17 Ağu 2024

Alberto Eiguer - Evin Bilinçdışı

“Ev rüya görmeye olanak tanır: ev hakkında düşler kurulur; hatta ev rüyanın ve ailenin rüya etkinliğinin koşuludur. Gaston Bachelard Mekânın Poetikası adlı yapıtında “Ev düşlere dalmayı barındırır, rüya göreni korur, ev huzur içinde rüya görmemize olanak tanır” der. Şöyle ekler: İnsanda derin izler bırakan değerler düşe dalmaya aittir. Hatta düşe dalma kendi kendiliğini değerlendirme ayrıcalığına sahiptir. Kendi varlığından doğrudan yararlanır. Dolayısıyla düşlere dalmanın yaşandığı mekânlar da dalınan yeni bir düşte kendini yeniden kurar. Eski evlerin anıları düş gibi yeniden yaşandığı içindir ki, geçmişte oturduğumuz konutlar içimizde sürüp giderler.” (s.10)

“Öznellikler arası bağların etkilerini ifade etmek için davranıştan daha iyisi bulunamaz. Tabi ki kelimeler vardır, ama bağlılık ifade eden duygular ve düşünceler sıklıkla davranışlar aracılığı ile aktarılırlar ve gördüğümüz gibi ötekini harekete geçirmek, yakın olduğunu ona hissettirmek ve bizim dünyamızın bir parçası olduğunu hatırlatmakta büyük bir güce sahiptirler.” (s.53)

“Yakın arkadaş bize kendimizi açık etme, bozuk yönlerimizi ve sırlarımızı utanmadan gösterme olanağı sağlar. Bunlar onu ne korkutacak ne de şaşırtacaktır.” (s.60)

“Ötekinden beklediğimiz, hakkımızda zaten bildiklerimizi onaylaması değil, kendimizde bilmediğimiz şeyleri keşfetmemizi sağlayarak bizi şaşırtmasıdır.” (s.61)

“Sarsılmaz bir güven olmazsa dostluk kendi kendine her yönden yıkılır gider, der Jean Daniel. Ve şöyle devam eder: Gerçek dost, eğer dostunuz olmasaydı bilmeyeceği, eksikliklerinizle ilgili onunla paylaşılan sırları size karşı kullanmayan kişidir diyerek tanımı daha da karmaşıklaştırabilirim.” (s.63)

“Özgün kendiliğimize yakın olmak gizli bahçemizin yaprak hışırtılarını huzur içinde kabul etmeyi içermektedir.” (s.73)

“Ev, duygusal yoğunluğu olan bütün anları birbirine bağlamaya olanak tanır.” (s.84)

“Taşınmanın duygusal olarak yoğun, eşsiz bir an olduğuna inanmıyorsak eğer, dil bizi bu konuda ikna edecek sözcüklere sahiptir. Taşınmış (gitmiş) ifadesi Fransızcada aklını kaybeden birine gönderme yapar.” (s.121)

“Psikanalistler taşınmayı işleyiş bozukluğu yönüyle, ortaya çıkardığı huzursuzluk açısından ele almışlardır, oysa ki bu her şeyden önce olumlu bir hareket, bir değişim ya da daha açık söylersek bir mutasyon sürecidir. Pek çok hayvan türünün yaptığı gibi deri değiştirmediğimiz için ev değiştiriyoruz denebilir mi?” (s.124)

“Taşınmak, nesnelerin bir yerden bir yere aktarılmasından çok, sonra yeniden örülmek üzere ruhsal ipliklerin, bağların sökülmesine benzer.” (s.126)

“Aile ya da yalnız yaşıyorsa bir aile üyesi, iç habitatından yararlanarak mekân değiştirme arzusu duyar. Bu bilinçdışı örgütlenme onun işini kolaylaştırır. Bize kendimizi yeniden bulacağımızın, ayaklarımızın üzerine düşeceğimizin garantisini verir. Çünkü yeni konutu benimseyebilmek için yeniden iç habitatı çıkarırız ortaya. Bir temsile sahip olmak, mekânlarla duygusal ve maddi ilişkimizi nasıl yeniden kuracağımızı bilme umuduna sahibiz anlamına gelmektedir. Hiçbir yeni konut ideal değildir. Eğer ona kusur bulmak, “önceki ev kadar iyi değil”ler bulmak istersek, mutlaka bulunur. Ama bu hayal kırıklığı, bıraktığımız evi tamamen terk etmediğimizin ve yine dış habitatla ilişkiyi yeniden kurmak için iç habitatımıza yeterince güvenmediğimizin işaretidir.” (s.126)

“Taşınmanın insanların yaşamında yalıtık bir eylem olduğunu söyleyeceğim. Taşınmak işlevsel bir şey, bir gereklilik, bir zorunluluk olarak değerlendirilir, ender olarak zevk içindir. Bununla birlikte insanın başkalarına ve kendisine olan bağlarının bir yansıması gibi görünür. Alanı nasıl yaşıyorsak, yakınlarımızı nasıl seviyorsak öyle taşınırız. Taşınmak her zaman bir doğum ya da anne baba evinden gidiştir, ilk taşınmamız dünyaya gelişimizdir. Yenileştirmek büyük bir girişimdir. Tatlı konfor tutkuyu öldürür, kendini keşfetme şansını da öldürdüğü gibi. Neyi keşfetmek? Kendimizdeki değerli şeyleri.” (s.134)

“G. Bachelard’ın dediği gibi, her bir şey ruhunu açığa vuracaktır. O zaman, doğa bize büyümek için deri değiştirme şansı vermediyse de, kültürün ruhumuzdan başka bir biz doğurmak için taşınmayı sunduğunu kavrayacağız.” (s.134)

“Kendimiz için korktuğumuzu ötekini reddetmek yoluyla dışarı atma eğilimi taşırız. Evsizlerin dışlanması, kendi evimizi kaybetme korkumuzdan başka bir şey değildir. Barınmanın kalıcı olduğundan asla emin olamayız. Iç habitat bizde ne kadar kök salmış olursa olsun, gerçek bir evin desteği olmazsa, onun parçalarına ayrılmasından, kopmasından korkarız. Bunun sebepler vardır, “yeniden dolmaya”, bedenle, grup kimliği ile “yeniden bağlanmaya”, iç habitatı günlük hayatın ritimleri ve ritüelleri ile beslemeye ihtiyacımız vardır. Sonra, iki alan arasında, ev ve ev olmayan alan, dışarısı, dünya arasında dolaşma ihtiyacı duyarız ve gün dışarıda geçtiği ölçüde evin bir o kadar tatlı geldiği bir denge içinde, bunların biribirini izlemesine ihtiyacımız vardır.” (s.138)

“Yolumuzun sonunda aile evini ziyaret etmenin bizi sevinç ve heyecanla doldurduğunu belirtebiliriz. Belki onu daha iyi tanımış olduk, ama bütün sırlarını da açmadı bize. Bu ziyaret bize yeniden gelme arzusu verir. Eve döneyi severiz, bir kere, bin kere, aynı heyecanı hissedip hissetmediğimizi görmek için, ve kutsal bir yere döner gibi onu onurlandırmak için de. Her seferinde başka bir zenginlik, gizli hazinelerinden başka bir mücevher sunar bize, ama orada bulduğumuz hiçbir zaman bulacağımızı hayal etmiş olduğumuz şey değildir. Başka nedenlerin yanı sıra, işte bu yüzden de daha ziyade bir yeniden ziyaretten söz etmek uygun olacaktır. Gerçekten de bir ilk ziyaret yoktur, ya da daha çok ilk ziyaretin biz düşünmeden, ziyarette olduğumuzu değil de sonsuz, ebedi bir orada oturma halinde olduğumuzu sanarak gerçekleşmiştir. Bu, çocukken ve hep orada kalacağımızı düşündüğümüz zamanlardaydı. Oysa zamanla, çocukluğun bizi terk ettiği gibi, onu terk ettik. Bir gün anladık ki yalnızca geçilen bir yermiş.” (s.195)

