“Yirminci yüzyılın ilk yarısında, toplum normlarına uyma
oranının normalliği, bu kurallardan sapma oranının ise normal dışını belirlediği
görüşü oldukça egemendi. Ancak İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, toplumların da bazen
hasta olabileceğinin fark edilmesi üzerine bu görüş geçerliğini önemli ölçüde
yitirmiştir. Hasta toplum, bünyesindeki normal bir davranışı normal dışı olarak
yorumlayabilen toplumdur. Belirli bir oranda toplum kurallarına uyma, toplu
halde yaşamak için gereklidir ve bunun karşıtı tutumlar bireyin kendisi için de
zararlı olabilir. Ancak, normalliğin temel ölçütlerinden biri, kişinin kendisini
iyi hissedebilmesidir. Bu ise yalnızca yaşamın sürdürülmesini değil, insanın
dünya içinde kendine özgü bir yer edinebilmesini ve yaşamından doyum
sağlayabilmesini de içerir. Buna karşılık, yalnızca toplumun onayına yönelik
davranışlar kişiliğin ortadan silinmesine neden olabilir.” (s.12)
“Kimse siyah ya da beyaz olarak nitelendirilemez. Aslında
hepimiz grinin tonlarıyız. Kimimiz daha koyu, kimimiz daha açık. Beyaza çok
yakın bir tonu tutturabilenlerin azınlıkta olduğunu biliyoruz.” (s.12)
“Samimiyetsizlik ilkel toplumların bilmediği bir davranış
biçimidir. Samimiyetsizlik uygarlıkla gelişmiştir. Çünkü uygarlıkla birlikte
diplomasi de gelişmiş, çalınacak şeylerin sayısı da artmıştır. İlkel insanlarda
mülkiyet geliştikçe hırsızlık ve yalan da başlar.” (s.19)
“İnsan hem yapan hem bozan, hem seven hem kıran bir
varlıktır. Bu çelişki kendisini ve diğer insanları anlayabilmesini güçleştiren
en önemli etmenlerden biri olmuştur.” (s.21)
“Gelenekler ve töreler insana koruyucu bir ortam sağlar,
ama onun toplum içinde farklılaşmasını ve kişiliğine yeni boyutlar
katabilmesini de önemli ölçüde kısıtlar.” (s.22)
“İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana geçen süre içinde
çağdaş toplumlar kendine özgü bir olguyu da birlikte getirmiştir. İnsan eskisinden
çok daha fazla sayıda insanla, çok daha kısa süreli, daha yüzeysel ilişkiler
kurma eğilimindedir. Bu, soğuk bir günde karşılaşan bir grup kirpinin öyküsüne
benzer. Kirpiler ısınabilmek için birbirlerine sokulurlar, ama dikenleri birbirine
batar. Birbirlerinden ayrıldıklarındaysa soğuktan rahatsız olurlar. İleri geri
hareket ederek sonunda dikenlerini batırmadan birbirlerini ısıtabilecekleri en
uygun uzaklığı bulurlar.” (s.31)
“İnsanlar vardır, bilirsiniz, başkalarından sürekli bir
şeyler bekler ya da isterler. Aslında bu, bir insanın ihtiyaçlarını kendisinin
karşılamasından çok daha büyük bir çabayı gerektirir. Üstelik onur kırıcıdır
da. Ama onlar için önemli olan, diğer bir insanın ya da insanların kendileri
için bir şeyler yapmasıdır. Bunun için her şeye katlanırlar. Genellikle bu
tutumlarının bilincinde değildirler. Amaçları diğer insanları sömürmek değil,
bir şeylerin hazırca kendilerine verilmesidir. Aşırı bağımlıdırlar ve kendi
