olan, arzunun özel bir şablona göre çarpıtılmasıyla ortaya çıkan “olması gereken” değildir; olan aslında olandır, arzu edilen değil gerçek olandır. Muhtemelen meseleye hiç bu şekilde yaklaşmadın; sadece kurnazca hesaplar yaptın, onu tarttın, planlama ve karşı planlama yaptın ve bunların tümü seni ne yapman gerektiğini sorguladığın bu karmaşaya götürdü. Karmaşa durumunda hangi seçimi yaparsan yap sadece daha fazla karmaşaya götürür. Bunu basitçe ve doğrudan gör.” (s.266)

“Düşüncelerinden çok emindi. Eminlik, güzelliğin inkârıdır. Kesin ve emin olmak, içe dönük ve korunaklı olmak demektir. Açık olunmadan duyarlılık nasıl olabilir?” (s.276)

 "Bir şey haline gelme psikolojisi, günlük yaşamı acı verici, rekabetçi, çatışmacı kılan faktör olabilir. Bir şey haline gelme derken neyi kastediyoruz? Piskopos olmak isteyen rahibin, usta olmak isteyen çırağın psikolojik olarak bir şey haline gelmelerini elbette. Bu bir şey haline gelme sürecinde, olumlu ya da olumsuz çaba vardır; “olan”ı başka bir şeyle değiştirmek mücadeledir, değil mi? Ben buyum ve şu haline gelmek istiyorum. Bir şey haline gelme bir dizi çatışmadır. Ben şu haline geldiğimde, başka bir şu da vardır ve sonsuz başkaları. Sonu olmayan, bir şey haline gelme durumu ve böylece sonu olmayan çatışma vardır.” (s.281)

“Ancak ayrışma olmadığında, bir şey haline gelmek için çatışma ve mücadele olmadığında tam olmak, bütün olmak mümkündür.” (s.284)

“Hayat özünde ne kadar basittir ve biz onu nasıl da karmaşıklaştırırız! Hayat karmaşıktır ama biz ona nasıl basit davranacağımızı bilemeyiz. Karmaşıklığa basitlikle yaklaşılmalıdır, aksi taktirde onu asla anlayamayız. Çok fazla biliriz, bu yüzden hayat bizi atlatır. Çok fazla, aslında çok azdır. Engin, uçsuz bucaksız olanla yalnızca “çok az olan” sayesinde karşılaşabiliriz. Peki, ölçülemeyeni nasıl ölçebiliriz? Gösteriş düşkünlüğümüz bizi donuklaştırır, deneyim ve bilgi bizi bağlar ve hayatın suları yanımızdan akıp gider.” (s.302)

 "Sevgi karmaşık değildir ama zihin onu öyle yapar. Zihinle çok fazla meşgulüz ve sevginin yöntemini bilmiyoruz. Arzunun yöntemini biliyoruz ama sevgiyi bilmiyoruz. Sevgi dumansız alevdir. Dumana çok aşinayız; duman kafamızı ve kalbimizi doldurur, biz de bu yüzden dünyayı karanlık görürüz. Alevin güzelliğine basit bir şekilde davranmayız; aksine kendimize onunla işkence yaparız. Alevle birlikte yaşamıyoruz; o nereye götürse hızlıca peşinden gidiyoruz. Daima çok fazla şeyi biliyoruz ki bu da çok az şey demektir. Aşka daima yollar yaparız. Oysa aşk bizi atlatır ve biz elimizdeki boş çerçeveyle kalakalırız. Hiçbir şey bilmediklerini bilen insanlar basittir; uzaklara gidebilirler çünkü bilgi yükleri yoktur.” (s.303)

“Olandan uzak olan her tür faaliyet, üzüntü ve düşmanlığı getirmeye mecburdur. Çatışma, olanın inkârı ya da olandan kaçıştır; bundan başka çatışma yoktur. Olanla yüzleşmediğimiz için çatışmamız daha da karmaşık ve çözülemez duruma gelir. Karmaşa olanda değil, aradığımız kaçışlardadır.” (s.313)

“Dünün anısı sadece bugünü karartır ve kıyaslama, kavramayı engeller. Şu kırmızı ve sarı çiçekler nasıl da hoş! Hoşluk zamana ait değildir. Yüklerimizi günden güne taşırız ve asla düne ait birçok gölgenin olmadığı bir gün geçirmeyiz. Günlerimiz dünün bugün ve yarınla birbirine karıştığı tek bir sürekli harekettir; asla bir son yoktur. Bitmekten korkarız, fakat bitiş olmadan yenilik nasıl olabilir? Ölüm olmadan hayat nasıl olabilir? Her ikisi hakkında da ne kadar az şey biliyoruz! Bütün sözlere, açıklamalara sahibiz ve onlar bizi tatmin ediyor. Sözler, sona erişi çarpıtır ve sadece söz olmadığında sona eriş olur. Sözlü olan sonları biliriz ama sözsüz sonları, sözsüz sessizliği asla bilmeyiz. Bilmek hatıradır; hatıra daima devamlıdır ve arzu günleri birbirine bağlayan iptir. Arzunun bitişiyle yenilik gelir. Ölüm yenidir ve sürüp gitme olarak yaşanan hayat sadece hatıradır, boş bir şeydir. Oysa yenilik varsa hayat ve ölüm birdir.” (s.314)

“Yalnızca sevgi daima yenileyicidir.” (s.319)

“Derin anlamı olan her şeyin daima kendiliğinden meydana geldiği, asla meydana getirilmediği doğru değil midir? Bulmak değil, meydana gelmektir önemli olan. Bulmak nispeten kolaydır, ama meydana gelmek başka bir iştir. Zor olduğundan değil, ama bir şeylerin meydana gelmesi için arama veya bulma dürtüsü tamamen sona ermelidir. Bulmak, kaybetmek anlamına gelir, çünkü kaybetmek için önce elde etmelisin. Sahip olmak ya da olunmak, anlama özgürlüğünden yoksun olmak demektir.” (s.328)

“Zaman, “olan” ile olabilen, olması gereken veya olacak olan arasındaki boşluktur. Sona doğru ilerleyen başlangıç, zamandır.” (s.334)

“Ne kadar arzu edersek edelim, ölüm her zaman hayatı kapsayamaz; hayat ölümden daha güçlüdür. Olan, olmayandan daha güçlüdür.” (s.340)

"Üzüntüyü anlamak gerekir; görmezden gelinmemelidir. Görmezden gelmek kedere süreklilik kazandırmaktır; görmezden gelmek kederden kaçmaktır.” (s.341)

“Zihin tümüyle pasif ve sessiz bir uyanıklık içerisinde olmalıdır, böylece üzüntünün ortaya çıkarılma sürecini tereddütsüzce takip edebilir. Zihin eğer herhangi bir umuda, çıkarıma ya da anıya bağlıysa üzüntünün hikâyesini takip edemez. “Olan”ın hareketini takip etmek için zihin özgür olmalıdır; özgürlük sonda değil, en başından beri orada olmalıdır.” (s.341)

“Üzüntü, bir soyutlanma sürecidir. Hayat her zamanki gibi olabilir mi? Dünün neşesi, bugün tekrarlanabilir mi? Tekrarlama arzusu sadece bugün hiç sevinç yoksa ortaya çıkar; bugün boş ise geçmişe ya da geleceğe bakarız. Tekrarlama arzusu devamlılığa duyulan arzudur ve devamlılıkta asla yenilik olmaz. Mutluluk geçmişte ya da gelecekte değil, sadece şimdinin hareketindedir.” (s.342)

29 Tem 2020

Alan Watts - Mutluluğun Anlamı


“Büyük oryantal felsefelerde insanın mutsuzluğunun kökleri varoluş duygusunu yalıtılmış bir bireye ve egoya hapseden ve onu bir bütün olarak hayattan ve gerçeklikten kopartan kaygı (anksiyete) duygusunun içindedir. Öte yandan mutluluk -uyum, tamamlanmışlık ve bütünlük duygusu- yalıtılmışlık duygusunun bir yanılsama olduğunu fark etmektir.” (s.6)

“Mutluluğun anlamı, bu doktrinin psikolojik eşdeğerinin “tamamen kabulleniş” adını verdiğimiz bir zihin durumu olduğunu açıklar: deneyimlediğimiz her şeye evet demek; her anda olduğumuz, hissettiğimiz ve bildiğimiz şeyi çekincesiz kabul etmek. Vedanta’daki gibi “Her şey brahmandır.” demek, tüm bu evren kabul edilmektedir demektir.” (s.6)

“Bilgelik, insanın kendi ayaklarından kaçabilmesi mümkünmüş gibi başka bir şey olmak için verimsiz bir çaba harcaması yerine olduğu şeyi kabul etmesidir.” (s.6)

“Her türlü mutluluğun ele geçmezliği bilinen bir şeydir. Mutluluğu arayanlar onu asla bulamazlar demez miyiz? Bu, özellikle de dış etkenlere bağlı olmayan, bireyin kendi doğasına bağlı ve ıstıraptan etkilenmeyen mutluluk türü için doğrudur. Neşede ve hüzünde sürer, çünkü hayatı tüm yönleriyle pozitif ve içten gelerek kabul etmenin spiritüel alt tonudur.” (s.19)

“Mutluluğu arayanların onu bulamayacağı şu anlama gelir: ona sahip olanlar onu aramazlar; ona sahip olmayanlar da ararlar ve bulamazlar.” (s.20)