4 Ağu 2024

Irvin D. Yalom ve Marilyn Yalom - Ölüm Kalım Meselesi

“Yas, sevme cesareti gösterenlerin ödediği bedeldir.” (s.5)

“Irv, 1980 tarihli Varoluşçu Psikoterapi adlı kitabında, yaşadığınız hayatla ilgili ne kadar az pişmanlığınız olursa ölümle yüzleşmenin o kadar kolay olacağını yazmıştı. Birlikte yaşadığımız hayata dönüp baktığımız zaman, pişmanlık duyacağımız çok az şey görüyorum. Ama bu, şimdi her gün yaşadığımız bedensel zorluklara tahammülümüzü kolaylaştırmadığı gibi birbirimizden ayrılma fikrini de yatıştırmıyor. Çaresizlikle nasıl savaşabiliriz? En sonuna kadar nasıl anlamlı yaşayabiliriz?” Marilyn (s.11)

“Bu kitap her şeyden önce hayatın sonuna uzanan yolu bulmamıza yardımcı olmak amacını taşıyor.” (s.11)

“Umutsuz ve çaresiz hissediyorum. Hiçbir şey onun acısından daha fazla acı vermiyor bana.” Irvin (s.23)

“Herkes için tek bir tarif yok; herkes kendisi için nelerin önemli olduğunu kendisi bulmalı. Ama yol üstünde ipucu ve tabelalar var. Ben en iyi halimi yazılmış ve yazılmamış pek çok kaynaktan bulmayı öğrendim: İngiliz ve Amerikalı şairlerden, İncil’den, Proust’tan, bir bıldırcın sürüsünün görüntüsünden, bir gül tomurcuğunun açmasından.” (Irvin) (s.61)

“Acaba günün birinde hastalığım gerileyecek mi? Bu yaz son yazım mı olacak? Vaiz’deki şu cümlelere sığınıyorum: Her mevsimin bir zamanı var. Doğmanın zamanı var, ölmenin zamanı var.” Marilyn (s.63)

“Ona yetmiş üç sene önce aşık olmuştum ve birkaç ay önce altmış beşinci evlilik yıl dönümümüzü kutlamıştık. Bir başka insana bu kadar çok ve bu kadar uzun süre hayran kalmanın sıradışı olduğunu biliyorum. Ama bugün bile ne zaman odaya girse içim aydınlanıyor. Onun zarafetine, güzelliğine, iyiliğine, bilgeliğine, her şeyine hayranım.” Irvin (s.65)

“Çoğu insanı ölüm konusunda dehşete düşüren şey geleceğin kaybı değil, geçmişin kaybıdır. Aslında unutma davranışı hayatın içinde her zaman var olan bir ölüm biçimidir.” Milan Kundera (s.68)

“Ona ket vuran bir ölüm kaygısı geliştiren kederli bir hastamla yaptığım görüşmede, “Ölüm hakkında seni korkutan şey tam olarak ne?” diye sormuştum. Hasta “Yapmadığım her şey” demişti.
Bu bana son derece önemli gelmişti ve terapi çalışmalarımın özünü oluşturmuştu. Senelerce ölüm kaygısı ve yaşanmamış hayat hissi arasında pozitif bağıntı olduğuna inandım. Başka bir deyişle, hayatınızı ne kadar yaşamazsanız ölüm kaygınız o kadar artıyordu.” Irvin (s.74)

“Bizi ölümlülükle, sevdiğimiz kişinin ölümü kadar şiddetli bir şekilde yüzleştiren şey çok azdır.” Irvin (s.74)

“Karımın hastalığı muhtemelen benden önce öleceği anlamına geliyor. Ama benim sıram da çok yakında gelecek. Tuhaf bir şekilde kendi ölümüm için hiç korku duymuyorum. Dehşetim Marilyn’siz bir hayat düşüncesinden kaynaklanıyor.” Irvin (s.75)

“Ben ölümle yüz yüze geldiğim zaman o güne dek her zaman yanımda, erişebileceğim bir mesafede durmuş Marilyn yanı başımda olmayacak. Elimi tutan kimse olmayacak. Evet, dört çocuğum, sekiz torunum ve sayısız dostum benimle zaman geçirecekler ama gelin görün ki onlar yalnızlığımın derinliklerine süzülecek güce sahip olmayacaklar.” Irvin (s.83)

“Oldum olası demanstan. Ölümden daha çok korkmuşumdur. Ama şimdi Jerry Frank’in, “O kadar kötü değil Irv,” demesi beni irkiltmiş ve duygulandırmıştı. Eski akıl hocam bana “Irv, sen olarak sadece bir hayatın var. Bilinç denen bu müthiş fenomenin her zerresinin tadını çıkar ve kendini bir zamanlar sahip oldukların için duyduğun pişmanlıkta boğma!” demişti. Sözleri bende büyük etki yaratmış ve demans korkumu yatıştırmıştı.” Irvin (s.86)

“İnsanın gözlerinin aşktan kör olmasının, diğer bütün kaygıları nasıl ortadan kaldırdığından bahsediyorum. Gergin bir çocuğun annesinin kucağına çıktığı anda, bütün kaygılarının buharlaşmasıyla nasıl hızla yatıştığını düşünün. Ben bunu “yalnız ‘ben’in ‘biz’de çözünmesi” olarak tarif etmiştim. Yalnızlık acısının buharlaşması olarak. Bu şimdi bana çok anlamlı geliyor. Neredeyse bütün ömrüm boyunca Marilyn’e aşık olmak beni tecrit halinin derin yalnızlığını tecrübe etmekten korudu ve hâlihazırdaki acımın büyük bir kısmı, beklenen yalnızlıktan kaynaklanıyor.

Marilyn’in ölümünden sonraki hayatımı hayal ediyorum ve gözümde kocaman, bomboş evimde geçecek bitmek bilmeyen geceler canlanıyor. Birçok arkadaşım, çocuğum ve torunum, hatta bir torunumun çocuğu, ilgili, nazik komşularım var ama onlarda Marilyn’in sihri eksik. Böyle temel bir yalnızlığa katlanma görevi sarsıcı görünüyor. Sonra yine Jerry Frank’in sözlerinde teselli buluyorum: Bu koltukta oturup hayatın geçmesini izliyorum. O kadar kötü değil Irv.” Irvin (s.86)

“Ölüm fikri beni korkutmuyor. Kozmosa yeniden entegre olmanın ötesinde bir ölümden sonraki hayata inanmıyorum ve artık var olmayacağım fikrini kabullenebilirim. Bedenim eninde sonunda toprağa karışacak.” Marilyn (s.117)

“En saygın Stanford sosyal bilimler profesörlerinden biri olan Robert Harrison, ölümü hayatın “doruk noktası” olarak adlandırırdı. Doruk noktasını, katolik anlayışla Tanrı’yla barışma ve son nefeste yapılan kutsama ayini gibi düşünmüş olabilir. Bu doruk noktası, dini inançları olmayan biri için bir anlam ifade edebilir mi? Fiziksel acının sefaletinden kaçınabilirsem, gündelik hayatın basit hazlarından keyif alabilirsem, en sevdiğim dostlarıma veda edebilirsem, kendimin en iyi haline yükselebilir ve dostlarıma olan sevgimi ifade edebilirsem ve kaderimi zarafetle kabullenebilirsem, belki de ölüm anı bir tür doruk noktası olabilir.” Marilyn (s.136)

“Hiçbir şey Marilyn’le el ele tutuşmaktan daha fazla haz vermiyor. Ona doyamıyorum. Ortaokuldan beri hep öyle oldu. Insanlar Roosevelt Lisesi yemekhanesinde sürekli el ele tutuştuğumuz için bizimle dalga geçerdi ve yetmiş yıl sonra biz hâlâ ele eleyiz. Bu sözcükleri yazarken ağlamamak için kendimi zor tutuyorum.” Irvin (s.141)