sorumluluklarını başkalarının üstlenmesini beklerler. Onların çevremizdeki
varlığından sıkılabilir ya da bize yük olduklarını düşünebiliriz. Ama çoğu kez
kendi bağımlılığımızdan ötürü onları çevremizde tutarız. Kendilerine bir şeyler
verildiği sürece bizden kopmazlar. Bir diğer deyişle, böyle kişiler kronolojik
olarak yetişkin, hatta entelektüel yönden iyi gelişmiş olsalar bile, bebeklik
yıllarının asalak varoluş biçimini sürdürürler.” (s.36)
“Bir insanı sevmek, onun gerçeklerini anlamaya çalışmayı
da içerir.” (s.43)
“Yaşamak iniş ve çıkışları içerir. Ana-babasının bu
dalgalanmaları yüreklice göğüsleyebildiğini gözlemleyen çocuk da ileriki
yaşamındaki inişleri dünyanın sonu gelmişcesine algılamaz. Noksan yönleriyle
yüzleşebilen bir ana-baba modeli gördüğünden, kendisi de kendine karşı dürüst
olmayı öğrenebilir.” (s.47)
“Duyguların geçmişe dönük nedenlerinin, yalnızca insanın
kendi varoluş sorumluluğunu üstlenmesini engelleyen etmenlere ışık tutması
açısından konu edildiğini bir kez daha vurgulamakta yarar görüyoruz. Çünkü bir
duyguyu nasıl yaşamakta olduğumuzu fark edebilmek, onun geçmişe dönük
nedenlerini açıklayabilmiş olmaktan çok daha büyük önem taşır.” (s.51)
“Aslında herkesin çocukluk döneminde bir şeyler aksar. Ama
insan, duyguların dürüstçe yaşanabildiği bir çevrede yetişmişse olumlu duygular
gibi olumsuz duygularını da açıkça yaşamayı öğrenebilir, dolayısıyla kendine
fazla yabancılaşmaz. Eğer insanlar olumsuz duyguların evrensel olduğunu, reddedilme
kaygılarının herkes tarafından yaşanmakta olduğunu ve bunun yalnızca yoğunluk
derecesinin önemli olduğunu bilebilselerdi, bu tür duyguların üzerini fazlaca
kapatmaz ve gereksiz bir suçluluğu da yaşamazlardı.” (s.56)
“İnsanları sevebilmek, onlarla baş edebilecek yöntemleri
geliştirebilmeyi gerektirir. Bununla kastedilen, karşımızda düşmanlar varmışcasına
geliştirilecek savunma yöntemleri değil, kendimizi dürüst ve açık bir biçimde yaşayabilme
yürekliliğini gösterebilmektir. Sinsice yaşanan duygular, insanların bize,
bizim de onlara ulaşabilmemizi engeller. Çünkü onlar gerçek bizi değil, gösterdiğimiz
yanlarımızı kabul ederler. Sonunda, kabul edilen gerçek benliğimiz
olmadığından, kendimizi de kabul edilmiş hissedemeyiz.” (s.56)
“Bir beraberlikte kendisini gözlemlemeden ve olduğu gibi
yaşayabilecek yürekliliğe sahip olan bir kimsenin sonradan konuşacağı bir şey
olmaz, yaşanan yaşanır ve biter. Olumsuz duyguların egemen olduğu bir geçmiş,
geleceğe doğru taşınmadığından yeni bir yaşantıya kolayca geçilir.” (s.63)
“Sürekli değişen koşullara uyum sağlayabilmek ve yaşama
etkin bir biçimde katılabilmek belirli bir esnekliği ve yaratıcılığı
gerektirir. Burada etkin olmakla kastedilen, kişilerin olaylara kendisini iyi
hissedebileceği bir biçimde yön verebilmesidir.” (s.73)
“Her bir insan kendi benliğiyle yüzleşmeyi göze
alabildiği ve değişmeyi istediği oranda değişebilir. Böyle bir değişim sürecini