“İnsan, ruhunu boşaltmalıdır; böylece ruhun armağanları içine dolar; doğa açılan boşluğu doldurur. İster benliğinden vazgeçme, Tanrı’nın iradesine teslim olma, hayatı kabul etme, mutluluk için çabalamanın geriliminden kurtulma, ister kendini hayatın akışına teslim etme diye adlandırılsın, asıl prensip rahatlamadır.” (s.21)

“Önümüzdeki problem, böyle rahat bir denge merkezini nasıl bulabileceğimiz ve insanın bireysel yaşamına koyabileceğimizdir. Mutluluğun etrafındaki hareketle sarsılmadığı bir merkez; dış olaylar nedeniyle değil kendi olduğu için mutluluk yaratan bir merkez; aşırı lütuftan en derin ıstıraba kadar deneyimlenen olaylarla sarsılmayan bir merkez.” (s.22)

“En parlak ve sivri zihinlere sahip insanların ruhun en derin hakikatlerini kaçırmaları şaşırtıcı değildir. Ama bu sadece akılsız olmakla daha iyi anlaşılacağı anlamına gelmez. Bu tür iç görüler zihnin parlaklığına ya da ahmaklığına bağlı değildir; zihin kendi kibriyle parlarsa başka şeyleri kaydedemez. Bu kadar müthiş bir basitliği anlamak için insanın zihin gözünü açması ve bakması gerekir; bu bir sır değildir, gün ışığı altında gözümüzün önünde durur, hayat kadar engindir. Çinli bilge Tao-Wu’nun sözleriyle: Görmek isterseniz dosdoğru içine bakın; ama onu düşünmeye yeltenirseniz tamamen kaçırırsınız.” (s.25)

“O kadar açıktır ki görmesi uzun sürer.
Aradığın ateşin, kendi fenerinin içinde yanan ateş olduğunu bilmelisin.
Ve, başından beri pişmekte olan senin pirincin.” (Çin Şiiri) (s.35)

“Aslında hayat ve ölüm zıt değildir, birbirlerini tamamlarlar; yaşamaktan ve ölmekten oluşan daha engin bir hayatın asıl öğeleridir; bu, tekil notalarla ve sessizliklerle oluşan bir melodiye benzer. Hayat ölümden beslenir; hareketi hücrelerin sürekli doğup ölmesiyle, besini emip atığı atmasıyla mümkün olur ve kendini gösterir; bunun karşılığında yeni yaşamların doğduğu verimli bir toprak ortaya çıkar.” (s.31)

“İnsanın mutluluğunun asıl köklerine iniyoruz ve bu bölgelere saf felsefenin tatlı ve mantıklı sesi giremez. Kişinin hayata karşı tutumunu kişisel bakış açısından çok farklı olan evrensel bir temele dayandırması gerektiğinden ne kadar söz edilse de buradaki zorluk, sıradan insanın evrensel hissedememesidir. Onun merkezi kendisidir ve bilinci bir et duvarındaki pencerelerden bakar. Bilincinin kendi dışındaki şeylerdeki varlığını hissedemez; başkalarının gözüyle görüp, organlarıyla hareket edemez. Ve bu duvarın dışındaki dünya tehditkârdır; ona karşı güçlenmek için elinden geleni yapar; çevresine mal mülkten ve illüzyonlardan bir duvar örerek kendisini dünyadan ve dünyayı kendisinden uzak tutar. Kalesinde hayatı dediği şeyleri koruyarak ve onlara bekçilik ederek yaşar ve perdeyi çekerek ışığı, kapıyı örterek rüzgârı hapsetmeyi bile dener. Oysa rüzgârı hissedebilmek için onun çıplak teninizi yaladığını duymanız gerekir; zaman için de aynısı geçerlidir; siz onu tutamadan o geçip gider; hayat için de aynısı geçerlidir ve o et duvarı onu sonsuza dek elinde tutamaz. Onu hissetmek ve anlamak için rüzgâr gibi teninizi yalayıp dünya üzerindeki bir boşluktan ötekine doğru geçip gitmesi gerekir, ama bu dayanılmazdır. Duvarı yıkmak, güvenlikten vazgeçmek, odanın her iki tarafındaki pencereleri açarak hava akımına izin vermek, vazoları kırmak, kağıtları uçurmak ve mobilyaları devirmek anlamına gelir. Bu, yüreğimizdeki tozun ve örümcek ağlarının uçup gitmesi için çok büyük bir bedel ödemek gibi görünür. Ayrıca üşütebiliriz; delirene kadar titreyerek ve burnumuzu çekerek oturabiliriz.” (s.34)

“Zıtlıklarla mücadele ederken insan sürekli kendini hayal kırıklığına uğratır. Hayattan kopardığı ve sadece kendi kişisel kullanımı için sakladığı ödüller küflenir, çünkü köklerinden koparılmışlardır ve yalıtılan hiçbir şey yaşayamaz, çünkü hayatın en önemli iki özelliği akış ve değişimdir.” (s.36)

“Herkes acı çeker, eski zamanlarda da çekerlerdi, ama herkes mutsuz değildir, çünkü mutsuzluk acının kendisi değil, acıya gösterilen tepkidir. Genel anlamıyla, ilkel insan doğanın dış güçleriyle çatışması nedeniyle mutsuzdu. Medeni insanın mutsuzluğu ise genel olarak içindeki ve toplum içindeki doğal güçlerle çatışmasından kaynaklanır ve bunlar daha tehlikeli ve şiddetlidirler, çünkü bunların farkına varmayız ve arka kapıdan içeri sızarlar.” (s.39)

“Çatışma bizim ondan kurtulma arzumuz nedeniyle mutsuzluk halini alır; bir gerilim bir diğerinin üzerine biner. Ama kabul edildiği zaman paradoksal bir keşifte bulunuruz; egoyu ve bu çatışmayı kabul etmek, egonun arkasında duranı da kabul etmek ve onunla bir olmak anlamına gelir ve benlik-bilinci formunu alarak doğayla bir takım oluşturur.” (s.42)

“Spiritüellik insanın hayatla, Tanrı’yla, evrenin Benliğiyle ya da bu prensibin adı her neyse onunla tam bir birlik ve uyumuna temellenen derin bir iç özgürlük duygusudur. Bilmese de bu birliğin sürekli var olması ve dünyadaki ya da kendisine ilişkin hiçbir şeyin onu tahrip edememesidir. Ne kadar küçük ve uçarı olursa olsun her düşüncesi ve eylemiyle evrenin tüm gücünün birlikte çalıştığı duygusudur. Aslında bu tüm insanlar ve şeyler için geçerlidir, ancak spiritüel insan bunu bilir ve bu farkındalık hayatına incelikli bir kalite sağlar; dış görünümü yeni bir anlam kazanmadan öncekiyle aynı olsa da yaptığı her şey tuhaf biçimde canlıdır. Başkalarının fark ettikleri budur ve öğretme becerisine sahipse bunu diğerlerinde de görebilirler. Sözcükleri, yaptıkları ve kişisel atmosferi sayesinde bu farkındalığın tüm yönleriyle hayata karşı büyük bir sevgi uyandırdığını anlarlar.” (s.72)

“Hayatın kabulü cümlesi kesinlikle hayatın tümünün kabulü anlamına gelir; basit bir spiritüel bırakınız yapsınlar olarak anlaşılmamalıdır. Spiritüel ideal “bilge bir edilgenlikten” daha fazlasıdır - bu, gücü ve çabayı dışlayan kısmi bir tutumdur; eski şeytanları kabul eder, ama daha akıllı ve karmaşık olduğu için eskisinden daha kötü yeni bir şeytan yaratır.
Yeni kabul psikolojisinin zorluğu, doğru şekilde anlaşılmazsa bizi gerçeklikten giderek  uzaklaştığımız zihinsel labirentler içinde bırakmasıdır. Gevşeme ya da kabul tekniğinin “işe yaradığı” kuşkusuzdur çünkü agresif bir davranış daha fazla belaya neden olur. Jiu Jitsu denemiş olan herkes, gücün teslim olarak alt edildiğini, şeyleri özel bir şekilde yerleştirince rakibin kendi çabasıyla kendini alt ettiğini inandırıcı, fiziksel bir gösterimle izlemiştir. Ancak iki türlü kabul vardır, biri özel şeyler, diğeriyse genel olarak hayat için geçerlidir. Tıpkı iki türlü mutluluk olması gibi: özel şeylerden ve olaylardan kaynaklanan mutluluk ve hayatın tamamından kaynaklanan mutluluk. İlk tür kabul bir teknik sorunsalıdır, ikincisiyse spiritüelliktir; ilkini sağlamanın yolları mevcuttur, ama ikincisi tuhaf bir şekilde ele geçmez.” (s.89)

“Her şey, hatta hayattan kaçmak bile hayattır.” (s.90)

“Jung’un analizi özel bir sorunun çözümü değildir; radikal bir farklılaştırma ve kişiliği yeniden yaratmaktır ve ben analizin on-yirmi yıl sürdüğü vakalar biliyorum. Bu şaşırtıcı değildir, çünkü spiritüel yaşamda radikal değişikliklere on-yirmi ayda ulaşılamaz; bu, genellikle hayat boyu süren bir çalışmadır.” (s.115)