“Ölüm, hayatı ve bütün anıları çiğ çiğ yiyordu.” Irvin (s.141)

“Saatler sonra gece yatağa girerken kendimi köksüz ve düşte gibi hissediyordum. Marilyn’siz ilk gecem olacaktı. Ömrümün sonuna dek yalnız gecelerimin ilki. Ah, evet, başka şehirlerde konuşma yapmaya gittiğimde ya da o Paris’i ziyaret ederken, Marilyn’siz çok gece geçirmiştim ama bu, Marilyn’in olmadığı, Marilyn’in artık var olmadığı bir dünyada uyuyacağım ilk geceydi.” Irvin (s.159)

“Bu açık ara geçirdiğim en aktif hafta oldu ve Marilyn’in daha az aklıma geldiğinin farkındayım. Bu satırları yazarken son birkaç gündür Marilyn’in portresine bakmadığımı fark ettim ve hemen yazmayı bıraktım. Marilyn’in oturma odasının zemininde, yüzü hala duvara dönük duran portresine bakmak için ofis ile ev arasındaki 35 metrelik mesafeyi yürüdüm. Portreyi elime alıp çevirdim. Güzelliği beni sarstı. Bin kadınla dolu bir odaya bile girsem gözümün ondan başkasını görmeyeceğini düşündüm. Belki de bu hafta iyiye işaretti. Kendime daha az işkence ettim. Marilyn’i daha az düşündüm. Ve en önemlisi, onu daha az düşündüğümü fark edeceğine inanmayı bırakıyorum.” (s.213)

“Sadece seni, dünyadaki en değerli insanı kaybetmedim; dünyanın büyük kısmı da seninle birlikte yok oldu.

Hayatımın sonuna yaklaştığımdan eminim ama tuhaf bir şekilde, ölüm konusunda çok az kaygılıyım. Garip bir iç huzuru yaşıyorum. Artık ne zaman ölümü düşünsem, Marilyn’e kavuşma düşüncesi beni yatıştırıyor. Belki bu kadar ferahlatıcı ve yatıştırıcı bir düşünceyi sorgulamamalıyım ama şüpheciliğimden kaçamıyorum. Sonuçta Marilyn’e kavuşmak tam olarak ne anlama geliyor?

Seninle aynı tabutun içinde yan yana gömülme isteğimi dile getirdiğim konuşmayı hatırlıyor musun? Bana Amerikan mezarlıkları konulu kitabını yazdığın senelerde iki kişilik bir tabut hiç duymadığını söylemiştin. Bunun benim için bir önemi yoktu: İkimizin aynı tabutta olması düşüncesinin beni sakinleştirdiğini söylemiştim. Evet, elbette mantıklı düşünce bana senin ve benim aslında orada olmayacağımızı, geriye sadece hissiz, ruhsuz ve çürümeye mahkum et ve kemikler kalacağını söylüyor. Buna rağmen gerçeklik değil, bu fikir beni rahatlatıyor. Coşkulu bir materyalist olan ben, aklımı forlatıp atıyorum, sen ve ben aynı tabutun içinde olursak sonsuza dek birlikte olacağımız gibi fantastik bir düşünceden arsızca keyif alıyorum.

Elbette gerçek değil bu. Elbette sana asla kavuşamam. Sen ve ben artık olmayacağız ki. Bu bir peri masalı. 13. Yaşımdan beri ister dini ister spiritüel hiçbir ölümden sonraki hayat düşüncesini ciddiye almadım. Buna rağmen yürekten şüpheci ve bilim insanı olan benim, ölmüş eşime kavuşma fikriyle teselli bulmam biz insanların olağanüstü güçlü kalıcı olma arzumuzun ve unutulma korkumuzun kanıtıdır. Spiritüel düşünmenin gücüne ve yatıştırıcılığına tazelenmiş bir saygı duyuyorum.

Bu son satırları yazarken olağanüstü bir tesadüf gerçekleşti. Bir Psikiyatristin Anıları kitabımı okumuş bir okuyucudan bir e-posta aldım. Sözlerini şu satırlarla tamamlamış: “Peki ama ölümden bunca korkmamız neden, Dr. Yalom? Beden ölür ama bilinç aynı zamanda akan bir nehir gibidir ve ölümün gelmesi bu dünyaya, insan bedenine ve aileye veda etme zamanı olsa da… Bu bir son değil.”

“Son değil.” Biz insanlar kayıtlı tarihin başından beri bu düşünceyi ne çok benimsedik ve ona nasıl sıkı sıkı tutunduk. Ölümden hepimiz korkuyoruz ve her birimiz o korkuyla baş etmenin bir yolunu bulmak zorundayız. Marilyn, çok sık tekrarladığın şu yorumunu çok net hatırlıyorum: “Hayatı hakkında hiçbir pişmanlığı olmayan 87 yaşında bir kadının ölümü trajedi değildir.” Bu kavram, hayatını ne kadar dolu dolu yaşarsan ölümünün o kadar az trajik olacağı düşüncesi bana çok doğru geliyor.

En sevdiğimiz yazarlardan bazıları bu görüş açısını savunuyor. Kazancakis’in hayatı çok seven Zorba’sının sözlerini hatırlasana: “Ölüme benden alacağı hiçbir şey bırakmayacağım, sadece bir avuç kemik.” Ve Sartre’ın otobiyografisinden senin bana okuduğun bölümü hatırla: “Kalbimin son çıkışının, eserimin son sayfasına yazılacağından ve ölümün sadece ölü bir adamı alacağından emin… sona doğru sessizce gidiyordum.” Irvin (s.236)

“Kitabımızı Nabokov’un otobiyografisi Konuş Hafıza’nın unutulmaz açılış sözleriyle bitiriyorum: “Beşik bir uçurumun üstünde sallanır ve sağduyu bize, varlığımızın iki sonsuz karanlık arasında çakan kısa bir ışık olduğunu söyler.” Bu imge beni hem sarsıyor hem sakinleştiriyor. Arkama yaslanıyorum, gözlerimi kapatıyorum ve huzur buluyorum.” (s.238)

21 Tem 2024

Ferhat Jak İçöz - Kendine Yabancı

“Bana ne sorarsan sor
Hiçbir cevap bulamayacaksın
Ne kim olduğumu ne de nereye gittiğimi biliyorum
Bana ne sorarsan sor
Boşuna çabalayacaksın
Biri olarak uyuyorum
Bir başkası olarak uyanıyorum
Bana istediğini sor
Derin bir nefes al ve bırak
Dün başka biriydim
Yarın başka biri olacağım.” Nikos Karvelas ve Gerasimos Evangelatos’un sözleri ve Anna Vissi’nin seslendirmesi ile “Sinantefksi isimli şarkıdan bir kısım

“Ancak kayıp ve yaslar böyledir. Kaybettiğimizi bir kere kaybettiğimizi sanırken, kaybımız her gün yeni bir yüzünü bize göstermek için pusuda, bir kenarda bekler. Yas ise bitmez. Yas, biten ile süren ilişkimizdir.” (s.56)

“Aslında hepimiz kaygılıyız. Sadece kaygımızla nasıl ilişkilendiğimiz çok farklılık gösterir.” (s.91)

“Gerçekten de babasından kalan miras onu bir ömür boyu çalışmadan rahatça geçindirebilecek bir miktardı. Ama insan çalışmaya ihtiyaç duymasa da hayata bir noktadan katılmaya ihtiyaç duyar.” (s.121)

“Danışanlar bazen terapinin basit bir veri işleme çalışması olduğunu düşünürler. Bir kere anlatılan konu bir daha anlatılmaz, bir kere üzerinden geçilen dönemin hikâyesi bir daha gündeme gelmezmiş gibi. Oysaki terapi, danışanın kendi öyküsüne bir daha bir daha dönüp, onu bulduğu yeni parçalarla ilmek ilmek bir daha işlemesi, sahip çıkabileceği bir hale getirmesiyle ilgilidir.” (s.147)

“İnsanın kendi kırılganlığını dillendirmesi aynı oranda büyük de bir güç verir.” (s.186)

20 Nis 2024

Engin Geçtan - Kimbilir?