başlatabilmek için insanın davranış alanını daraltan katı savunma sistemlerini
görebilmesi gerekir.” (s.74)
“Bir insana değer vermek, onun gerçeklerini anlamaya
çalışmak ve onu olduğu gibi benimseyebilmektir. Ama birçok kişi diğer insanlara
değer verdiği sanısıyla kendi narsist ihtiyaçlarına doyum sağlar.” (s.77)
“Kişiliğin bireyleşelebilmesi için, insanın kendisine ilişkin
gerçekleri olabildiğince bilinçlendirebilmesi gerekir. Ne var ki, birçok insan
kendini tanımak için çaba göstermeksizin yaşamına anlam katabilmeyi umar ve
beklediklerini bulabilmek için bir mucizenin gerçekleşmesini bekler. Oysa insan,
gerçeklerini tanıyabildiği oranda kendisiyle uzlaşır ve çevresine karşı da daha
hoşgörülü olur. Bunu başaramayan biri ise hoşlanmadığı ve kabul etmediği
bilinçdışı benliğini diğer insanlara yansıtır, onları eleştirir ve kınar. Bunu yaparken,
aslında, tanımadığı gerçek benliğini seyretmekte olduğunun farkında değildir.” (s.79)
“Sürekli görkem ya da kusursuzluk bir ütopyadır. Kusursuzluğun
tanımı yapılabilmiş olsaydı, bu tanımdaki ölçütlere uyabilen bir kişi herhalde
çok sıkıcı olurdu. Kusursuz olmaya çalışanlar bile öyle olduktan sonra...”
(s.83)
“Kendini lanetlemek ya da kendine acımak insanın sorumluluklarını
görebilmesini engeller. Güçlülük, yürekli olmayı gerektirir. Yüreklilikse insanın
kendi gerçekleriyle yüzleşebilmesini içerir. İnsanın kendine yabancılaşması
pahasına kazanılan güç, gerçek güç değildir.” (s.84)
“Bir insan ancak kendi içinde devrikse başkaları
tarafından devrilebilir.” (s.85)
“Sorumluluk denince çoğu insanın aklına, ailesi, çalıştığı
kurum ve dostlarına karşı görevleri gelir, ama kişinin kendisine karşı görevi
olan “iyi yaşama sorumluluğu”ndan pek söz edilmez. Başkalarına karşı sorumluluklarımız
olduğu kaçınılmaz bir gerçek olmakla birlikte, bazen bunu kendimize karşı
sorumluluklarımızı görmezden gelmek için kullanmak da sorumsuzluktur.” (s.97)
“İnsanın kendi sorumluluğunu üstlenmesi, bir başka
insanın sorumluluğunu üstlenmesinden çok daha güçtür. İnsanın başkalarının
sorumluluğunu üstlenerek kendine karşı olan sorumluluklarını görmezden gelmesi
çoğu kez çocukluk yıllarında öğrenilmiş kusurlu bir davranıştır. “O bensiz
yapamaz” sözü aslında “Ben onsuz yapamam” gerçeğinin saptırılmasından başka bir
şey değildir. Yaşamasını beceremeyen bir insanın bunun sorumlusu olarak yakınlarını
göstermesi ise kabul edilebilir bir gerekçe olamaz.” (s.98)
“Öyle zaman olur ki, sorumluluğumuzun bir başkası
tarafından üstlenilmesini isteriz. Bazen ise bir diğer insanın sorumluluğunu
üstlenmemiz gerekir. Bir başka deyişle, arada bir çocuk olur ya da çocuk olmak
ihtiyacında olan bir yakınımızın ana ya da babası oluruz. Dengeli bir biçimde
olmak koşuluyla bu tür dayanışmalar yaşamın doğal bir parçasıdır. Çünkü aslında
kimse kendi kendine yeterli olamaz. İnsanlara gereğinde “hayır” diyebilmek ve
bundan ötürü suçlanmamak kadar, onlardan bir şeyler isteyebilmek ve