“Jung benliği bilinçle bilinçdışı arasındaki “sanal nokta” olarak tanımlar ve her ikisinin de taleplerini aynı şekilde göz önüne alır. Bu durumu temsil eden rüyalar mandala formunda ortaya çıkar; bu sihirli daire, altın çiçek, haçın merkezindeki gül ve bütünlük, denge ve spiritüel merkeze ulaşmış olmayı ifade eden benzer figürlerdir.” (s.116)

“Rüya görürken bilinç biraz uykulu ve yetersizdir; diğer zihinsel süreçlerle etkili olarak ilişkiye girmez; herkes günbatımıyla şafak arasının hayaletlerin oyun zamanı olduğunu bilir.” (s.118)

“Bireyleşmenin Anlamı
Her şeyden önce jargondan farklı olarak düz dilde ne yapmayı önerir? Bireyin kendi iç dünyasıyla uyum sağlamasını önerir; kendindeki bilinçdışı doğal aciliyetlerini tanımalıdır, böylelikle tüm varlığıyla bilinçli bir yerçekimi merkezi ve dengesi olan tam bir organizma haline gelir. Bilinçdışının, insanın kendi içinde doğal olmasının canlılık kaynağı olduğu ön varsayımını kabul eder ve ego ona engelsiz, ama yönlendirilmiş bir kanal sunduğu zaman yaratıcı gücünün en etkili düzeyine eriştiğini varsayar.” (s.119)

“Birçok kişi zaman zaman birden fazla ruhu olduğu izlenimine kapılır; bu, çocuklar ve ilkel insanlar için özellikle doğrudur. Lafcadio Hearn, bu konuyu Japon bir köylüyle tartışırken adam ona insanın dokuz kadar ruhu olduğunu söylemiş; bu sayı spiritüel kusursuzluğa göre değişirmiş. Ne kadar fazla ruhu varsa o kadar iyiymiş, ama kaç tane ruhunuz olursa olsun onları bir arada tutmanız önemliymiş. “Bazen bu ruhlar ayrılabilirler. Ama bu ruhlar ayrılırsa o kişi delirir. Deliler ruhlarını kaybetmiş kişilerdir” demiş. Bu birçok ruha sahip olma duygusu bilinçdışının bir tür farkındalığı gibi görünmektedir, özellikle de bunların güçlerinin bağımsız oluşu bu fikri güçlendirir.” (s.120)

“Bana kalırsa kişiliğin yeniden yaratımı bu çoğulluğumuzun, bir sürü ruhumuzun yeniden farkında olmak biçiminde tanımlanırsa yanlış olmaz ve kişiliğimize onların hepsine birden sahip olmakla, bir kerede birine sahip olmaktan daha fazla katkı sağlarız. Novalis, “Deha belki de içe dönük çoğulluktan başka bir şey değildir,” der.” (s.120)

“Çinliler şöyle der: Yanlış insanlar doğru araları kullanırsa doğru araçlar yanlış biçimde çalışır. Bu deyişin doğruluğunu öncelikle Jung kendi sözleriyle şöyle açıklar: Böyle konularda her şey kişiye ve çok az olarak da yönteme bağlıdır.” (s.121)

“Psikoterapinin Amaçları
Burası Batı’nın psikolojisinin Doğu’nun psikolojisinden ders alabileceği bir noktadır; Doğu kabul etmenin yollarına daha fazla ve kabul edilen şeylere daha az önem verir. Her türlü olaya hazır bir zihin durumu yaratmaya özen gösterir; dış ve iç evrenin sürprizlerine hazırlıklı olunmalıdır. Yolundan saparak kabul edilecek şeyler peşine düşmez. Çalışmanın bu özelliğine yetersiz psikologlar tarafından çok az önem verilir ve bunun sonucu olarak da analiz hayattan uzaklaşır. Analiz kişinin sadece geceleri çalışması gereken bir şey değildir; rüya âleminden ibaret değildir ve ruh sağlığı her Perşembe öğle sonrasında on dolarlık ziyaretlerle kazanılamaz.” (s.124)

“Zorlukların birçoğu bilge bir analistle çalışma fırsatı bulamayanlar  için psikolojik çalışmanın amaçlarını açıkça anlayarak aşılabilir ve burada yine Taoizm ve Budizm gibi Oryantal sistemlerin görüşlerinin önemi vardır. Onların amacı özel bir duruma ulaşmak değildir; içinde bulunulan durum ne olursa olsun doğru zihin durumuna ulaşmaktır. Bu gerçekten de Oryantal psikolojinin formlarının temel prensibidir ve göz önüne almamız gereklidir. Evrimi sırasında insan sayısı koşulun/durumun içinden geçer; yolunu bulmak için bir tepenin doruğuna çıkar ve oradan bir başkasına ve bir başkasına daha atlar. Hiçbir aşama son değildir, çünkü hayatın anlamı hareketindedir; hareket ederek ulaşacağı yerde değildir. Güzel bir yolculuğun güzergâha varmaktan daha iyi olduğunu söyleyen bir atasözümüz vardır, bu söz Oryantal fikre yakındır. Bilgelik özel bir yerel ulaşmakta değildir ve kimsenin bunu basamakları psikolojik deneyimin aşamaları olan bir merdivene tırmanmak gibi düşünmesine gerek yoktur. Bu merdivenin sonu yoktur ve aydınlanma, bilgelik ve spiritüel özgürlük herhangi bir basamağında bulunabilir. Bunu keşfederseniz bu tırmanmaktan vazgeçmeniz anlamına gelmez; yaşamaya devam etmek zorunda olmanız gibi tırmanmaya da devam etmeniz gereklidir. Aydınlanma içinde bulunduğunuz anda (şimdide) bulunduğunuz yeri tam olarak kabul etmek demektir.” (s.125)

“Kabule ve spiritüel özgürlüğe giden yol bir yere vararak değil oraya doğru yol yaparak bulunur ve mutluluğun bulunacağı aşama da şimdidir; içinde bulunduğunuz an, o anda bulunduğunuz yer: şimdi içinde bulunduğunuz ruh durumunu tam olarak kabul etmek, kendinizi kibriniz nedeniyle daha üstün, daha ileri bir ruh hali olarak gördüğünüz bir şeye zorlamamak. Mesele şimdiki durumunuzun iyi ya da kötü, nevrotik ya da normal, ilkel ya da ileri olması değildir; neyse odur ve önemli olan da budur. Daha üstün bir aşamaya geçmek için kabul etmeniz mesele değildir; gerçek mesele kabul etmeniz ve kabul etmenin kendisinin daha üstün bir seviye olduğunu bilmenizdir.” (s.126)

“İnsan yaşarken yumuşak ve şefkatlidir; ölünce katı ve sert olur. Tüm hayvanlar ve bitkiler yaşarken yumuşak ve kırılgandır; ölünce kurur ve solarlar. Şöyle denebilir: Sert ve katı ölümün parçalarıdır; yumuşak ve şefkatliyse hayatın. Bu nedenle askerler çok sert oldukları zaman günü çıkartamazlar; ağaç çok sertse kırılacaktır. Güçlü ve ulunun pozisyonu alçaktır, zayıf ve yumuşağınkiyse yüksek.” Lao Tzu (s.141)

“Dişil tekniği kabul etmek içimizdeki kayıp iyi parçamızı uyandırır ve bizi bütünleştirir. Kabul, zayıf ve yumuşak olan ağacın yoludur – söğüt gibi. Söğüt, karın ağırlığı altında eğilir ve karı üzerinden atar; ama katı ve sert çamın üzerindeki kar ağaç kırılana kadar birikir. Söğütünki fethetmek için eğilmektir.” (s.141)

“Kusursuz insan zihnini bir ayna gibi kullanır. Hiçbir şeyi tutmaz; hiçbir şeyi inkâr etmez; o alır, ama kendinde saklamaz.” Chuang Tzu (s.142)

“Özgürlük arayışının ilginç bir özelliği, bir yere vardığınızı düşündüğünüz andaki pürüzdür. Bu pürüz tam da bir yere vardığınızı düşündüğünüz anda ortaya çıkar, çünkü spiritüelliğin ana noktası, yakalaması en zor olan nokta aslında bir yere gitme meselesi olmayışıdır. Ruhun özgürlüğünü bir yere tırmanarak elde edemezsiniz; bir tür merdivenle ona ulaşılamaz; öyle olsaydı özel bir teknikle bilgelik ve aydınlanma elde edilebilirdi ve tüm mesele bir bilet alıp trene binmek kadar kolay olurdu. Ama basamaklar ve aşamalar siyah ve beyaz değildir ve sabit kurallar ve düzenlemeler yoktur; gözleyerek arzulanan sonuç elde edilebilir. Bu, birini sevmeyi öğrenmeye çok benzer. Bir kitaba bakarak birini nasıl seveceğinizi öğrenemezsiniz; gerçi bu amaçla yazılmış fazlasıyla kitap vardır.
Herhangi bir tekniğin pratiği bir yere varır, evet, özellikle de kabul tekniği. Ancak bu doğruysa o zaman neden kişinin bundan söz etme sıkıntısına girdiği sorulabilir. Eğer kabul tekniğinin kendisi arzulanan amaca ulaşamıyorsa o zaman neden ondan bunca söz ediyoruz? Çünkü bir deyişe göre “eve giden en uzun yol aslında en kısadır”. Bir yere giderek aslında gitmenin bir işe yaramadığının sırrını keşfetmek önemlidir. Yol sizi her zaman bir dairenin çevresinde döndürür ve başladığınız yere geri gelirsiniz.” (s.143)