“Ölüm olmadan yaşamdan söz etmek mümkün değil, karanlık olmadan aydınlığı tanımlayamayacağımız gibi. Ölümden korkarız, çünkü bu korku hayatta kalmamızı sağlar, içgüdüseldir. Ama yaşamdan korktukça, ölüm korkularıyla yaşamayı seçmiş oluruz. Varoluşumuzdan kopuk, sahip olduğumuza kendimizi inandırmaya çalışsak da kendimize ait değilmiş duygusundan kurtulamadığımız bir yaşamı.” (s.18)

“Otto Rank sevgiyi, bir başka insanın istencini kendi istenci kadar sevebilmek olarak tanımlar.” (s.43)

“İnsanlara kendi acısından daha değerli gelen bir şey yoktur. Onu kaybetmekten korkarlar. Onu başlarına inen kırbaç darbeleri gibi hissederken bir yandan da onunla dost olurlar, çünkü acının açtığı yaralar onlara güvence sağlar.” Ugo Betti (s.46)

“İlişkilerdeki sorunlar ilişkisizlikten kaynaklanır.” (s.48)

“İnsanın ancak, ana-babasını kendi dünyaları olan ayrı varlıklar olarak görmeyi başarabildiğinde gerçek anlamda yetişkin sayılabileceğini düşünüyorum. Bunu başarabilmenin kolay olmadığını bilerek. Çünkü her insanın bir önceki kuşaktan bazı alacakları tahsil edilemeden kalıyor.

Gerçek anlamda yetişkin bir benlik oluşmadıkça, geçmişin alacakları karşı cins ilişkilerinde, hatta dostluklarda tahsil edilmek isteniyor. Bazen kısır döngülerde sıkışıp kalmamıza neden olarak.” (s.55)

“Albert Einstein, düş gücü bilgiden daha önemlidir, demişti, mantıklı düşünceye tapınan bilge eskilerinin aşağıladığı düş gücü için. çocuklara yasaklanmış, büyüklerde yadırganmış düş gücü. Afrika kökenli Amerikalılar “Konuşan herkes şarkı söyleyebilir,” derler, sarhoş olmaya ya da duşa girmeye gerek olmadan. Dans yaşamın ritmini yakalamayı tanımlar. Başkalarının koreografisini ya da moda figürleri izlemeyen, koreografın insanın yine kendisi olduğu dansı kastediyorum. Kozmosun dansıyla buluşma mucizesinin anahtarı yalnızca insanın kendinde olduğundan. Hepimiz her gece olağanüstü hikayeler yazarız düşlerimizde, genellikle başroldeyizdir, bazen seyirci. Geçmişin bitmemiş hesaplarından geleceğin provasına dek değişebilen bu hikayeler, günlük yaşamımız içe dönükse dışa dönük, dışa dönük bir dönem yaşıyorsak içe dönük olurlar.” “(s.59)

“Otto Rank’ın tanımladığı kişilik tiplerinden “sanatkar”, içinde yaşadığı durumda etkin olabileceği en uygun tepkiyi verebilen kişidir. Rank’ın “sanatkar”ının, sanat yapıları yaratan insanları tanımlamadığını anlamışsınızdır. Hatta, “sanatkar”, biçimsel olarak sıradan bir yaşam sürdüren biridir çoğu kez. Rank sanatkarı tanımlarken, saygı duyduğunu açıkça belli ettiği, kendi yaşamını yaratabilen insanları anlatır. Sanatkar hangi durumlarda nasıl davranılması gerektiğini tanımlayan yönergeler kullanmaz, rehberi kendi yüreğidir, yaşam dansının koreografı da kendisi.” (s.59)

“Yaşam konuşulmaz, yaşanır, sözcükler yaşamın içinde paylaşılır. Doğulular bunun yüzyıllardır farkındalar. Bir Japon atasözüne göre, “Yaşantıya dönüşmeyen bilgi, bilmek değildir. Bizlere gelince, yaşadığımızdan çok konuşuyoruz sanki. Oysa simyacılar sürekli deneyen insanlardı, yaşamı ayinler dizisi haline getirmeden ve gevezelik etmeden. Çünkü ayinler ve gevezelik düş gücünün belirebilmesine izin vermez. Düşlemekten değil, yaşantıya dönüşebilen yaratıcı düş gücünden söz ediyorum tabii. Tamaro’nun kitabının başlığına gelince, yüreğimizin götürdüğü yere gidebilmemiz için önce yüreğimizi dinlemeyi bilmek gerekiyor, üretilmiş sorunların narkotize eden etkisinden sıyrılıp yüreğimize  ulaşabilirsek tabii. Sonra da, inişiyle, çıkışıyla, riskleriyle, şikayet etmeden çıkılacak yola koyulmak üzere. O zaman dünyaya daha az kızıyoruz.” (s.60)

“Günümüz insanının yaşamını kurutan en önemli etmenlerden biridir geleceği denetleme kaygıları. Geleceğin güvencesiyle uğraşırken yaşanmakta olan anı kaçırıvermek. Oysa biz geleceği yazmaya çalıştıkça gelecek kendini yeniden yazar, gelecek düz bir çizgi üzerinde art arda dizilen olaylar şeklinde tasarlanamayacağı için. Düz çizgi üzerinde tasarılar geliştirebiliriz, ama yola çıkıldığı andan itibaren geleceğin bizimle satranç oynamaya başlayacağını da hesaba katarak. Bunu hesaba katmadığımızda, yolumuzda ilerlerken karşılaşıverdiğimiz bir fırtına paniğe kapılmamıza neden olabilir. Paniğe kapılıp fırtınayı durdurmaya ya da yönünü değiştirmeye çalışırsak işler daha da karışır ve baş edemeyeceğimiz bir güç karşısında yenik düşme olasılığı da artar. Yaşamı kendimize bir takım kesin çizgilerle ısmarlayamayacağımızı kabul etmişsek, telaşa kapılmayıp satranç oyununu bundan böyle fırtınanın bizi götürdüğü yerde sürdürebiliriz. Orada yenilirsek, bu bir yenilgi değil, deneyim olur.” (s.61)

“Roma imparatorluğunun ayrıksı düşünürü Seneca “Başlayan her şey biter” demişti, zamanın bir çizgi üzerinde hareket ettiğine inanan düşüncenin yüzyıllar sürecek egemenliğinin erken dönemlerinde. Oysa, yaşadığımız her bir zaman parçacığının sonsuza dek sürecek bir süreksizlikte seyahat ettiği anlatılır oldu yüzyılımızda. Dünyaca izlenen bir yabancı televizyon kanalında “Vakit nakittir” sloganının sık sık ekranda göründüğü bir dünyada, zamanın daha farklı bir anlamının da olduğunu anlatabilmek için uygun sözcüklere ulaşabilmek pek kolay değil.” (s.61)

“Doğu düşüncelerinin zamana bakışı, özdeş olmamakla birlikte, modern fizikçilerin görüşlerini çağrıştıran benzerlikler gösterir. “Bu spiritüel dünyada, geçmiş, şimdi ve gelecek gibi zaman dilimleri yoktur. Çünkü bunlar, yaşamın gerçek anlamının bulunduğu şimdiki anda birleşmişlerdir. Şimdiki an hareketsiz halde duran bir şey değildir, durmaksızın devinir” der Suzuki. Dogan’ın sözleriyle: Çoğu insan zamanın geçip gittiğine inanır, oysa zaman olduğu yerde kalmaktadır. Zamanı yalnızca geçip giderken gören birisi, zamanın yerinde durduğunu ve yalnızca sonsuz şimdiki anın sürekli hareket halinde olduğunu anlayamaz.” (s.64)