beklentilerimizi hissettirebilmek de kendimize karşı sorumluluğumuzun bir
parçasıdır. İnsanlara verebilmek de öyle.” (s.106)
“İnsan bir zaman tüketicisidir.” (s.107)
“Bir insanın kendi benliğini ne ölçüde diğer insanların
görüşlerine göre değerlendirdiği, o insanın yalnız kaldığı zaman yaşayacağı
korkunun oranını belirleyen en önemli etmenlerden biridir. Ama yine de, yalnız
kalmanın ne zaman insanın yaratıcı güçlerine etkinlik kazandıracağını ve ne
zaman ruhsal dengesinin bozulmasına neden olabileceğini kestirebilecek ve
değerlendirebilecek bilgilere sahip olduğumuz söylenemez.” (s.111)
“Zaman zaman yanlış yorumlandığını gözlemlediğimiz “kendini
gerçekleştirme” kavramına burada bir açıklık getirmeyi gerekli görüyoruz. Bu, bir
insanın biçimsel olarak ya da bazı toplum normlarına göre giderek yükselen bir
başarı çizgisini gerçekleştirmesi anlamını taşımaz. Kendini gerçekleştirme,
kendini yaşamayı göze alabilecek yürekliliği gösterebilmeyi ve kısırdöngülerden
özgürleşebilmeyi tanımlar. Bir insanın kendi kısırdöngülerinin tümünü
görebilmesi, gerçekleşmesi olanaksız bir durumdur. Böyle bir durumun
gerçekleşmiş olduğunu varsaysak bile bu, o insanın kısır döngülerinden
arınabileceği anlamını taşımaz. Ama yine de kendine dönük yıkıcı mekanizmaların
kökenini tanıyabilmek, insanın kendisine ilişkin bilinmeyenlerinin sayısını
azaltır ve onu rahatlatır.” (s.152)
“Yaşamak, kendisi olabilmeyi ve yaşama etkin bir biçimde
katılabilmeyi tanımlar. Bu, insanın kendi sorumluluğunu, bir başka deyişle, hayatına
anlam katma sorumluluğunu içerir. Sorumluluğunu üstlenen kişi özgürdür. Özgür insan
daha az korkar, onun için sevebilir.” (s.161)
“Diğer insanların gerçeklerini anlamaya çalışacağımız
yerde, onları dünyada yalnızca kendi gerçeklerimiz varmışcasına yargılamak
etkin olabilmemizi engeller ve yalnızlığa yol açar. Kendi benliğine
yabancılaşmış bir insanın değerleri ve inançları tehlikeye karşı savunma
niteliğinde olduğundan, davranışları da katı, inatçı ve esneklikten yoksundur. Bu,
kendi gerçeklerini algılayabilen bir insanın esnek bir biçimde sürdürdüğü
kararlılıktan farklıdır.” (s.163)
“Her şeyin mantık ve irade gücü ile çözümlenebileceğine
inanmak bir yanılgıdır. Bu, araçlardan yalnızca biridir ve tek başına
kullanıldığında insanı zorlar. Mantık ve irade içimizden gelen istekle
bütünleştiğinde anlam kazanır. Bu gerçekleştirilemediğinde kendimize uymayan
amaçlar doğrultusunda davranmış oluruz. İstek ve yetenek birlikte oluşur. Yetenek
olmayınca istek de olmaz. Salt mantığa dayalı kararlar bizim gerçeğimize uygun
olmayabilir. İçimizden gelen ses, eğer onu dinlemeyi başarabiliyorsak, bize
hangi doğrultuda davranmamız gerektiğini söyler. Bu ses korku da içerebilir. Ama
yeni bir yaşantıya geçerken yaşanan olağan korkuyla, bizim gerçeklerimize
uymayan bir eyleme geçmek istediğimizde yaşanan korku birbirinden ayırt