“Kabul bir yapma ve teknik meselesi haline getirildiği anda da kendimizi kısır döngünün içinde buluruz. Gerçek kabul ulaşılacak bir şey değildir; peşinden koşulması gereken bir ideal değildir – ruhun ele geçirilecek, elde edilecek ve böylelikle de spiritüel mevkimizi yükseltecek bir özelliği hiç değildir. Bir başka paradoksu daha bağışlayabilirseniz, gerçek kabul kendinizi ŞİMDİ olduğunuz şekilde kabul etmektir; bu anda, kendinizi kabul etmeye başlamalısınız, yani değişmeden önce. Başka bir deyişle, adı “kabul” olan ideal zihin durumuna ulaşmak için, içinde bulunduğumuz andaki zihin durumumuzda bir değişiklik yaparsak içinde bulunduğumuz şeyi kabul etmeyi son derece güçleştiren kibrin eline düşeriz.; bu, insanla Tanrı ya da Tao adını verdiğimiz şey arasındaki engeldir.” (s.156)

“İnsanın kendini hakikaten kabul etmesinde bir gizem vardır ve Pitagorasçılar buna: Kendini bilirsen evreni ve tanrıları da bilirsin, derler.” (s.157)

“Nirvana’ya varlığın üç işaretinin kabul edilmesiyle ulaşılır; bu, sangiara’ya “Doğum ve Ölüm Çarkı”na ulaşmaktır – sınırlı deneyimin genel bir simgesidir; ruhun zıtlıklar çarkına bağlılığıdır ve orada sevdiğimiz her şey sevmediğimiz şey ile koşullanmıştır. Nirvana bu sangiara dünyasına yeniden ve yeniden ve yeniden doğma ihtiyacından kurtulma olarak anlaşılır. Sangiara bizim kısır döngü dediğimiz şey gibidir -biz ıstırabın karşısına hazzı, hayatın karşısına ölümü, sürekliliğin karşısına değişimi, kaçışın karşısına kabulü çıkartıp durdukça durmadan dönüp duran bir çarktır. “Doğum ve Ölüm Çarkı” gerçekten de insanın mutsuzluğunun kurt kapanıdır; insan kendinden kaçmak için kendini kovalar. Kendi merkezinde dönen bir sopa gibidir; siz onu bir tarafından ittikçe o da dönmeye devam eder.” (s.175)

“Büyük Lankavatara Sutra’da şunlar yazılıdır: Yanlış imgelemler bize ışık ve gölge, uzun ve kısa, siyah ve beyaz gibi şeyler öğretir; bunlar farklıdır ve ayrılmaları gerekir, ama birbirinden bağımsız değillerdir; aynı şeyin farklı görünümleridir; ilişki terimleridir, gerçeklik değil. Varlığın koşulları birbirini karşılıklı dışlayan özelliklerde değildir, aslında özünde hiçbir şey iki değil, birdir. Nirvana ve Samsara (sangiara) bile -yaşam ve ölüm dünyası- aynı şeyin görünümleridir çünkü Samsara yoksa Nirvana da yoktur ve Nirvana’nın olmadığı yerde Samsara olamaz. Tüm ikilikler yanlış imgelerdir.” (s.177)

“Bir anlamda Budizm şimdinin psikolojisi ve felsefesidir; hayatın ne olduğunu sorarsak ve yanıtımız bir teori değil de pratikse şimdiyi göstermekten daha iyi bir cevap olamaz. Şimdide gerçekliği ve özgürlüğü buluruz, çünkü hayatı kabul etmek tüm anlarında şimdiyi kabul etmektir.” (s.178)

“Deneyimin/yaşantılamanın şu ânına ve tüm kapsadığı özgürlüğe olduğu gibi izin vermek; kendi zamanında gelip gitmesine izin vermek âna izin vermektir.; şimdide neysek ona izin vermektir; bu sizi özgürleştirir; hayatın şimdideki ifadesine olanak verir; bu da bizi ta en başından özgürleştirecektir, ama biz bunu yok saymayı ve bu özgürlüğü kendimiz elde etmeyi deneriz.
Bu nedenle Mahayana Budizmi Nirvana’ya ya da aydınlanmaya gerçekten ulaşılamayacağını öğretir, çünkü ona kendi gücümüzle ulaşmaya çalışmak anda olandan kaçmak anlamına gelir; Nirvana’nın ulaşılmayacak bir şey olduğunu da unuturuz, çünkü o zaten vardır. Lankavatara Sutra’dan alıntılarsak: Istırap çekenler ya da ıstırap çekmekten korkanlar Nirvana’yı bir kaçış ya da ödül olarak düşünürler. Nirvana’nın gelecekte duyuları ve duyu-zihni sıfırlama olduğunu düşünürler. Bunun hayat ve ölüm dünyası olduğunu ve Nirvana’nın bundan ayrı olmadığını unuturlar.” (s.179)

“Sen kendin yüzünden acı çekersin. Başkasının rolü yoktur.” Buda (s.180)

“I ching muhtemelen büyük Çin klasiklerinin ikinci en eskisidir. Legge’ye kalırsa M.Ö. 1143 yılı civarında yazılmıştır. Genellikle bir kehanet kitabı olarak kullanılır, ama muhtemelen çok daha derin kullanım alanları da vardı. Konfiçyus, “Hayatıma yıllar eklenecek olsaydı ellisini I’ı çalışmaya ayırırdım ve böylelikle yanlışlar yapmaktan kurtulurdum” demiştir. Ana metin altmış dört heksegramdır ve sekiz trigramdan oluşur; bunlar bölünmüş ve bölünmemiş çizgiler kümeleridir; hayatın elementlerinin sekiz ana etmenine karşılık gelirler. Bu heksegramlardan biri herhangi bir andaki ve herhangi bir durumdaki iki ana etmeni temsil eder. Bölünmüş çizgiler yin prensibini gösterir ve bölünmemiş çizgiler de yang; bu iki özellik Tao’nun formlar dünyasındaki işleyişidir. I Ching ve kehanet sistemi bana kalırsa birçok Batılı’yı şaşkına çevirmiştir, çünkü bize son derece yabancı bir yaşam görüşünü ve akıl yürütme biçimini varsayar. Bu nedenle Jung eşzamanlılık ilkesi terimini kullanır.” (s.183)

“Birinin içinde ve çevresinde olan şimdiki durum Tao’dur, çünkü şimdiki zaman hayattır. Geçmişe ait anılarımız da, geleceğin potansiyeli de şimdinin içindedir. Kısacası, şeylere bu şekilde bakmak, ânın önemini son derece takdir etmeyi gerektirir ve bir anda olan her şeyin birbiriyle kesin bir ilişkisi vardır, çünkü onlar başka başka nedenlerle değilse bile zaman içinde bir arada olurlar ve bu önemlidir. Bu, Tao isminde bir uyum vardır, demenin bir başka şeklidir ve bu uyum evrenin her ânındaki tüm olayları kusursuz bir akor haline getirir. Şu anda içinizde e çevrenizde olan her şey Tao’dur ve onunla uyumlu olmak istiyorsanız sizin kendi bağlantınızı bulmanız gereken bir uyumdur. Bunun içindeki kendi bağlantınızı keşfettiğiniz zaman Te durumuna geçmişsiniz demektir; bu bazen erdem, lütuf ya da güç olarak tercüme edilir, ama en iyi Tao’nun insanda gerçekleşmesi olarak anlaşılır.” (s.185)

“Tao ve Te en iyi onları bir araya getiren prensiplerle anlaşılır; bu nedenle Tao insanda Te şeklinde ortaya çıkar. Bu, spiritüel bakış açısından Tao ile gizli uyum içinde olan Wu-wei’dir. Başka ve biraz farklı düzenlerde Wu-wei Tao ile materyal yönlerinden uyumu sağlar ve I Ching ilk olarak bununla anlaşılır – gündelik işler, politikalar, strateji ve ekonomi. Bir sürü Tao mekaniği anlık uyumun parçalarını ve ayrıntılı ilişkilerini keşfeder; Taoist psikolojinin amacı bir bütün olarak hissetmektir. Wu-wei’nin sözcük anlamı “yapmamak”, “açıklamada bulunmamaktır” ve bu genellikle “hiçbir şey yapmamak” olarak yanlış tercüme edilir. Ama Wu-wei’nin “yapmamak” derken sadece bunun kendimizden kaynaklı bir eylem olmaması anlamında söyler, çünkü böyle bir şey bizi Tao ile uyumlu hale getiremez ve yine gördüğümüz gibi bu uyumun sırrı aksiyon/eylem değil zaten Tao tarafından kurulmuş olan uyumun kabulüdür. Biz bu aktüel durumu değiştirmek için bir şey yapmayız; ama ona karşı takındığımız tavır bir değişim yaratır ve öncesinde uyumsuzluk hissettiğimiz yerde bir uyum hissetmeye başlarız.” (s.186)