“Çoğumuz içinde yaşadığımız bu şehirden zaman zaman bunalıp şikayet ettiğimiz halde, neden bir başka yerde yaşamayı seçmiyoruz ya da seçmeyi arada bir düşünsek bile yerimizden kıpırdayamıyoruz? Bu sorunun psikolojik bağımlılık çerçevesinde sorulmuş olması çok yerinde bir seçim gibi geldiği sorulduğu anda. Çünkü yaşadığımız şehrin çeşnisinin ve titreşimlerinin, keyfiyle ve eziyetiyle, içinde yaşayanların çoğunu uyaran bağımlısı haline getirdiğine inanıyorum. Sanırım çoğumuz buralarda sürüp giden kozmik dansın ritmiyle savrulup durmanın sarhoşuyuz ve “Hadi gel köyümüze geri dönelim” gibi şarkılar da bana, doğaya dönüş yolunu yitirmiş olmanın ağıtıymış gibi geliyor. Üstelik, türlü vesileler yaratarak arada bir bu şehre gelmeyi adet haline getirmiş bazı yabancıların varlığından da haberdarım, çoğu Batılı. Müzeleşmiş dünyalarının katlanılmaz durağanlığından kaçıp kaosun kenarında biraz soluk almaya çalışan ruhlar. Virüs onlara da bulaşmış gibi.

Tabii uyaran bağımlılığının yarattığı sarhoşluğun karanlık yönleri de var, diğer bağımlılıklarda olduğu gibi. Yürekleri dinleyecek zaman bırakmayan bir tempo ve günlük yaşamda nerede ne zaman çıkacağı belli olmayan savaşlarla baş etme zorunluluğu sonucu yaşanan yabancılaşma ve yalnızlık

Bir başka deyişle, dış dünyadan gelen uyaran bombardımanıyla zenginleşen beyin/zihinler, iç dünyalarından giderek daha az uyaran alır hale gelerek bir başka yönden fakirleşiyorlar. Üstelik buna, kentle bütünleşememiş bölgelerde yaşayan insanlarda  soyutlanmışlık duyguları da eklenebiliyor. “Bir şeyler var, ama herkes için değil” düşüncesi eşliğinde yaşanan. Hatta bazıları, kuşaklardır yakın dostları olan doğadan kopmanın yarattığı köksüzlük duygularının acısı ve yasıyla birlikte. Üstesinden gelinmesi kolay olmayan yaşantılar bunlar ve işte o zaman bazı beyin/zihinler uyaran fakiri iç ve dış dünyalarda sıkışıp kalıyorlar, çevrelerinde ne olup bittiğini kavrayamadan, kimi ise dış dünya uyaranlarıyla aşırı beslenirken, iç dünyalarından ulaşan uyaranların sesi giderek duyulmaz oluyor.” (s.72)

“Erich Fromm’a göre olgun ve üretken bireyin kimlik duygusu, benliğini kendisine yön verecek güçleri yine kendi elinde bulunduran bir varlık olarak algılamasından kaynaklanır.” (s.89)

“Durumla süreç arasındaki farkı kavradıktan sonra da yıllarca, süreçlerin bir çizgi üzerinde aktıkları yanılgısını yaşadım. Oysa hayvanlar ve bebekler şimdiki anın sonsuz sürekliliğini yaşayabiliyor olmalılar, doğmuş olduklarını ve bir gün öleceklerini bilmediklerinden zamanı ölçmeyi de bilmiyorlar, gerekmediğinden.

Öyle insanlar var hala vardır herhalde dünyanın bir yerlerinde, pek kimsenin uğramadığı mekanlarda şimdi ve oradayı yaşayan, kendilerini kabul ettirme ihtiyacını duymadıkları için başkalarına karşı sosyallik maskesi takmak zorunda olmayan, tümden yitirmedikleri içgüdüleri sayesinde yaşamla varoluşun tekliğini yaşayabilen. “Yaşamın amacı ölümdür” ilkesiyle yaşayanlara böyle insanların yaşamı sıkıcı ve tekdüze gelir, onlar sürekli bir yerden başka bir yere, gündüzden geceye, bugünden yarına koşmak zorundadırlar. Zamanın hareket etmediğini, değişim içinde olanın kendileri olduğunu fark edebilmelerine izin verilmediğinden.” (s.132) 

7 Nis 2024

Pema Chödrön - Sıçrayış

“Biz insanlar kendimizi eski alışkanlıklardan kurtarma, birbirimizi sevme ve birbirimizle ilgilenme yetisine sahibiz. Gerçeğe uyanma ve bilinçli bir yaşam sürme yetisine de sahibiz ama tahmin edeceğiniz üzere uykuda kalmaya, hissizleşmeye dair güçlü bir eğilimimiz de var. Hep bir dönüm noktasındaymışız gibi, sürekli hangi yöne gideceğimizi belirlemeye çalışıyoruz. Daha büyük bir berraklığa ve mutluluğa giden yolu seçmek de kafa karışıklığına ve acıya giden yolu seçmek de bizim elimizde.” (s.7)

“Hayatlarımızı bir deney olarak ele alabiliriz. Bir sonraki anda, bir sonraki saatte, durmayı, yavaşlamayı, birkaç saniyeliğine sakin kalmayı seçmek bizim elimizde. Alışıldık zincirleme tepkiye müdahale edebilir ve her zamanki gibi öfkelenmemeyi deneyebiliriz. Başka birisini ve kendimizi suçlamamız gerekmez. Kendimizi zor bir anda bulduğumuzda, saldırganlık alışkanlığını bir kenara bırakıp neler olacağına bakabiliriz.” (s.13)

“Farkındalığa sahip olduğunu düşündüğüm kişilerle ilgili şunu farkettim: Olan biten her şeyin tam olarak bilincindeler. Zihinleri dağınık değil. Karmaşa, sessizlik ya da eğlence ortamlarında, ister karnaval olsun, ister acil servis, orada kalmaya devam ediyorlar. Olanları kabul etmiş durumdalar. Bunun aynı anda hem son derece basit hem de muazzam bir şey olduğunu söyleyebiliriz.” (s.20)

“Öyle görünüyor ki hepimiz şimdiki andan uzaklaşma eğilimine sahibiz. Bu alışkanlık adeta DNA’mıza işlenmiştir. En temel seviyede, sürekli olarak düşünürüz ve bu bizi uzaklaştırır.” (s.27)

“Asla şimdiki koşulların nereye evrileceğini ya da sonrasında neler olacağını kesin olarak bilemeyiz. Ama bir felaket tellalı olmamıza veya sürekli olarak diken üstünde yaşamamıza da gerek yoktur. Durumumuz kesinlikle üstünde çalışmaya uygundur. Şimdiki zamanda yemi yutmamayı öğrenerek ve sıradan bir günün ufak tefek sıkıntılarını göğüsleyerek, bizi her ne bekliyorsa onu şefkat ve bilgelikle göğüslemeye hazır hale gelebiliriz.” (s.51)

“Öğrendiklerim şunlardı: Acınızla ve korkunuzla ilgilenin. Ona yaklaşın, odaklanın, meraklanın; bir an için duyguları etiketlemeden iyi ya da kötünün ötesini görmeye çalışın. Gördüklerinizi kabullenin. Direnci yok edecek her şeyi yapın.” (s.61)

“Pişmanlık hissetme ya da bundan kurtulma fikrini yanlış yorumluyoruz. Trungpa Rinpoche, dünyanın güzelliğini ve hayatta olmanın verdiği iyi hissi asla unutmadan yaşam içerisindeki kederleri kalbinizde tutmaktan söz etmiştir. Kendi acımızla, başkalarının acılarıyla ve pişmanlıklarımızla bir çöküş yaşamadan kalbimizin parçalandığı bir an gelir.” (s.68)

