31 Oca 2021

Carl Gustav Jung - Analitik Psikoloji

“Jung’un öleceği günün ikindi vakti, Küsnacht’taki evin üzerinde bir fırtına kopmuş, tam ruhunu teslim etmek üzereyken de pek sevdiği bahçedeki çınar ağacına yıldırım düşmüş. Jung ve Çağımız adlı kitapta, dostu ve arkadaşı Laurens van der Post, ölümünden epey yıl sonra, Jung’un yaşam öyküsünü filme alıyormuş. Filmin hazırlıkları bir yıl önceden tamamlanmıştı diyor, Laurens. Jung’un son gününü canlandıracak sahne evinde çekilecekti. Bütün gün evinde çalışmıştık; kameraman, yapımcı ve ben birbirimize açıklamamıştık ama, sanki Jung’un yanı başımızda olduğunu sezinler gibiydik. Kameramanın yarı şaka, yarı ciddi yanındaki yardımcıya şu sözleri fısıldadığını duydum: Biliyor musunuz, diyordu, öyle bir duygu var ki içimde, sanki Jung, bütün gün omzumun üzerinden bakıyordu.

Zürich’in eski mahallelerinde bazı sahneler çekmek üzere evden ayrıldığımızda, kuru, sıcak bir hava vardı. Zürich’ten Jung’un Küsnacht’taki evine dönüyorduk; gök masmaviyken birden karardı ve gök gürültüleri duyulmaya başladı. Sanki acelesi vardı bulutların. Küsnacht’a varmıştık ki, şimşek çakmaya başladı, bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu. Kameramana Jung’un nasıl öldüğünü anlatırken, şimşeğin nasıl çakıp, sevdiği ağaca yıldırım düştüğünü söylerken, o yıldırım yeniden ağaca düştü. Bugün o sahne gök gürültüsüyle birlikte çekilmiş bulunmakta, isteyen herkes seyredebilir.” Laurens van der Post (s.32)

“Jung’un bütünlükten anladığı, yalnızca birlik yada uyum değildir, kişinin ruhunu oluşturan parçaların bir araya gelerek, bütünleşerek, kişiyi bölünmez bir bütün yapmasıdır. Bir sentezdir bu. Yeni yaşantılar doğuracak bir sentez. Kişiliğin başlıca dört ana işlevi vardır: Düşünme, sezgi, duyum ve duyu işlevleridir bunlar.” (s.34)

“Jung’a göre, irade, serbestçe ele geçirilebilecek ruhsal bir güçtür. İradeye bilinç yoluyla yön verilebilir. Bu bakımdan, irade gücünün kapsamı ve şiddeti, bilinç alanının genişliğine ve gelişmişlik derecesine göre değişir.” (s.35)

“Dört işlevin dördü de, bilinç yüzeyine çıkarılabilirse, tüm daire aydınlığa kavuşur; o zaman, yusyuvarlak, yani dört başı mamur tam insan doğar. Bu kuramsal açıdan doğruysa da, gerçekte bu duruma ancak bir yaklaşma söz konusu olabilir. Kimse kendi içindeki karanlığı tamamlıyla aydınlatamaz. Bununla birlikte, kendimizi eğitebiliriz: Örneğin, önce akıl yoluyla nesneyi bilmeye çalışırız; sezgiyle içimizdeki gizil güçlerin ne olduğunu araştırırız, duyu yoluyla bulduklarımızı algılamaya çalışır, en sonunda da bir dereceye kadar değerlendiririz bunları.” (s.36)

“Dünya, karşı güçler dengede olduğu için vardır.” (s.52)

“Jung’a göre ruhsal düzen sürekli enerjik bir devinim durumundadır. Ruhsal enerjiden anlaşılan, ruhsal düzenin bütün biçim ve etkinliklerinde beliren ve bunlar arasında haberleşmeyi sağlayan kuvvetler bütünüdür.” (s.53)

“Ruhsal güç ile ruhsal enerjiyi ayırmak gerekir; çünkü enerji, aslında bir kavramdır; bu anlamda, olgularda nesnel olarak bulunmaz, yalnızca belli yaşantı verilerinde vardır. Yani enerrji gizil güç olmaktan çıkarak gerçekleştiğinde, özellikle hareket ve güç olarak yaşanılmaktadır; gizil güç durumundayken, bir hayvan, ya da durum olarak yaşanmaktadır. Gizil güç durumundan gerçekleşme düzeyine çıktığında, ruhsal enerjiyi ruhun belli olgularına yansımış görürürüz; dürtüler, dilekler, irade, coşkular halinde belirirler. Yalnızca gizilgüç durumundayken ise, belirli olanaklar, eğilimler, davranışlar, vb. olarak görürüz. Jung’a göre, ruhun yapısı statik değildir, dinamiktir. Metabolizma, organizmanın fiziksel ekonomisinde nasıl bir denge sağlıyorsa, ruhsal enerji de ruhun türlü öğeleri arasındaki ilişkileri düzenler; denge bozulunca da, akıl hastalıkları ortaya çıkar. Karşıtlık, Jung’a göre, insan yaradılışında vardır: Ruh, kendi kendini ayarlayan bir düzendir.” (s.53)