“Zen ekolü aydınlanmanın gizeminin hiçbir şekilde sözcüklerle ve fikirler sistemiyle iletilemeyeceğine inanır ve bu doğrudur. İkilik-olmayan ya da mutlak kabul tüm entelektüel tanımları aşar; ruhun bir koşuludur ve çelişeceği bir zıddı yoktur, bu nedenle de anlaşılması güçtür. Zen üstadına göre aydınlanma, sizin her günkü düşüncelerinizdir. Peki sıradan bir insan ile bir Buda arasındaki farkı yaratan nedir? Ânın Taoist düşüncesiyle uyum içinde, onlar ani gelişmenin aşamalı Budizm ekolünden farklılığına Zen derler; amacı insanın kendi doğasını bu an içinde görmesidir ve doğasının “Buda doğası” olduğunu keşfetmesidir. Tao-wu şöyle açıklar: Onu görmek istiyorsanız onu doğrudan görün; ama onun hakkında düşünmek için durduğunuzda onu tamamen kaçırırsınız.” (s.189)

“Zen asla açıklamaz; o sadece ipuçları verir. Van der Leuw şöyle söylemiştir: Hayatın gizemi çözülmesi gereken bir sorun değildir, deneyimlenmesi/yaşantılanması gereken bir gerçekliktir.” (s.191)

“Bazıları Zen’in bir tür “Naturalizm” (doğalcılık) olduğunu düşünür. Bir anlamda Natüralizm olabilir ama doğal olmaya çabalayan, hatta buna çabalamamaya bile çabalayan hiç kimse doğal değildir.” (s.192)

“Zen, Mahayana’dan ve hatta Taoizm’den daha fazla kişinin kendi doğasını şimdide görmeye odaklanır! Beş dakika sonra kendinizi kabul edeceğiniz bir zamanda ya da on yıl sonra emekli olup bir dağa çekilip meditasyon yapacağınızda değil! Zen ustası dikkatinizi kendinize yöneltmeniz için gerekli her aracı kullanır; şimdi olduğu şekliyle bilinciniz, deneyiminiz; daha önce de söylediğimiz gibi şimdi olduğunuz şeyden daha büyük bir özgürlük yoktur. Gururumuz bizim hayal gücünden uzak ve mütevazı bir deneyimi kabul etmemizi engeller. Ama Zen gerçekliğinde bir başka şey daha vardır. Kendinize bu özgürlüğü sağladığınız anda bunun bir izin verme olmadığını fark edersiniz; bu özgürlüğe sahip olmadığınızda hiçbir zaman zamanınız da olmayacaktır. Şimdi olduğunuz şeyi tam olarak kabul ettiğiniz zaman -şimdiki zihninizi ve onun doğasını-hiç farkında olmasanız da bu mutlak kabul sağlanmış demektir. Geçmiş ve gelecekteki deneyiminiz ne olursa olsun, sizdeki ya da tüm evrendeki hiçbir şey sizi bu özgürlükten yoksun bırakmamıştır ve bırakmayacaktır. Ancak bu farkındalıktan önce yolda karşınıza bir engel çıkabilir ve özgürlük yolunu bağımlılık yolundan ayırabilir. Ancak bu engeli aşınca sanki hiç olmamış gibi ortadan yok olur ve önünüzdeki yol da açılır.” (s.193)

“Özgür insan dosdoğru yürür; onun tereddütleri yoktur ve ardına bakmaz; onun özgürlüğünü sarsacak geçmişte ve gelecekte hiçbir şey yoktur. Özgürlük ona ait değildir; rüzgardan daha fazla onun malı değildir; ona sahip olamaz ve onun tarafından sahip olunamaz. Ve hiç arkasına bakmadığı için eylemleri iz bırakmaz; bir kuşun havadan geçip gitmesi gibidir.” (s.196)

“Mutluluğu arayanlar onu bulamazlar çünkü aradıkları nesnenin arayan olduğunu anlayamazlar. Kendini bulanlar, mutludur diyoruz, çünkü mutluluğun sırrı kadim deyişlerde yatar: Kimsen, o ol.
Paradoks biçiminde konuşuyoruz, çünkü hayattan koptuk ve mutlu olmak için kendimizi onunla birleştirmemiz gereklidir. Ama onunla zaten biriz ve bizim tüm yaptıklarımız onun yaptıklarıdır. Hayat bizi yaşar; biz hayatı yaşamayız. Yine de hayatın “yaşayacağı” hayattan farklı bir “biz” yoktur. Biz kadercilerin inandıkları gibi hayattan farklı bir şeymiş gibi hayatın edilgen araçları değiliz, çünkü edilgen araç olmak için hayattan farklı bir şey olmamız gerekirdi. Kendinizi hayattan ayrı ve hayatla savaş halinde hissederseniz kendinizi hayatın edilgen bir aracı gibi hissedersiniz.” (s.199)

“Oryantal felsefe her yer Brahman’dır, dediği zaman Batılı entelektüalizmi buna hemen kadercilik etiketini yapıştırmaya karşı koyamaz. Kısır döngüyü kıramamamızın nedeni determinizm ya da kaderciliğin bunların felsefi tanımı olmasıdır. Kısır döngü insanın iktidarsızlığıdır; insan olarak iktidarsızlığımızın Tanrı olarak her şeye kadir gücümüzle karşılandığını fark edene kadar da çözüme kavuşamaz. Bu, kaderciliğin özgürlüğe dönüştüğü noktadır.” (s.200)

“Bize ne zaman bir eylem seçeneği sunulsa, kararımızı özgür eylemimiz ya da irademiz değil, o anda varlığımızı etkileyen bir dizi etmen belirler: Kalıtsal güdülerimiz, güdüsel reflekslerimiz, ahlaki yetişmemiz ve binlerce başka eğilim bizi özel bir seçime yöneltir; bu, tıpkı bir mıknatısın bir iğneyi manyetik alanına çekmesine benzer. Bir seçim eylemi bir motifi olmadan yapılmıyorsa özgür olamaz ve motiflerimiz de geçmiş koşullanmalarımızın neticesidir. Ama motif neden için kullanılan bir başka isimdir; bir nedeni olmayan bir eylem olanaksızdır. Böylelikle bir neden-sonuç ilişkisi zinciri sahibi oluruz ve her neden bir sonuçtur ve her sonuç da bir nedendir; bu zincirin her halkasının her iki yanında birer halka bulunur ve önce bir neden ve ardından da bir sonuç gelir. Demek ki zincirin son halkasını belirleyen ilk halkadır.” (s.201)

“Vedanta insanın ruhunun Brahman olduğunu söyler; bunun anlamı bizim en derin kendiliğimizin/benliğimizin kaderin çarklarını çalıştıran ilk Neden olmasıdır.” (s.203)

“İnsan kendini kaderin bir aracından başka bir şey olarak görmezse, özgürlüğünü egosunun hayattan istediği ödülleri kopartabilmek için yapacağı şeylerle kısıtlarsa özgürlüğünü asla kavrayamaz. Özgür olabilmek için insan kendini ve hayatı bir bütün olarak görmelidir; etkin bir güç ve edilgen bir araç olarak görmek yerine aynı etkinliğin iki yüzü olarak bakmalıdır. Bu iki yüz arasında uyum da olabilir, çatışma da, ama çatışmanın kendisi bu tek etkinlikten de doğabilir. İnsan hayatın etkinliğini hem kendi içinde hem de içinde bulunduğu şimdide bir bütün olarak gördüğünde, şimdiki zamanda kendi düşünceleri ve eylemleriyle evrenin doğası arasında bir ayrım olmadığını fark ettiğinde, deneyimi/yaşantılaması da bütüncül olur. Sanki bir kuklanın iplerini çekermiş gibi onu düşündürten ve harekete geçirten hayat değildir; daha ziyade insanın kendi düşünceleri ve yaptıkları bir arada kendi yaratımıdır ve bu doğası şahsi olmayan bir yaratımdır. İnsanın iradesi ve doğanın etkinliği bir ve aynı şeyin iki farklı adıdır, çünkü hayatın yaptıkları insanın yaptıklarıdır ve insanın yaptıkları da hayatın yaptıklarıdır.” (s.204)

“İnsan hayatı hayatın insanı yaşadığı gücün aynısıyla yaşar. Bu nedenle hayatla kurulan bağın yanıtı gibi görünen mutlak kabul özgürlüğün de anahtarıdır; şimdi olduğunuz şeyi kabul ettiğiniz zaman şimdi olduğunuz şey olmak konusunda özgür olursunuz; bu nedenle budala, budala olmasına izin verdiği zaman bilgeye dönüşür. Gerçekte de şimdi olduğumuz şey olmak konusunda her zaman özgürüz ve ancak yanlış kibir/gurur bizim bunu görmemize engel olabilir. Bu nedenle kabul hem edilgenlik hem de aktifliktir; edilgenlik olarak kendimizi kabul etmektir: arzularımızı ve korkularımızı hayatın hareketleri olarak görmek, doğayı ve bilinçdışını kabullenmek, aktivite olarak bize özgür olma izni verir ve arzularımızla korkularımıza sahip çıkarız. Ego ve bilinçdışı, doğa ve insan, biz ve hayat benzersiz bir uyumla dans eden iki dansçıya benzer; biri aktif ve diğeri pasiftir. Bu bütünlük duygusuna sadece ender anlarda değil gündelik yaşamımızda da sahip olmamız gerekir; bu da evrenin ve doğanın, gezegenlerin dönmesinin, suyun akmasının, gök gürültüsünün kükremesinin ve rüzgarın esmesinin kendi aktivitelerimizle bir olduğunu anlamamızla mümkündür.” (s.205)