“Bir kişi istenmeyen duyguları tetikleyecek bir şey yaptığında ne olur? Açılır mıyız, yoksa kapanır mıyız? Genellikle istemeden de olsa içimize kapanırız ama huzursuzluğumuzu artıracak bir öykü olmadan, kalbimizin kapıları hala açıktır. Bu noktada, içimize kapandığımızı fark edebilir, bir boşluk yaratabilir ve değişim için yer açabiliriz. Jill Bolte Taylor’ın İçgörü Darbem adlı kitabında, yazar herhangi bir duygunun ömrünün sadece bir buçuk dakika olduğuna dair bilimsel kanıtlar sunar. Bu süreden sonra, o duyguyu yeniden bulmamız ve hissetmemiz gerekir.” (s.84)

3 Eyl 2023

Irvin D. Yalom - Bugünü Yaşama Arzusu

“Aldığımız her nefes bizi sürekli etkisi altında olduğumuz ölüme doğru çeker… Nihai olarak zafer, ölümün olacaktır çünkü doğumla birlikte ölüm zaten bizim kaderimiz olmuştur ve avını yutmadan önce onunla yalnızca kısa bir süre için oynar. Bununla birlikte, hayatımıza olabildiğince uzun bir süre için büyük bir ilgi ve özenle devam ederiz, tıpkı sonunda patlayacağından emin olsak da olabildiğince uzun ve büyük bir sabun köpüğü üflememiz gibi.”  Schopenhauer (s.9)

“Hiçbir parçamız yaşlanmanın kaderinden kaçamıyor.” (s.10)

“Dünyaya bakış açımızın sağlam temelleri, derinliği veya sığlığı çocukluk yıllarında oluşur. Bu görüş daha sonra özenle düzeltilir ve mükemmel hale getirilir ama öz değişmeden kalır.” Schopenhauer (s.55)

“En büyük bilgelik şu andan zevk almayı hayatın en büyük amacı kılmaktır çünkü tek gerçek budur, başka her şey düşünce oyunudur. Ama bunun en büyük budalalığımız olduğunu da söyleyebiliriz çünkü yalnızca kısa bir süre için var olan ve bir rüya gibi kaybolan içinde bulunduğumuz bu an asla ciddi bir çabaya değmez.” Schopenhauer (s.92)

“Krallar taçlarını ve asalarını geride bıraktılar, kahramanlar da silahlarını. Ama aralarındaki, görkemlilikleri dışlarına taşan, bunu da dışarıdaki şeylerden almayan büyük insanlar, büyüklüklerini yanlarında götürürler.” Schopenhauer (s.108)

“İnsanların çoğu hayatlarının sonunda geriye dönüp baktıklarında geçici, muvakkaten yaşadıklarını görürler. Takdir etmeden ve zevk almadan yanlarından geçip giden şeyin aslında hayatları olduğunu gördüklerinde şaşırırlar. Ve böylece umutlarla kandırılan insan, ölümün kollarına koşar.” Schopenhauer (s.113)

“İnsanın somut olarak yaşadığı hayatın yanı sıra her zaman soyut olarak ikinci bir hayat yaşaması dikkate değer ve önemlidir. Sakince enine boyuna düşünme alanında, önceden onu tamamen ele geçiren ve yoğun bir şekilde etkileyen şeyler soğuk, renksiz ve uzak görünür: O yalnızca bir seyirci ve gözlemcidir.” Schopenhauer (s.138)

“Bir keresinde öğretmenim, insanın başkası tarafından rahatsız edilemeyeceğini söylemişti. Kişinin sükunetini ancak kendisi bozabilir.” (s.144)

“Can sıkıntısıyla ilgili en korkunç şey nedir? Neden aceleyle can sıkıntısını gidermeye çalışırız? Çünkü bu, varoluşla ilgili tatsız gerçeklerin (önemsizliğimiz, anlamsız varoluşumuz, yok olmaya veya ölüme doğru önlenemez şekilde ilerleyişimiz) kısa süre içinde ortaya çıktığı, dikkat çelicilerin olmadığı bir durumdur.

Bundan dolayı insan hayatı sonsuz bir isteme, tatmin olma, can sıkıntısı ve sonra yeniden isteme döngüsünden başka nedir ki? Bu bütün canlı türleri için geçerli midir? Durumun insanlar için en kötüsü olduğunu söylüyordu Schopenhauer çünkü zeka arttıkça acının yoğunluğu da artmaktadır.” (s.284)

“Gençliğimde bile, başkaları mal mülk edinmek için çabalarken benim bu tür şeylere başvurmak zorunda olmadığımı çünkü içimde bütün mallardan daha değerli olan bir hazine taşıdığımı fark ettim; en önemli şey, zihinsel gelişimin ve tam bağımsızlığın temel koşul olduğu bu hazineyi güçlendirmekti… İnsanın doğasının ve haklarının tersine, gücümü kendi saadetimin  artırılmasından almak zorundaydım, böylece bu gücü insanlığın hizmetine sunabilirdim. Zekâm bana değil, dünyaya aitti.” (s.354)

30 Tem 2023

Carl R. Rogers - Kişi Olmaya Dair

“Rogers insanların, kendilerini kabullenen bir ilişkiye ihtiyaç duyduklarına inanıyordu. Rogers yanlısı terapistler empatiyi ve “koşulsuz olumsuz bakış”ı kullanırlar. Rogers ana hipotezini tek bir cümleyle şöyle ifade ediyordu: Eğer ben belli bir ilişki türünü mümkün kılarsam, karşımdaki de kendi içinde o ilişkiyi gelişme amaçlı kullanma kapasitesini keşfederek değişecek ve kişisel gelişim gerçekleşecektir.

Gelişme ile Rogers’ın kast ettiği, kendine değer verme, esneklik, kendine ve başkalarına saygı duyma yönünde ilerlemekti. Rogers’a göre insan “arzularında iflah olmaz bir şekilde sosyalleşmiş” bir varlıktı. Ya da Rogers’ın tekrar tekrar söylediği gibi, insan her açıdan tam insan olduğu zaman güvenilecek insan olurdu.” (s.8)

“Yaşamın amacı nedir sorusuna Rogers, Kierkegaard’tan aldığı “ İnsanın gerçekten de olması gerektiği kişi olması” ifadesiyle cevap verir.” (s.10)

“İnsanlar kabul edilmek ister ve kabul edildiklerine “kendilerini gerçekleştirme” yönünde ilerleme kaydetmeye başlar.” (s.11)

“Kendimi, kendimi kabullenerek dinlediğimde ve kendim olabildiğimde daha başarılı oluyorum.” (44)

“Kendimi olduğum gibi kabul ettiğim zaman değişiyorum. Bunu hem hastalarımdan hem de kendi deneyimlerimden öğrendiğimi sanıyorum. Ne olduğumuzu adam akıllı kabul edilnceye dek değişemeyiz, olduğumuzdan öteye gidemeyiz. Değişim ise, kabul etmenin ardından hiç fark ettirmeden geliveriyor. Kendim olmam sonucu gelişen bir diğer sonuç ise ilişkilerin gerçek ilişkiler haline gelmesi. Gerçek ilişkiler hayat ve anlam dolu olmanın heyecan veren bir şeklidir.” (s.45)

“Her insan kendinden menkul bir adadır, hem de en gerçek anlamıyla ve ancak kendisi olmayı isterse ve kendisi olmaya izin verirse diğer adalarla kendisi arasında bir köprü kurabilir. Dolayısıyla, bir başka kişiyi kabul edebildiğim zaman, yani onun gerçek ve hayati bir parçası olan duygularını, tavırlarını ve inançlarını kabul edebildiğim zaman onun bir kişi olmasına yardımcı olabilirim: Ve işte bu, benim için çok değerli.” (s.50)