edilebilir. İlki benliğimizle bütünleşmiş bir duygu, ikincisi bizi dışarıdan
yönetmeye çalışan bir güce karşı geliştirilmiş bir tepkidir.” (s.169)
“Birçok insan “alma” ve “verme”nin birbirinden farklı durumlar
olduğu sanısındadır. Çünkü onlar için birinin sorunlarıyla ilgilenmek ya da ona
bir armağan almak “verme”, benzeri davranışların kendilerine yapılması ise “alma”
anlamını taşır. Ama bu davranışların içsel yaşantımızın gerçeklerini
yansıttığını nasıl bilebiliriz? Çünkü bazen verilen şey sevgiden değil,
kendimizi yadsımaktan kaynaklanmıştır. Bu sorunun yanıtı “ne” verdiğimiz
yerine, “nasıl” verdiğimizi anlamaya çalışarak bulunabilir. Kimi insan almadan
vermemekte direnir, kimi ise karşılığını alabilmek için verir. Oysa almak ve
vermek aynı anda yaşanan olgulardır. Kendimizi hissederek ve hissettirerek
verdiğimizde bunun karşı taraf algılar ve o da kendisini hissettirir. Onu hissedebilmek
de bize bir şey verir. Bu öylesi bir yaşantıdır ki, o anda insanlar ayrı
varlıklar olduklarının bilincinde değildir. Ama benliğini böylesine paylaşmak,
bir diğer insana tutsak olmaktan çok farklıdır. Bu, sevginin kendisidir.
Gerçek anlamda sevgi, diğer insanları da kendimiz kadar
sevebilmeyi içerir, kendimizden çok ya da kendi yerimize değil. Bir başka
deyişle, sevgi, diğer insanların seçimlerini kendi seçimlerimiz gibi
sevebildiğimizde gerçekleşir. Ama sevgi tek bir yaşantı değil, süreçtir. İnsanın
kendisini savunmasızca ortaya koyabilmiş olmasının acılarını ve zaferini içeren
bir süreç. Mutluluk o anda yaşanılan her şeyi hissedebilmektir. Dünyamızla karşılıklı
etkileşimlerimizde keder de yaşanır sevinç de. Mutsuzluk, yaşama katılacak
yürekliliği gösterecek yerde, insanın kendi içinde ürettiği ve gerçek dünyayla
ilgisi olmayan duygularla yoğrularak kendini yaşamaktan kaçınma sonucu yaşanan
bir olgudur. Mutsuz insan, kederine karamsarlık, sevincine kaygı katar,
gerçeğini doyasıya yaşayamaz. Çünkü kendine karşıdır. Oysa yaşamak ve sevmek
birbirinden ayrı olgular değil, bir bütündür. Kendimizi yaşayabildiğimiz ve
beraberliklerimize bir şeyler katabildiğimiz her yerde sevgi vardır. Ama bu,
içinde bulunduğumuz kısırdöngülerden özgürleşip, her yaşantı parçasının bizi
çevreye yönelik yeni bir etkileşime
doğru harekete geçirmesiyle gerçekleştirilir. Bir başka deyişle, sürekli
yaşantı üretebilmeyi içerir. Dünyamızla beraberliğimizde bu sürekliliği ya da
ileri doğru hareket eden süreci gerçekleştirebilmek, kendini yaşamakla eşanlam taşır.
İnsanlar sürekli seçim yaparlar, ama çoğu bunu kabul
etmek istemez. Denize girmek için kıyıya gelen üç kişiden biri derhal suya
dalabilir, diğeri sonunda nasıl olsa gireceğini bildiği halde bir süre suyun
soğukluğunu deneyerek vakit geçirdikten sonra girebilir, sonuncusu ise
girmekten vazgeçebilir ve girenleri seyreder. Bu bir seçimdir ve insan nasıl
isterse öyle olur. Ama seçimlerinin sonuçlarını da kabullenmesi koşuluyla!”
(s.173)