“Özgür insan kendisinde değişmeyen bir merkez hisseder; bu tam olarak onun egosu değildir; tam olarak hayatın, doğanın ya da egodan bağımsız bilinçdışının içinde de değildir. Bu, dansın tam ortasıdır; iki partnerin çevresinde dönerek birliklerini hissettikleri noktadır. Bu insan özgürdür, çünkü bu merkez onun kendisini özgür ve evrende evinde hissetmesini sağlar; onu her yere götürebilir, her şeyi yaptırabilir. Lao Tzu, Tao için şunu der: Onu kullanınca tükenmediğini göreceksiniz.” (s.212)

“ (Sen olmadan) Tanrı’yı, evreni ve bunların benzerlerini aramaktan vazgeç. O’nu kendi dışında ara. Neşe ve kederi, sevgi ve nefreti, birisi uyanmazken uyanmayı ve birisi uyanırken uyanmamayı, biri kızgınken diğerinin olmamasını, biri aşık olurken diğerinin sevmemesini öğren. Tüm bunları yakından araştırırsan O’nu kendi içinde bulacaksın. O atomlar kadar bir ve fazladır; böylece kendinde kendinden çıkmanın yolunu göreceksin.” Monoimus (s.213)

“İnsanın hayatı özgürlüğüne uyandığında başlar ve bunu hayatının ne kadar erken döneminde keşfederse onun için o kadar iyi olur.” (s.215)

“Bireyleşme sürecinde psişenin yeni bir organ geliştirdiğini söyleyebiliriz, Jung buna bir yanda “egodan farklı olan benlik” adını vermiştir, diğer yanda da “bilinçdışı”. Bu Benlik, özgürlüğün aracı, bir kural olarak ancak yılların olgunluğuyla, özgürlük bir alışkanlık haline dönüştüğünde ve insan organizmasını kendi amaçlarına uyacak şekilde biçimlendirdiğinde ortaya çıkar; tıpkı sürekli akan suyun kayanın üzerine şekiller çizmesini andırır. Bu, kişiliğin gerçekleştirilmesidir.” (s.219)

“Aziz Augustine’in sözlerini hatırlarsak: “Sev ve yapabileceğin kadarını yap.”
Sevgide ve kabulde insan kendi doğasının hiçbir yüzünü inkâr etmez.” (s.221)

“Ama benim kanatlarım böylesine uçmak için değildir.
Ancak kendi zihnimde bir şey kuvvetle ışır.
Ve aniden bir şimşek gibi gelir tatmin.
Burada yüce canlılığın kibirli fantezileri hayal kırıklığına uğratır.
Ama şimdi benim iradem ve benim arzularım,
Güneşi ve yıldızlı ateşleri hareket ettiren aynı sevgiyle
Tıpkı bir tekerlek gibi döner; sabit ve dengeli.” Dante (s.228)

25 Tem 2020

Anais Nin - Minotor'u Kışkırtmak




“Bazı yolculukları tasarımlanmış, krokisi çıkarılmış bir rüya başlatır, bazılarını da bir rüyayı yalanlama çabası dayatır.” (s.1)

“Ben oldum olası taşkın, abartılı biri oldum zaten, çünkü tek başıma, bana uyan bir iklim yaratmaya çalışıyordum.” (s.14)

“Bütün maceraperestlerin sonu felakettir. Belki de geçiş işlemini, zihnin yaşamını duyuların yaşamına dönüştürme simyasını becerememişlerdir.” (s.14)

“Sen özgür ve hasarsız görünüyorsun, hayat dolu ve yarasız beresiz.” (s.17)

“Bir insanı, bir yeri, bir ruh halini, geçmiş bir yaşamı aklımızdan silmiş gibi görünebiliriz, oysa bu arada aynı dramın yeniden sahnelenmesi için yeni bir oyuncu kadrosu seçmekte, unutmaya çabaladığımız dostun, aşığın ya da kocanın benzerini, en yakın suretini aramaktayızdır. Sonra, bir gün gözlerimizi açarız ve kendimizi aynı kalıbın, aynı desenin içine kıstırılmış, aynı öyküyü yinelerken buluruz. Başka türlü olabilir miydi zaten? Desen, şablon bizim içimizden geliyor. Dahili, içsel bir şey o.” (s.18)

“Bilinmeyenin içindeki bilineni keşfedinceye dek huzura ermeyeceksin. Bu gezginler gibi etrafta dolanıp duracak, sana memleketi anımsatan lezzetleri arayacaksın; tekila yerine coco cola’nın, papaya yerine mısır gevreğinin özlemini çekeceksin. İşte o zaman uyuşturucunun, narkozun etkisi yok olacak. Ten rengindeki, törelerdeki ya da dildeki bir avuç farklılığın dışında, hâlâ aynı tür insanla ilişkide olduğunu keşfedeceksin, çünkü her şey senden, senin içinden kaynaklanıyor; örümcek ağını ören sensin.” (s.18)

“Bedenini anılardan arıtmak, kendini geçmişinden yıkamak ister gibi, yeniden suya daldı. Tekrar göründüğünde ışıl ışıl parlıyordu, pürüzsüzdü ama özgür değildi. Sözcük içine işlemiş, göğsünde oksijen azlığının yol açtığı türden bir çarpıntı yaratmıştı. Gerçeği aramak, bir kâşifin derin denizlere dalması ya da olmayacak yüksekliklere tırmanması gibidir. Her iki durumda da sorun oksijendir; ister çok yukarıya çık, ister çok derine in. Bildik, yansız dünyanın dışındaki her dünya soluk alma güçlüğü yaratır. Mistiklerin, sufilerin soluk alıp vermenin başka yollarına inanmalarının, her farklı deneyim alanı için farklı bir soluma tekniği uygulamaya çalışmalarının nedeni budur.” (s.28)

“Belki de sadece arka plan değişmiştir.” (s.30)

“Korkular onlara gülünmesine dayanamaz. Bütün korkularını, teker teker ele alıp bir listesini çıkarsan, onlarla yüzleşip onlara meydan okumaya karar versen, çoğu uçup gidecektir.” (s.33)

“Görünüşte özgürdü. Peki ama neyden özgür?” (s.44)

“İnsan benliğini asla terk etmez, yalnızca eylemlerini, davranışlarını açıklamanın yeni yollarını bulur.” (s.51)

“İnsanları kabullenmek istemedikleri özleriyle yüzleştirmek tehlikelidir.” (s.59)

“İnsanın hayatında düşüncelerine, kafasından geçenlere tam anlamıyla, yüzde yüz sadık kaldığı bir sohbeti sürdürebileceği biri olmalıydı. Belli bir noktada kendimizi örtmeye, maskelemeye başlıyorduk. Anahtar sözcük “saydamlık” idi.” (s.81)

“Yaşam rüyada görülendir, yaşam bir karabasandır; uyanabilirsin ve uyandığın an, canavarların kendi kendilerini yarattığını anlarsın.” (s.97)

“Golconda’ya aşık olmasını mümkün kılan şey, yokluğunun geçici olduğunu bilmesiydi. Birini, bir yeri, bir insanlık halini, geçmiş bir yaşamı unutmuş gibi görünebiliriz, oysa bu arada oyunu başka kadroyla, sil baştan sahneleyebilmek için, harıl harıl yeni oyuncular seçmekte, unutmaya çalıştığımız dostun, sevgilinin, kocanın en yakın benzerini aramaktayızdır. Sonra bir gün gözlerimizi açar ve aynı öyküyü yinelemekte olduğumuzu görürüz. Başka türlüsü olabilir miydi? Taslak, metin kendi içimizden geliyor. İçsel bir şey. Eski mistiklerin “karma” diye tanımladıkları da bu işte; ruhsal ya da duygusal deneyimi anlayıncaya, tasfiye edinceye, aşıncaya kadar yinelemek.” (s.116)

“Senden ne beklediğimi bilmiyorum, Lillian, ama bu bir mucize beklemekten farksız senden her şeyi talep edeceğim, hatta imkânsızı bile, çünkü sen güçlüsün.” (s.131)


“Her şeyi oluruna bırakmayı, yalnızca seyirci kalmayı öğrenmek için uğraşıyorum.” (s.134)

“Aya ulaşma saplantısı; çünkü birbirlerine ulaşmayı başaramamışlardı; iki ayrı, iki farklı gezegen! Sessizlikte, bilinmezde, bir insan biçimlenmiş, patlamış, oradan geçen diğer cisimlere çarpmış, yanmış, terk edilmişti. Sonra seven, önemseyen birinin erimiş demirden döktüğü aşkta, yeniden doğdu.” (s.155)

“Yaşam, genişleyip yayılmaktadır ve biz, işgal ettiğimiz noktanın aslında daracık bir köşebaşı olabileceğini algılamaya başlarız; o köşeden bakıp gözümüzde korkuyla büyüttüğümüz şey, katı, kıpırtısız, Parmenides’vari boğazları, daracık geçitleriyle boğmaya, öldürmeye hazır bir geleceğe yönelmiş benlik parçacıklarımızdır yalnızca. Çünkü içimizde bizi genişlemeye, yaşam akışıyla birlikte yayılmaya, yaşam kasırgasının ölü merkezinden mümkün olduğunca uzaktaki noktalara yerleşmeye zorlayan bir şey vardır; akan özlere dönüşmemizi, özgürleşmemizi ve gerçek, temel durumumuzla barışık olmamızı isteyen bir şey.” (s.157)