“Kendimdeki ve başka insanlardaki gerçekliklere kendimi ne kadar çok açabilirsem, bir şeyleri düzeltme telaşına o kadar az kapılıyorum. Kendimi dinlemeye ve içimde olan biteni yaşamaya ne kadar çok çalışırsam ve aynı dinleme tavrını bir başkası için de ne kadar uygulayabilirsem, yaşamın karmaşıklığına o kadar çok saygı duyuyorum. Böylece bir şeyleri düzeltme, hedef koyma, insanları kalıplara sokma, yönlendirme ve kendi istediğim yola sokma arzusunu o kadar az hissediyorum.” (s.50)

“Yaşam, en iyi durumunda bile, akıp giden ve içinde hiçbir şeyin sabit kalmadığı bir değişim sürecidir.” (s.58)

“Martin Buber’in “ötekini onaylamak” şeklinde bir ifadesi vardır; bu ifade benim için çok anlamlıdır. Der ki, “Onaylamak demek, ötekinin tüm potansiyelini kabul etmek demektir. Onun kendi içinde olduğu kişiyi tanıyabilir, içindeki kişiyi bilebilirim. Olma sürecine girmek üzere yaratılan kişiyi… Artık gelişebilecek, evrilebilecek bu potansiyel çerçevesinde, kendi içimde ve daha sonra da onun içinde onu onaylayabilirim.” (s.97)

“H: Yaşamın gayet iyi farkındayım. Ne kadar uzaklaştığımızı, ne kadar uzaklara fırlatılıp öylesine dolaşıp durmakta olduğumuzu düşündükçe korkunç bir kaygı ve hüzün duyuyorum. Bazen kendimi tüm benliğimle, korkunç bir kaos içindeki dünyada yaşayan bir insan gibi düşünüp hissettiğim bir şey bu.
T: Kaçıp gidiveren bir duygu ve pek sık da gelmiyor, ama tüm benliğinizle son derece kaotik bir dünyada iş gördüğünüzü ve hissettiğinizi düşündüğünüz zamanlar oluyor.
H: Evet, öyle. Yani tam anlamıyla sağlıklı insanlar olmaktan ne kadar uzaklaştığımızı, bunun ne denli uzağına düştüğümüzü gerçekten biliyorum.” (s.141)

“Kierkegaard en yaygın umutsuzluğun, kişinin kendisi olmayı seçmemesinde ya da kendisi olmaya razı olmamasında yattığına dikkat çeker ve en ağır umutsuzluk biçimi “kendisinden başka biri olma”yı seçmekte yaşanan umutsuzluk olduğunu söyler. Oysa “gerçekten kendisi olan o benliği seçmek istemesi umutsuzluğun karşıtıdır” ve bu seçim insanın en anlamlı sorumluluğudur.” (s.170)

“Kişi haline gelme sürecinde açıkça görülen eğilimlerden bir diğeri de, seçimlerin ve kararların ya da değerlendirici yargıların kaynağı veya merkezine ilişkindir. Birey gitgide daha yoğun bir şekilde değerlendirme merkezinin, kendi içinde olduğunu görmeye başlar. Onaylanıp onaylanmadığı konusunda, yaşam standartlarında, karar ve seçimlerinde kendi dışındaki insanların görüşleri daha az önem taşır. Seçimin tamamen kendi içinde yapıldığını, asıl meselenin “Beni derinden tatmin edeni, beni gerçekten ifade eden bir şekilde mi yaşıyorum?” sorusu olduğunu anlamaya başlar. Bence yaratıcı bireyin en önemli sorusu da budur.” (s.183)

“Kendi benliğine sadık ol.” Shakespeare (s.251)

“Maslow, kendilerini gerçekleştiren insanlar olarak adlandırdığı çalışmasında da aynı özelliklere dikkat çekmiştir. Bu insanlardan söz ederken şöyle der: Gerçekliğe rahatça nüfuz etmeleri, hayvanlarda ya da çocuklarda olduğu gibi bir kabul edişe ve anında hissetmeye yakın durmaları, bu insanların kendi dürtülerine, kendi arzularına, görüşlerine ve öznel tepkilerine karşı genelde üstün bir farkındalığa sahip olduklarına işaret eder. Kendilerini gerçekleştiren insanlar, yaşamın temel özelliklerini bazen hayranlık, bazen zevk, bazen hayret hatta coşku içinde tekrar tekrar, taptaze ve safça yaşama gibi muhteşem bir kapasiteye sahiptirler; başkalarına göre bunlar bayat deneyimler olsa bile.” (s.257)

“İyi hayat, deneyimlerim sonucu geldiğim noktaya göre, içeriye doğru istediği yönde hareket etme özgürlüğü olan insan organizmasının seçtiği yöndeki hareket süreci ve seçilen bu yönün sahip olduğu bazı genelgeçer niteliklerdir.” (s.274)

22 Tem 2023

Pema Chödrön - Nasıl Yaşarsak Öyle Ölürüz

“Günde beş kez ölümü düşünmek mutluluk getirir.” Butan Atasözü

“Tibetçe bardo kelimesi, genel olarak ölümümüzden sonra ve bir sonraki hayatımızdan önceki geçiş hâlini ifade eder.” (s.11)

“Yaşantımızı yakından incelersek, zaten her zaman bir geçişte olduğumuzu görürüz. Hayatımızın her ânında bir şey biter ve başka bir şey başlar. Bu, ezoterik bir kavram değildir. Dikkatimizi verdiğimizde bu geçişler, bizim için mutlak bir deneyim haline gelir.

Tibet’in Ölüler Kitabı, altı tane bardo sıralar: mevcut hayat bardosu, meditasyon bardosu, ölüm bardosu, dharmata bardosu ve oluş bardosu.

Şu an mevcut hayat bardosundayız. Bu kitapta meşgul olacağımız nokta mevcut hayat bardosu olacak. Bu hayatın nasıl bir bardo (sürekli bir değişim evresi) olduğunu anlamaya başlayınca, ne kadar bilinmez olsalar da diğer bardolardan herhangi biriyle yüzleşmeye başlayacağız.” (s.13)

“Mevcut hayatımızda süregiden dönüşüm akışlarını nasıl yönlendireceğimizi öğrenebilirsek, dünya görüşümüz ne olursa olsun, kendimizi ölüme ve ardından geleceklere hazırlayabiliriz. Fakat daha da önemlisi, bu eğitim kendimi daha canlı, daha açık hissetmemi ve gündelik yaşam deneyimlerimde daha cesur olmamı sağladı.” (s.14)

“İşler bazen istediğimiz şekilde gelişir, bazen de gelişmez. Gerçekliğe güvenmek, çok daha açık ve rahat bir düşünce yapısıdır. Gerçeklik öyle ya da böyle vuku bulacaktır. Ona güvenebiliriz. Aslında son derece derin ve aynı zamanda tamamen açıktır. Gerçeklik her şeyin olduğu gibi, umutlarımızdan ve korkularımızdan azade olması demektir.” (s.23)

“Hem istenene hem de istenmeyene açık olabiliriz. Tıpkı havanın değişeceği gibi onların da değişeceğini biliriz. Tıpkı iyi hava ve kötü hava gibi, başarı ve başarısızlık da hayatın aynı derecede parçalarıdır.” (s.23)

“Thich Nhat Hanh’ın söylediği gibi: Acı çekmemize neden olan geçicilik değildir. Acı çekmemizin  sebebi, öyle olmadıkları hâlde şeylerin kalıcı olmasını istememizdir.” (s.24)

“Bizler hep bir bardo’dayız çünkü geçicilik asla ara vermez. Geçiş halinde olmadığımız tek bir an bile yoktur ve ister inanın ister inanmayın ama bu iyi bir haber. Hayatınızın, içinde bulunduğunuz benzersiz ânını oluşturan elementlerin hepsi bir noktada var oldu; yakında bu elementler dağılacak ve bu deneyim sona erecek. Şu an koltuğunuzda oturmuş bu kitabı okuyor ya da araba sürerken sesli kitap olarak dinliyor olabilirsiniz. Her neredeyseniz, ışığın kendine özgü bir niteliği vardır.” (s.26)

“Bizler geçmiş ile gelecek, daha önce yaşananların anısı ile yakında gerçekleşecek ve aynı şekilde anıya dönüşecek şeyler arasında, hep bir ara evredeyiz.” (s.27)

“Bir defasında biri bana laf arasında şöyle dedi: “Hayatın kendi doğal koreografisi var.” Bu cümleyi uzun bir süre düşündükten sonra bu doğal koreografiye ayak uydurmaya ve onun kendi işini yapmasına izin vermeyi deneyimlemeye başladım. Çoğu zaman, her şeyi oluruna bıraktığımda, bu doğal koreografinin karşıma çıkardığı şeylerin, aklıma gelebilecek her şeyden çok daha ilham verici, yaratıcı ve ilginç olduğunu gördüm.