“İki kişiliğin karşılaşması, iki kimyasal maddenin karışımına benzer; herhangi bir tepkime yer alırsa, her ikisi de dönüşüme uğrar.” (s.59)

“Düş ruhun karanlık ülkesinden gelen, anlaşılması güç bir bildiridir.” (s.61)

“Bilinçdışı ne kadar baskı altında tutulursa, ruhsal dengeyi o oranda tehdit eder.” (s.67)

“Kişiliğin gelişmesi hem bir nimet, hem de bir beladır; pahalıya mal olmaktadır, insanı yalnız kılmaktadır çünkü. Yalnız başına ayakta durabilmek yetmemektedir, her şeyden önce insanın kendi yasasına bağlı olması gerekir. İç sesinin gücünü bilinçli olarak benimseyen insan, kişilik sahibi olur. Amaç kişinin bölünmez bir bütün durumuna gelmesidir; tek, uyumlu, biricik bir birey olmak demek insanın kendi özü olması demektir. Bu onu bireyci, bencil yapmak demek değildir.” (s.68)

“Tantrik Yoga’da düşünceye dalmak için, Mandala resimleri kullanılırdı. Mandalanın esas biçimi, daire ya da karedir; bütünlüğü simgeler, hepsinde de merkezle olan ilişki belirtilmiştir. Çiçek, haç, tekerlek, dört sayısı ile dördün çarpanları, Lotus çiçeği, vb. Mandala matematiksel yapısıyla tüm ruhun ilk düzenidir. Amacı, kaosu, kozmosa dönüştürmektir. Çünkü, bu gibi figürler, yalnızca düzeni dile getirmezler, doğururlar da.” (s.76)

“Tao’nun tanımını bir iki sözcükle yapmak güçtür. “Anlam” derler olna. “Yol” da, “Tanrı” diyenler de vardır. Tao’yu, bölünmüş olanı birleştirmeyi amaçlayan bir yöntem, ya da bilinçli bir yol olarak yorumlayacak olursak, kavramın psikolojik içeriğine daha yakınlaşmış oluruz.” (s.77)

“Kişiliğin bütünlüğünü, tamlığını, bölünmezliğini kurmak bütün bir ömrün görevidir. Bu, kişinin kendini, en derin anlamda, ölüme hazırlaması demektir.” (s.78)

“Her şey yolunda gittiği ve ruhsal enerji yeterli ve iyi ayarlı durumda uygulama alanı bulduğu sürece, içimizden hiçbir şey bizi tedirgin edemez. Hiçbir belirsizlik ve kuşku çullanamaz üstümüze, kendi kendimize karşı bölünmeyiz. Ama ruhsal etkinlik yollarından biri, ya da öteki tıkanmaya görsün, o zaman, engellenen bir ırmak çıkar ortaya. Su, gerisin geri, kaynağa akar; içerdeki kişi, görünürdeki kişinin istemediği bir şey istemektedir, buysa kendi kendimizle savaş durumundayız demektir.” (s.84)

“Psikoloji doğrudan doğruya çağdaş isnanın ruhundaki hastalıktan, manevi tedirginlikten doğmuştur. Batı uygarlığının en derin inançlarının sarsılması doğurmuştur psikanalitik açıdan insan ruhunun incelenmesini, Jung’a göre, çağdaş insan, bir “ruh” peşindedir. Eski Tanrı’ları ölmüştür. Her ne kadar birçok alanda psikolojik doğum sancıları duyulmaktaysa da, yeni Tanrı’ları henüz doğmamıştır. Yeni Tanrı’lar zamanla doğacaktır: Jung’un inancı kesindir. İnsan ırkı kendini yok etmek istemiyorsa, inanmak zorundadır. Ruh, yapısı gereği, kendiliğinden yeni, özerk simgeler yaratacaktır; bu simgeler yeni Tanrı’lara biçim verecektir, en sonra da, bu Tanrılar’a adayacağı yeni bir ruh bulacaktır. Çağdaş insan ruhunu arıyor demek, bilinçten önce ve zihinden daha temiz bir taban üzerine oturtabileceği, yaşamı için yeni olan ve kendi içinde duyabileceği bir anlam arıyor demektir.” (s.84)