14 Tem 2020

Don Miguel Ruiz - Ustaca Sevmek


“Yaşam bir düşten ibarettir, eğer sanatçıysak bizler, Sevgi ile yaratırız yaşamımızı ve düşümüz başyapıta dönüşür.” (s.11)

“İnsanlar sürekli bir yaralanma korkusu içinde yaşıyor. Bu da nereye gidersek gidelim büyük bir dram yaratıyor. İnsanların birbirleriyle ilişki kurması duygusal olarak öylesine acı verici ki görünürde hiçbir neden yokken öfkeye, kıskançlığa, üzüntüye kapılıyoruz. “Seni seviyorum” demek bile korkutucu olabiliyor.” (s.20)

“Duygusal yaralarını savunmak amacıyla ve yaralanmaktan korktukları için insanlar zihinlerinde son derece ince işlenmiş bir şey yaratıyor. Büyük bir yadsıma sistemi bu. Geliştirdiğimiz bu sistemle kusursuz birer yalancıya dönüşüyoruz. Öylesine yalan şeyler oluyoruz ki bunu kendimize karşı da yapmaya, hatta kendi yalanlarımıza inanmaya başlıyoruz. Yaşan söylemekte olduğumuzu fark etmiyoruz. Yalan söylediğimizi bildiğimiz kimi zamanlar da kendimizi yaralarımızın acısına karşı korumak için yalanı aklayıp bağışlıyoruz.” (s.21)

“Çocukken herkesin görüşünün önemli olduğunu öğrenir, yaşamlarımızı bu görüşlere göre yönetiriz. Birisinin gerçek bile olmayan basit bir düşüncesi bizi cehennemin derinliklerine itmeye yetebilir.”Çirkinsin. Yanılıyorusn. Aptalsın.” Görüşlerin cehennemde yaşayan insanların üzerinde anlamsız davranışları üzerinde büyük bir gücü vardır. İşte bu nedenle, iyi, güzel olduğumuzu, doğru davrandığımızı duymaya gereksiniriz.” (s.26)

“Yansıtmaya çalıştığımız sahte imgeler yüzünden ne çok insan acı çekiyor. İnsanlar çok önemli olduklarını iddia ederken bir yandan da bir hiç olduklarına inanıyor. Başkalarınca tanınıp kabul görmek amacıyla bu toplum düşünde bir rol kapabilmek için didinip duruyoruz. Dişimizle tırnağımızla girdiğimiz her savaşımızdan galip çıkmaya, güç, servet, ün sahibi olmaya, kişisel düşümüzü ifade edip çevremizdekilere zorla benimsetmeye çabalıyoruz. Neden? İnsanlar düşü gerçek sandığı, çok da ciddiye aldığı için.” (s.26)

“Dikkatin çekilmesiyle enerji bir insandan diğerine geçer. Dikkat insan zihninin çok güçlü bir yönüdür. Dünyadaki herkes sürekli olarak başkalarının dikkatini çekmenin ardındadır. Dikkati yakaladığımızda iletişim yolları açmaya başlarız. Bu yollardan düş ve güç aktarıldığı gibi duygusal zehir de aktarılır.” (s.32)

“Artık çocuk değilsiniz. Kötüye kullanmanın söz konusu olduğu bir ilişkiniz varsa hak ettiğinizin bu olduğuna inanarak ilişkinin böyle olmasına izin verdiğiniz içindir. Kötüye kullanılmayı kabulünüzün bir sınırı vardır ama dünyada da başka hiç kimse sizi, sizin kendinizi kullandığınızdan daha kötüye kullanmaz. Buradaki sınırınız başkalarına karşı belirlenmiş olan sınırınızdır. Birisi sizi sizin kendinizi kullandığınızdan daha kötüye kullandığında kaçarsınız. Ama başka birisi sizi sizden biraz daha az kötüye kullandığında onunla daha uzun bir zaman birlikte olabilirsiniz. Bu davranışı hak etmektesinizdir.
Cehennemdeki bir ilişki için doğal olan, bir haksızlığın bedelinin ödetilmesidir. Ben sizi gereksindiğiniz şekilde kötüye kullanırım, siz de bana aynı şeyi gereksindiğim kadar yaparsınız. Dengeyi yakalamışızdır. İlişki yürür. Enerji elbette benzerini, kendisiyle aynı titreşimde olanı çekecektir. Birisi gelip de size, öylesine sömürülüyorum ki dediğinde, o halde bu ilişkiyi neden sürdürüyorsun sorunuza karşılık bile veremez, nedenini bilmiyordur. Gerçek, kendisini bu yoldan cezalandırdığı için kötüye kullanılmaya gereksindiğidir.
Yaşam size neye gereksiniyorsanız onu sunar. Cehennemde kusursuz bir adalet vardır. Suçlanacak hiçbir şey yoktur. Acımızın bir armağan olduğunu bile söyleyebiliriz. Zehirden arınmak, yaralarınızı iyileştirmek, kendinizi kabul etmek ve cehennemden çıkmak için gereken, gözlerinizi açıp çevrenizde olup biteni görmenizdir.” (s.36)

“Bedeninizin hücrelerden oluşması gibi düşleriniz de duygulardan oluşur. Bu duyguların iki kaynağı vardır: Birisi korku ve korkudan doğan bütün diğer duygular, diğeri ise sevgi ve sevgiden kaynaklanan bütün duygular. Her iki duyguyu da deneyimleriz. Ama gündelik yaşamımızda ağır basan korkudur. Dünyadaki olağan ilişkilerin yüzde doksan beşinin korku, yüzde beşinin sevgiye dayalı olduğunu söyleyebiliriz.” (s.44)

“Her ilişkide ilişkinin iki yarısı vardır. Bir yarısı sizsiniz, diğer yarısı ise oğlunuz, kızınız, babanız, anneniz, dostlarınız, eşiniz. Bu yarılar içinde yalnızca size ait olandan sorumlusunuz. İlişkinin diğer yarısından sorumlu değilsiniz. Ne kadar yakın olduğunuzu, ne kadar çok sevdiğinizi düşünürseniz düşünün karşınızdakinin zihninden geçenlerden sorumlu olmanızın hiçbir yolu yoktur. İlişkideki diğer kişinin ne hissettiğini, neye inandığını, düşüncelerini hiçbir zaman bilemezsiniz. O kişi hakkında hiçbir şey bilemezsiniz. Gerçek budur. Peki ya biz ne yaparız? İlişkinin diğer yarısının sorumluluğunu üstlenmeye kalkışırız. Cehennemdeki ilişkilerin korku, dram ve güç savaşına dayanmasının nedeni de budur.
Giriştiğimiz güç savaşının nedeni saygıdan yoksun oluşumuzdur. Gerçek sevgiden yoksun oluşumuz. Yaşadığımız bencillik, sevgi değil. Bizi mutlu eden küçük dozlardan ibaret yaşadığımız. Saygının yokluğunda herkes kendini diğerinden sorumlu hissettiği için güç savaşları başlar. Sizi kontrol etmem gerekir, çünkü saygı duymuyorumdur. Kendimi sizden sorumlu hissederim, çünkü sizin başınıza gelen ne olursa olsun benim için bir incinme konusudur, acıdan kaçınmak isterim.” (s.49)

“Gülmeyi seviyorum, eğlenmeyi, sevmeyi seviyorum. Bencil olduğum için değil. Yanımda kurban rolü oynayan birini istemiyorum. Bu seni sevmediğim anlamına gelmiyor ama senin düşünün sorumluluğunu ben üstlenemem. Benimle ilişkin Parazitinin çok ağrına gidecek, çünkü biriktirdiğin atıklara göre davranmak istemiyorum. Bu bencillik değil, öz sevgidir. Bencillik, kontrol ve korku hemen her ilişkinin sonunu getirecektir. Vericilik, özgürlük ve sevgi ilişkilerin en güzelini yaratır; sürüp giden bir aşk ilişkisini.” (s.51)

“Siz bir bütünsünüz. Sevgi içinizden geldiğinde sevgi arayışınızın nedeni yalnızlık korkunuz olmaz. Kendinize karşı duyduğunuz onca sevgi içinde yalnız da olursunuz, sorun değildir. Yalnız olmaktan mutluluk duyar ama paylaşmaktan da zevk alırsınız.” (s.68)

“Yaraları sarılamayacak ilişkiniz yoktur. Her ilişki çok güzel olabilir ama yola koyulmak size düşüyor. Gerçek’ten yararlanma, kendinize gerçeğin diliyle seslenirken bütünüyle dürüst olma cesaretini göstermeniz gerekiyor. Bütün dünyaya karşı dürüst olmasanız da kendi kendinize karşı olabilirsiniz. Çevrenizde olup bitene siz karar veremeseniz de kendi tepkilerinizi belirleyebilirsiniz. Tepkileriniz yaşamınızın düşüne, kişisel düşünüze yol gösterecektir. Sizi mutlu ya da mutsuz kılan tepkilerinizdir.
Olağanüstü bir yaşam sürdürmenin anahtarıdır tepkileriniz. Kendi tepkilerinizi kontrol altına almayı başarırsanız alışkanlıklarınızı, oradan da yaşamınızı değiştirebilirsiniz.” (s.71)