Hayatın doğal koreografisine güvenmek, gerçekliğe güvenmekten bahsetmenin başka bir yoludur. Ufak şeyleri oluruna bırakmak için kendimize izin vererek bu güveni geliştirmeye başlayabiliriz.” (s.34)

“Bu hayatın görüntüleri yok olduğunda,
Büyük bir rahatlık ve mutlulukla,
Bu hayatın bütün bağlarını bırakabilir miyim
Evine dönen bir çocuk gibi…” Dzigar Rinpoche (s.36)

“Tibet dünya görüşüne göre bedenlerimiz beş elementten yapılmıştır: toprak, su, ateş, hava ve boşluk. Toprak elementi, bedendeki katı olan her şeydir: kemikler, kaslar, dişler gibi. Su elementi kan, lenf ve salya gibi çeşitli sıvılardır. Hava elementi nefesimizdir. Boşluk elementi ise bedenimizdeki delikler, tüm açık alanlardır. Ayrıca fiziksel olmayan, altıncı bir element de devreye girer: bilinç.

Tibet’in ölüler kitabına göre, ölüm süreci boyunca en yoğun olanından en hafifine, bu elementler birbirine karışır. Bu tanım bize yabancı veya demode gelebilir fakat düşkülerevi çalışanları, hastalarında bu aşamaları gördüklerini bana söylediler. Hem hayatlarının sonundaki insanlara bakım verenlerin hem de Tibetli öğretmenlerin anlattığı, tıpkı diğer hayat aşamaları gibi dağılma sırasının da kişilere göre farklılıklar gösterdiği bilgisini kabul ederek, geleneksel ilerlemeyi tarif edeceğim. Bu da öngörülemez bir durumdur.

İlk önce toprak elementi, su elementine karışır. Ölüm ânında insanlar ağırlaştıklarını hissederler. Bazen “Sanki suya batıyormuş gibiyim. Beni kaldırabilir misin?” derler. Aynı zamanda görme duyuları zayıflamaya başlar. Sonra su elementi ateş elementine karışır. Sıvılar kurumaya başlar. Ölen kişi çok susadığını hisseder ve sık sık içecek bir şey ister. Sıvılarımızı koruyamayız. İşitme duyumuz da gitmeye başlar. Sonra ateş elementi, hava elementine karışır ve üşüdüğümüzü hissederiz. Sıcaklık ne kadar artırılırsa artırılsın, üstümüze ne kadar battaniye örtülürse örtülsün ısınamayız. Sonraki aşama, hava elementinin bilince karışmasıdır. Nefes almak giderek güçleşir. Nefes verme süremiz uzar, nefes alışımız kısalır. Nefes alıp verişlerimizin arasında büyük aralıklar vardır. Sonunda, birkaç uzun nefes verdikten sonra, nefesimiz kesilir. Trungpa Rinpoche’nin söylediği gibi: Nefesiniz çıkar ve çıkmaya devam eder. Artık nefes almazsınız.

Bu noktada tüm sıradan algılar sona erer. Tüm düşüncelerimiz, duygularımız, alışkanlıklarımız ve nevrozlarımız da biter. Gerçek doğamızı gizleyen her şey gider. Bu hayatın görüntüleri dağılır ve gerçek doğamızın doğal sadeliğine döneriz. Batı tıbbına göre kişi ölmüştür, yaşam bitmiştir.” (s.38)

“Geleneksel olarak, bu evrensel uyanmış zihin, gökyüzüyle kıyaslanır. Bizim yeryüzündeki bakış açımızdan, gökyüzü bazı günler açık, bazı günler bulutlu görünür. Fakat ne kadar bulutlu ve karanlık olursa olsun, bir uçağa binip yükseklere çıktığımızda gökyüzünün engin maviliğini görebiliriz. Her zaman da bu şekildedir o, oradadır; her gün, gün boyu.
Bu gökyüzüne benzeyen zihin söz konusu olduğunda, çoğumuz için hava genelde bulutlu görünür. Fenomenal  dünyanın canlılığının, doğum ve ölümün sürekli akışının farkına varmak yerine, kendimizi sık sık endişeli ve düşünceler içinde tamamen kaybolmuş hissettiğimiz bir gerçeklik biçimi içinde yaşarız. Çevremizden sevdiklerimize ve kendi bedenimize kadar her şeyin anbean değiştiği gerçeğiyle mutabık değiliz. Duygularımızın ve olay örgülerinin gerçek bir özünün olmadığını, sis gibi gelip geçici olduklarını görmeyiz.” (s.39)

“Genelde, duygularımıza güç kazandıran farkındalık eksikliğidir. Sihirli anahtar, onlara dair farkındalığa sahip olmaktır. Neler olup bittiğinin farkında olduğumuzda, malum duygular bizi üzme yeteneklerini kaybederler. Duygularımızı yönetme konusundaki her türlü yöntemin ilk adımı, neler olup bittiğini anlamaktır.” (s.74)

“Zihnimiz her zaman yansıtma halindedir. Trungpa Rinpoche, “aslında kendi yansımaları olan dışsal fenomenlerden korkan” varlıklara büyük merhamet duyduğunu yazar. Örneğin gündelik bir düzeyde, belli bir kişi veya bir grup insan için düşündüklerimizin tamamen temelsiz olabileceğini biliyoruz. Taraflı düşüncelerimizin çoğunun güvenilir olmadığını ve bir kaya parçasını dehşet verici bir kaplan zannedebileceğimizi biliyoruz.” (s.109)

“Koşma. Yavaşla. Hiçbir hızlı hareket yapma. Seni korkutan şeyle yüzleş.” (s.127)

“Yaklaşık on yaşımızdayken, Suzy her gece rüyasında canavarlar tarafından kovalandığını görürdü. Bir gün ona, canavarların neye benzediklerini sordum ama bilmiyordu çünkü çok korkuyordu ve sürekli kaçıyordu. Belli ki sorum merakını uyandırdı ve ertesi gece rüyasında bütün cesaretini toplayıp arkasına döndü. Tir tir titreyerek inanılmaz olanı yaptı. Canavarlara baktı. İlk başta canavarlar ona hücum etti ama sonra yok olup gittiler. Böylece kâbusları sona erdi.” (s.127)

“Günler gecelere döner, taze açmış çiçekler solar, çocuklar büyür, arkadaşlar ve akrabalar yaşlanır, biz ihtiyarlarız. Göreceli düzeyde, her şey değişir ve herkes ölür. Tüm insanlar ve her şey bulutlar kadar geçicidir ve bu bizi incitebilir. Fakat mutlak düzeyde hiçbir şey ölmez. Bedenimiz bir hayattan diğerine gelir ve gider, fakat gerçek doğamız hep aynı kalır. Bu, boşluğun kendisi gibidir: engin, yok edilemez ve yaşamın açığa çıkması için potansiyellerle dolu.” (s.165)