“Freud, hastaların, geçmişteki takılmalarından kendilerini kurtarmamış oldukları için bugün engellenmiş olduklarını düşünüyor. Jung ise, hastalarının geçmişteki takılmalarına dönmelerini, şimdi bir engelle karşılaşmış olmalarına yoruyordu.” (s.87)

“Aşk, cennet ile cehennem arasında uzayan esnek bir kavram olup, iyi ile kötüyü, ulu ile sıradanı kendi içinde birleştirir.” (s.98)

“Nevrotik insan, anlamını açıklayamadığı, keyfi sınırlamalarla bağdaşmayan bir çocuk psişesine sahiptir; bir yanı, sorunu ortadan kaldırmaya, öteki yanı, özgürlüğe kavuşma peşindedir. Sürüp giden bu çatışmanın adı nevrozdur.” (s.108)

“Bir insanın kişiliğinin, tümüne egemen olması her halukârda bir avantajdır, yoksa bastırılmış unsurlar durup dururken başka bir yerde belirebilirler. İnsanlar, yapılarının gölge-yanını görebilecek şekilde eğitilmiş olsaydılar, hemcinslerini daha iyi anlayıp sevmeleri mümkün olurdu belki. Biraz daha az iki yüzlülük, kişinin kendini biraz daha iyi tanıması, komşumuz için iyi olurdu; çünkü, kendimize uyguladığımız haksızlık ve şiddeti başkalarına aktarmaya hepimiz hazırızdır.” (s.109)

“Yaşamın ikinci yarısı, tıpkı birinci yarısı kadar anlam doludur.; sadece anlam ve amaç başkadır. İnsanın iki amacı vardır: birincisi doğal bir amaçtır, çocuk edinmek, çoluğunu çocuğunu geçindirmektir; bunun için para ve sosyal mevki gerekir. Bu amaç gerçekleştiğinde yeni bir evre başlar: bu da kültür evresidir. Birinci amacı gerçekleştirmek için doğa bize yardım eder, bunun için eğitim yardımımıza koşar; ikinci amaca erişmek için pek yardımcımız yoktur. Çoğu kez sahte bir tutku ile karşılaşırız; yaşlı adam yeniden delikanlılık hevesine kapılır, için için buna inanmaz oysa. Doğal evreden kültürel evreye geçişi birçok kimse için bu denli zor ve acı yapan budur; gençlikten biraz pay almak için gençlik hevesine kapılırlar, gençlerle genç olurlar. Nevrozların hayatın akşamında doğmasında şaşacak bir şey yok. Bu, bir tür ikinci ergenlik çağıdır, tutku fırtınalarının estiği tehlikeli bir çağ. Ancak, bu yaşta ortaya çıkan sorunlara artık eski reçeteler para etmez; yelkovan geri alınamaz. Gencin dışarda bulduğu şeyi, yaşamının ikinci yarısındaki adam içinde arayıp bulmak zorundadır.” (s.152)

“Önemini ve değerini yitiren her bir bilinçli yaşam parçası için -yasaya göre- bilinçdışında bir denge gücü oluşuyor. Fiziksel dünyadaki enerji korunumuna benzer bir şey var bunda, çünkü ruhsal süreçlerimizin bir de nicelik yönü var. Hiçbir ruhsal değer, yerine aynı yoğunluk derecesinde başka bir değer konulmadıkça, yok olamaz. Bu, psikoterapistin her gün karşılaştığı bir gerçek; bu olgu her gün yinelenmekte, bir kez olsun sekteye uğramış değildir.” (s.203)

“Büyük yenilikler hiçbir zaman tepeden gelmez, hep aşağılardan yükselir; tohumlarının gökten düşmüş olduğı nice gerçek olsa da ağaçlar, gökten aşağı değil, yeryüzünden göğe yükselirler. Yeryüzü kabuğunun kabarmasıyla bilincin kabarması aynı şey. Her şey göreceleşiyor, dolayısıyla, kuşkuya bürünüyor. Duraksayan, soru soran insan, barış anlaşmaları, dostluk paktları, demokrası ve diktatörlük, kapitalizm ve Bolşeviklik ile şaşkın bir dünyayı seyrede dursun, ruhu kuşku ve güvensizlik kargaşasını yatıştıracak bir yanıta  özlem duyuyor.” (s.204)