“Kişisel düşünüzü yaptığınız seçimlerle belirlersiniz. Seçimlerinizin sonuçlarından hoşlanıp hoşlanmayacağınızı düşünmeniz gerekir. Size mutluluk verecek bir sonuç doğuracak eyleminizi sürdürün. Ama hareketinizin yaşamınızda yol açtığı değişiklik ve yaşadığınız düş zevk vermekten uzaksa hoşunuza gitmeyen sonuçlara neyin yol açtığını bulmaya çalışın. Düşünüzü dönüştürmenin yolu budur.
Yaşamınız kişisel düşünüzün ifadesidir. Kişisel düşünüzün programını dönüştürebilirseniz bir düş ustası haline gelebilirsiniz. Düş ustası, yaşamından bir baş yapıt yaratandır.” (s.72)

“Gerçeği olduğu gibi görürseniz, tepki göstermezsiniz.” (s.73)

“Bize seçme olanağı kazandıran farkındalığımızdır. Farkındalığımızı sürekli kılarak alışkanlıklarımızı, tepkilerimizi, bütün yaşamımızı değiştirebiliriz. Farkındalığa eriştiğimizde özgür iradeyi yeniden kazanırız.” (s.74)

“Kimse görmeyi reddeden birisinden daha fazla kör olamaz.” (s.76)

“Gerçekten, körlüğümüzün bedelini ödüyoruz. Gözümüzü açar, yaşamı olduğu gibi görürsek büyük bir duygusal acının önüne geçeriz. Bu risk almayacağımız anlamına gelmez. Yaşayan varlıklarız, riskleri göze almamız gerekiyor. Dersimizi alır, yargılamaksızın yolumuza devam ederiz.” (s.76)

“Herkesin bir bedeli vardır. Yaşam bu bedele saygı gösterir. Ama bu bedel dolar ya da altınla ölçülmez. Sevgiyle ölçülür. Kendinizi ne kadar sevdiğiniz sizin bedelinizdir. Yaşam bu bedele saygı gösterir. Kendinizi sevdiğinizde bedeliniz çok yüksektir, bu da kullanılmaya karşı hoşgörünüzün çok düşük olduğu anlamına gelir. Düşüktür, çünkü kendinize saygı duyarsınız. Kendinizi olduğunuz gibi seversiniz, bu da bedelinizi yükseltir. Kendinizde sevmediğiniz şeyler bulduğunuzda bedeliniz biraz düşecektir.
Kimi zaman kendini yargılama öylesine güçlüdür ki, insanların kendi kendileriyle kalabilmeleri için kendilerini uyuşturmaları gerekir.” (s.76)

“Siz olmayanı bir yana bırakırsanız geriye gerçek siz olan kalır. Zihnin kendi kimliğini bulması uzun bir süreçtir. Bu yolda yürürken size kendinizi güvenlikte hissettiren kişisel öykünüze tutunmaktan vazgeçer, sonunda gerçekte ne olduğunuzun anlayışına kavuşursunuz.” (s.85)

“İnançlarınızı hiçbir zaman siz seçmediğiniz için inandığınız şey olmadığınızı görürsünüz. Bu inançlar siz dünyaya geldiğinizde de oradaydı. Beden de olmadığınızı görürsünüz, çünkü işlerliğiniz bedeniniz olmaksızın başlamıştır. Düşün, zihnin siz olmadığını fark etmeye başlarsınız. Ortaya çıkardığınız şey inanılır gibi değildir. Bir güç olduğunuzu keşfedersiniz. Bedeninizin yaşamasını, zihninizin düş görmesini sağlayan bir güç.” (s.85)

“Varolan her şey avcı ve avdır. Nedir avladığımız? Gereksinimlerimizin karşılığı. Bedenin ihtiyaçlarına karşı zihnin ihtiyaçlarından söz etmiştim. Zihin beden olduğuna inanırsa gereksinimleri yanılsamadan ibarettir; karşılanamaz. Zihnin gerçek dışı gereksinimlerinin peşinde avlandığımızda vahşi hayvanlara dönüşür, gereksinmediğimizi avlarız.
İnsanlar sevgi avlar. Kendimizi sevmediğimiz için sevgiden yoksun olduğumuzda, sevgiye gereksindiğimize inanırız. Sevgiyi bizim gibi olan başka insanlarda avlarız. Onlar da kendilerini sevmezken bulabileceğimiz sevgi ne olacaktır ki? Bütün yaptığımız, gerçek olmayan daha da büyük bir gereksinim yaratmak olur. Gereksindiğimiz sevgi başkalarında olmadığı için yanlış yerde durur, avlanır da avlanırız.” (s.89)

“Gözlerinizin, duygularınızın aynası olduğunu söyleyebilirsiniz. Dış Düş’ü gözlerinizle algılarsınız. Öfkeliyken dünyayı öfkenin ardından görürsünüz. Gözleriniz kıskançlığın gözleriyken her şey yüreğinizi daraltır. Kederin gözlerinden baktığınızda yağmur, sesler, her şey sizi ağlatır. Yağmur yağmurdur. Bunun yargılanacak ya da yorumlanacak bir yanı yoktur. Ama yağmuru duygusal bedeninizin durumuna göre algılarsınız. Üzgünseniz hüznün gözleridir gözleriniz, algıladığınız her şeyde o olur.” (s.100)

“Duygusal yaran kalmadığında, yalnızca kabul görmek için başkalarına inanmana da gerek kalmadığında her şeyi çok daha açık görürsün. Bir şeyin siyah mı beyaz mı olduğunu görürsün. Şu anda doğru olmayan bir şey kısa bir süre sonra doğru haline gelebilir. Her şey hızla değişir ama sen eğer farkındaysan görebilirsin değişimi.” (s.106)

“Bizim bir yerlerden çıkagelip dünyayı kurtaracak kimseye ihtiyacımız yok. Dünya bizi kurtarmak için dışarıdan geleceklere gereksinmiyor; yaşayan bir varlık o, hepimizin toplamından da zeki.” (s.106)

Cennet düşünüzü siz yaratırsınız, sizin adınıza başka birileri değil. Sizi kendi mutluluğunuz, kendi yaratıcılığınıza götüren tek şey sağduyunuzdur.” (s.106)

“Yaşamınızı nasıl yaşamak istediğinizi seçebilirsiniz. Kendinize karşı dürüstseniz yeni seçimler yapmak üzere her zaman özgür olduğunuzu göreceksiniz.” (s.107)

“Yaralarınızı iyileştirmenin yegâne yolu bağışlamaktan geçer. Birisini gördüğünüzde artık ona karşı hiçbir şey hissetmiyorsanız bağışlamışsınız demektir. İsmini duyduğunuzda hiçbir duygusal tepki yükselmez içinizde. Bir yaraya dokunduğunuzda artık acımıyorsa gerçekten affettiğinizi bilirsiniz. İzi kalacaktır elbette, tıpkı bedeninizdeki bir yaranın teninizde bıraktığı iz gibi. Neler olduğunu, ne halde olduğunuzu hatırlarsınız. Ama yara bir kez iyileştiğinde acı vermez artık.” (s.108)

“Size yapılanın sizinle hiçbir ilgisi olmadığını bilerek bağışlayın insanları. Anımsıyor musunuz; herkes kendi düşünü düşler. Bir kimsenin sizi yaralayan sözleriyle eylemleri bu kişinin kendi zihnindeki şeytanlara gösterilmiş bir tepkiden başka şey değildir. Cehennemde düş görüyordur. Siz ise rüyasındaki ikincil bir kişiliksiniz. Başka birisinin yaptığı hiçbir şey sizin yüzünüzden değildir. Bir kez bu farkındalığa eriştikten, hiçbir şeyi üzerinize almamaya başladıktan sonra şefkat ve anlayış sizi bağışlayıcı kılacaktır.” (s.110)

“İyileşme budur. Üç yalın nokta: gerçek, bağışlayıcılık ve öz sevgi. Bu üç noktayla bütün dünya iyileşir, akıl hastanesi olmaktan çıkar.” (s.112)

“Bizi kendimize götürecek olan bilgi değil, bilgeliktir. Bilgi ve bilgelik arasında bir ayrım yapmamız gerek, çünkü bu ikisi aynı şey değil. Bilgeliğin bilgiyle hiçbir ilgisi yoktur. Bilgelik özgürlükle ilişkilidir. Bilgeyseniz kendi zihninizi kullanmada, kendi hayatınızı yaşamada özgürsünüzdür. Sağlıklı bir zihin Parazitten özgürdür. Ehlileştirilmeden önceki gibi özgürleşmiştir yeniden. Zihninizi iyileştirdiğinizde, Düşten kurtulduğunuzda artık masum değil, bilge olursunuz. Önemli bir fark dışında çoğu açıdan yeniden bir çocuk gibi olursunuz. Çocuk masumdur. Acı ya da mutsuzluğa bu nedenle sürüklenir. Düşü aşan ise bilgedir. Bu nedenle sürüklenmez çünkü artık biliyordur. Düşün bilgisine erişmiştir.
Bilge olmak için bilgi yığmanıza gerek yok. Herkes bilge olabilir. Herkes. Bilgeye dönüştüğünüzde yaşam kolaylaşır. Çünkü gerçekte kimseniz o hale gelirsiniz. Olmadığınızı olmak, kendiniz ve başkalarını olmadığınız gibi olduğunuza inandırmak zordur. Olmadığınızı olmaya çalışmak bütün enerjinizi tüketir. Kendiniz olmak hiçbir çaba gerektirmez.” (s.117)