“Ruhsal derinlikler doğanın kendidir; doğa ise yaratıcı yaşamdır. Doğanın, yaptığı şeyi aynı zamanda yıktığı da gerçek. Çağdaş görecelikçe yıkılan ne  varsa şu görülen dünyada, ruh, onların eşdeğerlisini yaratacaktır. İlkin, karanlık ve iğrenç şeylere giden yolun ötesini göremiyoruz, ama bu görüntüye katlanmayan insandan ne ışık çıkar, ne güzellik.” (s.208)

“Mermi izi, hedefte son bulur; yaşam da, yöneldiği son amaç olan ölümle bitmekte. Yükselişi, doruğuna varışı, bu amaca yani ölüme varmak için basamak ve yollardır. Yaşamın yükselişinde bir amaç ve anlam buluyoruz da, inişinde niye bulmuyoruz? İnsanın doğuşu anlamla dolu da, ölümü niye değil?” (s.216)

“Psikolojik deneylerim defalarca bana göstermiştir ki, psişeden çıkan bazı şeyler bilinçten çok daha tamdır. Çoğu zaman, bilinci yaratamadığı, üstün bir analiz, anlayış veya bilgi bulundurur içinde. Bu gibi olaylar için uygun bir terimimiz var: içgüdü. Bunu söylerken, sanki yerine yerleşmiş bir şey varmış gibi, çoğu kimse hoş bir duygu duymaktadır. Ama hiçbir zaman, bunlar, içgüdüyü kendi yapmadıklarının farkında değillerdir. Tersine, hep size gelen bir şey vardır; bir fikir gelir aklınıza, kendi kendini çıkarmıştır ortaya, siz ustaysanız ve çabuk davranırsanız onu yakalayabilirsiniz.” (s.267)

“Bilinçlilik tam bir yansıma durumunda pek varolamaz. Olsa olsa bir duygular yığını olur. Yansıtmaların ortadan kalkmasıyla bilinçli bilgi yavaş yavaş gelişti. Tuhaftır ki, bilim, aslında dünyanın ruhanilikten çıkarılmasının birinci evresi olan astronomi kanunlarının bulunuşuyla başlamıştır.” (s.299)

“Dinsel yaşantı salttır. Tartışmaya gelmez. Ancak bir yaşantı duymadığınızı söyleyebilirsiniz, karşınızdaki de, kusura bakma be duydum, diyecektir. Tartışmanız da orada bitecektir. Dünya dinsel yaşantı üstünde ne düşünürse düşünsün, onu yaşayan, ona bir hayat, anlam ve güzellik kaynağı sağlayan ve dünyaya ve insanlığa yeni bir görkem veren büyük bir hazineye sahiptir, Pistis’e sahiptir, barış içindedir. Böyle bir hayat olmaz, bu gibi yaşantı gerçek değildir, bu gibi bir pistis bir hayalden ibarettir diyebilmek için ölçü nerede? Nitekim yaşamanız için yardım eden nihai şeyler üstünde daha iyi bir gerçek var mı?” (s.306)

“Hindistan’da her şey sanki yüz binlerce defa yeniden dünyaya gelmiş. Günümüzde, eşi olmayan birey dahi, çağlar boyunca defalarca doğmuş. Dünyanın kendisi, geçmişte nice kez varolan dünyanın yenilenmesinden başka bir şey değil. Hindistan’ın en büyük bireyi, eşsiz Guatama Buda’dan önce bile nica Buda’lar gelmiş, gelecektir de. Tanrıların insan ya da hayvan biçiminde yeryüzüne inmesinde şaşılacak bir şey yok. Bir şey ne kadar değişirse, o kadar aynı kalır. Tarihe ne gerek var peki?” (s.361)

“Belli bir şey, başkalarına baktığınız ve kendi psikolojinizi onlara yansıttığınız sürece, hiçbir zaman kendi kendinizle uyum içinde olamazsınız. Bakışlarınızı kendi yüreğinize çevirebilirseniz ancak görüşünüz aydınlanır. Dışta her şey çatışır durumdadır, ancak içerde bir uyum içinde birleşebilir. Dışarı bakanlar düş görmektedirler, uyanıklar içeri bakanlardır.” (s.384)

“Kişinin değeri hiçbir zaman başkalarına oranla ifade olunamıyor, ancak kendi başına bir anlam taşıyor. Dolayısıyla özgüvenimizi veya özbeğenimizi başka bir kişinin davranışına bağlı kılmamalıyız; o kişi bizi insan olarak ne kadar etkisi altında bırakırsa bıraksın. Bize olanlar, doğru anlaşılırsa, bizi kendimize döndürüyor; sanki bizi tüm bağlarımızdan ve bağımlılıklarımızdan kurtarmak, bizi bize bağımlı kılmak isteyen bilinçdışı bir kılavuz var. Bunun nedeni, başkalarının davranışına bağımlılığın çocukluk çağımızdan gelen, onsuz edemeyeceğimizi sandığımız son kalıntısı olması.” (s.390)

“Bilinçdışını seyre dalarsanız, paçanızı zor kurtarırsınız; bilinçli gerçek dünyanızda ayağınızı basacağınız sağlam bir zemininiz yoksa eğer, o bilinçdışı ejderi sizi yutuverir. Bu ne demektir, bilir misiniz! Bilinçdışınıza bakmaya niyetliyseniz, bütün eleştirici gücünüzle bilincinize sahip olmanız gerekir.” (s.392)

“Bilinçdışıyla uğraşmanın en iyi yolu yaratıcı yöntemdir. Örneğin, bir hayal kurun ve eliniz altındaki bütün araçları seferber ederek, işleyin onu. Sanki o hayal, siz kendinizmişsiniz gibi, ya da siz kendiniz onun içindeymişsiniz gibi işleyin onu, içinde bulunup da kaçamadığınız gerçek hayattaki durumlarda nasıl davranıyorsanız, öyle davranın. Böyle bir hayalden üstesinden geleceğiniz bütün güçlükler, sizin kendi içinizdeki psikolojik güçlüklerin simgesel ifadeleridir, hayalinizde bunlarla başedebiliyorsanız, ruhunuzdakilerle de başedebiliyorsunuz demektir.” (s.393)

“Zamandışı ve mekândışı algılar mümkün, algılayan ruhun kendi de aynı yapıda çünkü.” (s.393)

“Eninde sonunda, ancak bireyin kendi kazanabilir kendi savaşını, başkası, onun yerine beceremez bunu.” (s.394)

“İnancın ne kadar öznel bir konu olduğunu düşündüğümü Hristiyanlığın, hakkın tek ve en yüksek tecellisi olduğuna kesinlikle inanmadığımdan çıkarabilirsiniz. Budizm’de olsun, başka dinlerde olsun en azından Hristiyanlıktaki kadar hakikat var. Örneğin Yunan Ortodoks kilisesini mi seçersin, İslamı mı deseler bana, İslamı seçerdim. Siz kendi inancınız konusunda ne kadar böbürleniyorsanız, başkaları da kendi inançları konusunda o kadar böbürleniyor. Bu durumda bütün tartışmalar din kavgalarından öteye gitmiyor, gerçek bir tartışma olanaksızlaşıyor.” (s.395)

“İnsan hayatının cevabı, insan hayatının sınırları içinde değildir.” (s.395)

“Ta başlangıçtan beri bir yazgı duygusu var içimde, sanki yaşamım yazgıma çizilmiş de, o doğrultuda yürümek zorundayım.” (s.399)

“Mandalanın gerçekte ne olduğunun yavaş yavaş farkına vardım: Biçimlenme, dönüşüm, sonrasız zihnin kendini sonsuzca yaratması. Özben bu; yani kişliğin tamlığı. Her şey iyi gittiği sürece, uyum içindedir özben, ne var ki düş kırıklığına gelemez.” (s.400)

“Tutkular cehenneminden geçmeyen, onları yenmiş olamaz. Komşu eve yerleşen o tutkular, her an bir alevle evi tutuşturabilirler; arkamızda bıraktıklarımız, unuttuklarımız, savsakladıklarımız, artan bir güçle dönüp geri gelirler.” (s.401)

“Lao Tzu, her şey pırıl pırıl bir ben bulutla kaplıyım, dediğinde; benim bu geçkin yaşımda duyduğumu dile getirmişti. Lao Tzu, değeri ve değersizliği de görüp yaşamış, ömrünün sonunda kendi varlığına, sonsuzca bilinmeyecek olan anlama dönmeyi isteyen birinin üstün nüfuz gücüne sahip, insan örneği. Bu kişi örneği her zekâ düzeyinde görülebilir, ayırt edici özellikleri aynıdır hep: Yaşlı bir köylü olabileceği gibi, Lao Tzu gibi bir filozof da olabilir; yaşlılıktır bu, bir yere varmış olmaktır.” (s.402)

“Arketip: Ruhun kalıtımla geçen bir parçası gibidir, betimlenemez; önceden bilinçdışında var olan kalıptır, biçimdir, her zaman, her yerde kendiliğinden oluşur. İçgüdüsel yapısı yüzünden arketip, duygu yüklü komplekslerin altında olup, onların özerkliğini paylaşır.” (s.403)